Ana Sayfa Blog Sayfa 4857

Dadans “Tek Yaşanır Mı?” ile bugün Kumbaracı 50′de

“Dadans, ‘Tek Yaşanır Mı?’ ile insanoğlunun ‘birlikte’ ya da ‘tek’ yaşamaya içgüdüsel olarak nasıl baktığını sorgulamaktan yola çıkar ve tek bir hikâyeyi üç farklı döneme ait üç kadın karakter üzerinden, kronolojik bir sesten sessizliğe doğrusallığı¸ üzerinde anlatır. Kadınsallığın yoğunluğuyla ‘içe atma’ ve aslında bu bağlamda ‘içten çıkarma’ eylemlerini göstermeye çalışarak, yalnızlığın da dayanışmanın da barındığı bir performansa yönelir.”

Dada manifestosunu kendine ilke edinmese de sanatsal söylem ve duruşlarını ortak bulan Dadans; Burcu Brodo, Deniz Uztürk,Dila Yumurtacı, Elif Yalçın, Gülden Güldaş, Hazal Kızıltoprak, Melek Nur Dudu, Merve Uzunosman’dan oluşuyor. 15 senelik bale arkadaşlıklarını Dadans ile dans ve performansın iç içe geçtiği bir tür ortaklığa dönüştüren ekip “Tek Yaşanır Mı?” adlı yeni oyunlarını 14 Ocak’ta Kumbaracı 50’de sergileyecek.

Dadans hakkında detaylı bilgiye ulaşmak isteyenler için www.dadans.com

Savaşla büyüyen nesiller: Ortadoğu’nun fethi

Savaş, hangi “kutsal” amaca hizmet ederse etsin, hangi hesaba dayanırsa dayansın, esasen acı ve ölümle ilgilidir. Bir film değildir, bir oyun değildir; en önemlisi, yozlaşmış devlet adamlarının ve köhne kurumların engelleyebileceği basit bir yoldan çıkma hali değildir. Riyakarlık ve ölüm üstüne kurulu rejimlerin can suyudur savaş.

Robert Fisk’in “Büyük Medeniyet Savaşı: Ortadoğu’nun Fethi” isimli kitabı 2011’de İthaki’den çıktı. Kitap ilk olarak 2005’te basılmış. İlk beş sayfasını okuduktan sonra kitap beni yuttu diyebilirim, sanırım evvela bunu söylemem lazım. Herhalde uzun bir süredir bir kitabı bu kadar büyük bir merakla okumamıştım.

İnsanın içini yangın yerine çeviren bir tarihsel tanıklık sunuyor Fisk. Ortadoğu’da milyonların nasıl öldüğünü, ne uğurda öldürüldüklerini anlatıyor. Geniş bir coğrafyanın bombalar, işgaller, isyanlar, işkenceler, toplu katliamlarla dolu tarihine ışık tutuyor. Kitabın arkasında şöyle yazıyor: “Bu kitap, Ortadoğu tarihinin kronolojisi değil, son bir asırdır askerleri ölüme gönderen ve –Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi- binlerce insanı öldüren yalanlara ve aldatmalara karşı tutkulu bir feryat.”

Fisk, 35 senelik gazetecilik hayatı boyunca çok zor bölgelerde, çoğunlukla Ortadoğu’da çalışmış: Afganistan, Cezayir, Irak, İran, Türkiye, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Lübnan, Kuveyt, Filistin, Bosna, İrlanda, Mısır ve İsrail. Kimi ülkeler on yıllar boyunca savaşla yaşamak zorunda kalmış (mesela Irak, Afganistan), diğerleriyse ambargolar, işkenceler altında nesiller büyütmüş. Türkiye’nin de dahil olduğu korkunç bir hikâye…

Ancak kitap sadece Ortadoğu’nun yakın tarihi olarak okunmamalı; çünkü her adımda karşımıza Batılı büyük devletler çıkıyor. Fisk, bu anlamda Batı’nın ve Ortadoğu’nun birbiri içine geçmiş ortak tarihlerini anlatıyor diyebiliriz. Haçlılarla başlayan, etkileri bugüne dek süren ve paylaşılan bir tarih vurgusu, bugün hâlâ sık sık karşımıza çıkan “despot Arap- demokratik Avrupalı” gibi oryantalist açıklamaların önüne geçiyor. Ortadoğu’da yaşananlara bakıldığında demokrasi ve despotluk bir zıtlıktan ziyade iç içe geçmiş, birbirini besleyen, hatta birbirini mümkün kılan iki paralel veçheye benziyor. Demokratik Avrupa’nın Ortadoğu’ya dönük yüzü, I. Dünya Savaşı sonunda bölgeyi bazı aileler arasında pay eden, halkları uyduruk sınırlarla bölen, insan hakkı-hukuku tanımayan, demokratik girişimleri işine gelmeyince bombalayan arsız bir canavara benziyor. Halkını işkenceden geçiren diktatörleri destekleyen, parayı ve iktidarı bütün değerlerin üstünde tutan, silah tüccarı, milyonlarca insanın katili ahlâksız devletlerin hikayeleri öne çıkıyor. Akıtılan bu kan karşısında bütün değerler o kadar sönük ve ikiyüzlü görünüyor ki….

Yanlış anlaşılmasın: Büyük Medeniyet Savaşı, bir emperyalist komplo teorisi kitabı değil. Birkaç anlamda değil. Öncelikle kitap büyük devletlerin Ortadoğu maceralarını anlatırken bu topraklardaki failleri birer piyon olarak ele almıyor. “Batılı devletler Ortadoğu’yu/müslümanları rahat bırakmadı” gibi milliyetçi hassasiyetlere, basit mazlum-zalim ayrımlarına el vermiyor; çünkü burada yaşanan acıların müsebbibi sadece Batı değil. Milyonlarca insanın işbirlikçi olduğu, rollerin sık sık değiştiği (insanların bazen zalim, bazen vurdumduymaz, bazen mazlum olduğu), ancak herkesin öyle ya da böyle müdahil olduğu bir hikaye anlatıyor Fisk. “Batı yaptı” deyip geçemeyeceğimiz, şiddetin şiddeti beslediği, şiddetin durdurulamadığı bir toplu delilik… Gözünü kırpmadan katliam yapabilen Lübnanlılar, İsrailliler, Iraklılar, on binlerce insanı işkenceden geçirip sonra hapishanede “kaybeden” İranlılar-Türkiyeliler, köylülerin üstüne bomba atabilecek kadar canavarlaşanlar, gereğinde kimyasal silah kullananlar… En güçsüz insanların bile ellerine fırsat geçtiğinde akıl almaz katliamlara giriştiklerini okuyoruz sayfalar boyunca. Mağdurların kendilerini vahşete kaptırdıkları umutsuz anları dinliyoruz. Direklere asılmış insanların kafalarını bedenlerinden koparmak için taş atan Filistinli çocukları okuyoruz, Fisk’in tanık olduğu olaylar arasında.

