Ana Sayfa Blog Sayfa 4544

Bursa’da 3 BDP’li polis tarafından vuruldu

BDP Yıldırım İlçe Örgütü önünde, ırkçı grubun saldırısını önlemek için nöbet tutan BDP’lilere gaz bombaları ve tazyikli su ile müdahale eden polisin silah kullandığı belirtildi.

Açılan ateş sonucu kollarından ve bacaklarından yaralanan 3 kişi hastanede tedavi altına alındı.

IRKÇI GRUP BDP PARTİ BİNASINA SALDIRMAK İSTEDİ

Öğle saatlerinde ırkçı bir grubun kışkırtıcı sloganlar atarak BDP Yıldırım İlçe Örgütü binasına yönelmesi üzerine parti binasını korumaya alan BDP’lilere polis akşam saatlerinde müdahalede bulunmuştu.

POLİS GRUBU ISRARLA DAĞITMADI

Yapılan bütün görüşmelere rağmen polisin ırkçı grubu dağıtmaması üzerine BDP İlçe binasını korumaya alan yaklaşık 500 yurttaşa tazyikli su ve gaz bombaları ile müdahale eden polisin silah da kullandığı belirtildi. Polisin müdahale esnasında açtığı ateş sonucu 3 yurttaşın kollarından ve bacaklarından aldıkları mermilerle yaralandığı bildirildi. BDP İlçe binasının hemen karşısında vurulan Lütfü Kaçan, Sinan Sönmez ve Kağan Modak isimli yurttaşlar, aileleri ve BDP’liler tarafından hastaneye kaldırıldı. Bursa Şevket Yılmaz Hastanesi’ne kaldırılan yaralılar tedavi altına alındı.

Olayı duyar duymaz hastaneye giden BDP PM Üyesi Ayla Yıldırım, polisin açtığı ateş sonucu yaralanan 3 kişiyi hastanede ziyaret ettiğini, bilinçlerinin açık olduğunu ve mermilerin çıkarılması için tedavi edildiklerini açıkladı.

(Emek Dünyası)

İstanbul Modern’de Werner Herzog belgeselleri

İstanbul Modern Sinema, Goethe Institut Istanbul işbirliğiyle, Alman sinemasının usta isimlerinden, çarpıcı kurmaca filmleriyle tanınan Werner Herzog’un 1962 yılından bugüne kadar yaptığı kısalı uzunlu 24 belgeseli, “Sonuna kadar… ve Sondan da Öteye” başlığı altında gösteriyor.

1 – 11 Kasım tarihleri arasında izlenebilecek belgesellere 4 ana başlık altında gösterilecek. Yaradılış ve Kıyamet, Dilin Başlangıcı ve Sonu, Savaşçılar ve Failler, Kalkış ve Düşüş başlıkları altında Herzog’un Volkanik dağlardan okyanus diplerine, Afrika yerlilerinden Budist rahiplere uzanan bu çok renkli programda ayrıca yönetmenin hayatı ve sineması üzerine yapılmış dört belgesel de Werner Herzog Hakkında başlığı altında izlenebilecek.

Gösterim programına buradan ulaşılabilir.

Werner Herzog Belgeselleri gösteriminde yer alan belgeseller ve kategorileri ise şu şekilde

Yaradılış ve Kıyamet

Herakles

1962, Siyah-Beyaz, 10’

Herzog’un ilk çalışmalarından olan Herakles, saf belgesel filmin sınırlarını fark ettirmeden aşmaya çalışırken yönetmenin filmlerinin merkezinde yer alan bir düşünceye de yer veriyor: Titanların isyanı gülünçtür.

 

Fata Morgana

1970, Renkli, 79’

Afrika’ya şiirsel ve gerçek üstü bir yolculuk…  Bir öyküsü olmasa da, içsel bütünlüğe sahip olan filmde Herzog, yaradılışla ilgili mitleri yıkımın imgeleriyle karşı karşıya getiriyor.

