Ana Sayfa Blog Sayfa 5129

Gündelik hayatta yabancılaşmayı aşma – Halil Turhanlı

Henri Lefebvre, 1939 yılında Diyalektik Materyalizm başlıklı kitabı yayınlandığında komünist partinin genç teorisyenlerinden biri olarak tanınıyordu. Bu kitapta formel mantık ile diyalektik arasındaki karşıtlığını ele alıyor, Hegel’in fenomenolojisindeki diyalektiği alıkoyuyor, beri yandan onun felsefesindeki idealist yapıyı eleştiriyor Marx’ın, diyalektik materyalizme geçişinde Feuerbach’ın katkısını vurguluyordu.

Sekiz yıl sonra, 1947’de Gündelik Hayatın Eleştirisi’nin birinci cildi yayımlandı. Parti içinde görünürde olumlu karşılandı. Parti entelektüellerinden Jean Kanape, “Bundan böyle felsefe gündelik hayatı, somut ve sıradan olanı küçümsemiyor” diyordu. Ama bu kitaptaki düşünceler partinin resmi görüşlerine pek de uymuyordu. Kitap parti dışındaki radikal, anarşist toplulukların daha fazla ilgi göstereceği tezler içeriyordu.

Felsefe ile gündelik hayat bir karşıtlık içinde düşünülmüştü. Daha doğrusu, felsefe gündelik hayat karşısında hep üstünlük iddiasında bulunmuş, gündelik hayatı küçümsemişti .İşte şimdi, Lefebvre bu karşıtlığı ortadan kaldırma giriminde bulunuyor ; gündelik hayattan, sıradan olandan, sıradan insanların günü yaşama tarzlarından yola çıkarak dünyayı dönüştürecek bir felsefe öneriyordu.

Marx dünyayı yorumlamakla yetinen, düşünce ve eylem arasında sınır çizen felsefeye son verme görevini üstlenmişti. Lefebvre de gündelik hayatı ve elbette sonuçta dünyayı değiştirmeye katkıda bulunacak bir meta-felsefeyle, özgürlük üzerine yansıma olan bir felsefeyle bu projeye katılıyordu. 1844 Elyazmaları’ndaki yabancılaşma nosyonunu gündelik hayata, modern şehir deneyimlerine uygulamıştı. Modern kapitalist toplumda gündelik hayatın her düzeyinde hayatı anlamdan yoksun bırakan, hayatı sığlaştıran yeni yabancılaşma biçimlerinin yayıldığına dikkat çekiyordu. Bu nedenle, gündelik hayatın eleştirisiyle yetinmiyor, gündelik hayatta devrim öneriyordu .

Yabancılaşmanın, bölünmüşlüğün üstesinden praksis yoluyla gelinebileceğini, insanın böylelikle bütünlüğüne kavuşabileceğini ve kendini gerçekleştirebileceğini vurguluyordu.

Gündelik Hayatın Eleştirisi (Cilt 1)’nın “Bir Pazar Günü Fransa Kırsalında Yazılmış Notlar” başlıklı bölümünde Antik Yunan ve Roma’daki festivalleri, Dionysuos (Bacchus) festivallerinin ortaçağlardaki izlerini, kapitalizm öncesi kır topluluklarındaki köy şenliklerini özlemle anlatır. Kapitalizm öncesi toplumlarda hayatın döngüselliğini yansıtır ve duyurur bu şenlikler. Kapitalizm, döngüsel zamana bağlı bu şenlikleri de yok etmiştir. Ancak şunu belirtmek gerekiyor: Modern hayatın da ele avuca sığmaz bir, denetlenemez bir karmaşası vardır. Modern gündelik hayatta yapılanmış, önceden düşünülmüş ve düzenlenmiş olanı aşan, temsil edilemeyen ve ele geçirilemeyen bir fazlalık söz konusudur. Modern hayat tekrara dayalıdır, ama aynı zamanda yönsüz ve kaotiktir.

“Gündelik hayat bir sanat eseri olsun” der Lefebvre. Gündelik hayatın estetize edilmesi günün kopuk anlarını ve deneyimlerini birbirine eklemleyerek, yeniden birbirine bağlayarak gerçekleştirilebilirdi. Aslında modernist edebiyat ve estetik de bunun ardındaydı: Bir yönüyle tekrarlara dayalı olan, ama aynı zamanda bin bir ayrıntı içeren modern gündelik hayatın içine yayılmış ve orada kendini gizlemiş olan şiirselliği, büyülü anları, hayatı dönüştürme ve sıradan bir günü unutulmaz kılma potansiyeli taşıyan ayrıntıları bulup bunlara birbirine eklemlemek. Aşkınlığa yönelmeden gündelik olanda gizli bulunan olağanüstünü yakalamak. James Joyce, Ulysses’da, kahramanı Leopold Bloom’un geçen yüzyıl başında sıradan bir yaz gününde yaşadığı ayrıntıları bir araya getirerek modern bir epik yaratmıştı. Gündelik hayatın içine gizlenmiş şiirselliği bulmuş, bir yaz gününü sıradanlığından kurtarmıştı. Yine bir yaz gününde Lefebvre’in “Gündelik hayatın zenginliği karşısında keskin bir duyarlığa sahip” olduğunu söylediği Virginia Woolf, kahramanı Bayan Dalloway’i o gece vereceği parti dolayısıyla alış veriş yapmak için Londra sokaklarına çıkardığında aynı zamanda gündelik hayatın içindeki büyülü anların da peşine düşmüştü. Deniz Feneri’nde de sanatçı Lily Briscoe paradoksal algının ardındadır. Sıradan olanı, nesneleri hem tanıdık biçimleriyle, hem de bir mucizenin öğeleri olarak görmek ister.