Kitabın komplo kitaplarından bir diğer farkı (ve bence en kuvvetli tarafı) anlatılan hikayelerin somutluğu, tekilliği. Savaş tarihi kitaplarından yahut stratejik analizlerden farklı olarak kitap boyunca birsürü insanın hikayesi çıkıyor karşımıza, tek tek. İsimler var, bütün o genelgeçer mevzuların arasına sıkışmış kalmış; korkan, kaçan, kızan çaresiz insanlar… Günde bir saat uykuyla arka arkaya ameliyata girmek zorunda kalan Iraklı doktorlar, çocuklarından çıkan onlarca şarapnelle yürekleri parça parça olan anneler-babalar, seyreltilmiş uranyumlu bombalar yüzünden kanser olmuş yüzlerce çocuk, işkencede gözleri yuvalarından çıkarılmış bir yaşlı adam, elinde tek bir silahla Amerikan ordusunu evine sokmamaya çalışan bir kadın, 13 yaşında idam edilmiş bir genç… Hikayeler insana sayılardan daha farklı tesir ediyor. İstatistiklerin ötesinde, şiddetin asıl görmemiz gereken yüzünü gösteriyor: İnsanları sindirmeye yönelik, intikamcı, gaddar ve iktidar aygıtının devamını sağlayan bir unsur olarak.

İran’daki Dastgerd Cezaevi’nin altındaki bir zindana kocasını görmeye götürülen Feriba’nın anlattıkları:

Gördüklerim beni dehşete düşürdü… Karşımda Mesud, kocam duruyordu, iki büklümdü, bitkindi, derin siyah bir mahzende gözlerini kırpıştırıp duruyordu. Mesud, sevgilim, diye çığlık atıp ona doğru hamle yaptım. Beni tuttular. Bir Pasdar uyardı: “Kes sesini! Sadece bakabilirsin. Burada işlerin nasıl halledildiğini iyice gör, yoksa senin yerin de onun yanı olur…” Mesud, elleri arkada bağlanmış, boynuna ilmek geçirilmiş halde, bir iskemlenin üzerinde duruyordu; bana varlığının tüm gücüyle baktı. Yorgun bir bakıştı bu, fakat aşkla, bilinçle doluydu, gülmeye çalıştı. Zayıf ve bitkin bir sesle konuştu: “Seni görmek çok güzel Feriba!” … Sorgucunun sesi yükseldi arkamdan: “Eğer iskemleyi tekmeleyip bu kâfiri asmaya hazırsan, seni o saniye serbest bırakacağım. Şeref sözü veriyorum!” Sorgucunun gözlerine dimdik baktım ve haykırdım: “Sende şeref ne gezer? Faşist! Cellat!” … Pasdarlar beni tuttu. Sorgucu tabancasını çıkardı ve Mesud’u vurdu. Bir başka pasdar iskemleyi tekmeledi. Acıdan boğulacak haldeydim ve gözlerime inanamıyordum: Asmışlardı Mesud’u… (s. 255).

Fisk’in kitabında şiddet hiçbir zaman sebepsiz, kendinden menkul, insanın doğasından gelen değiştirilemez bir nitelikmiş gibi anlatılmıyor. Kısaca, şiddet öyle havada asılı kalmıyor. Fisk, kitabın her bölümünde şiddeti üreten tarihle uğraşıyor. İnsanların gözünü karartan canavarlıklara umutsuzca da olsa “niye” diye soruyor. Afgan mültecilerin kendisini linç etmeye çalışmasını bile, “gazeteci özgürlüğünden” yahut “şiddetin körlüğü”nden dem vurmadan anlatmayı başarıyor. Yaşadıkları, Fisk’in kurtuluş hikayesi olmaktan çıkıp Afgan mültecilere yöneliyor.

Sene 2001. Kandahar’ın üstüne ittifak güçleri bombalar yağdırıyor. Kandahar Taliban’ın son kalesi. Güya askeri hedefler vuruluyor. Binlerce insan Pakistan’a doğru çaresizce kaçmaya çalışıyor. Birçoğu son iki hafta içinde eşlerini, çocuklarını, evlerini kaybetmişler. Afganistan’da toplu bir katliam var; ancak katliama yakıştırılan isim tali hasar; “collateral damage” deniyor İngilizce. “Askeri hedefler” vurulurken ölmesi beklenen, ancak “istenmeyen” can kayıpları on binleri buluyor. Bombalamanın sadece ilk iki ayında 3000-3400 sivilin öldüğü tahmin ediliyor (s. 780).

Robert Fisk mültecilerin arasında, Kila Abdulla’da. İnsanlar gülerek yanına geliyor ve elini sıkıyor. Gülmek dostluk göstergesi değil. İnce bir çizgi var öfkeyle gülmek arasında. Önce bir çocuk Fisk’in bileğine sert bir şekilde vuruyor. Sonra bir çakıltaşı atılıyor kalabalıktan. Saniyeler içinde bir dolu insan Fisk’in, yani “bir Batılının” kafasını ellerindeki taşlarla kırmaya çalışıyor; yere düşen Fisk’e tekmelerle, taşlarla vurmaya başlıyorlar. “Birileri benden, bana zarar verecek kadar nefret ediyordu” diyor Fisk. “Ancak yaraları taşıyan Afganlardı”, diye devam ediyor, “bizim (B-52’lerle) açtığımız yaralar” (s. 760).

Kullanılan her bombanın arkasında bir insan hikayesi var, Fisk bunların izini sürüyor. At ve unut (fire-and-forget) diye tabir edilen bombaların düştüğü yerlerde yanan canları anlatıyor bize. İnsan bombaya yakıştırılan tabirdeki soğukkanlı acımasızlığa şaşırıyor. At ve unut! Unutmak mı? Unutmak mı?

