Ana Sayfa Blog Sayfa 4856

Küresel ısınmadan en çok Kanada etkilenecek!

NASA’ya göre Kanada, ekolojik değişimin en sıcak noktasında bulunuyor. Buna göre Kanada’da ekolojik değişim yaşanacak ve birçok bitki ve hayvan türü bundan olumsuz etkilenecek.

NASA’nın son çalışmasına göre, 2100 yılında Kanada’nın Alberta, Manitoba, Saskatchewan ve kuzey bölgeleri büyük bir ekolojik değişime uğrayacak. Bu alanların küresel ısınma nedeniyle en savunmasız sıcak noktalar olduğu belirtilen çalışmada, yaşanacak ekolojik değişimden birçok bitki ve hayvan türünün olumsuz etkileneceği vurgulandı.

Çalışma hakkında CBC televizyonuna konuşan NASA İklim Bilimcisi Duane Walliser, ekolojik değişimin anılan eyaletler ve bölgedeki otlaklar ve kuzey şeridine uzanan ormanları yok edeceğini savundu.

Tüm dünya genelinde de 10 bin yıl içinde eşi görülmemiş bir ısınma yaşanacağını, bazı bitki ve hayvan türlerinin yok olacağını ve birçok bölgenin çöl ve tundralar haline geleceğini kaydeden Walliser, “Fakat Batı Kanada en ağır darbeyi alan bölge olacak” dedi.

NASA’nın çalışmasına göre 10 bin yıl içinde dünyanın karasal yüzeyinin yüzde 37’sinde tek bir ekosistem ya da biyom hakim olacak. Dünya kara yüzeyinin yüzde 49’luk diğer bölgelerinde ise değişimin en hafifinden olan bitki türlerinin değişmesi yaşanacak.

NASA daha önce de “BM İklim Değişikliği Paneli”ne, bu yüzyılda sıcaklıkların 2 ila 4 derece artacağına ilişkin bir rapor sunmuştu.

Rus uzay aracı Pasifik’e düştü

13,5 tonluk uzay aracının parçaları, Dünya’ya düşen en ağır ve en toksik uzay çöpü oldu.

Rusya’nın 9 Kasım’da Mars’ın uydusu Phobos’a gönderdiği, ancak motorları çalışmadığı için Dünya’nın yörüngesinden ayrılamayan uzay aracının parçaları, Pasifik Okyanusu’na düştü.

Rusya Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Phobos-Grunt’un parçalarının, Pasifik Okyanusu’nun güneyinde yer alan Wellington Adası’nın 1250 kilometre batısına düştüğü bildirildi.

13,5 tonluk uzay aracının parçaları, Dünya’ya düşen en ağır ve en toksik uzay çöpü oldu.

Uzmanlar, uzay aracının gövdesinin ve toksik füze yakıtının atmosfere girdikten sonra tamamen yandığını, bu nedenle Dünya’ya düşmesinin herhangi bir çevre ya da sağlık riskine neden olmayacağını açıkladı.

Mars’a 6 bin kilometre mesafede yörüngede bulunan Phobos’tan alacağı toprak örneklerini Dünya’ya getirmesi için 9 Kasım’da fırlatılan Phobos-Grunt, motorunda meydana gelen arıza nedeniyle Dünya’nın yörüngesinde takılıp kalmıştı.

170 milyon dolarlık Phobos-Grunt, Rusya’nın en pahalı ve en iddialı uzay projelerinden biriydi.

Hrant’ın mücadele mirası

Tam 5 yıl oldu.

Vurulduğu yer, adalet, insanlar, kalabalık, kanun, kamera, ayakkabı, gazeteler, kayıt, polis, devlet, hukuk, umutsuzluk, güç.

Bu saydıklarımın hepsi Hrant Dink’in ölümünden sonraki süreçte başka başka biçimlerde gözüktüler gözümüze. Evet hep varlardı ama kim için, nasıl?

Kimsenin ‘adalet’ demeye dilinin varmadığı bir dava sürecinin ardından artık karar verilecek. Planlı işlenen, geliyorum diyen bir cinayetten sonra devletin dava süresindeki tutumu kamuoyunu tatmin etmeye yetmedi. Bundan sonrası için ise, zor.

Bu ülkede insanlar güvende hissetmiyorlar. Devlete, polise güvenmiyorlar. Zira teoride yanımda ve benimle aynı hizada olması gereken devleti; aksine hep benimle didişip, gücünü göstermeye çalışan, eğer hoşuna gitmiyorsam yok etmeye niyetlenen bir mekanizma olarak dişlerini gösterirken karşımda buluveriyorum.

Biri öldürüldü ve 5 yıldır bunu gören ama aslında görmezden gelen gözlere anlatmaya ve bizler de anlamaya çalışıyoruz. Cumartesi günü (14 Ocak’ta) ‘Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi’ tarafından ‘Hrant’ın Mücadele Mirası’ isimli bir mini forum düzenlendi.

Hrant Dink varlığıyla ve ölümünden sonra da bu ülke için çok önemli bir kapı açtı. Bizlere çok önemli bir mücadele, deneyim ve miras bıraktı. Ölümünün 5. yılında Hrant’ın Arkadaşları bize bu mücadeleyi ve kazandırdıklarını anlattılar. Konuşmacılar; Prof. Dr. Ahmet İnsel, Aydın Engin, Cafer Solgun, Dr. Cengiz Aktar, Ferhat Kentel, Fethiye Çetin, Garo Paylan, Roni Margulies, Ufuk Uras, Yasemin Göksu, Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu idi.

Aydın Engin; bu seneki anmada yine birlikte ve kalabalık olmanın, Hrant’ın cenazesindeki kalabalıkla vücut bulmuş iradenin tekrarının önemini,

Ahmet İnsel; bu davadan kalan ‘anıların’ aslında kurtarıcılar olduğunu ve mücadele mirası için önemini,

Cafer Solgun; Hrant Dink’in ve bu vesileyle tüm öldürülenlerin anısının korunmasının önemini,

Cengiz Aktar; bu mücadelenin bireysel hafıza katkılarının yanında, bilimsel ve akademik hafızaya katkısından söz etti.