İlginç olan, modernist yazarların gündelik hayat deneyimini, modern hayatın kendini kolay ele vermeyen karmaşasını anlatabilmek için natüralist ve gerçekçi romanı reddetmiş ve düşlere, iç konuşmalara, bilinç akışına dayalı yeni anlatı tekniklerine ihtiyaç duymuş olmalarıdır. Bunun bir nedeni gündelik hayatı donukluktan kurtarmaya, şeffaf bir deneyime, Woolf’un deyişiyle “parlak bir hale”ye dönüştürmeye çalışmalarıdır.

Modern hayatın deneyimlendiği mekan şehirdir, metropoldur. Söz konusu deneyim çelişkileri, barındırır, birbiriyle çelişen algılar, çağrışımlar doğurur. Georg Simmel metropol insanının dış dünyaya zihniyle tepkiler verdiğini, zıt uyarımlar aldığını, metropol hayatında uyarımların hızla değiştiğini ve bu hızlı değişimin bezginlik, blasé yarattıgını, bireyde içsel çalkantılara yol açtığını belirtmişti. Bu ruh hali para ekonomisinin öznel yansımasıdır. Şehir para ekonomisinin doğduğu, yayıldığı ve yerleştiği mekandır. Lefebvre de bu nedenle şehirde deneyimlenen gündelik hayatın eleştiriyle yetinmiyor, gündelik hayatı köklü biçimde dönüştürmeyi, gündelik hayatta devrim yapmayı öneriyordu.

Radikal politikayı ve devrimi Dionysiuscu bir şenlik, Rabelaiscı bir karnaval olarak düşünüyor, Paris Komünü’nü ve Mayıs 1968’i bunun iki tarihsel örneği olarak öne sürüyordu. Ekstatik bütünlüğün, otantik varoluşun yaşandığı, sanatsal yaratıcılığın patladığı, devletin ve bütün diğer kurumların meşrutiyetinin sorgulandığı an’lar. Şehirde ve gündelik hayattaki devrimi de böyle tahayyül ediyordu. Böylesi bir devrim anlayışı günümüzün radikal şehircilik akımlarında etkisini duyurmakta. Durumcular’dan başlayan ve Sokakları Geri Al (Reclaim the Streets) hareketine uzanan bir etki bu.

Günümüzde alternatif bir şehir hayatını savunan yeni toplumsal hareketler, mutenalaştırma projelerine direnen şehir yoksulları Lefebvre’nin 1960’larda ortaya attığı “Şehirde Varolma Hakkı”nı bir slogan olarak benimsiyor ve bu hak için mücadele ediyorlar.

Halil Turhanlı – Birgün

Erzin’de termik santrallere karşı Şemsiyeli Eylem

Bilindiği üzere Doğu Akdeniz uzun süredir Termik Santrallere karşı yaşam mücadelesi veriyor.  Ceyhan”da 1,Tufanbeyli”de 1,Mersin”de 2 ,Yumurtalık’ta 5 , Erzin’de 4 , Dörtyol’da 1,  İskenderun’da 2 tane olmak üzere toplam 16 Termik Santral yapılması planlanmaktadır.  Bölge halkı uzun süredir santrallere karşı yaşamı savunmaya devam ediyor. Bu santrallerin merkezinde bulunan Erzin bulunan muhalefetin de en etkin ilçesi oarak kurduğu “Erzin Termik Santral Karşıtı Platformla” uzun süredir çeşitli eylemler ve mitingler düzenlenmektedir.
29 Temmuz Cumar Günü Selena A.Ş tarafından yapılmak istenen kömürlü termik santralin ÇED bilgilendirme toplantısı yapılacak. Erzin Termik Santral Karşıtı Platform bu toplantıyı protesto etme kararı aldı.
Ayrıca, Erzin Gönüllüleri Derneği de  İlginç bir protesto yapacak. yapılan açıklama şöyle…
KÜLLERİNİZE KARŞI SİYAH ŞEMSİYELERİMİZ

