Ana Sayfa Blog Sayfa 4855

Havaş’ın yolcu taşıma hizmeti durduruldu

Havaş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yolcu taşıma hizmetlerinin bugün saat 09.00 itibariyle durdurulduğunu açıkladı.

Havaalanları Yer Hizmetleri A.Ş’den (Havaş) yapılan açıklamada, Havaş’ın Türkiye’nin saygın bir teşebbüsü ve en eski yer hizmetleri kuruluşu olarak yaklaşık 11 bin kişiye istihdam sağladığı belirtildi.

Havaş’ın ülkenin ulusal ve uluslararası alanlarda temsilini başarıyla sürdürdüğü ifade edilen açıklamada, şirketin faaliyetleri kapsamında Türkiye’nin çeşitli şehirlerindeki pek çok havalimanı ile şehir merkezleri arasında birinci sınıf yolcu taşıma araçlarıyla 29 yıldan bu yana hizmet verdiği vurgulandı.

Havaş’ın, Türkiye’nin çok az yolcusu olan havalimanları da dahil, 17 şehrinde hiçbir fark gözetmeden bir anlamda kamu hizmeti niteliğinde çalıştığı belirtilen açıklamada, şöyle denildi:

”Bu hizmetimiz, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin aldığı bir kararla İstanbul’da durdurulmuştur. Bugün saat 09.00 itibariyle ara vermek zorunda olduğumuz hizmetlerimiz, vatandaşlarımızın olası mağduriyetlerinin önüne geçebilmek amacıyla ve iyi niyetli bir girişimin uzantısı olarak; konu ile ilgili olarak kamuoyuna bir açıklama yapılması zarureti hasıl olmuştur. Havaş olarak, ilgili tüm hukuki ve ticari kurallara uygun şekilde ve ilgili özelleştirme işlemlerinden doğan haklar çerçevesinde yürütmekte olduğumuz, ancak geçici bir süreliğine durdurmak zorunda kaldığımız ve yürütülmesinde yüksek kamu menfaati bulunduğuna inandığımız hizmetlerimizi yeniden ve ivedilikle vatandaşlarımıza sunabilmek amacıyla gerekli her türlü yasal ve hukuki yola başvuracağımızı belirtir; bu kapsamda söz konusu hizmetlerimizi yeniden ve ivedilikle vatandaşlarımıza sunmaya başlamayı ümit ettiğimizi kamuoyuna saygılarımızla arz ederiz.”

HAVATAŞ Yönetim Kurulu üyesi Emir Günaydın yaptığı açıklamada, İETT Genel Müdürlüğü’nün açtığı ihaleyi kazandıklarını belirterek, ”Günaydın Tur-Çimentur ortaklığı olarak ihaleye girdik ve 10 yıllığına kazandık. İhale 2010 yılının Ekim ayında yapıldı ve biz de 2011’in Temmuz ayından itibaren HAVATAŞ olarak çalışıyoruz. Mahkeme kararı olmasına ve ilgili yerlere tebligat yapılmasına rağmen karşı taraf hizmetlerini durdurmadı. Zaten başlangıçta belediyeye 3 milyon lira kira verdik. Karşı taraf yolcu taşımaya devam ettiği için 10 milyon lira zararımız söz konusu. Biz de konuyla ilgili mahkemeye zarar, ziyan talebinde bulunduk” diye konuştu.

(Ajanslar)

“Türkiye hayvanlara işkence ediyor”

Türkiye’ye hayvan ihracatının, hayvanlar için ağır işkenceye dönüştüğü iddiasıyla AB soruşturması başlatılmasını talep edildi.

Üç tanınmış Avrupa Hayvan Hakları Derneği, aralarında Macaristan’ın da bulunduğu bazı AB ülkelerine karşı, Türkiye’ye hayvan ihracatının, hayvanlar için ağır işkenceye dönüştüğü iddiasıyla AB soruşturması başlatılmasını talep etti.

Compassion in World Farming, Eyes on Animals ve Animal Welfare Foundation video kayıtlar ve fotoğraflar da içeren raporlarında Türkiye’ye yönelik kesimlik canlı hayvan ihracatının içler acısı durumunu kanıtlayarak, bu sürecin Avrupa Birliği Hayvan Sağlığı yönetmeliklerinin açık ihlali olduğunu iddia ettiler.