Ferhat Kentel; Hrant’la, kaybettiğimiz geçmişe işte şimdi ağlıyoruz, çünkü çocukluğumuzda mahallelerimizden tek tek kaybolanların öldüğünü şimdi anlıyoruz, artık ruhumuz değişti diyor.

Fethiye Çetin; tam da cinayet saatine ait, kaybedilen mobese görüntülerini anlatıyor. Bu dava böyle bitmez. Bu dava burda bitmez diyerek.

Garo  Paylan; sosyalistken nasıl Ermeni olduğunu, artık Ermeni kimliğini özellikle kullanmak zorunda bırakıldığını anlatıyor.

Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu; medyanın bu cinayeti nasıl körüklediği ya da hızlandırıcı rolü  üstlendiğinin altını çiziyor.

Hrant’ın cinayetini elleriyle hazırlayan bir kısım medyanın yürüttüğü kampanyanın bir başka biçimi ve başka bir medyayla yürütülen versiyonunu TİB kayıtlarının silinmemesi için  yürütüldüğünü  gördük.

Sonuç, her iki kampanyanın da işe yaradığıydı. Medya istediğini yapıyor, hem de başkalarının verdiği emirlerle!

Bazen cinayete ortak olmak ya da cinayete giden yolu hazırlamak. Bazen’de gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlamak.

Roni Margulies; Hrant’ın mücadelesinin değil, ölümünün mirası bütün bu yaşananlar. Şişeden çıkan cini ise yerine sokmak artık pek mümkün değil diyor.

Tatyos Bebek; Dink’in ölümünden önce Ermeni’lerden de para toplayarak kurmak istedikleri bir topluluk radyosunu, cinayetten sonra kurmanın pek mümkün olamadığını, kimsenin bir daha böyle bir vebali taşımak istemediğini, sonuç olarakta radyoyu nasıl kuramadıklarını anlatıyor.

Ufuk Uras; Bu ülkede Ermeniler öldüklerini, Kürtler ise yaşadıklarını ispat etmeye çalışıyorlar diyor. Bir de Hrant Dink’in öldürülmeden önce çok yalnız hissettiğini, bir avuç insan dışında hiç birimiz sınavı geçemedik diyerek yorumluyor.

17 Ocak’ta artık karar davası görülecek. Adaletin terazisi  hangi ‘adalet’ için ağır basacak göreceğiz. Bir insan hayatı bu ülkenin hukuk dilinde ne demek onu da yeniden göreceğiz.

Belki uyanan dev dediğimiz kalabalık yeniden uykuya dalacak belki de bir daha hiç uyumayacak. Bu davanın hepimize getirdikleri de götürdükleri var.

Büyük, sessiz kalabalıkların ne demek olduğunu biliyoruz. Ne olursa olsun, bizler katili tanıyoruz. Ve evet, adalet istiyoruz.

19 Ocak’ta saat 1300’te Taksim’de.

** 17 Ocak Salı gününün Balık Gözü’nde ‘Forum: Hrant’ın Mücadele Mirası’nı hem kaçıranlar hem de arkadaşlarının ağzından dinlemek için parça parça yayınlıyoruz ve mahkeme sonucunu bekliyoruz.

Balık Gözü // 17 Ocak. Salı 1530 // 94.9 Açık Radyo

balikgozu.tumblr.com

Seçil Türkkan

twitter.com/#!/secilturkkan

Serkan Köybaşı: “Üçüncü köprü projesi baştan sona saçmalıklarla dolu”

İstanbul’da Boğaz’a üçüncü köprü projesi için açılan ihale geçen hafta fiyaskoyla sonuçlandı ve şartname alan 18 firmanın hiçbirinin teklif vermemesi sonucunda ihale iptal edildi. Üçüncü köprüye karşı 2 yıldır süren 2 Milyon İstanbullu kampanyası sonuçtan memnun. Bu sonucun üçüncü köprü projesinin yanlışlığını ve kampanyalarının haklılığını kanıtladığını söylüyorlar. 2 Milyon İstanbullu’ya göre bu vesileyle proje tümden iptal edilmeli.

İhalenin iptali nedeniyle üçüncü köprüye karşı muhalefet yeninden gündeme gelince biz de üçüncü köprüye olan itirazlarını ve alternatiflerini hatırlamak için 2 Milyon İstanbullu kampanyasının yaratıcılarından ve sözcülerinden Serkan Köybaşı ile görüştük.  Yeşiller Partisi üyesi olan Köybaşı, Bahçeşehir Üniversitesi’nde öğretim görevlisi.


AKP hükümeti tarafindan gündeme getirilen üçüncü köprü projesinin kapsamı konusunda okuyucularımızı biraz bilgilendirebilir misiniz?

Üçüncü köprü projesi, Kuzey Marmara Otoyol Geçişi adlı daha büyük bir projenin Boğaz geçişi kısmı. Köprü Garipçe’yle Poyrazköy arasında yapılak isteniyor. Yani İstanbul’da yerleşimin yoğun olduğu bölgeden yaklaşık 20 km uzakta. Bu nedenle diğer 3. körü projelerinden ayrılıyor. Diğerleri İstanbul’un trafik sorununu çözmeyi amaçlayan kötü projelerdi. Bu proje ise bu sorunu özmeyi de vaat etmeyen daha da kötü bir proje.

İki milyon İstanbullu kampanyası  kamuoyunda  üçüncü köprüye karşı mücadelenin en etkin bileşenlerinden birisi olarak biliniyor.Bu kampanyaya en cok emek harcayanlardan birisiniz. Niçin üçüncü köprüye karşısınız?