Misket bombası kullanılıyor azametli ordular tarafından. Bilhassa dağınık ve hareketli hedefleri (evet, insanlardan bahsediyoruz) vurmak için tasarlanmış. Dağlarda ve şehirlerde çok etkili; çünkü bölünen parçalar evlerin, oyukların içine giriyor; orada patlıyor. Daha evvel 1982’de Batı Beyrut kuşatmasında İsrail Ordusu tarafından kullanılmış. Amerika Irak’ta kullanmış, 5 yaşındaki Hüda’yı ve daha yüzlerce insanı sakat bırakmış ya da katletmiş. Türk Ordusunun da “terörle” savaşta kullandığına dair kuvvetli iddialar var. Aynı İsrail gibi, aynı Amerika gibi…

İnsan kitabı okurken bir süre sonra fark ediyor ki bütün bu katliamların tarafları değişse de (solcular, Şiiler, Sunniler, Baasçılar, Türkler, Kürtler, Evangelikler, Filistinliler…) şiddetin kendine has ortak bir kıyıcılığı var. Rejimlerin adları değişiyor; ama görünen o ki devletler mutlaka önce düşman sonra şiddet üretiyor. Çoğunluğun görmediği işkence odalarında, Uludere dağlarında, Paris’in varoşlarında veya mesela Afgan semalarında… Birinin ya da on binlerin ölüm fermanını verebilecek muktedir adamların dünyasında şiddet alelade bir araç sadece. Demokrasinin, insan haklarının uzantısı; kutsal amaçların, en çok da anlam kaybına uğramış barışın basit bir takviyesi.

İnsanları ölüme ve öldürmeye yollayanların ağzından düşürmediği bir sözcük bu barış! O sebeple Nobel Barış Ödülü’nü alanların arasında en azılı katilleri bulmak mümkün: Theodore Roosevelt, Enver Sedat, Henry Kissinger, Menahem Begin, Simon Peres, İzak Rabin, Barack Obama… (Bush ailesi eksik!) Hepsi birilerinin ölüm emrini vermiş adamlar. Hepsi eli silah tutmayan insanların hayat boyu çekeceği acılara sebep olmuş. Simon Peres’in Sabra ve Şatila kamplarındaki dahlini anlatıyor Fisk, üstelik bu İsrailli bir inceleme komisyonu tarafından kabul edilmiş. Savunmasız binlerce kadın, erkek, çocuk dünya üzerinden silinmiş. Dünya bunu görmezden gelmemekle kalmamış, faillerini muteber adamlar ilan etmiş. Katillerin barış ödülleri alması insanın içini eziyor.

Fisk’in bize gösterdiği bu dünyada barış çok zor; çünkü adaletin tesis edilmediği derme çatma bir barış, göz boyamaktan öte bir anlam taşımıyor. Arafat ve Rabin el sıkışınca ya da anlamı müphem bir demokratik açılımla barış gelmiyor. Adil bir barış tarihle yüzleşmeyi gerektiriyor. Yüzleşmek de yetmiyor. Kana batmış bu tarihten ve bugüne sirayet eden kibir ve gösterişten kurtulmak gerekiyor. Silahlardan ve birtakım adamların milyonları savaşa yollayabilecek tahakkümünden kurtulmak… Çünkü barış, savaşla gelmiyor. Şöyle diyor Fisk: “Savaşa girmek, ‘çocukları’ desteklemek kolaydır; saldırganlığa, işgale, ‘terörizme’, ‘şerre’ karşı koyma lüzumunu editör masalarında kurgulamak kolaydır. Fakat savaşa son vermek tümüyle başka bir şeydir; tarihin pençesiyle tokalaşıp ondan ferah feza kurtulmak hiç kolay değildir. O ölü el bizi kolumuzdan yakalar ve daha çok yapacak iş, bastırılacak öfke, yatıştırılacak vahşet, doyurulacak arzu, tekrar çizilecek hudut, yaratılacak devlet, hükmedilecek (veya yok edilecek) halk olduğunu hatırlatır bize” (s. 282-283).

Şu noktanın altını çiziyor Robert Fisk: Savaş, hangi “kutsal” amaca hizmet ederse etsin, hangi hesaba dayanırsa dayansın, esasen acı ve ölümle ilgilidir. Bir film değildir, bir oyun değildir; en önemlisi, yozlaşmış devlet adamlarının ve köhne kurumların engelleyebileceği basit bir yoldan çıkma hali değildir. Riyakarlık ve ölüm üstüne kurulu rejimlerin can suyudur savaş.

Robert Fisk, sadece savaşta yitip gidenlerin değil silah tüccarlarının da izini sürüyor kitabında. Ortadoğu’daki devletlere satış yapan şirketlerden, bunların açtığı fuarlardan, bastığı broşürlerden, dergilerden bahsediyor. Sapkın bir oyun gibi: Arap şeyhleri, İranlı mollalar, Türkiyeli generaller… hiç fark etmiyor. Hepsi büyük silah şirketlerinin kapısını aşındırıyor. Silah ticaretinde insan öldürmek teknik bir bilgiye dönüşüyor. Patlama gücünden, füze menzillerinden, saniyede çok top atan bataryalardan, kızılötesi sensörlerden, inanılmaz kıvrak helikopterlerden ve elbette paradan bahsediliyor. Bir tek ölümün ve ölülerin adı geçmiyor. Güç, güzellik, mükemmellik, güvenilirlik, savunma gibi kelimeler havada uçuşuyor. (Türkiye’nin milyarlar dökmeye başladığı F-35’ler de bu şekilde tanıtılmıyor mu? Savunma ihtiyacı!) Bu büyük ve mide bulandırıcı bir pazar ve her ülke hemen her sene savunma harcamalarını arttırmayı kendine şiar edinmiş durumda. Aptallığın ve zalimliğin buluşma noktası! Fisk’ten alıntılıyorum:

“Arap halkı (başlarındaki hükümdarlarının aksine) bu çılgınlığa itiraz ederse, silah pazarlarında onların protestolarını sona erdirecek araçlar da eksik değildi. Güney Afrika’nın Swartklip Products şirketi, ‘geniş çaplı temizlik operasyonları’ için duman jenaratörlerinin, ‘bir isyancıyı yumuşak, ölümcül olmayan bir darbeyle etkisizleştiren’ 37 milimetrelik copların, binalara atılabilen duman bombalarının ve ‘seçilen eylemcileri safdışı bırakmanın doğru aracı’ olan 12 kalibrelik tabancaların reklamını yapıyordu” (s. 661).