Avrupa Birliği yetkili organları nezdinde yapılan başvuru, kesimlik hayvan taşıyan kamyonların Türkiye sınırında saatlerce, hatta bazen günlerce bekletildiğini, bunun ise aç ve susuz bırakılan havyanlar için dayanılmaz bir işkence oluşturduğunu, bu nedenle de ihracatın derhal durdurulmasını talep ediyor.

Hayvan hakları dernekleri tarafından sunulan rapora göre öncelikle Macaristan’dan olmak üzere, bazı Avrupa Birliği ülkelerinden yılda bir milyon kesimlik canlı hayvan Türkiye’ye kamyonlarla gönderiliyor.

Rapora göre nakliyatın gerçekleştiği kamyonların yüzde 67’sinde hayvanlar için işkence olarak kabul edilebilecek eksiklikler tespit edildi.

Türkiye’ye yönelik kesimlik hayvan ihracatının durdurulması talebi Macaristan hayvan üreticileri arasında panik yarattı.

Macar Kesimlik Hayvan Üreticileri Birliği başkanı István Márton, ihracat sürecinde gerçekten bazı aksaklıklar olduğunun üretici kurumlar tarafından da kabul edildiğini, ancak ihracatın durdurulmasının Macaristan tarım ve hayvancılık sektörünü çok ciddi bir şekilde etkileyeceğini söyledi.

(BBC)

Bursa’da naylon poşet kullanana ceza

Bursa’da doğada bozulmayan naylon poşet kullanan pasta ve şekerci esnafına Kabahatler Kanunu hükümlerine göre, 169 lira ceza yazılacağı bildirildi.

Bursa Pastacılar, Tatlıcılar, Süt ve Süt Ürünleri, Şekerciler Esnaf ve Sanatkarlar Odası Başkanı Necip Daş, yönetim kurulu üyeleriyle oda binasında düzenlediği basın toplantısına, çevre ve insan sağlığına yönelik alınan kararları desteklediklerini söyledi.

Bu kapsamda yürütülen çalışmaların kendilerinin de içinde olacağını ifade eden Daş, bundan sonra oda üyesi esnafın doğa dostu ”Oxo-Bio” poşet kullanacağını bildirdi.

Normal bir poşetin doğada çözünmeye başlamasının 6 yıldan sonra başladığını vurgulayan Daş, şunları kaydetti:

(Ajanslar)

Komşularla sıfır sorun: Türkiye İran’la tahkime gidiyor

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, İran ile doğalgaz fiyatı konusunda ortak bir noktada buluşamadıklarını belirterek, “Uluslararası hakem heyetine gitmek kaçınılmaz oldu” dedi.

Enerji Verimliliği Haftası dolayısıyla bakanlıkta çocuklarla bir araya gelen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Yıldız, kabulün sonunda gazetecilerin sorularını cevapladı. Yıldız, doğalgaz fiyatlarında indirim için anlaşmaya gitmeyen İran’ın tahkime götürüleceği yönündeki haberlerin hatırlatılması üzerine, “İran ile ortak bir noktada buluşamadık. Uluslararası hakem heyetine gitmek kaçınılmaz” diye konuştu. (Ajanslar)

Tunus devrimi bir yaşında

Tunus’ta devrim bir yaşında. Tam bir yıl önce Yasemin Devrimi hareketi karşısında daha fazla duramayan Devlet Başkanı Zeynelabidin Bin Ali çareyi Tunus’u terketmekte bulmuştu. Bin Ali’nin ülkeden ayrılışının yıldönümünde Tunuslular yine Habib Burgiba Caddesi’ndeydi. Kimi devrimi kutlarken kimileriyse yeni yönetimi, geçen bir yılda etkisiz kaldığı için protesto ediyordu. Onlara göre Bin Ali gitti, fakat ülkede keyfi uygulamalar sona ermedi:

“Altı aydır acı çekiyorum kimse benim meselemle ilgilenmiyor. 6 ay önce oğlum sebepsiz yere tutuklandı. Haksız yere suçlanıyor. Karakola kimliğini almaya gitti ve bir daha geri dönemedi.”