Çünkü, her şeyden önce, bu proje saçma bir proje. Baştan sona saçmalıklarla dolu. Bu proje, İstanbul’un trafik sorununu çözmeyi vaat etmiyor. Dediğim gibi yerleşimin ve dolayısıyla trafiğin yoğun olduğu bölgeden 20 km kuzeyde. Düşünün, karşıya geçiyorsunuz ve trafiktesiniz. Biliyorsunuz ki 3. köprüde trafik açık. Yine de yolunuzu değiştirip 45-50 km fazladan yol yapar mısınız? Üstelik dünyanın en pahalı benzininin satıldığı bir ülkede? Cevap net bir “hayır”. O yüzden bu köprü, diğer köprülere alternatif bir köprü değil kesinlikle. Deniyor ki “transit geçişler için kullanılacak.” Evet, kullanılabilir. Ancak transit geçişler İstabul trafiğinin %2-3’ünü teşkil ediyor. Yani bu proje trafiğin %2-3’ünü karşıdan karşıya geçirmek için 6 milyar dolar harcanmasını öngörüyor. Ve bunu yaparken de 2 milyon ağaç kesilecek.

Bu, bizim hesabımız değil. Ankara’nın talimatıyla İstanbul Orman Bölge Müdürlüğü’nün yaptığı resmi hesaplama. Resmi belge bir şekilde bize sızdırıldı. Elimizde projenin geçeceği yerleri gösteren ayrıntılı harita da var. Ormanların tam ortasından geçiyor. Korkunç! Üstelik o ağaçlar yalnızca ağaç değil. Onlara bağlı bir ekosistem var. O ağaçları keserseniz suya, toprağa, hayvanlara, bitki örtüsüne de zarar vermiş olacaksınız. Kimsenin bunu yapmaya hakkı yok. 3. köprü herhangi bir soruna çözüm olsaydı da buna hakkımız yoktu. Ama üstelik hiçbir soruna çözüm de getirmiyor. Başta dediğim gibi, tam bir saçmalık.

Sizden başka bu projeye karşı çıkan var mı? Destekleyenlerin kimler olduğu konusunda bize ne söylersiniz?

Ben bugüne kadar bu projeye “evet” diyen ne bir sivil toplum kuruluşu, ne de bilim insanı gördüm. Bazı vatandaşlarda trafik sorununu çözeceği yönünde yanlış bir algı olabiliyor. Ama onlara da izah ettiğimiz zaman onlar da görüyor projenin saçmalığını. Biz 2 Milyon İstanbullu kampanyası sırasında kime gittiysek destek gördük. Bazı kuruluşlar yapıları nedeniyle açıkça destek veremeseler bile yanımızda olduklarını söylediler. Bu çok büyük bir koalisyon. Çünkü herkes görüyor bu projenin anlamsızlığını. Kimse mi arka çıkmaz bir projeye? Üstelik 6 milyar dolarlık bir proje!

Hükümet ve özellikle de Recep Tayyip Erdoğan tek başına ısrar ediyor bu projenin gerçekleşmesi için. Kadir Topbaş bile karşı! Gerçi Erdoğan da Belediye Başkanı olduğu dönemde “3. köprü İstanbul için cinayettir” demişti ama demek Ankara’da mantık yerine başka şeyler hüküm sürüyor.

Bu projeyi ortaya atanların ve destekleyenlerin en önemli argümanı bu projenin trafik sorununu çözeceği  şeklinde….Bu projenin sadece köprüden ibaret olmadığını söylediniz. Ne dersiniz köprü yapmakla trafik sorunu çözülecek mi?

Dediğim gibi, bu projeyle trafik sorununu çözmek mümkün değil. Bu çok açık. O kadar açık ki bazen bunu nasıl anlatacağınızı şaşırıyorsunuz. Bu, örneğin, kırmızının kırmızı olduğunu ispatlamak gibi bir şey. Bunu ispatlamak zorunda kalmanız durumun absürd olduğunun göstergesidir zaten. Böyle bir durumla karşı karşıyayız. Karşımızdaki hükümet, diğer durumlarda olduğu gibi, bu durumu da absürdleştiriyor ve ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Şehir Plancıları Odası’nın raporu var. Her şey bilimsel olarak da açıklandı. Bu köprü bir çözüm köprüsü değil, bir yıkım köprüsü.

Hükümet yetkilileri  sizin herşeye karşı çıktığınızı ama sorunlara çözüm önerileri getirmediğinizi söylüyorlar.Eğer köprü trafik sorununu çözmeyecekse sizin alternatif çözüm önerileriniz neler?

O kadar çok alternatif var ki… Bu projeden bir vazgeçilip mantık seviyesinde buluşabilsek de bu alternatifleri konuşmaya başlasak ne güzel olurdu. Örneğin, öncelikle Marmaray projesinin bitirilmesini beklemek gerekiyor. Bakın Marmaray da büyük bir proje ve karşı çıkmıyoruz. Buradan da aslında her şeye karşı çıkmadığımız anlaşılabilir. Doğru projelere neden karşı çıkalım? Marmaray da trafik sorununu çözmek üzere tasarlanmıştı ve yapım aşamasının sonuna gelindi. En kısa sürede tamamlanmasını istiyoruz ve bakalım trafiği nasıl etkileyecek. Belki de gerçekten trafik rahatlar ve sorun çözülmüş olur. Çözülmezse neler yapılabilir?

Örneğin Boğazray projesi çok mantıklı bir alternatif. Prof.Dr. Semih Tezcan tarafından tasarlanan bu projede 4. Levent’le Göztepe arasına Boğaz’ın 20 metre altında inşa edilecek bir metro sistemiyle günde 1,5 milyon kişinin 10 dakika içerisinde kıtalar arası taşınması planlanmakta. Maliyeti ise 3. köprü projesinin 10’da 1’i. İnşa süresi yarı yarıya az. Ve yollardaki araç sayısını yarıya indireceği hesap ediliyor. Bu proje neden değerlendirilmiyor? Bunun dışında, ömrünü tamamlamış bulunan birinci köprünün yıkılıp iki katlı olarak yeniden yapılması da bir alternatif. İlk başta göz korkutucu geliyor ilk köprünün bir süre için bile olsa kullanılamayacak olması ancak bu zaten bir zorunluluk. Köprülerin, diğer tüm betonarme yapılar gibi, ömürleri vardır ve belli bir süreden sonra kullanılmaları tehlike arz eder. Özellikle de İstanbul gibi bir deprem kentinde.