29 Temmuz Cuma günü Saat 14.30′ da Yeşilkent Konferans Salonunda, SELENA A.Ş nin ilçemizde kurmayı planladığı Kömürle çalışan termik santralin ÇED toplantısı’na hepimiz siyah şemsiyelerimizle geleceğiz. Siyah şemsiyeler bizleri, onların zehirli küllerinden koruyacak ve böyle kötü bir durumun oluşmasını engelleyecek olan bizlerin iradesini ve gücünü temsilen kullanılacaktır. Bu onurlu mücadelenin sivri dönemeçlerinde hep beraber omuz omuza olmamız bir mecburiyettir. Siyah şemsiyelerimizle hep beraber Erzin’ imizin ve Sağlığımızın ve Hayatımızın koruyucuları olmak için 29 Temmuz günü muhakkak orada olacağız…”
Yunus Muluk

Norveçli saldırganın ilk duruşması bugün

Norveç’te çifte saldırıdan sorumlu tutulan saldırgan bugün ilk duruşmasına çıkarılıyor.

32 yaşındaki aşırı sağcı saldırgan Anders Behring Breivik, başkent Oslo’nun merkezi ve Utöya Adası’nda İşçi Partisi’ne bağlı bir gençlik kampında 100’e yakın kişinin ölümüne sebep olduğunu kabul etmişti.

Avukatı, Anders Behring Breivik adlı bu kişinin, kendi eylemlerini ‘korkunç ama gerekli’ sözleriyle tasvir ettiğini söyledi.

Olayın şokunu hala atamayan Norveç halkı bugün yerel saatle 12’de ölenlerin anısına bir dakikalık saygı duruşuna katılacak.

Duruşma da saygı duruşunun hemen ardından başlayacak.

Bu arada polis saldırganın, vücudun içinde parçalanmak üzere tasarlanmış, en ağır yaralara yol açan dom dom kurşunu kullandığını bildirdi.

Polis, ”Bu mermilerin daja çok vücudun içinde patladığını, merminin bütün enerjisinin dokunun içinde biriktiğini ve çok büyük iç hasara yol açtığını” vurguladı.

Saldırılarda hayatını kaybedenler için ülkenin dört bir yanında anma ayinleri yapıldı.

Breivik, Facebook sayfasında kendisini ‘Hristiyan, muhafazakar ve milliyetçi’ olarak nitelendiriyor.

Anders Behring Breivik’in saldırıları 2009 sonbaharından bu yana planladığı bildirildi.

Breivik, saldırılardan önce internette yayımladığı 1500 sayfalık günlüğünde, terörün kitleleri uyandırma aracı olduğunu savunuyor.

İngilizce yazılan ve “Bir Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi-2083” başlıklı günlüğe “Andrew Berwick” olarak imza atan Breivik, günlüğünün bir bölümünde, Norveçli ve gerçek adının Anders Behring Breivik olduğunu yazıyor.

Yeşil Gazete (Kaynak BBC)

Şaban Dayanan’ı kaybettik

İnsan hakları savunucusu Şaban Dayanan hayatını kaybetti. Şaban Dayanan’ın dün geçirdiği bir epilepsi krizinden sonra hayatını kaybettiği haber verildi.
Uzun süre İnsan Hakları Derneği’nde çalışan ve bir dönem yönetim kurulu üyeliği de yapan Şaban Dayanan 12 Eylül döneminde küçük yaştayken tutuklanmış ve işkence görmüştü. Dayanan, verdiği bir röportajda kendisine işkence yapan ekibin başında halen tutuklu bulunan eski emniyet müdürü Hanefi Avcı’nın olduğunu anlatmıştı.
80li yıllarda Radikal Yeşiller grubunda da yer alan Şaban Dayanan aynı zamanda fotoğraf sanatçısıydı.
Saban Dayanan’ın cenazesi yarın (Pazartesi) ikindi vakti Okmeydanı Cemal Kamacı Spor Tesisleri’nin karşısındaki Fetihtepe Camii’nden kaldırılacak.
Yeşil Gazete olarak ailesine, dostlarına ve insan hakları camiasına başsağlığı diliyoruz.
(Yeşil Gazete)

“Vatandaş Türkçe konuş”

1950’lerden kalma bir tabirdir bu başlıkta dem vurduğum. Memleket elden
gidiyorcuların bir başka absürd icadıdır başka bir deyişle. Neymiş, 72,5 millet 72,5 lisan konuşuyormuşta olan türkçeye oluyormuş,  Tüm İstanbulu şu başlıkta gördüğünüz ibare yazılı kağıtlarla donatmışlar. Vatandaşa –ne yapacağı hiç belli olmaza – doğru yolu göstertmişler.