Kimi göstericilerse ülke büyük ölçüde yabancı sermayeye açılırken Katar’ın gösterdiği ilgiye tepki gösterdi:

“Bugün bizim için esasında yas günü olacakken yönetimdeki rejim bize Katar prensinin davetini hediye ediyor. Kendilerine Tunus’u bu kişilere sattıkları için teşekkür ediyoruz.”

Devrimin yıldönümünde Tunus sokaklarından duyulan bazı sesler şöyle:

“Biz kendimizi özgür bir şekilde ifade etmek istiyoruz. 1 yılda çok şey değişti. Hala eksikler var. Ama umutluyuz. Hayalini kurduğumuz mükemmel Tunus’a ulaşacağız.”

“Devrim henüz bitmedi. Daha yolumuz var. İşsizlik aynı seviyede. Tunuslular uğruna ölümü göze aldıkları şeyleri henüz elde edemedi.”

Euronews’in haberine göre bugün Tunuslular hem kutlama yapmak için burada hen de bir şeyi yeni yöneticilere hatırlatmak için yeniden sokağa dökülen: Bin Ali’yi düşüren devrim, eğer gereken dersi almazlarsa onları da yerinden edecek güce sahip.

Euronews’den derlenmiştir.

(Yeşil Gazete)

Meclis vicdani retçileri dinliyor

Osman Murat Ülke

Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk kez bir vicdani retçiyi dinleyeceği ve yeni anayasa için vicdani retçilerin taleplerini gündemine alacağı açıklandı.

Radikal gazetesinin haberine göre Meclis’te ilk kez vicdani retçiler de görüşlerini bildirecek. Türkiye’nin ilk vicdani retçilerinden biri olan Osman Murat Ülke, yeni anayasa ile ilgili taleplerini anlatacak.   Ülke, 1996’da Türkiye’de vicdani reddi nedeniyle tutuklanmış ve uzun bir ‘gözaltı – mahkeme – hapis – birliğe sevk – vicdani reddi yineleme’ yıllarından sonra, 1999’da serbest bırakılmıştı.

Yeni anayasa için sivil toplum örgütlerinini bireylerin ve siyasi partilerin görüş ve önerilerini dinleyen Anayasa Uzlaşma Komisyonu, bu hafta ayrıca LGBT hareketinin taleplerini de gündemine alacak. Komisyona daha önce bir rapor halinde anayasa taleplerini ileten Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPoD) yöneticileri Sedef Çakmak ve Erdal Dağdemir alt komisyonda bugün cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği konusunda yeni anayasa yer alması gereken maddeleri anlatacak.

(Yeşil Gazete)

Leyla Zana asıl neyin sembolü? – Aslı Aydıntaşbaş

Leyle Zana Kürtler için siyaset ötesi anlamı olan bir sembol. Yaşamı mücadele dolu. Evinin basılması ise, hatalar zincirinde son halka.

Bilmeyenler, duymayanlar ya da duymak istemeyenler için söylüyorum; Leyla Zana,Diyarbakır’dan Erbil’e, Kürtler için partiler üstü bir semboldür.
Gidin Süleymaniye’ye, Dohuk’a, Türkiye’de olan biteni bilmeyen bir oto tamircisi bile “Leyla Zana” ismini bilir. Gidin Bismil’e, Varto’ya, Hakkari’ye, okuma yazma bilmeyen köy kadını da, BDP’ye ters bakan köy korucusu da  Zana’yı “Kürtler için bedel ödemiş” biri olarak görür.
Saygı duyarlar, severler. Siyasetine katılmayanlar bile 1994’de Meclis’ten mahpushaneye gönderilip 10 yıl hapis yatan bu kadının cesaretine hayrandır.
O yüzden Leyla Zana’nın Ankara’daki evinin basılması, Kürt sorununun çözümüne değil çözümsüzlüğe giden bu yeni sertlik politikasının son hatasıdır.