 

La Soufrière

1976, Renkli, 31′

1976 yazında Karayip Adaları’ndan Guadeloupe’ta korkunç bir volkan patlaması beklenmektedir. Ada boşaltılmıştır. Werner Herzog ve ekibi, felaketin filmini çekebilmek için adada kalırlar ve patlamayı beklerler.

 

Karanlıkta Dersler / Lektionen in Finsternis

1992, Renkli, 55′

Birinci Körfez Savaşı’nın sonuna doğru Irak birlikleri Kuveyt’ten çekilirken petrol alanlarını ve depoları ateşe vermişlerdir. Herzog kameramanıyla birlikte bu akıl almaz kıyameti kayda almaya çalışır.

 

Wodaabe – Güneşin Çobanları / Wodaabe – Hirten der Sonne

1989, Renkli, 49′

Herzog her yıl düzenlenen bir kutlamadan yola çıkarak, Güney Sahra’da yaşayan göçmen bir kabile olan Wodabeelerin bir portresini çiziyor. Bunu yaparken de şaşırtıcı ve yabancı unsurların üstünü örtmeye çalışmadan bu kadim kabilenin eşsiz kimliğini daha da vurguluyor.

 

Derinden Gelen Çan Sesleri / Glocken aus der Tiefe

1993, Renkli, 60′

Werner Herzog, Sibirya’da kendilerini İsa’nın halefleri olarak tanıtan, insanlığı kurtaracaklarını ve mucizevi iyileştirici güçleri olduğunu iddia ederek Svetlojar Gölü kenarında tuhaf ritüeller icra eden insanları gözlemliyor.

 

Zaman Çarkı / Rad der Zeit

2002-2003, Renkli, 80′

Herzog, Zaman Çarkı’nda Hindistan Bodh Gaya’daki, Tibet Kailash Dağı’ndaki ve Avusturya Graz’daki Budist ayinleri ve ritüelleri takip ediyor. Bu ayinlerin merkezinde, Kalaçakra kabul ayini yer alıyor.

 

Dilin Başlangıcı ve Sonu

Son Sözler / Letzte Worte
1967, Renkli, 13′

Kimsenin yaşamadığı Spinalonga adasından bir adam, polis zoruyla güneydeki Girit Adası’na getirilecektir. Adam bir lir sanatçısıdır ve yaşadıklarıyla ilgili konuşmayı reddetmektedir. Bu konuda herkes kendi yorumunu yapar.

 

Sessizliğin ve Karanlığın Ülkesi / Land des Schweigens und der Dunkelheit

1971, Renkli, 85′

Sessizliğin ve Karanlığın Ülkesi, sağır ve kör insanların kaderini anlatıyor. Görme ve işitme duyularının olmayışı, çevreleriyle bir ilişki kurmalarını neredeyse olanaksız kılıyor. İçinde yaşadıkları karanlığın esiri gibi olan bu insanlar her şeye rağmen dış dünyayla aralarında bir bağ kurmaya çalışırlar.
Yeni Bir Dile İlişkin Gözlemler / How Much Wood Would a Woodchuck Chuck

1976, Renkli, 45′

1976’da Colorado’daki Fort Collins’te açık artırmayla hayvan satışları  yapılmaktadır. Herzog satıcıların, işin içinde olmayanların hiç anlayamayacağı dilini gözlemler. Ona göre hem korkutucu hem de büyüleyici bir dildir bu. Belki de son şiir türüdür.

 

Huie’nin Vaazı / Huie’s Predigt

1980, Renkli, 42′

Brooklyn’in ortasında, bakımsız ve yoksul bir bölgede bulunan Greater Bible Way Temple’daki Rahip Huie L. Rogers, kilise cemaatini coşkusuyla etkilemektedir. Werner Herzog burada yaşananları sakin ve odaklanmış bir şekilde, hiç yorum yapmadan izler.

 

Dr. Gene Scott: Televizyon Vaizi / God’s Angry Man
1980, Renkli, 44′

Televizyon vaizi Dr. Gene Scott yıllardan beri her gün kameranın karşısına geçerek Hıristiyanlıkla ilgili yorumlarını anlatır. Amacı, olabildiğince çok bağış toplamaktır.