Hükümetin son yaptığı köprü ihalesinin nükleer santral ihalesinde olduğu gibi fiyaskoyla sonuçlandığını biliyoruz. Kesilecek iki milyon ağacın ahı tuttu diyenler var siz ne dersiniz? Niçin hiçbir firma ihaleye katılmadı?

Keşke ağaçların ahı olsa da tutsa. Bence ihalenin fiyaskoyla sonuçlanmasının nedeni, bu projenin finansal açıdan da mantıksız olması. Bu köprü yapılsa bile, kimse kullanmayacak. Kullanacak kimse yok tır ve kamyonlardan başka. E bunlar da, dediğim gibi, trafiğin ancak %2-3’ünü oluşturuyor. Bu durumda bu projenin kendi kendini finanse etmesi mümkün değil. Oysa, örneğin Boğazray projesi kendini 2 sene içerisinde finanse ediyor. İhale Boğazray için yapılmış olsaydı 18 şirketin 18’i de teklif verirdi. Neden? Çünkü mantıklı. Bu kadar basit.

Hükümetin köprü yapma ısrarını sürdürmesi halinde köprüye muhalif olanların tavrı ne olacak?

Öncelikle akıl sağlığımızı korumaya çalışacağız. Bu hükümete karşı yapılabilecek en büyük muhalefet akıl sağlığını korumak çünkü. Ardından, İstanbullulara 3. köprü projesinin saçmalığını daha fazla anlatmak ve onlardan daha aktif şekilde eylemlere katılmalarını istemek gerekiyor. Hükümetle karşılaşılan her ortamda muhalefeti ortaya koymak lazım. Olur da bir gün inşaat başlarsa o zaman çok daha aktivist eylemler gerekecek elbette. Umarım o noktaya gelinmez. Bu durumda inşaatı gerçekleştiren şirketlere ve finansmanı sağlayan bankalara da baskı kurmak gerekiyor. Bu konuda Hasankeyf çok güzel bir örnek. Aynısı gerçekleştirilir. Ama tabii umudum, hiç bunlara gerek kalmaması ve ihale fiyaskosu vesilesiyle projenin tümden iptal edilmesi.

Röportaj: Savaş Çömlek – Yeşil Gazete

Yorum: Kalite farkı skoru belirledi

Bursaspor, Beşiktaş’tan en son puan alıp, şampiyonluğunu ilan ettiği zamana göre çok güç kaybetmiş bir takım görünümünde. Bu hem kadro olarak, hem oyun olarak hem de puan sıralamasındaki yer olarak görülüyor. Şampiyonluğa oynayan bir takımdan, puan sıralamasında ortalarda, oyun olarak sıradan bir takıma dönmüş yeşil beyazlılar. Bunda, disiplin sorunlarını neden olarak göstererek başka takımlara gönderdikleri oyuncuların katkısı büyük. Böyle olunca da Beşiktaş maçında, medya eliyle körüklenen rekabetten başka bir itici güç kalmıyor. Fakat takımın durumu sebebiyle de bu suni rekabet de çok anlamlı olmuyor. Rekabetin mekanı olarak sadece tribünler kalıyor. Deplasmana taraftar yasağı gibi bir uygulamayla düşünülünce, o rekabet de yaşanmıyor. Ortada, neden gerilimli olduğu belli olmayan bir maç çıkıyor.

Maça gelirsek; ilginç bir maç başlangıcı oldu. Üç kişi için ortak bir saygı duruşu yapıldığını ben hatırlamıyorum. Biri 88, biri 86 yaşında iki kişinin yanında, önlem alınmadığı için ve ambulans bulundurulmadığı için hayatını kaybeden 18 yaşında bir sporcunun olması gerçekten çok üzücü. Türkiye’deki zihniyete kurban verilmiş bir sporcu ne yazık ki Aslı Nemutlu.

Maçın ilk yarısı ile ikinci yarısı arasında çok fark vardı. İlk yarı ne kadar Beşiktaş’ın hakkıysa, ikinci yarı da aynı oranda Bursaspor’un hakkıydı fakat ilk yarıyı da, ikinci yarıyı da tek farkla Beşiktaş önde bitirdi.

İlk yarında, geçen hafta pozisyon bulamayan Beşiktaş’ın yerine İbrahim Toroman’ın arapası ile Egemen Korkmaz’ın gol aradığı bir Beşiktaş gelmişti. O kadar istekli çıkmıştı Beşiktaş maça. Zaten Necip Uysal’ın 6. dakikada topu baskıyla alıp, golü takımına kazandırmasından belliydi bu istek. Fakat, Carlos Carvalhal’in ilginç bir oyun sistemi var. Takım tek farkla öne geçtiği anda frene basıyor. Buna rağmen Beşiktaş gol aramaya devam etti. Ne zaman ki, Manuel Fernandes’in geri pasıyla Bursaspor gol buldu, Carvalhal frenden ayağını çekti. Bu durum çok etkisini gösteremeden Edu ile öne geçti Beşiktaş. Bursaspor tüm maçta 8 dakika kadar eşit olabildi skorda.

İkinci yarıda ise Carvalhal’in freni yüzünden Beşiktaş kalesinde bir çok pozisyon gördü. İşte burada yetenek farkı ortaya çıkıyor. Beşiktaş bulduğu pozisyonları gole çevirebilirken, kadrosunda yıldız niyetine bir oyuncu bulunan Bursaspor bunları gole çeviremedi. Mustafa Pektemek’in 83. dakikada bulduğu gol de böyle değerlendirilmeli. Fernandes ile aralarındaki paslaşmalar sonrası gelen gol ile maçın son 10 dakikası taraftarların kutlamaları ile geçti.