Arap Baharı tedirginliği
Artık papağan gibi aynı şeyleri yazmaktan bıktım. Ama özetle, “konsept, konsept!” diyerek geçmişte defalarca denenen o sert yöntemleri bu kez de KCK davası adı altında yeniden kullanmak, belki kısa süreliğine egoları şişirir, BDP’ye yönelik bir üstünlük sağlayabilir; ama sizin kendi vatandaşınızla olan “kimlik” ve “aidiyet” sorununa faydası olmaz.
“Aman Arap Baharı Kürtlere sıçramasın” diye ciddi bir kaygı taşıyan hükümet, kendince PKK’nın sokağı mobilize etme gücünü engelleyecek önlemler alıyor, dağ ve sokak arasındaki bağları bir bir keserek BDP’yi sadece Meclis’te bır bır konuşan ufak bir parti grubuna indirgemeyi planlıyor. Sizce mümkün mü?
Alın yerel seçim sonuçlarını önünüze koyun. Bu politikanın uzun vadede Türkiye’nin Kürt meselesine çözüm olacağını düşünmek, biraz saflık olur. Tam tersine, bu tarz baskı ve geniş gözaltılar, Kürt hareketine sempati duyanları daha keskin, gelecek nesilleri daha hınçlı yapacaktır.
Dönelim Leyla Zana meselesine.
Leyla Zana’nın seçim sonrası Meclis’e dönüşü, tam da Kürt toplumu içindeki sembol konumu nedeniyle büyük alkışlarla karşılanmış, doksanlı yıllardaki yanlış uygulamalar yerine yeni bir dönemin başladığının işareti olarak algılanmıştı.

Mücadele dolu yaşam
2004’de hapisten çıktıktan sonra sessiz bir hayatı tercih eden Zana, Ankara’ya isteksiz, savaşmak değil Kürt sorununda “çözüm yılı” olduğunu düşündüğü için geldi. Yeni anayasa için geldi.
Yorgundu. 14 yaşında Diyarbakır’ın önemli siyasetçilerinden Mehdi Zana ile evlendirilen genç kadın, 12 Eylül darbesiyle kendisini o meşhur Diyarbakır cezaevi kapısında “tutuklu yakını” olarak bulmuştu. Zana’nın Türkçe öğrenmesi de, çocuk yaşta anneliği de, politizasyon süreci de darbe sonrası bu acılı ortamda geçti. Cezaevi önündeki eylemlere öncülük ederek büyüdü, siyasetçi oldu. Gözaltına alındı, ağır işkenceler gördü. Yakınları öldürüldü, kendisi defalarca faili meçhullerden kıl payı kurtuldu. (Okumayanlar için Faruk Bildirici’nin ‘Yemin Gecesi’ kitabını şiddetle tavsiye ederim.)
1991’de milletvekili seçildi ve o dönem Meclis kürsüsünden Kürtçe yemin ettiği için 1994’de 10 yıl hapse atıldı. Ünü bütün dünyayı sardı, Nobel’e bile aday gösterildi.
Garip olan, bütün bunlar yaşanırken Leyla Zana’nın evi hiç aranmamıştı. Geçen haftaya kadar! Zana’nın evinin en son arandığı tarih, 12 Eylül darbe gecesiydi.
Azıcık tanıma fırsatı bulduğum için söylüyorum; Leyla Zana mizaç olarak pamuk gibi, anaç; siyaseten ise çelik gibi serttir. Siyaseti gizli değil açık yapar. Fikrini söyler, bedel öder.
Ankara’ya taşındığında, o da Ahmet Türk gibi kiralık ev bulmakta zorlandı; yıllarca derin devletle mücadele edip “derin toplumu” aşamayınca, sonunda evini bir yakını üzerine kiralamak zorunda kaldı.
Şimdi siz söyleyin, yukarıda anlattığım kadın, bilgisayarını alıp iPad’ine el koyunca, korkup sinecek birine mi benziyor?

Aslı Aydıntaşbaş -Milliyet

Bu yıl on binlerce insan açlıktan ölecek

Somali’deki Birleşmiş Milletler yetkilileri ülkedeki kıtlık kontrol altına alınana dek, onbinlerce kişinin daha kişinin açlıktan öleceğini açıkladı.