 

Savaşçılar ve Failler

Fanatiklere Karşı Önlemler / Maßnahmen gegen Fanatiker
1969, Renkli, 12′

Münih Daglfing’deki at arabası yarış pistinde bazı tuhaf kişiler kameranın karşısına geçerek, atları fanatiklerden korumaları gerektiklerini anlatırlar. Ama ortada görünen bir tehlikeli durum veya tehdit yoktur.

 

Deutschkreuz Kalesi’nin Benzersiz Savunuluşu / Die beispiellose Verteidigung der Festung Deutschkreuz

1966, Siyah-Beyaz, 15′

Dört genç adam eski, terkedilmiş bir kaleye girer ve burada bir sürü silah, çelik miğfer ve üniforma bulurlar. Bu malzemelerle oynadıkları oyun giderek ciddiye döner. Rollerini benimsemeye, silahları ateşlemeye ve gelecek düşmanı beklemeye başlarlar. “İnsan kendini savunabilmelidir!”

 

Kasvetli Bir Ülkeden Yankılanan Sesler / Echos aus einem düsteren Reich

1990, Renkli, 87′

Orta Afrika Cumhuriyeti’nin diktatör başkanı olan ve kendini imparator ilan eden Jean-Bédel Bokassa’nın (1921 – 1996) izini süren belgeselin çıkış noktası, Bokassa’nın hapishanelerinde yatmış ve ölümden son anda kurtulmuş Amerikalı gazeteci Michael Goldsmith’in bir araştırması.
Küçük Askerin Şarkısı / Ballade vom kleinen Soldaten

1984, Renkli, 45′

Şubat 1984: Nikaragua’da Miskito yerlileri Sandinistalara karşı savaşıyor. Werner Herzog ve Fransız fotoğrafçı-gazeteci Denis Reichle,  özellikle Miskito savaşçıları arasında yer alan çocuk askerlere çeviriyorlar kameralarını.

 

Küçük Dieter’in Uçma Tutkusu / Little Dieter needs to fly – Flucht aus Laos

1997, Renkli, 80′

Dieter Dengler, Almanya’da Kara Ormanlar’da doğmuş, 18 yaşında pilot olmak amacıyla ABD’ye göç etmiştir. Sonunda Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne katılmış ve bir uçak gemisinde savaş pilotu olarak Vietnam’da savaşmaya başlamıştır. Laos üzerinde uçağı isabet alır ve Vietnamlılar tarafından esir alınır. Kaçmayı başarır ve Tayland’daki birliğine ulaşır. Herzog, Dieter ile San Francisco’daki evinde görüşüyor, onunla Uzak Doğu’ya gidiyor. Dieter ona kaçışı sırasında geçtiği yerleri göstererek yaşadıklarını anlatıyor.

 

Kalkış ve Düşüş

Oymacı Steiner’in Muhteşem Esrimesi / Die große Ekstase des Bildschnitzers Steiner
1973/1974, Renkli, 47′

Kayakla atlama eski dünya şampiyonlarından Walter Steiner’in alışılmadık bir portresi. Filmin merkezinde, Steiner’in 1974’te Slovenya’daki Planica’da yapılan uluslararası yarışmadaki atlayışları yer alıyor.

 

Parlayan Dağ: Gasherbrum / Gasherbrum – Der leuchtende Berg

1984, Renkli, 45′

Tanınmış dağcılar Reinhold Messner ve Hans Kammerlander Haziran 1984’te, Karakurum Dağları’nın 8.000 metrenin üzerindeki Gasherbrum 1 ve Gasherbrum 2 tepelerine tek bir seferde çıkmayı planlamaktadırlar. Herzog bu çok iddialı ve alışılmadık tırmanışa, sonsuz karların içindeki merkez kamp yerine kadar eşlik eder.
Umudun Kanatları / Schwingen der Hoffnung – Julianes Sturz in den Dschungel
1999, Renkli, 66′

1971 yılı Noel’inde bir yolcu uçağı, 92 yolcusuyla birlikte Peru’nun balta girmemiş ormanlarına düştü. Kazadan kurtulan tek yolcu olan17 yaşındaki Juliane Koepcke 12 gün sonra ortaya çıktı. 27 yıl sonra,  Werner Herzog Juliane ile birlikte kaza yerine gidiyor ve onunla birlikte yaşanan felaketin görünen ve görünmeyen izlerinin peşine düşüyor.