Caz festivali kapsamında icra edilen ve benim teşrif edemediğim Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesindeki “Mujeres De Aqua” konseri esnasında Aynur Doğan’a gösterilen ırkçı tepki sonrası aklıma geldi birdenbire bu tabir. Bu bir.

Şu sıralar Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikayesi” üçlemesini okuyorum. 2.kitabın, “Karıncanın Su İçtiği”nin ortalarındayım. Mübadeleyi anlatıyor Yaşar Kemal (hemşehrim olması hasebi ile yazının bundan sonraki kısmında kendisine “dayı” şeklinde hitap edeceğim). Ege’deki bir ada, Karınca Adası mübadele kapsamında boşaltılır. Ayrıntıları geçip anlatmak istediğime geleyim.

Yaşar Dayım insana insanlığını hatırlatıyor okurken. Dağın taşın, dere
tepenin, binbir çiçek binbir kuşun hikayesi insanın bencil hikayesine
dolanıyor. Kahramanlar çıkıyor sonra bir bir ortaya. Adasını terketmeden bir kuytuda saklanan Vasili, arabistan çöllerinden gelip adaya sığınan Poyraz Musa, Sarıkamıştan kurtulduktan sonra memleketi Van’ın terkedilmişliğne hala anlam veremeden Karınca Adasına sığınan Baytar Cemil, denizin içini kendi evinin içi gibi bilen Nişancı Veli, mübadele sırasında derdest edilip gönderildiği yunanistandan yaşına başına bakmadan kaçarak binbir macera ile adasına geri dönen Lena Ana
Birer ikişer artan ada nüfusu
İnsanın bir başka insanla güzelleşmesi
İnsanın doğa ile birlikte yaşadığında çımgışma

Derken derken, tam da Aynur Doğan’a yönelik ırkçı tepkinin hemen ertesinde okuduğum adanın -şimdilik- son konuğu Dengbej Uso ve ailesi. Gelin Dengbej Uso’nun adalılar ile tanışmasını Yaşar Dayımın o bal dökülen kaleminden takip edelim. Bu da iki.

Baytar aldı:

Hun haş hatine, hun Gurmancın, hun tırki nızanın?

Adamın birden gözleri, yüzü değişti, dudaklarına ince bir gülümseme geldi oturdu:

Valla bavo ez Tırkiji dızanım, ez Kurdiji nızanım, ez Zazaki, ez kılame gavne Suryaniji dızanım

Baytar, hoşgeldiniz diyordu, siz Kürtçe bilmiyor musunuz? “Vallahi babam Türkçe de, Kürtçe de, Zazaca da, ben Süryani kavminin destanlarını da biliyorum,” dedi adam.

Haydi öyleyse kalkın da çınarların altına, çeşmenin yanına gidelim. Uyandırın çocukları, Lena Ana, diya Lena, size çorba yaptı. Navete çiye?
Benim adım dengbej Usodur.”
Du dengbej Usoyi?
Ha ben odur işte. Beni hükümet gönderdi yanına Musa Beg Poyrazın. Bu memleketin ağası Musa ağadır, öyle?
Öyle.
Du kiyi?
Ez bayterem.
Baytar navedeye?
Navemin Cemile, baytar doktore hespane…
Ez dızanım, şugulere çiye…

Kadın çocukları uyandırdı, küçüklerin ellerinden tuttu, büyükleri önüne aldı, hep birlikte çınarların altına geldiler. Kadın çocukların yüzlerini yudu. Arkasından da kendi yıkandı. Lenanın verdiği havluyla kurulandı. Uso da uzun uzun yıkandı, kendine geldi. Çocukların gözleri de ardına kadar açılmış, şaşkın, dört bir yana bakıyorlardı.

Ben çorbayı almaya gidiyorum,” dedi Lena.

Vasili, evlerin arasından gözüktü, “Lena Ana,” dedi, “geliyorum, ben de sana yardım edeyim.

Önde Vasili, elinde çorba tenceresi, arkada Lenayla Poyraz, ellerinde sahanlar, kaşıklar, taslar, ekmekler geldiler, hemencecik yer sofrası kuruldu. Baytar, Usoyla oradakileri tanıştırdı.

Nişancı nerde?” diye sordu Poyraz
Ben burdayım,” diye kamışlığın arkasından seslendi Nişancı, “hemen.”

Şalvarının bağını bağlayarak kamışlığın yanındaki çiğirde gözüktü.
Kahvaltıya oturdular, kıtlıktan çıkmışcasına yiyorlar, çocukların kaşıkları uğunurcasına işliyordu.
Kahvaltı boyunca Usonun gözleri Poyrazın üstündeydi. Poyraz da bundan tedirgin oluyordu.
Kahvaltı biter bitmez Uso ayağa fırladı. Poyrazın yanına geldi.

Poyraz Ağa ben seninle konuşmak istiyorum.