Başa geri dönelim: Bu kitap savaşa karşı tutkulu bir feryat. Kamplaşmaların keskin, gerilimlerin eski olduğu bir coğrafya hakkında kalem oynatmak gerçekten büyük bir hassasiyet gerektiriyor. Aynen topraklar gibi, kelimeler de mayınlarla kaplı. İnsan kendini bir anda anti-semitik olmakla, teröre destek vermekle, emperyalist olmakla suçlanırken bulabilir. Fisk de yazılarıyla birçok insanı rahatsız etmiş, hiç olmadığı kategoriler içinde itibarsızlaştırılmaya çalışılmış, hatta Türkiye’den sınır dışı bile edilmiş.

Bütün bunlara rağmen Fisk, İsrail’in, İngiltere’nin, ABD’nin pisliklerini ortaya saçmayı başarıyor; ancak diğer taraftan da Irak’ın, Türkiye’nin, Suriye’nin, İran’ın, Afganistan’ın vs. gaddarlık dolu hikayelerini de anlatmaktan geri durmuyor. İnce bir çizgide önemli bir dengeyi tutturmaya çalışıyor ve bence bunun üstesinden layıkıyla geliyor.

*Son not çevirmene: Gerçekten çok emek verilmiş, çok akıcı, çok keyifli bir Türkçe. Murat Uyurkulak’ın ellerine sağlık.

Bir sonraki kısım, Fisk’in Türkiye üzerine yazdıklarına odaklanacak.

ozanoyunbozan.blogspot.com/

Sezai Ozan Zeybek

 

Yasakmeyve şiir günleri Gümüş Cafe’de

Yasakmeyve şiir dergisi, 10. yılına bir dizi etkinlikle giriyor. “Yasakmeyve Şiir Günleri”, şiir üzerine düşünenleri, yazanları ve okuyanları biraraya getirerek, şiirin gündelik hayatın içinde daha fazla yer almasını  ve şiirsel enerjiyi paylaşarak çoğaltmayı amaçlıyor.

Yasakmeyve, şiirli bir gün geçirmeniz için, 14 Ocak Cumartesi günü saat 14:00’de Kadıköy Gümüş Cafe’ye tüm şiirseverleri davet ediyor!..

“Yasakmeyve Şiir Günleri”nin ilki, eleştirmen ve yazarlarımızdan Necmiye Alpay ve Murat Üstübal’ın konuşmalarıyla başlayacak. İzleyenlerin de katılabileceği konuşmaları, Beat Kuşağı’nın önde gelen şairlerinden Allen Ginsberg’in “Howl (Uluma)” şiirini aynı isimle Bob Epstein ve Jeffrey Freidman’ın beyaz perdeye uyarladıkları filmin gösterimi izleyecek. Filmden sonra, Fırat Demir’in hazırladığı,  Punk müziği ve şiiri eşliğinde “Sansüre Karşı Şiir: Melonkoli ve Punk” sunumuyla etkinlik sona erecek.

Yasakmeyve, şiirli bir gün geçirmeniz için, 14 Ocak Cumartesi günü, Kadıköy Gümüş Cafe’ye tüm şiirseverleri davet ediyor!..

(Yeşil Gazete)

Son dönemin yeşil kitapları (1)

0

İşte Yeşil Gazete’nin Kitap ekinden son zamanlarda çıkan yeşil  kitaplar…

Yeşil Kapitalizm İmkansızdır

Bir ‘filozof`un tarihin sonunu ilan etmesinden yirmi yıl sonra, bir alternatif her zamankinden daha zorunlu hale geliyor: Ekososyalizm.

İnsan emeği sömürüsüne ve doğal varlıkların kapitalizm tarafından yok edilmesine karşı verilen birbirinden ayrılmaz mücadelelerin yoğunlaşmış ifadesi olan ekososyalizm, doğa ile insan arasındaki ‘uyumla` ilgili idealist bir bakış açısına değil, gerçek zenginliğin yaratıcı etkinlikten, boş zamandan, sosyal ilişkilerden ve dünyanın mükemmel bir şekilde kavranmasından ibaret olduğu inancına dayanmaktadır.

Çünkü artık, tehdidin boyutlarının devasa olduğunu söylemek yetmez, Herkülvari bir güce sahip olduğunu da eklemek gerekir. Sadece zenginliklerin yeniden dağıtımını değil toplumsal zenginliğin yeniden tanımlanmasını dayatan derin yapısal değişikliklerin gerçekleşmesi de o derece kaçınılmaz.

Yeşil Kapitalizm İmkansızdır iklimsel düzensizliklerin kapitalizmin ‘doğal` işleyişinden ayrı olarak ele alınamayacağının ifadesidir; ekoloji üzerine bir başvuru kaynağı ve temel bir metindir; bir önerme ve tartışmaya davettir; ama her şeyden önce iklimin sosyal adalet çerçevesinde sabitlenmesi için yoksullar, ezilenler ve sömürülenlerle birlikte ve onlar için ortak bir küresel mücadele çağrısıdır.

Yeşil Kapitalizm İmkansızdır
Daniel Tanuro
Çeviren: Volkan Yalçıntoklu
Habitus Kitap
2011

Ekolojik Anayasa

İnsanın her şeyin ölçüsü olduğu anlayışının bir sonucu olarak gelinen bu noktada bir itirazımızı ortaya koymak üzere yola koyulduk. İnsanın yegâne hak öznesi olduğu geleneksel hukuk anlayışını sorgulamaya başladık. Biz, Yeşiller olarak, gezegenimizde gelecekteki yaşamı tehdit eder bir noktaya gelen ekolojik yıkım ortamında doğanın da bir hak öznesi olarak tanınıp tanınmayacağı sorusunun sadece bir etik veya hukuk meselesi olarak değil, bir var oluş sorunu olarak da kendini dayattığını görüyoruz. Bunu her ortamda dile getiriyoruz. İnsanın doğa ile baş etme mücadelesinin giderek doğaya hükmetme ve kendini doğanın efendisi gibi görme noktasına gelmesini kabul etmiyoruz. İnsanın doğanın bir parçası olduğunu ve kendi varlığını sürdürebilmesinin ancak bu kabulle mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Bu noktada yeni bir paradigmaya ihtiyaç olduğu açıktır. Bu anlayıştan yola çıkarak Ekolojik Anayasa konusunu tartışmaya başladık. Doğanın da bir hak öznesi olduğu inancından hareket ederek doğanın da vazgeçilmez, devredilmez haklarının anayasal güvence altına alınmasını talep ediyoruz.