 

Gesualdo / Gesualdo – Tod für fünf Stimmen

1995, Renkli, 60′

1560’ta Napoli’de doğan ve 1613 yılında Gesualdo Şatosu’nda ölen besteci ve prens Carlo Gesualdo di Venosa’nın madrigalleri zamanının yüzyıllarca ilerisindeydi. Ancak  tanınmasının nedenleri arasında işlediği bir suç da vardı: Gesualdo, 1590 yılında kıskançlık yüzünden karısı Maria d’Avalos’u ve aşığını öldürmüştü.
Beyaz Elmas / The White Diamond
2004, Renkli, 87′

Ağaç tepelerindeki flora ve faunayı inceleyebilmek amacıyla küçük bir hava gemisi yapan uçuş teknisyeni Graham Dorrington, aracı Kaieteur Şelalesi yakınlarında test etmek istiyor. Biyolojik bulgulardan çok insanları uç durumlarda gözlemlemekle ilgilenen Herzog, ona Guyana yolculuğunda eşlik ediyor.

 

Uzaktaki Vahşi Mavilik / The Wild Blue Yonder

2005, Renkli, 81′

Bir uzaylı, uzak bir galaksideki aşırı soğumuş bir gezegenden kaçışını anlatıyor. Dünyaya yerleşme deneylerinden ve sonunda da CIA’den edindiği, diğer yöne doğru yapılmış bir yolculukla ilgili gizli bilgilerden söz ediyor. Bu hikayede beş astronot, yeni yaşam alanları aramak için uzaya doğru bir yolculuğa çıkıyor ve terk edilmiş gezegenleri, “uzaklardaki vahşi mavilikleri” inceliyorlar. 820 yıl sonra dünyaya döndüklerinde dünyanın terk edilmiş olduğunu görüyorlar.

 

Werner Herzog Hakkında

Werner Herzog – Sinemacı / Werner Herzog – Filmemacher

1986, Renkli, 30′

Werner Herzog’un görüşlerinden, filmlerinden kesitlerden ve bazı küçük belgesel nitelikli sahnelerden oluşan kısa bir otoportresi. Bu sahnelerde Herzog, efsanevi sinema tarihçisi Lotte Eisner’i, Paris’te ziyaret ediyor.

 

Sonuna Kadar… Ve Sondan da Öteye / Bis ans Ende… und dann noch weiter – Die ekstatische Welt des Filmemachers: Werner Herzog

Yönetmen: Peter Buchka
1988, Renkli, 60′

Yönetmenin görüşleri ve filmlerinden kesitlerden oluşan bir Werner Herzog portresi.

 

Filmlerim Neyse Ben Oyum – Bölüm 1 / Was ich bin sind meine Filme – Teil 1

Yönetmenler: Christian Weisenborn, Erwin Keusch

1976-78, Renkli, 93′

Werner Herzog ile ilgili bu portre, sanatçıyı insan olarak öne çıkarıyor. Film, soru soranın yakınlığından besleniyor, ama bu yakınlık aynı zamanda da anlamlı bir çaresizliğe de yol açıyor.

 

 

Filmlerim Neyse Ben Oyum – Bölüm 2… 30 Yıl Sonra / Was ich bin sind meine Filme – Teil 2… nach 30 Jahren

Yönetmen: Christian Weisenborn

2009/10, Renkli, 97′
Christian Weisenborn, 1976/78’de çektiği filmin ardından Werner Herzog’u Los Angeles’ta ziyaret ediyor ve belgeselleriyle ilgili sorular soruyor. Herzog’un filmlerinden örneklerle dolu bir söyleşi

(Yeşil Gazete)

Açlık Grevinde 49. gün

Cezaevlerinde süren açlık grevleri 49. gününde. Hükümet yetkililerinin tutukluların taleplerinin karşılanmasına ilişkin hiçbir adım atmaması tutukluları her geçen gün ölüme biraz daha yaklaştırırken, dışarıda tutuklularla dayanışmak ve seslerini duyurmak amacıyla gerçekleştirilen hemen her eylemde de polis müdahalesi yaşanıyor.