Kamışlıktan yana yürüdü. Poyraz da onu izledi. Kamışlığı, ılgınlığı geçtiler. Uso durdu, yöresine fıldır fıldır korkulu gözlerle baktı:

Buralarda kimse yok ya Ağa, buralarda kimse bizi görmeyecek ya?
Görmeyecek.
Öyleyse şu ağaçların altına oturalım.
Oturalım. Dün gece mi geldiniz?
Gün batmıştı.
Nereden?
Sonra anlatırım. Ben bir dengbejim.
O da ne?
Destan söyleyen.”
Nasıl, çok uzun türküler… Gecelerce söylenir, onlardan mı, hangi dilden?
Onlardan da söylerim. Kürtçe… Sıkışırsam, yetmiş iki dilden de söylerim.
Ben kürtçe anlamam ki…
Ben söylersem anlarsın. Kürtçe bilmeye gerek yok.

(Karıncanın Su İçtiği / Bir Ada Hikayesi 2 / Yaşar Kemal / Adam Yayınları / Sayfa: 299 / 300)

Ne demişlerdi 1950’lerde
Vatandaş Türçe konuş
Şimdi biz vatanı ve yurdu ekinde tuttuğu daşları ile birlikte bir kenara bırakalım.
ve “İnsan” diyelim
İnsan, istediğini dilediğin lisanda konuş
canının çektiği türküyü dilediğin lisanda dinle

Hatta bunu söylemekle de yetinmeyelim ve bu dediğimizi hayata geçirelim

İşte benim şu an gönlümden geçenler,

Sizler de yorum bölümüne kendi gönlünüzden geçenleri ekleyebilirsiniz.

anavarza

Ahmedo – Aynur Doğan  (kürtçe)

Kurdi Nizanim – Hakan Vreskala  (kürtçe ve türkçe)

Heyamo – Dalepe Nena  (lazca)

Daymohk – Kardeş Türküler  (çeçence)

Melancholy Man – Moody Blues  (ingilizce)

Beni Sarar Melankoli – Nükhet Duru  (türkçe)

Amy Winehouse öldü..

 
Ünlü İngiliz şarkıcı Amy  Winehouse Londra’nın kuzeyindeki Camden bölgesindeki  evinde ölü bulundu.

27 yaşındaki şarkıcının ölüm nedeni henüz açıklanmadı. Londra polis merkezi yetkililerinin verdiği bilgiye göre bugün yerel saate 15 00’te bir ihbar sonucu eve giden yetkililerin  cesedi bulduğu bildirildi.

 Amy Winehouse geçtiğimiz ay planlanan İstanbul konserini son anda iptal etmişti.

Reuters – Yeşil Gazete

Bu meselede aciz kaldım, susuyorum – Ümit Kıvanç

Müessese olarak birilerinin felaketine sevinmek diye bir hâl varsa, bizim basın herhalde bunun eğitimini almış olmalı. Gazetelerden üzerimize kan fışkırıyor, televizyonlar, linç kokusu alıp toplaşmış kalabalıkları “vatandaşın öfkesi” diye sunarken salyalar odalarımıza yayılıyor.

Ne oldu, doğrusu hiç anlayamadım. Seçimler yapıldı, acayip bir katılımla insanlar gidip oy verdi, şu an için çıkabilecek en mâkûl sonuç çıktı, özellikle BDP 36 sandalyeyle Meclis’e girdiği için, memleketin iyiliğini isteyen herkeste bir iyimserlik, bir “bu iş oldu” havası… derken bir anda ufukta kara bulutlar belirdi, aman demeye kalmadan gelip üstümüze yerleştiler. Şimdi herkes “fırtına yakın” diye homurdanıyor.

Bu koşullarda gazete sütununda ahkâm kesme hakkı, yerine getirilemeyecek sorumlulukların yükü altında ezilmeye, çaresizliğe dönüşüyor.

Eğer “Kürt sorunu” diye sözü edilen ve daha böyle adlandırmakla bile esası ıskalanan meselenin iki tarafı varsa, ancak bunlara söylenebilen sözler anlamlı olacaktır. Hangisi hangimizi dinler ki?

Önce şu esası ıskalama meselesini açıklığa kavuşturayım. Bizim memleketimizdeki temel sorun Kürt sorunu değildir. Çoğu zaman söylenen ama ciddiye alınmayan şey, doğrudur, esas sorunumuz Türk sorunudur. Kürtler, onyıllarca devletin özel zulmüne maruz bırakılmış bir topluluktur. 12 Eylül’ün Diyarbakır Cezaevi, tam da bugünkü gibi bir ortamı yaratmak üzere kurulmuş özel okul gibiydi, amacına da ulaştı. Yetmedi, 1990’ların vahşet politikalarıyla, öfke dolu, kin dolu nesiller yaratıldı. Anababaları, kardeşleri, eşleri, arkadaşları sokak ortalarında vurulmuş, asit kuyularına atılmış, işkencenin her türlüsünden geçirilmiş insanlarla karşı karşıya olunduğu niyeyse hep unutuluyor. Sanki Kürtler iş görüşmesine gelip de masada mızıkçılık yapan bir heyet! Değil. Eşit koşullarda karşı karşıya gelinmediğini Türklerin artık nihayet bir zahmet kavraması lâzım. Bunsuz hiçbir adım atılamayacak. Türkler Kürtlerle eşit haklara sahip olmayı sindiremediği için biz bunca felaketi yaşadık, yaşıyoruz. Durup dururken PKK diye bir şey çıktı da ondan değil. Kürtlere Kürt oldukları için yapılanları birileri Türklere yapsaydı Türkler de dağa çıkardı.