Ekolojik Anayasa
Editör: Mahmut Boynudelik
Yeni İnsan Yayınevi
2011

Kanatlı Gözcüler: Kuşlar ve İklim Değişikliği

Kuşlar, hâlihazırda etkilerini gördüğümüz iklim değişikliği konusunda bizi uyarıyor. Bize yaptığımız faaliyetlerin nasıl çevresel sorunlar yarattıklarını gösteriyorlar.

İklim değişikliğini gösteren diğer göstergelerden çok daha fazlasını kuşların gösterdiğini biliyoruz. Onlar ilk şahitler ve küresel ısınmanın çoktan ortaya koyduğu güçlü etki zincirlerinin temel işaretleriyle iklim değişikliğinin parmak izlerini bize gösteriyor ve bize rehberlik ediyorlar. Yazarlar Janice Wormworth ve Çağan Şekercioğlu, kitapları KANATLI GÖZCÜLER’de bizlere kuşların iklim değişikliğinin etkileriyle ilgili bizi nasıl uyardıklarına dair en son bilimsel verileri sunuyorlar. Kitaplarında özel ve ciddi tehlike altında olan kuş gruplarına odaklanıyorlar ve bu kuşların hassas yaşam alanlarına yönelik etkileri tartışıyorlar. Bunun yanında Batı Antarktika yarımadasında bulunan buz sever penguenler, okyanus ekosistemlerinin değişimlerine bağlı deniz kuşları, ısınma sonucu yaşam alanları kaybolan tropik dağ kuşları gibi şu an en çok etkilenen ya da gelecekte çok etkilenecek kuş türlerini de yakından inceliyorlar.

Kitabın yazarları, kuşların neslinin tükenmesinin önüne nasıl geçilmesi, kritik yaşam alanlarının korunması, hatta insan topluluklarının iklim değişikliğine uyum sağlamak için nasıl mücadele edebileceklerine dair önemli araştırmalar yapıyorlar.Daha da önemlisi bu kitap, doğa korumacılar ve genel kamuoyuna kuşların iklim değişikliğine uyum sağlamaları ve yaşamlarını sürdürmelerine yardımcı olmak için rehber özelliği taşıyor.

Winged Sentinels: Birds and Climate Change
Kanatlı Gözcüler: Kuşlar ve İklim Değişikliği
Janice Wormworth ve Çağan Şekercioğlu
Cambridge University Press
2011

(Yeşil Gazete)

[Haftanın Yemeği] Kremalı, patatesli ıspanak

Bu hafta sizlere önereceğimiz yemek Kremalı, patatesli ıspanak. vejetaryenyemek.com sitesiyle ortak seçtiğimiz yemeğin tarifi şu şekilde:

1/2 kilo patates

2 çorba kaşığı zeytinyağı

1 kilo ıspanak

3 baş taze soğan

1 kutu krema

Tuz

Hazırlanışı:

Öncelikle patatesleri iyice haşlayın. Bir yandan da ıspanakları ve taze soğanları yıkayıp doğrayın. Zeytinyağını derince bir tencereye koyun. Taze soğanları ve ıspanakları da tencereye ekleyin. Ispanaklar suyunu bırakıp, yeniden çekene kadar pişirin ve arzu ettiğiniz kadar tuz ekleyin. Ispanaklar piştikten sonra kremayı koyun ve kaynayıncaya kadar pişirmeye devam edin. Tencereyi ateşten alın ve dinlenmeye bırakın.

Sonrasında patatesleri soyun, iri iri doğrayın ve ıspanaklı kremalı karışıma ekleyin. Servis sırasında tabakları maydanozla süsleyebilirsiniz. Afiyet olsun.

Ankara’da binlerce kişi AKP’yi protesto etti

Ankara’da emek ve demokrasi güçleri, AKP Hükümetinin Kürtlere ve muhaliflere karşı yürüttüğü faşizan baskıları bir yürüyüşle protesto ederek “Hodri meydan” dedi. Binlerce kişinin katıldığı yürüyüşte konuşan KESK Genel Başkanı Lami Özgen, AKP’nin korktuğunu ve hızla yalnızlaştığını belirterek “Ne iktidarlar geldi geçti, ama KESK yerinde dimdik duruyor” dedi.

KESK Genel Başkanı Lami Özgen, TMMOB Genel Başkanı Mehmet Soğancı, İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, BDP, SDP, ESP, TKP EHP başta olmak üzere siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri üyesi binlerce kişi KCK adı altında yapılan baskın ve gözaltıları protesto etmek için Yüksel Caddesi’nden AKP İl binasına yürüdü. “Korkmuyoruz, susmayacağız”, “Baskılar bizi yıldıramaz”, “KESK emekçilerin sesidir” pankartlarının taşındığı yürüyüşte sık sık “Direne direne kazanacağız”, “AKP faşizmine boyun eğmeyeceğiz”, “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek” sloganları atıldı. Yürüyüşte, evine baskın yapılan Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana’nın fotoğrafı ve altında yazılı olan “Selam zulüm ve sömürüye karşı koyana! Selam halkıma! Leyla Zana” dövizi dikkat çekti. AKP İl binası önünde konuşan KESK Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Devrim Kahraman tarafından yapılan açıklamada, Türkiye’deki emek güçlerinin sabah “AKP’nin ileri demokrasi dalgasıyla” uyandığı belirtildi.