Somali’de altı ay önce gıda krizi ilan edilmişti, bu ülkedeki gıda yardımı gereksiniminin, gelecek Temmuz ve Ağustos aylarına dek yüksek olacağı belirtiliyor.

Somali’deki BM Yardım faaliyetlerinin başındaki isim olan Mark Bowden BBC’ye yaptığı açıklamada, yetersiz beslenme oranlarının dünyanın en yüksek seviyesinde olduğunu belirtti.

Bowden, 250 bin Somalilinin hala açlık çektiğini vurguladı.

“Geçen yıldan bu yana onbinlerce kişinin öldüğünü biliyoruz.” diyen Bowden, yetersiz beslenme düzeylerini de “inanılmaz derecede yüksek” diye tanımladı.

Michael Bowden, “En büyük sıkıntıyı çocuklar yaşıyor. Somali’deki yetersiz beslenme oranı dünyanın en yükseği. Çocuk nüfusunun yüzde 50’si ciddi ya da akut yetersiz beslenmeyle karşı karşıya” diye konuştu.

Yetersiz beslenme düzeylerinin biraz azalmaya başladığını belirten Bowden, buna karşın krizin gelecek altı ya da yedi ay daha süreceğini vurguladı.

BM krizin 1,5 milyon kişiyi evlerini terk etmek zorunda bıraktığını tahmin ediyor.

Uzmanlar Somali’de yaşanan açlığı, Doğu Afrika boynuzunda iklim değişikliğine bağlı olarak yaşanan kuraklığın son iki yıldır rekor seviyeye ulaşmasına bağlıyor.

(BBC, Yeşil Gazete)

19 Ocak’ta, 5. yılda, Hrant için, Taksim’den Agos’a

Hrant Dink’in 19 Ocak 2007’de öldürülmesinin üzerinden 5 yıl geçti. Türkiye yakın tarihinin bu en önemli siyasi cinayetin 5. yılında, hala Hrant Dink’in asıl katilleri açığa çıkarılmadı, devlet cinayetin üzerine örtmek için her şeyi yaptı.

Bu nedenle Hrant’ın arkadaşları, her yıl 19 Ocak’ta Agos gazetesinin önünde yapılan anmayı bu kez büyük bir yürüyüş olarak planladı. 19 Ocak Perşembe günü saat 13:00’de Taksim’de toplanılarak Osmanbey’de cinayetin işlendiği Agos gazetesinin önüne kadar yürüyüş yapılacak.

Hrant’ın arkadaşları bu çağrının her yere yayılmasını istiyor. Çağrı şöyle:

“Hrant’ın Arkadaşları”nın desteğinize ihtiyacı var…

Hrant Dink’i yok ettikleri günden bu yana tam beş yıl geçti. Beş yıl önce onu yüz binler İstanbul caddelerinde akarak, milyonlar ağlayarak uğurladı.

Beşinci yılında o büyük dayanışmayı, o sessiz çığlığı, o çok büyük anlam taşıyan demokratik çıkışı tekrarlamak dileği ve umudundayız.

Beş yıl boyunca cinayetin yargılanma sürecini hepimiz içimiz burkularak, öfkelenerek, isyan ederek izledik. Karşımıza üç beş tetikçi çıkardılar ve bununla yetinmemizi istediler.

O yüzden 19 Ocak 2012 Perşembe günü Hrant Dink’i olabildiğince büyük bir kitlenin katılımıyla anmak daha da bir anlam ve önem kazanıyor.

Ama bunu olabildiğince geniş kesimlere duyurmakta ve katılımlarını özendirmekte sizin yardımınıza, desteğinize şiddetle ihtiyacımız var. Katkılarınız olmadan bunu başaramayız.

19 Ocak Perşembe günü saat tam 13’de Taksim Meydanının Elmadağ’a olan yönünde toplanacağız ve AGOS’un önüne yürüyeceğiz.

Slogan yok. Örgütsel flama, bayrak yok. Bu sessiz bir çığlık.