Mardin’in Mazıdağı ilçesinde bir araya gelerek PKK ve PAJK’lı tutukluların süresiz-dönüşümsüz açlık grevine dikkat çekmek için AKP Mazıdağı İlçe binasına yürüyen kitleye polis müdahale etti. Özel harekat timlerinin saldırısına uğrayan kitle içinde bulunan BDP Mazıdağı İlçe Yöneticisi ve Mardin İl Genel Meclis Üyesi Emanet Eneş polislerin attığı gaz bombasının başına isabet etmesi sonucu ağır yaralandı. Kaldırıldığı Mardin Devlet Hastanesinde ameliyat edilen Eneş hâlâ yoğun bakımda tutuluyor.

Demokratik Özgür Kadın Hareketinin (DÖKH) açlık grevlerine dikkat çekmek için Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi önünde başlattığı eyleme de polis müdahale etti. BDP Diyarbakır Milletvekili Emine Ayna, BDP Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan, BDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş, AP Eski Parlamenteri Feleknas Uca, BDP Diyarbakır İl Eş Başkanı Zübeyde Zümrüt, Barış Anneleri İnisiyatifi üyeleri ve tutuklu ailelerinin yanı sıra çok sayıda kadının katıldığı eylemi polis zor kullanarak dağıttı. Bunun üzerine kitle Dicle Yas Evi’ne doğru yürüyüşe geçti. Yas evi önünde de kitleye biber gazıyla müdahale eden polis 1 kişiyi gözaltına aldı. Öte yandan BDP Diyarbakır Milletvekilleri Nursel Aydoğan ile Emine Ayna dün geceyi cezaevi önünde oturma eylemi yaparak geçirdi.

Halkların Demokratik Kongresi İzmir bileşenlerinin Eski Sümerbank önünde dayanışma amacıyla başlattığı açlık grevi eylemine de izin verilmedi. Kitleye müdahale eden polis 13 kişiyi gözaltına aldı.

BDP Bursa il örgütü üyelerinin açlık grevlerine dikkat çekmek amacıyla AKP binasına yapmak istedikleri yürüyüş de engellendi. Polis yüzlerce kişiye tazyikli su ve gaz bombalarıyla müdahale etti. Kitlenin de karşılık vermesiyle mahalle aralarında çatışmalar yaşanırken, bir grubun ellerinde döner bıçaklarıyla kitleye saldırmasına da polislerce göz yumuldu. Olaylar uzun süre devam etti.

Demokratik Toplum Kongresi (DTK), cezaevlerinde süren açlık grevlerine ilişkin bugün yapılacak eylemlere katılım çağrısı yaptı. BDP’nin 30 Ekimde (bugün) yaşamın her alanında çalışanların genel greve gideceği, esnafların kepenk açmayacağı, şoförlerin kontak kapatacağı, ‘topyekün direniş günü’ kararı aldığı hatırlatılan açıklamada, “Kürt halkı bu karar çerçevesinde tarihi bir sorumluluk alarak topyekün direnişe katılmalıdır” denildi.

Cezaevlerinde açlık grevleri sürerken dışarıda da eylemler yayılıyor.
Şırnak’In Cizre ve İdil ilçelerinde açlık grevindekilerle dayanışma amacıyla kurulan ‘direniş çadırları’nda bir çok kişi açlık grevlerine başladı.

Mardin Artuklu Üniversitesinden bir grup öğrenci ve bazı öğretmenler de Mardin Karayolu Parkı’nda 2 günlük açlık grevi başlattı. Siirt’te BDP yöneticileri ve belediye meclis üyelerinin de aralarında bulunduğu 10 kişi BDP Siirt il binasında açlık grevi başlattı. Bir çok kentte kurulan direniş çadırlarına ziyaretler de devam ediyor. Mardin E Tipi Kapalı Cezaevi önünde süresiz-dönüşümsüz açlık grevi başlatanları ziyaret eden BDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş “Şu anda dört bir yanda binlerce arkadaşımız dışarıda ve içeride açlık grevlerinde” dedi.