HİÇBİR SALDIRI KESK’İN MEŞRUİYETİNİ GÖLGELEYEMEZ

Yapılan baskınlara dair bilgi veren Kahraman, özellikle KESK Genel Merkezi’ne ve bağlı sendika şubelerine yönelik gerçekleştirilen bu saldırıların zamanlamasının manidar olduğunun altını çizdi. 8 Ekim ve 21 Aralık 2011 tarihinde KESK’in kamu emekçilerinin gerçek temsilcisi olduğunu bir kez daha ortaya çıkardığını ifade eden Kahraman, “Hiçbir baskı, yıldırma operasyonu bizleri kamu emekçilerinin sendikal hak ve özgürlüklerini geliştirme mücadelesinden geri adım attıramayacaktır” dedi. Sabaha doğru çok sayıda adrese yapılan baskın gibi Hukuk ve TİS uzmanları İsmet Aslan’ın evine yapılan baskın sonucu gözaltına alınmasıyla yeni bir hukuksuzluğun yaşandığını belirten Kahraman, “Biz KESK’e yapılan bu saldırıların nedenini biliyoruz. 20 yıllık mücadele tarihimizde onlarca siyasi iktidar geldi geçti. Ama KESK dimdik ayakta ve mücadelesini kesintisiz yürütmektedir. Hiçbir saldırı KESK’in meşruiyetini gölgelemeyecektir” dedi.

AKP KORKUYOR VE HIZLA YALNIZLAŞIYOR

AKP’nin kendisine muhalefet etmesi ihtimal dahilinde olan her kesimi devletin zor ve şiddet araçlarını kullanarak sindirmeye çalıştığını belirten Kahraman, “Aslında AKP korkuyor ve hızla yalnızlaşıyor. Emekçilerden, analardan, kadınlardan, Kürtlerden ve Alevilerden, haber yapan gazeteciden, ezilenleri-ötekileri savunan avukatlardan, milletvekillerinden, belediye başkanlarından, barınma hakkı için mücadele edenlerden, füze kalkanına karşı eylem yapan öğrencilerden, Roboski’de katledilenlerden, Ceylan Önkol’dan, Uğur Kaymaz’lardan yani çocuklardan korkuyor” dedi. Yüreğine demokrasi, barış ve özgürlük korkusu düşenlerin asla iflah olmayacağını belirten Kahraman, “Biz kazanacağız. Çünkü haklıyız. Çünkü yalnız değiliz” dedi.

KİMLER GELDİ GEÇTİ…

KESK Genel Başkanı Lami Özgen de uzun bir zamandır sürdürülen kısa orta ve uzun dalgalı operasyonlardan biriyle daha uyandıklarını belirterek, yine hukukun ihlal edildiğini, hatta bunun daniskasının yaşandığını belirtti. Çok sayıda yere eş zamanlı yapılan baskınların ve 3 yıldır sürdürülen baskıların 12 Eylül darbesinin ta kendisi olduğunu ifade eden Özgen, “KESK ne iktidarlar gördü. Kimler geldi kimler geçti. Ama biz tüm baskılara yıldırma politikalarına rağmen görüyorsunuz yerimizdeyiz. Dimdik ayaktayız” dedi. Otoriter, tekçi, faşizan bir hükümetle karşı karşıya olduklarını belirten Özgen, faşizme karşı sonuna kadar mücadele edeceklerini belirtti.

TMMOB Genel Başkanı Mehmet Soğancı da, “Bu ülkede korku imparatorluğu yaratmak isteyenler var. Ama burada bunlara karşı sadece emekçiler, mimarlar, mühendisler, doktorlar değil halkın ta kendisi var. Buyurun hodri meydan diyoruz” dedi. Türkiye’nin üstünde kara bulutların biriktiğini belirten Soğancı, “Birimizi alırsanız binler gelir. Onumuzu alırsanız onbinler birikir. Halkın, haklıların öfkesinden korkun” diye konuştu.

(ANF)

Rauf Denktaş hayatını kaybetti

KKTC‘nin 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş 88 yaşında hayatını kaybetti.

Yakındoğu Üniversitesi Hastanesinin yoğun bakım servisinde 9 Ocak Pazar gününden bu yana tedavi gören KKTC’nin 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, vefat etti.

İç organlarında dün yetersizlik başgösteren Denktaş, bu sabah itibarıyla solunum cihazına, akşam saatlerinde ise diyalize bağlanmıştı.

Denktaş’ın sağlık durumunun çok sıkıntılı ve endişe verici bir duruma geldiğinin açıklanmasının ardından Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Başbakan İrsen Küçük, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Adem Huduti, KKTC Güvenlik Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Mehmet Daysal ile bazı bakanlar ve vatandaşlar hastaneye geldi.

Saraçoğlu ile Lefter’in tarihi karşılaşması

Lefter Küçükandonyadis[Lefter’in ölümü üzerine yazarımız Mahmut Boynudelik’in 14 Ocak 2011 tarihli yazısını yeniden yayımlıyoruz.]

Fenerbahçe Spor Kulübü’ne on altı sene başkanlık yapan Şükrü Saraçoğlu ile efsane futbolcu, fubolun “ordinaryüs”ü Elefterios Küçükandonyadis acaba oturup karşılıklı iki kadeh rakı içmişler midir hiç? Tarihin garip bir şekilde birçok kez karşı karşıya getirdiği bu iki şahsiyet gerçek hayatta bir araya gelirler miydi? Bir araya geldiklerinde birbirleri hakkında ne düşünürlerdi? Yüz yüze baktıklarında ne hissederlerdi, içlerinden neler geçerdi?

Lefter ümit vaad eden genç bir futbolcu olarak o zamanın önemli kulüplerinden Taksim’den Fenerbahçe’ye transfer edildiğinde Şükrü Saraçoğlu Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı sıfatını taşıyordu. Fenerbahçe’ye transfer olduğunda Lefter Diyarbakır’da askerlik yapmaktaydı. Saraçoğlu ise geçmişinde parlak bir kariyer olan “ağır” bir devlet adamıydı.

Saraçoğlu’nun parlak kariyeri Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bir özeti gibidir. Cumhuriyet’in önemli dönemeçlerinde Saraçoğlu en ön saflardadır. Sırasıyla Eğitim, Adalet, Dışişleri Bakanlığı yapmış, 1942’de Başbakanlık görevini üstlenmiş olan Saraçoğlu Lefter’in Fenerbahçe’ye transferinden kısa bir zaman sonra da TBMM Başkanlığı’na getirilecekti. On altı yıl FB başkanlığı görevini sürdüren Saraçoğlu Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönemde Almancı yönüyle sivrilir. Hitler’in Ankara büyükelçisi Von Papen’le yakınlığı herkesin malumudur. Hitler’e hayranlığından olsa gerek. Başbakan olur olmaz 5 Ağustos 1942’de okuduğu Hükümet programında “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız” demiş ve kısa zaman sonra Varlık Vergisi’ni yürürlüğe koymuştur.