Önümüzdeki Pazartesi, Salı ve Çarşamba boyunca ulaşabildiğiniz herkese, üyesi olduğunuz her maiel grubuna, meslek örgütüne, STK’ya bu çağrıyı duyurmakta bize omuz verin.

19 Ocak günü kendinizin de o yürüyüş kolunda saf tutun.

Şimdiden teşekkürler…

Hrant’ın Arkadaşları

Taşrada ’19 Mayıs sıkıntısı’ – Kürşat Bumin

Yazının başlığını o güzel filmin adından (bolca!) esinlenerek oluşturmam umarım değerli yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın canını sıkmamıştır.

Taşrada “19 Mayıs sıkıntısı”, “bir zamanlar” gerçekten önemli bir toplumsal ruh haline işaret ederdi. Bu sıkıntının bugün ne merkezde olduğunu tam olarak bilmesem de tahminim derecesinin çok da aşağıya inmediği yönündedir.

Orta öğrenimini bir taşra lisesinde tamamlamış birisi olarak iyi hatırlıyorum. “19 Mayıs Kutlamaları”nın tarihi yaklaştıkça alışılmamış bir hareketlilik yaşanmaya başlardı. Söz ettiğimiz “sıkıntı” orta öğretim kurumlarının (özellikle liseye tekabül eden bölümü) erkek öğrencilerini teğet geçip sadece kız öğrencilerinin üzerine çökerdi. Tahmin ediyorsunuzdur artık; yaklaşan bayram kutlamalarında yer alıp sonra şehir merkezinde düzenlenen resmi geçitte yer alacak kız öğrencilerin hiç değilse küçümsenmeyecek bir bölümünü saran bır sıkıntı idi bu.

Neden? Çünkü Mayıs ayının ufukta görünmesiyle birlikte memleketçe bu tören ve resmi geçitlerle ilgili bir sorunun cevabı beklenirdi. Şu sorunun yani: Acaba bu yılki törenlere katılacak kız öğrencilerin “etek boyları” nasıl olacak?

Abartmış olmayayım ama bu memleket ahalisinin enerjisinin önemli bir bölümünü de bu soru ve cevabı etrafında yaşanan tartışmaların alıp götürmüştür…

“Etek-şort boyu” meselesi çok önemliydi, çünkü taşrada o zamanlar (şimdi de farklı mı?) diz üstünde etek-şort giyilmesi ancak 19 Mayıs bayramlarında karşılaşılan bir tercihti.

“Etek-şort boyu”na isyan eden veliler vakit geçirmeden mayısın ikinci haftasından itibaren doktor peşinde koşmaya başlarlardı. Bayram gösterisinin provaları başlamış olsa bile, bu ön hazırlıklar “etek-şort boyu” mecburiyeti dışında tutulduğu için ayın ikinci haftası en uygun zaman olarak görülürdü.

Yeri gelmişken bilmeyenler için hatırlatayım: 19 Mayıs kutlamalarına katılmamak ağır disiplin cezalarını gerektiren bir davranıştı.

Böylece, doktor yakını bulunanlardan başlamak üzere mayıs ayı epeyce sayıda kız öğrencinin “hasta” düştüğü dönem olurdu.

Orte öğretimin bütün kız öğrencilerinin bayram kaçağı olduğunu ya da daha doğrusu bayramdan kaçmak istediğini söylüyor değilim tabii ki. Önemli bir bölümü diyelim.

Peki ya törene katılanlar? Benim gözlemim bu katılımcılar açısından da genel manzaranın hiç de iç açıcı olmadığı yönündeydi. Çünkü (düşünün!) taşradasınız ve söz konusu “etek-şort boyu” ile ilk kez karşılaşan bir erkekler korosunun önünde resmi geçit yapıyorsunuz… O şartlar altında ne büyük bir azap… Yine abartmış olmayıyım ama, 19 Mayıs törenlerinin bu faslı ülkedeki “ilerici-muhafazar” ikiciliğinin pratiğe dökülmüş iyi bir örneğini teşkil ediyordu.