İddiam o ki, Kürtleri manen Türklerden uzaklaştıran, devletin onlara reva gördüğü zulüm de değildir. Bütün o zulüm yılları boyunca –olağan “münafık”ları hariç– Türk toplumunun hiç değilse “ama bu kadar da olmaz ki” manasına gelecek usulcacık bir ses bile çıkarmamış oluşudur.

Ha, ses çıktı çıkmasına. Şehit cenazelerini sömüren faşistlerin sesi. Devlet, medya, faşistler, elbirliğiyle öyle bir ortam yarattılar ki, Kürt olmak başlıbaşına suç, “düşük yoğunluklu savaş” bir cins millî seferberlik haline geldi. PKK asker öldürsün de üstüne atlayıp Türklerin ruhunu ve zihnini biraz daha iğdiş edelim diye el ovuşturanları da mı unuttuk? Unutacak kadar zaman geçmedi ki üzerinden! O kız çocuğu orada kendini yakıyor, Mehmet Ağar cezaevinde Aziz Yıldırım’ı ziyaret ediyor.

Bugün sorun çözme iddiasında olan, ama niyetinde olup olmadıkları bir türlü anlaşılamayan, çapında olmadıklarıysa hepten ortaya çıkmış bulunan Türk politikacıları, PKK’nin cinayetlerini öne sürerek bunca yılın vahşetini yok sayamayacaklarını bir türlü kabullenmek istemiyorlar. Tamam, Kürt siyaseti bugüne kadar toplum çoğunluğuna dönüp de tek söz etmedi. Bir anlayış ve duygudaşlık yaratma politikasını aklından geçirdi mi, şüpheli. Böyle bir politikaya yönelse Türkler arasından da şüphesiz destek bulabilirdi, tercih etmedi. Ama bunlar hep ikincildir. Esas olan, zulmün hesabının görülmemiş oluşudur. Ve bunun için Türklerin Kürt siyasetinin ne yapacağına falan bakmaması gerekirdi.

Hiç değilse bu saatten sonra, herkesin ağız birliği edip duyurduğu, yaklaşan felaketi önleme adına nâçiz bir çaba olarak, bütün yaşananlara bir de Kürtler açısından bakmak gerekmiyor mu, aziz Türk milleti? Bu duygudaşlığı göstermek “PKK’yi savunmak” falan değildir.

Ortada esas olarak muazzam bir duygu, öncelikle de güven sorunu var.

Buna karşılık, memleketin herhangi bir yerinde Kürtlere saldıran linçe susamış kalabalıklardan hâlâ “vatandaş” diye sözediliyor. Sakın Başbakan’ın “ben olsam asardım”ları yüzünden olmasın? Başbakan hotzot tavrına Kürtlerin uzlaşmaz ve anlaşılmaz politikasını gerekçe gösteremez.

“Kürt siyaseti” denen şeyin amacını, yöntemlerini, taktiklerini anlamaktan ben de acizim. Bazı sözler, tavırlar, kararlar, eylemler, kavrama sınırlarımı aşıyor. Hattâ bazıları karşısında nutkum tutuluyor. Yedi kayıp vererek on üç asker öldürme ve aynı gün demokratik özerklik ilân etme gibi, çift yönlü provokasyon dalında dünya literatürüne geçebilecek hadiseler karşısında diyecek laf bulamıyorum. Giderek, “insan hayatı” gibi bir “unsur”un Kürt siyasetince hesaba katılmadığına inanıyorum. (O askerlerin tam da orada mola verip oturmaları gibi bir durumu da anlayamıyorum ama bundan sözetmenin kıymeti yok, biliyorsunuz. Bu memlekette esas devletin marifetleri tamamen unutulmak üzere. Bunlardan sözeden, hükümete yardakçılık yapmakla suçlanır oldu. Aynı sebeple, tam da bu işlerin olacağı günün öncesinde, Öcalan’ın avukatlarının yine saçmasapan bir bahaneyle İmralı’ya götürülmeyişine de takılamıyoruz haliyle. Şemdinli davası falan gibi şeylerle Kürtlerin herhangi bir ilgisi sanırım zaten yok.)