Golün dakikasında ilginç bir görüntü vardı. Edu’yu oyundan alıp, Mustafa Pektemek’i oyuna soktuğunda Carvalhal, takımı hücuma çıkartmak istedi denilebilir. Fakat Carvalhal, gol olup sevinirken yanında defans oyuncusu Sidnei hazır bekliyordu. Golden hemen sonra da zaten Almeida ile değişti bu oyuncu. Yani Carvalhal, Mustafa’yı soktuktan sonra hemen onu ilerde yalnız bırakacak hamleyi de yapacaktı ki, Beşiktaş’ın şansına bu hamleyi yetiştiremedi.

Sonuç olarak Beşiktaş aradaki yetenek farkının sahaya yansımasıyla maçı kazandı. Maçın gerilimli olması da, olumsuz yanların üzerinin örtülmesine neden olacaktır.

Son olarak maçı sunanlara bir not: Ertuğrul üzülme, hayat devam ediyor! sloganı kaybeden takım teknik direktörüne moral vermek için değil; kaybettiği bir karşılaşma sonrası hırssızlığı ile taraftarı çılgına çeviren bir eski teknik direktöre yanıt vermek için atılmış olmalı!

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

Bolu Barınağı, ölüm kampı oldu

Tüm Türkiye’yi etkisi altına alan soğuk hava ve kar yağışı, Bolu Köpek Barınağı’nda “insanlıkla” birlikte can alıyor. Yetkililerin soğuk karşısında ölüme terkettiği köpekler, soğuktan ölüyorlar.

Bu gece sosyal paylaşım sitelerinde kendisine yer bulan katliamdan sonra, Bolulu hayvanseverler, hayatta kalan köpekleri kurtarmak için çaba sarfediyorlar.

Bolu’da irtibata geçilebilecek telefon numaraları: 0507 510 23 30 / 0555 495 44 28 ( Ege Sakin)

Bolu Barınağı telefon numarası: 0374 215 37 13

[Yeşil Sahaf] Ekolojik diktatörlük alır mıydınız?

0

“Heilan, bu cam fanus içinde, dünyaya kısa bir ziyarette bulunan bir uzaylı gibi hissediyordu kendini. Pilot, gördükleri manzaradan utanmışcasına, helikopteri yavaşça yükseltti. Sol taraftan hızla salın üzerine doğru gelen bir sürat motoru salı devirdi. Birkaç saniye sonra, helikopter iyice alçalarak Afrika sahiline doğru uçmaya başladı. Heiland kustu. “Bunlar gibi daha yüzlercesi var” dedi Vargas hiç istifini bozmadan. “Siz de sayın isterseniz.”

Bucholz sükunetini korumaya çalışarak, “Hangi noktadan itibaren saldırıya uğruyorlar?” diye sordu.

“Hangi noktadan itibaren mi? Onları fark ettiğimiz her yerde tuzağa düşürüyoruz, senyorlar. Siz ne sanıyordunuz?”

“Kendi kıyıları önünde de mi?”

Almanların gösterdikleri hassasiyete sinirlenmeye başlayan İspanyol, “Tabii ki” diye homurdandı, “ne kadar çabuk yakalarsak o kadar iyi.”

“Ama ya saldakiler yalnızca balıkçıysa?” diye diretti Buchholz.

Vagas ona hayretle baktı. Heiland da meslektaşına aşağılayıcı, neredeyse acıyan bir bakış fırlattı. Balıkçılık, 2024 kolera salgınından beri tüm kıyı devletlerinde yasaklanmıştı. Geçmişin ekolojik saatli bombaları denizde o kadar boldu ki yüz yıl sonra bile tükenmeleri mümkün değildi. Avrupa sanayiinin atıklarının neredeyse yarısı, onlarca yıl burada bedava arıtılmıştı.”

Romanın başlarında Enformasyon Bakanı Martin Heiland’ın Avrupa’ya sızmaya çalışan Afrikalıların denizde, sallar üzerinde nasıl yok edildiğini helikopterden izlediği bu devletin adı GO! Ya da Global Observer. Küresel Gözlemci diye çevirebiliriz sanırım. “Dünya insanlara ait değildir, o kendine aittir. Go!” sloganıyla yine Heiland tarafından yazılıp ilan edilen On Temel Yasa GO! ekolojik diktatörlüğünün kurallarını özetliyor:

“1. Temel yasalar, meditasyon komünleri ve şehir kampları dışında, tüm komünler için geçerlidir.

2. Meditasyon komünleri özerktir. Bölgesel hakları dikkate alınır.

3. Para ortadan kaldırılmıştır. Konut, giysi ve vejeteryan temel gıda maddelerini devlet sağlar.

4. Her tür medya yasaktır. Bilgi kaynağı Devlet Arşivi’dir.

5. Hayvan ve bitkiler devletin koruması altındadır. Mezbaha ve hayvanat bahçeleri kapatılmıştır.

6. İnşaat yapmak yasaktır. Gereğinde, mevcut konutlar onarılıp kullanılacaktır.

7. Seyahat etmek yasaktır. İş seyahatleri ve aile ziyaretleri bu yasağın kapsamına girmez. Seyahatlerde demiryolundan yararlanılacaktır. Özel araç kullanmak yasaktır.

8. 18 ila 35 yaş arasındaki her kadının bir kez doğurma hakkı vardır.

9. Elektrik ve su karneye bağlıdır. Sadece alternatif enerjiden faydalanılacaktır.

10. Temel yasaların herhangi birini çiğneyenler şehir kampına gönderilir. Şehir kampları gönüllülere de açıktır.”

Avrupa Atom Enerjisi Komisyonu eski başkanı Meinholf Hauenschild’ın Hamburg’daki Alman Tiyatro Binası’nda sekiz yüz kişinin izlediği bir davada yargılanması, çok sevdiği otomobilini yasaklar başlamadan, en son 40 yıl önce kullanan Dr. Baro’nun torunu Percy’nin garajdaki arabayla yasadışı bir gezintiye çıkıp kendini cezaevinde bulması gibi sahneler, işte bu ekolojik diktatörlükte, GO!’da geçiyor.