Şimdi, MEB’den geçen gün açıklanan bir açıklamaya göre bu törenler bundan böyle artık sadece Ankara’da yapılacak. Bu değişikliğin gerekçesinde sözünü ettiğim “problem”in adı geçmese de benim kanaatim onun da alınan kararda önemli bir yeri olduğu doğrultusunda.

Değişiklik19 Mayıs Bayramı kutlamalarında özellikle 12 Eylül’den sonra giderek artan gösteri tarzını terk etmek amacını taşıyor. Pek çok kişi ve çevre tarafından haklı olarak desteklenen bu değişiklik, gerçekten de memleketin Kuzey Köre ile karıştırılması tehlikesinin –hiç değilse şekil olarak!- engelleyecek niteliktedir. Yakın zamanda yayınlanan kararname ile MEB’in görevlerine ilişkin yaptığı yeni düzenlemeyle uyum içinde bir değişikliktir. Ancak -yeri gelmişken söyleyelim- bu yenilikler değerli olmakla beraber, “okulda reform”u bu tür kararname ve şekil merkezli düzenlemelerle sınırlı tutmak bu büyük “yara”ya merhem olmayacaktır.

Şimdi de gelelim bu son değişikliğin bana çağrıştırdığı bir başka konuya:

Geçen yaz Fransa’da Yeşiller’in cumhurbaşkanı seçimlerindeki adayı olan Eva Joly, 14 Temmuz kutlamalarının hemen ardından yaptığı bir açıklamada bu kutlamalarda bundan böyle askeri resmi geçit yapılmamasını istedi. Eva Joly, 14 Temmuz bayramında tekrarlanan bu askeri resmi geçit töreninin çok eskiden, sömürgeci Fransa devrinden kaldığını ve bu gösterinin kaldırılma zamanının çoktan geldiğini söylüyordu. Joly’nin 14 Temmuz dolayısıyla Fransa’nın sömürgeci dönemini hatırlatması boşuna değildi, çünkü 1789 Devrimi’nde Bastille Hapishanesi’nin halk tarafından ele geçirildiği bu günün milli bayram olarak kabul edilmesi ancak III: Cumhuriyet döneminde 1880’de mümkün olmuştu.

Aslında Eva Joly, daha önce Paris’in Yeşil temsilcilerinin benzer bir talebini tekrarlıyordu. Bu temsilciler de Fransa’nın bu milli bayramda askeri resmi geçitler düzenlemesine karşı çıkıyor, Kuzey Amerika ve Avrupa’nın birçok ülkesinde bu tür kutlamaların olmadığını, bu ülkelerde popüler gösterilerle yetinildiğini, askeri resmi geçitlerin genellikle diktatörler tarafından tercih edildiğini açıklamışlardı.

Eva Joly’nün söz konusu talebine tepki büyük oldu. Ülkenin sağ partileri gibi sol partileri de bu öneriyi münasebetsiz buldu. Başbakan Fillon, Eva Joly’nün çifte vatandaşlığından (Norveç-Fransa) bahisle işi “Bu hanımın Fransız tarihine, Fransız değerlerine, Fransız geleneklerine ilişkin kültüre sahip değil” demeye kadar vardırdı. Kimisi Eva Joly’yi “68 artığı” olarak niteledi. Sosyalistlerin François Hollande, Martine Aubry, Segonel Royal gibi ağır topları bile, topu sağın ayağına geçirmemek için Joly’nin teklifini münasebetsiz buldular…

Peki ben şimdi bu tartışmayı niçin hatırlatıyorum? Tahmin etmişsinizdir umarım. Demokrasilerde artık çoktan “tarih olmuş” 19 Mayıs kutlamalarını rafa kaldırmak yetmez, diğer bayram kutlamalarını da militarizmin elinden kurtarmak gerekmiyor mu? Bir demokrasiysek eğer, milli bayramlarda önümüzden geçen tankı-topu, üzerimizden geçen savaş uçakları ve helikopterleri seyre koyulmanın biz yurttaşlar açısından ne gibi bir yararı olabilir? Askeri resmi geçit yoluyla bayram kutlamak civic bilincimizi yükseltmek açısından bir kattı sağlayabilir mi?

yazının devamı:

http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=16.01.2012&y=KursatBumi