Peki, sen ne diyorsun, diyeceksiniz. Pek bir şey diyemiyorum, gördüğünüz gibi. Dolayısıyla, aczimi kabul edip en azından bir süreliğine bu konuda ağzımı açmamam en doğrusu. Politika artık doğrudan insan hayatı üzerinden yapılıyor. Hep böyle yapılmıyor muydu, diyebilirsiniz. Sanki artık yapılmayacak gibi duruyordu, diye cevap veririm. Ne kadar talihsizmişiz, diyemiyorum artık; ne kadar hevesliymişiz…

Ümit Kıvanç – Taraf

Irkçılıkta Zaman

Haftasonu geç kalkmak iyi geliyor genelde bana. Yavaş yavaş hatta gerine gerine duş, kahvaltı, sonrasında da çay-sigara keyfi… Metropolün hızlı temposundan soluklanma kaçamakları. Afyon patlamaya başlayınca sosyalleşiyorum sanırım ki maillere, face’e filan bakayım diyorum. Büyük olasılık akşama doğru da aktivistleşip planlı ya da plansız (olası acil gündem gerektirmesi) eylemlere katılıyorum.

Gününü göreceksin
Bu sabah tersimden kalkmış olmalıyım, duşu erteledim, mail-sigara faslına kahvaltıdan önce başladım. Düzenli takip ettiğim savaskarsıtları.org sitesindeki bir yazı ile şok oldum. Hüseyin Gülerce tarafından yazılan yazı, 20 temmuz’da (3 gün önce) Zaman Gazetesi’nde yayımlanmıştı. Silvan olayları üzerinden Kürt sorunu çözümünün sadece demokratik yollarla olamayacağını, Kürt Hareketi’nin belinin kırılması gerektiğini anlatıyor, Türk Devleti ve milletinin gücünü göstermesi gerektiğini söylüyordu. %50 oy almış bir hükümetin kamuoyunu, geçiştirme laflarla, oyalamak yerine harekete geçmesinin kaçınılmazlığını vurguluyordu. Baştan sona kadar kan kokan yazının bitişi ise insanı dumur eder nitelikte: “Irkçılar değil, Türkiye’nin makul çoğunluğu kazanacak… Savaşın dili değil, barışın dili kazanacak…

Takiyye’nin böylesi…
İlk tepkim ‘bu ne yaman çelişki anne’ şeklindeydi. Çok riyakarca, kışkırtıcı ve ayrımcıydı. Saldırgan nitelikli pekçok metin görmüştüm ama takiyyenin bu türlüsü ile ilk kez karşılaşıyordum. Evet bu tam bir takiyye idi benim için. Sonra acıktığımı hissedip kahvaltıya başladım. Müzik açıp dinleyemedim, kafamda neler olup bittiği, mesajın kime olduğu, gerekçesi gibi şeyler döndü durdu.Önce mesajı Başbakan’a zannettim, ama o bu gaza gelmezdi. Dedim ki o zaman bu mesaj genel topluma (ne demekse, genel ahlak gibi oldu)… Gündem ile birlikte, mutad olduğu üzere, koroya katıldı. Belki biraz tiraj da artar. Bilindiği gibi satamadıkları için ‘abone’lere elden dağıtılan bir gazetedir kendileri. Düşününce satmaya (satıştan gelecek paraya) zaten ihtiyaçları olmadığını hatırladım.

Son tezimi çürütemedim.
Bingo! Bu sefer tamam dedim. Mesaj kendi kadrolarına idi. Bu argümanları kullanarak güncel anlamda daha etkili propaganda yapabilecekler, hızlı bir örgütlenme sürecine girebileceklerdi. Zaten çok düşünme alışkanlığı edinememiş olduğu için, örgüte katılımı sonrasında da ‘abi’lerini fazla zorlamayacak bir kitle kaçırılmamalıydı. Böylece gergin başlayan kahvaltım, keyifle sonlandı.

MHP, Toptancı Hali mi?
AKP’nin de seçim süreçlerinde faşizan söylemlere ağırlık verdiğini hatırlayınca biraz acıdım MHP’ye. Onlar sokaktan toplar, kıvama getirir, birileri de olmuşları çeker alırdı. Kim bilir belki de MHP de bunu istiyordu. Yıllardır iktidar hedefi olmadığına göre… Sanırım ellerinde kalanları da duruma göre ‘derin’ ya da ‘yüzeysel’ temizlik işlerinde kullanıyorlardır. Bu kadar laf üretme yeter, sokağa çıkmalı. Netekim 17.00’de Taksim meydanda ırkçı saldırıların protestosu var, eylemde görüşmece…

“Bayan” olmaya isyan eden şarkılar

Ankara’da genç bir kadın, cinsine dair kafasına takılanları dillendiriyor. Irmak’ın şarkılarında trans, lezbiyen, heteroseksüel kadınların ortak cümleleri var.