Alman gazeteci-yazar Dirk C. Fleck’in 1993’te yazdığı bu ekolojik distopya, Ayraç Yayınevi’nin bilim kurgu dizisinden Zehra Aksu’nun çevirisiyle 1998’de çıkmıştı.

Yazar, anladığım kadarıyla, Almanya’da biraz da Bahro’nun etkisiyle canlanan “ekolojik krizin çözümü demokrasi değil, bir diktatörlük olabilir mi?” tartışmasına böyle rahatsız edici, hatta sinir bozucu bir katkıda bulunmayı tercih etmiş. İnternetten ulaştığım bilgilerden anladığım kadarıyla yazar kitabı 2009’da güncellemiş de! Bir romanın nasıl ve neden güncellediğini anlamasam da, daha çok çevre gazeteciliğiyle uğraşan Fleck’in romanını özellikle küresel ısınma ile ilgili olarak güncellediğini tahmin edebiliyorum.

Kitabın edebi değerini tartışmayı bilim kurgu edebiyatından daha iyi anlayan arkadaşlara bırakıyorum. Beni edebi olarak çok heyecanlandıran bir roman olmasa da, okuduğumda yeşiller, ekolojistler olarak her gün konuşup durduğumuz konuları ele alıp “böyle çözülmesini ister miydiniz?” diye soran (hatta yüzümüze çarpan) ilgi çekici bir deneme olarak, ilgimi çekmişti. Hem ekolojik diktatörlük distopyalarıyla da her gün karşılaşmadığımıza göre…

Bundan böyle Yeşil Gazete’nin Haftasonu ve Kitap gazetesinde, zaman zaman kitapçılarda kolay kolay bulamayacağınız eski yeşil kitapları hatırlatmaya çalışacağım. Belki bir sahafta karşınıza çıkar.

Son söz: Yine siz siz olun, demokrasiden ayrılmayın!

İyi haftasonları.

Go! Ekolojik Diktatörlük
Dirk C. Fleck
Çeviren: Zehra Aksu
Ayraç Yayınları
1998

Ümit Şahin

https://twitter.com/#!/umitsahin

“Hayat Apartımanı”nın sakinleri

Bu yazıya şöyle mi başlasak acaba hocam, “Birçok dergide hikayeleri yayınlanan, birçok edebiyat ödülüne layık görülen genç öykücü Mehmet Fırat Pürselim’in ilk hikaye kitabı “Hayat Apartımanı” Aya yayınlarından çıktı.”

Böyle mi başlasak; klasik, bilindik bir giriş mi yapsak dersin. Hiç fena olmaz aslına bakarsan ama eksik olur, yarım olur, hikaye hakkı ile anlatılmamış olur. Ne demişti Hakan hoca (Şenocak) Kaçak Yayın tarafından düzenlenen “Yaratıcı Yazarlık Seminerleri” derslerinden birinde; “Öyküdeki her kelime öyküye hizmet etmeli arkadaşlar. Eğer o kelime çıktığında da öykü yerinde kalıyorsa o kelime fazla demektir. Bina inşa eder gibi kurmalısınız öyküleri, tuğla gibi düşünmelisiniz kullandığınız her kelimeyi. Ne eksik ne fazla.”

Ders çıkışı her zaman yaptığımız gibi oturmuştuk hatta Leman Café’de. Masada kimler yoktu ki hocam, ben, Fatma, Bülent, Ceng, Murat, Refik, Ayşe, Adnan (Özer) ve Aslan (Özdemir) hocalar ve Fırat.

Sene 2003, mevsimlerden sonbahar. İşte o Fırat, o gün bugün hikaye yazma inadından dirhem eksilmeyen Fırat, öykülerini dergilere, internetteki edebiyat sitelerine gönderen Fırat; ara esna facebook’tan yeni bir öykü ödülünü almak üzere gittiği memleketin bir köşesinden fotoğraflarına rastgeldiğin Fırat sonunda hayaline kavuştu hocam. Fırat’ın artık bir kitabı var. “Hayat Apartımanı”

Aslında bir apartımanı değil bir memleketi anlatmış Fırat, “Hayat Apartımanı”nda, o memleketin insanlarını. Dedesini yadeden, dedesi ile geçirdiği zamanların fazla olmamasına yanan bir delikanlıyı; bir gişe memuresinin ıskaladığı ve haybeye ıskaladığına emekli olduğunda aydığı hayatını; bir “öteki” nin yeter artık diyip memleketinden ayrılmayı planladığı günü sokağı ile, vatanı ile vedalaşırken gitmenin değilde kalmanın ağır basmasını (peki sana hangi abimizi hatırlattı bu hikaye hocam, daldın da nerelere gittin o “gidemeyen, kalan” abimizi okurken, Hrant abimiz değil ki artık o, hepimizin Hrant ahparigi değil mi sahi); kararı verilmiş, kalemi ailesince kırılmış bir töre kurbanının, aşkına yenik düşmüş bir genç kadının son dakikalarını ve adına “Hayat Apartımanı” dediği bu “kimbilir hangi memlekette” !! yaşayan diğer insanların hikayelerini anlatmış bizim Fırat.

Yetmemiş, kitabı ile aynı isimli öyküsünde de İstanbul’un Haliç’e bakan manzarasına sahip bir apartımanı üzerinden 1915’,i, 6 – 7 eylül’ü, 12 eylül’ü, kürt sorununu, depremi anlatmış. Yani Alen’i, Lena’yı, İbrahim’i ve Hivdağ’ı.

Bize de “yolun açık, dimağın geniş, kalemin ışıklı olsun arkadaşım” demek dışında birşey düşmüyor be hocam. Al sana torunlarına anlatacak bir hikaye daha, “Pehh, bu nobeli alan adam var ya kuzucuklarım böyle yazmasını ona ben öğrettim !!”