BDP İstanbul Milletvekilleri Sebahat Tuncel ve Sırrı Süreyya Önder de Okmeydanı’ndaki Sibel Yalçın Parkı’ndaki açlık grevi çadırını ziyaret etti.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Mamak Meclisi de açlık grevindeki tutuklularla dayanışma amacıyla 1 günlük açlık grevi eylemi yaptı. HDK Mamak Meclisi adına konuşan Ali Ekber Çelik, “Bu talepler bir halkın talebidir, iradesidir. İrademizin çiğnenmesine, çocuklarımızın ölmesine izin vermeyeceğiz” dedi.

Özgür Demokratik Alevi Derneği (ÖDAD) tarafından Gazi Mahallesi’nde düzenlenen Halk Şöleni’nde konuşan BDP Muş Milletvekili Demir Çelik, açlık grevleri ile ilgili hükümeti uyararak “Bu yanlışlıktan dönün ve yoldaşlarımızın taleplerini kabul edin, yoksa zindanları başınıza yıkarız” dedi. 

Ankara Aydın Sanatçı Girişimi adına yapılan açıklamada, “Kürt halkının en temel hakları için cezaevinde canlarını ortaya koyarak direnenler an geçtikçe ölüme gidiyorlar. Seyreden olamayız!” denildi.

“Akıl ve vicdan bu trajediyi onaylayamaz. Direniş değil onları öldüren, bu haklı direnişe kayıtsızlık öldürüyor” diyen aydın ve sanatçılar,  toplumsal barışı eşit hakların yaşatacağını, eşitliğin insan onurunu var edeceğini dile getirdiler. Ahmet Telli, Aydın Çubukçu, Şükrü Erbaş, Mahmut Temizyürek, Akif Kurtuluş, Mehmet Özer, Sezai Sarıoğlu, Fatin Kanat, Adnan Caymaz, Oktay Etiman, Temel Demirer, Sibel Özbudun, Ali Balkız, Bora Balcı, Yılmaz Demiral, Özcan Yaman, Hicri İzgören, İkbal Kaynar, Fadıl Öztürk, Mansur Balcı, Metin Kahraman, Kemal Kahraman, Attila Durak, Bayram Balcı, Aynur Uluç, Sema Bakırcı,  Özgün E. Bulut imzası ile yapılan açıklamada “Vazgeçemeyiz. Ölümlerin toplumda açtığı yaralar asla kapanmaz. Unutamayız. Direnişlerini anlıyor; katil olmayı reddediyoruz” denildi.

Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Cezaevinde süresiz-dönüşümsüz açlık grevinde bulunan PKK’li tutuklular cezaevi yönetiminin kendilerini sindirmek için başta içecek su olmak üzere temel ihtiyaçlarını karşılamadığını belirttiler.

Ceyhan M Tipi Cezaevi’nde açlık grevine katılanların sayısı artarken, 14 tutukluya cezaevi idaresi tarafından açlık grevindekiler için yaşamsal önemde olan B1 vitamininin verilmediği belirtiliyor.

(Evrensel)

Cumhuriyet, polise rağmen kutlandı

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına Ankara’da polisin vatandaşlara karşı takındığı sert tutum gölge düşürdü. Ankara Valiliği’nin yasakladığı “29 Ekim Seferberlik Yürüyüşü”ne katılanlara polis Ulus Meydanı’nda biber gazıyla müdahale etti. Biber gazından bazı basın mensupları da etkilendi. Baruthane Kavşağı’ndan Birinci Meclis’e yürümek isteyen gruba da polis biber gazıyla müdahalede bulundu. Binlerce gösterici, Necati Bey Caddesi ve Gençlik Caddesi üzerinden Anıtkabir’e yürüdü.