Varlık Vergisi’nin gerekçesi olarak söyledikleri ise Cumhuriyet tarihinin utanç verici belgeleri arasında hatırlanır: “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.”

 

Bu kanun gerçekten de şiddetle uygulanmış, Saraçoğlu’nun Başbakanlığı döneminde hazırlanan özel vergi cetvellerinde Müslüman olmayanlara “G”, dönmelere ise “D” harfleriyle işaret konulmuş, çoğu İstanbul’da olmak üzere binlerce gayrimenkul el değiştirmiş, vergilerini ödeyemeyen azınlık mensupları Saraçoğlu’nun hayranlık duyduğu Hitler’in çalışma kamplarını andıran Aşkale çalışma kamplarına sevk edilmiştir.

Saraçoğlu’nun TC resmi tarihinin bir özeti olması gibi Lefter de İstanbul’un sivil tarihinin bir özetidir. O meşum 1943 yılında Lefter’in babasının isminin yanına vergi cetveline de “G” işareti konuldu mu, Büyükadalı bir balıkçı olan Lefter’in babasına da bir vergi salındı mı, salındıysa o vergi tutarını ödeyebilmek için satabileceği malı mülkü var mıydı bilemem. Ama Lefter’in Büyükada’da birçok konağın el değiştirmesine, Adalar’dan pek çok komşularının Aşkale yolculuğuna çıkmadan önce yaşadığı mütevekkil isyana tanıklık ettiğini tahmin edebiliriz.

Yine de eğer karşılaşıp, karşılıklı bir kadeh rakı içme fırsatı bulsalardı yüz yüze bakarlarken

ne konuşmuş olabileceklerini ve başka bir çok konuyu dehşetle merak ederim. Söz gelimi 1948 yılında, yani Lefter’in Fenerbahçe’deki daha ilk yılında Atina’da oynanan ve Türkiye milli takımının 3-1 kazandığı maçta Yunanistan milli takımına Lefter’in attığı gole sevinmiş midir Saraçoğlu? Attığı bu golden dolayı Atinalılar’ın Lefter’i hain ilan ettiklerini duymuş mudur? 1952’de transfer olduğu Nice takımında oynadığı maçlarda tribünleri dolduran Fransız seyircilerin “ turco turco Lefter” diye tezahürat yaptığını öğrendiğinde ne düşünmüştür acaba? Lefter’i transfer ederken, gün gelip sadece Fenerlilerin değil, benzer şekilde Galatasaraylıların ve Beşiktaşlıların da bu vergi cetvellerine “G” ile işaretlenmiş ailenin çocuğunu bağırlarına basabileceklerini tahmin edebilir miydi? Milli formayı 50 seferden fazla giyen ilk futbolcu unvanıyla altın şeref madalyası alacağını söyleselerdi inanır mıydı? Gün gelip de Şükrü Saraçoğlu adını kimsenin hatırlamazken, 85 yaşında yorgun kalbine direnen Lefter’in kendi isteğiyle ambulans uçağa binip Yunanistan’dan Büyükada’ya dönüşünü televizyonlardan izleseydi hiç mi pişmanlık duymazdı?

Lefter ve Saraçoğlu gerçek hayatta hiç yan yana bulunmamış olabilirler. Tarih onları şimdi başka bir biçimde karşı karşıya getirdi. Lefter’e gönül veren milyonların üye olamadıkları için giremedikleri Fenerbahçe Kulübü sosyal tesislerinin kapısında” Lefter Küçükandonyadis” ismi gümüşi harflerle yazılmış. Kim olduğunu pek az kimsenin hatırladığı Şükrü Saraçoğlu’nun ismi ise Lefter’i yüreklerinde taşıyan cefakâr taraftarların karda kışta her hafta doldurdukları Papazın Çayırı’ndaki görkemli stadyuma.

Tarih böyledir; garip oyunlar, sürprizli sonlar hazırlar insanlara.

Futbolun ordinaryüsü Lefter’i kaybettik

Fenerbahçe’nin efsane futbolcusu Lefter Küçükandonyadis tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Zatürre teşhisi konulan Lefter, Amerikan Hastanesi’nin yoğun bakım ünitesinde tedavi altındaydı.

Türk futbolunun gelmiş geçmiş en iyi futbolcularından biri olarak gösterilen Lefter, Fenerbahçe ile İstanbul Profesyonel Ligi’nde 2, Türkiye Şampiyonası’nda 3 kere şampiyonluk yaşadı.

1925 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Türk futbolunun sembol isimlerinden. Futbola Taksim’de başladı. Fenerbahçe’de 1947’de yer aldı.

İtalya’nın Fiorentina ve Fransa’nın Nice takımlarının formalarını giydi (1951-53). Dönüşünde tekrar Fenerbahçe’de oynadı. Sarı-Lacivertli forma altında 2 İstanbul Profesyonel lig, 3 Türkiye şampiyonluğu yaşadı, gol Kralı oldu (1953-54).

1963’te futbolu bıraktıktan sonra Yunanistan’ın Egaleo, Güney Afrika’nın Johannesburg takımlarında antrenör olarak yer aldı. Daha sonra Samsunspor, Orduspor, Mersin İdmanyurdu ve Boluspor’da teknik direktörlük yaptı.

Büyük futbolculuğu ile “Ordinaryus” olarak tanımlandı.

Futbol  hayatında toplam 50 kez milli formayı giyen ve kaptanlık yapan ve 1954 FIFA Dünya Kupası’nda forma giyen Lefter, turnuvada 2 de gol attı. Lefter Küçükandonyadis Fenerbahçe forması altında 615 maç oynamış ve 423 gol atmıştı.

(Yeşil Gazete)

Arjantin maden talanına direniyor – Aykan Seven

Arjantin, Patagonya, Maden Protestoları
Geçtiğimiz hafta Arjantin’in Chubut, La Rioja, Catamarca ve Rio Negro adlı dört eyaletinde maden aramalarına karşı direnişler gündeme geldi.