Hayat Apartımanı – Mehmet Fırat Pürselim

Aya Yayınları – Kasım 2011

 

anavarza

twitter.com/#!/anavarrza

 

Yaşamın tarihi toprağın tarihine bağlı – Burcu Ertunç

0

Toprak gerçekten dünyamızın derisidir, jeoloji ve biyoloji arasındaki sınır bölgesidir…. İnsan derisinin kalınlığı 2.5 milimetrenin biraz altındadır…Oransal olarak, dünyamızın derisi insan derisinden daha ince ve kırılgandır.”

Bu kırılgan tabaka her yerdedir, insanlığın varoluşundan da eskidir ve varlığının temelidir. İnsanın belki de benim deyip sahiplendiği uğruna öldüğü şeylerin başında gelir ve bugün tıpkı doğanın parçası olan herşeye zekasıyla yön verebileceğini düşündüğü gibi insan kendini ona da hakim görür. Toprak!

Vericiliği, tüm canlı yaşamının potansiyelini kendinde barındırmasıyla ve gücüyle insanı büyüler. İnsanla toprak arasında hiç son bulmayacak bir ilişki başlar. Ancak insanoğlu toprağın gücünü altında ve üstündekilerden geldiğini, onları yok ettiğinde toprağın yerine başka bir şey koyamayacağının ayırdına yeni yeni varmaktadır.

Medeniyet-toprak ilişkisi

İlk insanın İbranice ismi ADAM, toprak anlamına gelen “adama” sözcüğünden üretilmiştir. Adem’in karısının ismi Havva (Eve) İbranice’de yaşam manasına gelen “hava” sözcüğünün çevirisidir.” Toprak ve hava, onların mutlak izleyicisi olan insana birbirinden ayrılmaz ve sonsuz vericilikte bir çift gibi görünürler oysa zamanla, doğa olaylarıyla ve insanın yıkıcı etkisiyle nasıl biçim değiştirdiklerini varoluşlarının nasıl başkalaştığını kavraması ancak parçası olduğu medeniyetin yok oluşu zamanına rastlar. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan 2010 yılında çıkan Toprak-Uygarlıkların Erozyonu’nun yazarı David R. Montgomery yaşam biçimi bir insanın yaşam süresini nasıl etkiliyorsa toplulukların yaşam sürelerinin de topraklarına nasıl baktıkları ile çok yakından ilgili olduğunu anlatıyor.  Dünya üzerindeki medeniyetlerin gelişmelerinin sahip oldukları kaliteli toprağa bağlı olduğu ve  dolayısıyla yok oluşlarının da bu toprağın kaybından kaynaklandığını önemli örnekler üzerinden ortaya koyuyor.

Montgomery’nin kitabında en çok öne çıkan taraf, toprak kaybı tehlikesinin nelere yol açtığı bu kadar görünür olmakla birlikte halâ azımsanıyor ve yeterince önemsenmiyor oluşu. Oysa yazar bu zihniyetin açıkça medeniyetlerin sonu olacağını tarihten örneklerle açıklıyor. “20.yy sonlarında topraklarını hızla yitirenler yalnızca süper güçler değildi. Avrupa’da erozyon hızı yeni toprak oluşum hızının 10-20 katıydı. 1980’li yılların ortasında Avustralya topraklarının yarısı erozyon nedeniyle bozulmuştu. Filipinler ve Jamaika’da hektar başı dört yüz ton toprak her yıl yitirilmekteydi.  Türkiye’nin yarısı çok ciddi toprak erozyonundan etkilendi. Topraklar bozulunca zarar kuşaklar boyu devam etmekteydi.”

Tarım devrimine ihtiyaç var

Yazar insanlığın 10.000 yıl önce başladığı tarım faaliyetinin gelişmesiyle ortaya çıkan verim kaygısının ardından bu verimle beraber gelen nüfûs artışının toprak katmanlarını nasıl yok ettiğini ve sadece ülkelere değil insanlığa ait olan bu toprağın tamamını kaybetmemek için neler yapılabileceğinden de söz ediyor. Yeni bir çiftçilik felsefesine daha da doğrusu bir tarım devrimine ihtiyaç olduğunu ilan ediyor.

Toprak: Uygarlıkların Erozyonu’nda toprağa yalnızca teknik olarak nasıl varolduğu, büyüdüğü ya da yok olduğu yönünden bakılmıyor; toprak eksen alınarak günümüz ve antik medeniyetlerinin coğrafî, tarihî, jeolojik ve arkeolojik boyutları ele alınıyor. Bunun da ötesinde modern bilimin tarımla olan ilişkisinden ekolojik tarıma, agroekolojiden permakültüre hem pratik hem de teorik öneriler geliştiriliyor.

Erozyon Türkiye’de de bir felaket olarak halâ yaşanıyor, hem doğal afet nitelikli erozyonla hem de hatalı tarım teknikleri, kent, sanayi, ulaşım ve benzeri yatırımların yanlış konumlanması sürecinin yarattığı erozyon artıyor. Verilere bakıldığında kara yüzeyinin %90’ında çeşitli şiddetlerde erozyon cereyan ettiği görülüyor. Arazinin %63’ü çok şiddetli ve şiddetli, %20’si ise orta şiddetli, % 7’si ise hafif şiddetli erozyonla karşı karşıyadır. Ülke genelinde yaklaşık 67 milyon hektarlık bir arazideki toprak giderek yok oluyor. Erozyon dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük ölçüde tarım alanlarında yaşanıyor. 1992’den beri vakıf olarak erozyonla fiilen mücadele veren TEMA’nın da desteği ile hazırlanmış olan Montgomery’nin bu kitabı, Türkiye’de yaşayanların hiç de yabancı olmadığı bu konuyu derinlemesine ele alıyor olması açısından kesinlikle okunmalıdır.