Birinci Meclis önünde düzenlenen Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında Ulus Meydanı’ndan Anıtkabir’e yürümek isteyen gruba polis tazyikli su ve biber gazıyla müdahale etti.

Cumhuriyet Bulvarı’nda kurulan polis barikatının binlerce vatandaşın protestoları sonucu kaldırılması üzerine de kutlamaya katılanlar, Anıtkabir’e doğru sloganlar eşliğinde yürüyüşe başladı.

Polisin müdahalesi sırasında, civardaki bazı dükkanların camları kırıldı. Tazyikli su nedeniyle düşerek yaralanan ve biber gazından etkilenen bazı vatandaşlara sağlık ekiplerince müdahale edildi.

Cumhuriyet Bulvarı’ndan yola çıkan kalabalık bir grup, Ankara Garı, Tandoğan Meydanı güzergahından Anıtkabir’e ulaştı ve Aslanlı Yol’dan yürüyerek Anıtkabir avlusunda toplandı.

Ulus Meydanı’nda yaşanan olayların ardından ilk açıklamayı Anıtkabir’de yapan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu,

“O insanların ellerinde sadece Türk bayrağı vardı. Devletin polisi vardı biber gazı vardı yahu savaşa mı gidiyorsunuz. Cumhuriyet Bayramını kutlamak kadar doğal ne olabilir. Dedelerimiz kanla gözyaşıyla bu Cumhuriyeti kurdu. Amasya Tamimi’ni acaba okuyor mu bu hükümet üyeleri. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir hükümet bunun anlamını biliyor mu acaba. Cumhuriyet hükümeti cumhura önem veren hükümettir. Taşkınlık mı yaptılar, kapı cam çerçeve mi indirdiler hayır. Demiyor muydu Başbakan “bu bayramlar halktan kopuk. Stadyumlarda bayram kutlamayacağız” gelinen noktada AKP’nin stadyumda bayram kutladığını görüyoruz. Bayram kutlaması için izin alınmaz. Buradan eline bayrağını alıp kutlamasını yapan bütün yurttaşlarıma teşekkür ediyorum.”

Başbakan Erdoğan 29 Ekim yürüyüşünün yasaklanmasına gösterilen tepkiler üzerine kararı ” Ankara Valiliği şu anda kendi aldığı istihbaratlarla üzerine düşen görevi yapmaktadır” sözleriyle savundu ve “Buyursunlar hipodromda hep birlikte kaynaşarak bunu yapalım” dedi.

İstanbul’da Bağdat Caddesi’nde Fener Alayı, Vatan Caddesi’nde Havai Fişekler,  İzmir’de 200bin kişinin katıldığı kutlama

Öte yandan 29 Ekim, yurdun dört köşesinde gerçek bir bayram gibi kutlandı. İzmir’de 200 bini aşkın kişi Cumhuriyet yürüyüşüne katıldı.

İstanbul’da artık gelenekselleşen “Bağdat Caddesi Cumhuriyet Bayramı Kutlamaları”nda izdiham yaşandı. Ankaradaki olayların da etkisi ile Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında yer almak için Bağdat Caddesi’ndeki “Fener Alayı”na akın eden onbinler Bağdat Caddesi’nden Kadıköy’e kadar yürüyerek bayramı kutladı.

Cumhuriyetin 89. yıldönümü tüm yurtta renkli görüntülerle kutlandı. İstanbul’da Vatan Caddesi’nde resmi geçit töreni yapılırken, AKP’nin bayram kutlamasında pekçok havai fişek atıldı. En kalabalık kutlama ise İzmir’de yapıldı. İzmir’de, resmi törenlerin ardından bir araya gelen 200 bini aşkın İzmirli, Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü. Kalabalık, önce Gündoğdu Meydanı’na ardından da Birinci Kordon’dan Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü. Uzun bir kortej oluşturan topluluk yürüyüş boyunca ’Mustafa Kemal’in askerleriyiz’, ‘Yaşasın Cumhuriyet’ sloganları attı.