Bu alanların tamamı ulusal parklar içerisinde ya da doğal koruma alanlarına dahil. Bu alanlar aslında öyle sıkı korunuyor ki; örneğin siz Patagonya’ya* topraklarında olan Chubut ya da Rio Negro’ya yanınızda bir elma dahi götüremezsiniz. Fakat ulusal hükümet ve eyalet hükümetleri aldıkları önemli meblağlar tutan vergiyi gerekçe göstererek -ki aslında rüşvet diye tanımlayabiliriz bu vergiyi- maden aramalarına müsaade ediyor.

Esquel (Chubut) örneği bize olan biteni özetliyor.

2002 yılında yine bu bölgede Meridian Gold şirketi maden arama girişiminde bulunuyor. Halk yürüttüğü başarılı bir kampanyayla, madenci şirketin çekip gitmesini sağlıyor.

Chubut Eyaleti Meclisi 5001 sayılı kanunla eyalette bu tür çalışmaları yasaklıyor. Ancak 2007’de şirket ad değiştirerek yeni hamlelerde bulunuyor ve yine direniş kazanıyor.

Şimdilerde Yamana Gold adlı bir Kanada şirketi yerel hükümetin desteğiyle bölgede maden aramak istiyor. Catamarca bölgesinde de aynı şirket karşımıza çıkıyor.

Bu bölgelerde yaşayan insanlar kendi oluşturdukları meclisler etrafında örgütlendiler. Güneyde özellikle direnişlerin başını yerli Mapuche ve Tehuelche toplulukları çekiyor.

Göstericilerin karşısında ise her yerde olduğu üzere yine polis var. Direnişçiler polisin olası şiddet kullanımına karşı yanlarında machete**, kazma ve tırmıklar taşıyor.

Bölge halkı maden aramaları nedeniyle yeraltı sularının kirleneceği ve doğayı tahrip edeceği düşüncesi savunuyorlar. Nitekim gerçekte yakın çevrelerinde bunun onlarca örneği mevcut. Kirchner hükümeti bu konularda fazlasıyla hevesli.

Daha önce çeşitli maden aramalarına göz yumduğu gibi, Calafate’de buzulların olduğu bölgede toprakları satışa çıkarak ve maden izinleri vererek, doğanın yıkım sürecini hızlandırmaktan tepkilere rağmen beis duymuyor.

Önemli problemlerden bir diğeri ise eyalet yönetimleri. Federal sistemin geçerli olduğu eyaletler adeta birer feodal beylik. Toprakların çoğunun sahibi olan aile bütün idari kurumlarında sahibi. Buralarda yerli, kadın ve işçi olmak ayrımcılığa tabi tutulmak için yeterli. Hele bunların üçüne birden sahipseniz, artık Allah kurtarsın.

Ülkemizde de yürütülen, özerklik federasyon tartışmaları yer yer biçimin kerametine fazlasıyla bel bağlayan bir görünüm arz ediyor. Belki de önemli olan nasıl bir toplumsal zeminde demokrasinin inşa edileceğidir.

Arjantin solunun doğanın yağmalanmasına karşı çabaları yetersiz. Özellikle kuzeyde milyonlarca hektar toprağı işgal eden başta soya olmak üzere GDO’lu ürünler hakkında.

GDO’lu ürünlerin canlı hayatına bütün verdiği zararları bir kenara bıraksak dahi insanlığın köleleştirilmesinde önemli bir yeri olduğu kabullenilmesi gereken bir durum. Örneğin, Arjantin’den GDO’lu ürünlerin en büyük alıcısı Çin.

Dolayısıyla görece ucuz olarak Çinli işçinin sofrasına ulaşan GDO’lu soya, daha sonra ucuz ürünlere dönüşerek bütün dünya pazarını kaplıyor. Böylelikle kölelik zincirleri insanların sadece el ve ayaklarını değil giderek bütün vücudunu sarıyor.

Yine de Fernando Solanas‘ın liderliğini yaptığı Proyecto Del Sur’un (Güney Projesi) belli ölçülerde uğraş verdiğini belirtelim. Ayrıca Nobel Barış Ödülü(1980) sahibi Adolfo Perez Esquivel maden aramalarına karşı yetkililere hitaben açık bir mektup yayımlayarak  “Direnişçileri suçlu ilan ederek , sermayedarların onların yaşamı üzerine despotluk yapmasına izin veremezsiniz” diye seslendi.

Bu konularda uğraş veren bir diğer aydınsa eskiden Montoneros militanı olan Miguel Bonasso. Bonasso bir dönem önce Kirchner hükümetinin parlamenteri fakat kendi partisinin doğa katliamlarını onaylayıcı tavırlarına itiraz ederek partisini bırakan bir isim aynı zamanda. Artık mesaisini bu konularda kamuoyu oluşturmaya adamış durumdu.

Güney Amerika ekonomilerinin hemen hemen tamamı, tek tip ürün üzerinden endüstri tarımı ve doğal kaynakların yağmalanmasına dayanıyor. Arada istisnalar olmakla birlikte, siyasal iktidarlarda kapitalizmin bu saldırgan politikalarını destekler durumdalar.

Geçen aylarda yine bir maden şirketinin istikbalini karartmama adına Peru’da bir bölgede sıkıyönetim ilan eden Başkan Ollanta Humala bunun bir örneği.

Sözün özü dünyanın her köşesinde süreç benzer biçimde işliyor; yerküreyi yok etmeye teşebbüsten yargılanmaları gereken “modern barbarlar için Arjantin, Türkiye ya da Peru fark etmiyor. Bu nedenle doğanın yağmasına karşı direnenlerin yeni bir enternasyonale ihtiyacı var.

** Patagonya Arjantin’de Rio Colorado nehrinin güneyini oluşturan uçsuz bucaksız steplerin hakim olduğu bölgeye verilen addır. Burası doğal koruma alanı ilan edilmiş uzun zaman önce. Yaban hayatı iyi kötü korumakta olup bölgenin en önemli geliri turizmdir. Fakat “para” buralara da bir yolunu bulup dalmıştır. Birer felaket tablosu olarak çeşitli madenler ve petrol kuyuları halen işlemekte.

** Orta Amerika’da kullanılan bir cins pala

Aykan Seven – www.bianet.org