Toprak – Uygarlıkların Erozyonu
David R. Montgomery
Çeviren: Emel Anıl
İş Bankası Yayınları
2010

Burcu Ertunç

http://heryerbenimevimdir.com/

Kışladağ’dan mektup var

Kışladağı’ını oydular
İçine siyanür doldurdular
Halkı halka kırdırdılar
Uyan insanoğlu uyan

Muammer Sakaryalı’nın, Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan “Kışladağ’dan mektup var” (Su Perisi’ne Mektuplar) adlı kitabı Uşak Kışladağ’da siyanürle altın işleme madenciliğine karşı verilen yaşam mücadelesini anlatıyor. Sakaryalı, İnay Köyü Vicdan Hareketi adına otuzdört mektup yazmış. İnay’ın antik zamanlardaki adı Nais ya da İnais’miş ve Nais/İnais Helence’de “Su Perisi” anlamına geliyormuş.

Aslında mektupların içeriği tanıdık. Kitabı okurken her sayfada aklınıza Bergama siyanürlü altına direniş, Kütahya’daki süyanür havuzları , Bolkar Dağları’nda, Çal Dağı’nda, Kaz Dağı’nda, Artvin Cerattepe’de altın madenlerine karşı gelenlerin başından geçenleri hatırlıyorsunuz.  Hikaye 1990’ların ortasında altıncı şirketin Kışladağ’a gelmesiyle başlıyor. Bakanlar Kurulu kararıyla yapılan kamulaştırmadan sonra şirketin köy topraklarında su yolu inşaatına girişilmesiyle protestolar başlar. Danıştay, Kışladağ altın madenini kapatan yürütmeyi durdurmaya karar verir, maden Çevre Bakanlığı talimatıyla açılır. İşletmede 7 yıl boyunca 70 bin ton siyanür kullanılacak ve “Siyanür liçi yöntemiyle açık ocakta altın cevherinden ayrıştırılacaktır. Maden işletmesi sonrası 400 metre derinlikte 1000 metre çapında zehirli bir atık havuzu bırakılacaktır. Yer altı suyuna karışacak olan siyanür, arsenik, antimon, kurşun vb ağır metalleri harekete geçirecek ve yer altı suları zehirleyecektir.

 

27 Haziran 2006 günü Eşme’de yüzlerce insan hastanelere başvurur. Doktorlar kimyasal zehirlenme teşhisi koyarlar. “27-28 Haziran’da bölgeye yoğun yağmur yağmış ve rüzgarın yönü altın madeninden Eşme’ye doğrudur. Muhtemelen siyanürlü sıvının ph dengesi 10.5-11 arasında tutulamamıştı ve siyanür liç alanından atmosfere çok fazla hidrojen siyanür karışmış ve rüzgar yönü doğrultusunda yayılmıştır.”(s:60) Tabip Odası devreye girer ve gönüllü kişilerden kan örnekleri alınmaya başlar ama bu girişim durdurulur ve kanlara el konulur. Yetkilililer de yurttaşlardan kan, saç veya tırnak örneği alıp siyanür analizi yaptırmazlar.”Bakanlar, valiler, Uşak milletvekilleri konuşmadı, konuşturulmadı, sustular, sustular. Hala susuyorlar! ( s: 65) 15 gün sonra da tesisin resmi açılış törenini dönemin Enerji Bakanı yapar. 30 Temmuz 2007’de altın madeninde her zamankinden farklı bir patlama gerçekleşir ve ertesinde 300’e yakın koyun telef olur. Koyunlar üzerinde siyanür toksikasyonu araştırması yapılmamıştır. Olayın üzeri örtülür. Tüm bu olup bitene karşı direnen köylüler, çevreciler ve biliminsanlarının desteğiyle Vicdan Hareketi’ni oluştururlar. “Kelimenin gerçek anlamında ‘sivil denetim’ görevi yapan; sahtekarlığın evrenselleştiği bir dünyada kendi bulunduğu yerden gerçeklerin açığa çıkartılmasını sağlamaya çalışan ve onları dile getiren; Kışladağ altın madeninin tahribatına karşı havayı, suyu, toprağı, tüm canlı yaşamını savunan; “sürdürülebilir kalkınma”yı değil sürdürülebilir yaşamı savunan; yaşamı savunanlarla dayanışan ve bu düşüncelerle bir araya gelen köylülerin hareketidir (s:230). Elbette köylülerin örgütlenmesi hoş karşılanmaz. Hemen “terörist”, “vatan haini” ilan edilir, Alman vakıfları için çalıştıkları iddia edilir. Eylemlerde gözaltına alınırlar, şiddet görürler, haklarında dava açılır. Maden işletmesindeki sarı sendikanın saldırısına uğrarlar, ordu komutanları madeni ziyaret edip destek verir, şirketin baskısına, yerel basının sansürüne maruz kalırlar. İnay Köyü’nün 12 Eylül rejimi tarafından en çok eziyet edilen köylerden bir olmasından hareketle madene karşı mücadele sırasında köylülerin toplumsal hafızasına göndermeler yapılmış ve direnenler 12 Eylül öncesini geri getirmekle suçlanırlar. Çevreye sahip çıkmanın ülkemizdeki bedeli budur. Birçok çevre mücadelesi gibi Kışladağ’daki mücadele de sona ermez. Sayıca küçük bir grubun toplumun geniş kesimlerinden gördüğü destekle, davalarla, protestolarla, sivil itaatsizlik eylemleriyle sürüp gider. Aslında insanlığa büyük miras bırakırlar.  Çevre hareketinin deneyimlerinin yazıya dökülmesi, doğaya sahip çıkanların ortak bir kollektif hafızasını oluşturulması açısından çok önemli. Kalkınmacı ideolojinin devasa dişlilerini durdurmaya çalışmanın ve sürdürülebilir bir toplum yaratmanın dinamikleri bu tür mücadelelerde gizli. Hukuksuzluğun, örgütlenmenin, doğa tahribatının, doğaya sahip çıkmanın hikayesini anlatan Kışladağ’dan Su Perisi’ne yazılmış mektuplar, yaşama sahip çıkmaya çalışanları, mücadelelerini ortaklaştırmaya davet ediyor.

 

Kışladağ’dan Mektup Var
(Su Perisine Mektuplar)

Muammer Sakaryalı
Yeni İnsan Yayınları
2011

 

Barış Gençer Baykan

twitter.com/#!/yesilgundem