Irmak ve ekibi Batur Ertem, Onur Altunsaray, Mithat Allar ve Barış Yerli

Görüntüde ‘süperman’ tişörtüyle genç bir kadın. “Bir düş gördüm, içimde sen. İçinde ben. Neden bu yola girmişiz. Bir renk tuttum aklımdan. Meğersem renklerin içindeymişiz… Rahatsız oldular, biraz da kıskandılar. Nefret ettiler benden. Oysa ben, ben olduğum gün, kafamı kaldırıp bir baktım, her yerde ben varım…” diye sakince başlayıp, “Hanginizi çok üzdüm ya da hanginize çok sövdüm. Hanginizi her gün dövdüm ya da hanginizi ben öldürdüm…” dizeleriyle hızlanıyor. İkinci klibi ‘Ne yalan söyleyim’de daha kıpır kıpır. Favorim, klibi yolda olan bir diğeri; ‘O bir kadın’: “Yolum yol değilmiş, yollar uzak. Ahlaktan bahseden cümleler tuzak. Meydanlar sokaklar geceler yasak. Baba koca devlet kurşun sıkarak. Geliyorlar akın akın, geçmişi yıkın…”
Tam adı Irmak Ayoğlu, bir yandan Hacettepe Üniversitesi, Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu Rekreasyon Bölümü’nde üçüncü senesinde… Bu akşam Ankara, Eski Yeni’de sahnede. Müziğine ‘Irmakça’ diyor: “Zıplatabilirim, ağlatabilirim, oynatabilirim.” Bu arada konser ücretsiz, meraklanana denemesi bedava…

Müzikle ne vakittir muhabbet içindesiniz?
Önceleri platonik bir sohbet içerisindeydim. Sadece dinlerdim… Ben de dillendikçe ilişkimiz büyüdü… Sahneye ilk yedi yaşında çıktım. Ağabeyimin müzik grubu vardı, evin salonunda çalışır, beni almazlardı. Babamdan gitar istedim. Dokuz yaşındaydım, ilk bestemi tek telle, topumuzu vermeyen teyzeye yapmıştım! Lisede bir bestemle Antalya 22. Liselerarası Pop Müzik Yarışması’na katıldık. Ben de söyledim. Birinci olduk. ‘Nebbas’ adlı bir gruba vokal oldum. Ankara’da Hiphouse ekibiyle müzik yaptık. Cenk (Erdoğan) ağabeyin yanına İstanbul’a gittim. İki kayıt yaptık; ‘O Bir Kadın’ ve ‘Ne Yalan Söyleyim’.

Konserde neler olacak?
Dinleyicim 10 şarkımı biliyor, en bilindik altısını çalacağız. 21.30’da sahnedeyiz. Çok eğleneceğimizin garantisini veririm!

‘O Bir Kadın’ ve ‘Ben Varım’, ‘kadın özgürlüğüne’ dair. Nedir hikayeleri?
Canan (Koca Arıtan) hocam, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinliği için ne yapabileceğimi sormuştu. ‘Onlar’ şarkımı hazırladık. Transseksüel kadınlara, işçi ve emekçilere dair de vurgusu var. Küçükken mahallede hırpalanan transseksüel kadını gördüğümde yazmıştım. ‘O Bir Kadın’ böyle çıktı.
Masalardaki sohbetlerden, kişisel ve örgütsel hikâyelerden, sloganlardan dinleye dinleye yazdım. Şarkıda heteroseksüel, biseksüel, lezbiyen ve transseksüel kadınların ortak cümleleri var. O kadın bendim, annemdi, arkadaşlarımdı, teyzelerimdi, anneannelerimdi, emekçiler, işçi kadınlar, sokaktakilerdi. Beraberce ‘Akın akın yürümek, akın akın bize karşı yürüyenlere…’ İsyanımdır bu şarkı; toplumun direttiği ‘bayan’ olmayacağız!
Ve ‘Ben Varım’ geldi… Transseksüellere bilinçli uygulanan darplar, cinayetler, tecavüzler! Lezbiyen, biseksüel kadınlar kız kardeşlerim. ‘Yeter be!’ dediğim an yazılmıştı. Başka azınlıklar için de söylemlerim olacak. ‘Ötekiler’ hepimiziz. Bunun ayrımı olamaz, ayrımcılığı yapılamaz.

Radikal

Avro 2,4 lirayı aştı

İstanbul serbest piyasada dolar 1,6700, Avro 2,4050 liradan güne başladı.

Kapalıçarşı’da 1,6620 liradan alınan dolar 1,6700 liradan satılıyor. 2,3930 liradan alınan avronun satış fiyatı ise 2,4050 lira olarak belirlendi. Serbest piyasada önceki kapanışta doların satış fiyatı 1,6750 lira, Avro’nun satış fiyatı ise 2,3970 lira olmuştu.