 

 

Niçin Yeşil Siyaset (II): Sosyal Adalet ve Eşitlik – Erkan Bayır

1970’lerde Avrupa’da ve dünyanın değişik yerlerinde biçimlenen ve ivme kazanan yeşil siyaset, köhne iktidar yapılarından ve örümcek bağlamış hantal kurumlardan farklı bir siyasi alternatif olma iddiasını taşır. Yeşil siyasetin farkı, hem kendi içindeki hiyerarşiyi reddeden örgütlenme biçiminde, hem de yaşam biçimi haline getirdiği eşitlik ilkesinde somutlaşır.

Yeşil siyasetin anladığı anlamıyla “eşitlik”, kültürel kimlik farklılıklarının ve çeşitliliğin özendirilerek korunduğu, ayrımcılığın ve hiyerarşinin kesinlikle reddedildiği, sömürünün ve köleliğin bütün biçimlerine karşı mücadele eden, dinsel-ırksal-etnik-fiziksel-sınıfsal-cinsel ayrıcalıklara karşı çıkan ve bu karşıtlığın tutarlı bir siyasetini geliştiren, halkın üzerinde konumlanmış kibirli bir askeri vesayete ve onun uzantısı olan sivil vesayetçiklere karşı çıkan, mevcut durumda eşit olmayan sosyal grupların da eşit olacağı bir ortamı arzulayan yaşam biçimidir. Bu eşitlik tanımı, gelecekte eşitlik mücadelesi verecek olan ve eşitlik tanımının şu anki kapsamında yer almayan “ezilen toplumsal grupları ve insanları” da kapsar, görünen ve görünmeyen ayrımcılık biçimlerine karşı çıkar, yasalara ve anayasaya veya hukuki metinlerin uygulamalarına dayalı eşitsizliği bitirme mücadelesi verir.

Yeşil siyasetin eşitlik tanımıyla aynı düşünsel düzlemdeki “sosyal adalet”, meslekler arası hiyerarşiyi reddeder ve mesleklere dayalı ayrımcılığa karşı çıkar, farklı meslek gruplarının ve sosyal grupların benzer bir gelir düzeyine sahip olmasını savunur, işçi sınıfının maruz kaldığı sömürünün ve olumsuz çalışma koşullarının ortadan kaldırılması için mücadele eder, bütün insanlar için eşit oy hakkının ve siyasete eşit katılım hakkının avukatlığını yapar. Yeşil siyaset, toplumsal yaşamdan tecrit edilen ve yok sayılan bedensel ve zihinsel engellilerin önüne çıkan tüm engelleri yok etmek için siyaset üretir. Yeşil siyaset, Kürt Sorunu’nun barışçıl-demokratik yollarla çözümünü ister ve Alevilerin eşitlik taleplerini ana siyasi hedefler arasında benimser.

Yeşil siyaset; toplumsal cinsiyet ayrımcılığını, heteronormatif patrimonyal düzeni yıkmayı hedefler, kadınların ve LGBT bireylerin maruz kaldığı şiddete ve ayrımcılığa zemin hazırlayan nefret söylemine ve nefret söyleminin yol açtığı nefret suçlarına savaş açar. Yeşil siyaset, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’yla tanınan veya tanınmayan bütün azınlıkların eşit yurttaşlık hakkını destekler, bütün dini inançların mensupları için inanç-ibadet özgürlüğünü ve ateistler için inanmama ve ibadet etmeme özgürlüğünü savunur, devletin Sünni İslam anlayışını kendi güdümüne almasına yol açan Diyanet İşleri Başkanlığı ile Din İşleri Yüksek Kurulu’nun ortadan kaldırılmasını ve bütün inançların devletten özgürleştirilmesini yüksek sesle dile getirir. Yeşil siyaset, gençleri ve yaşlıları farklı biçimlerde hedef alan yaşa dayalı ayrımcılığın önüne geçmeyi amaçlar.

* * *

Yeşil siyasetin eşitlik ve sosyal adalet tanımlarının önemli bir ayağını “eğitim” oluşturur. Yeşil siyaset, ders kitaplarının ayrımcı ifadelerden tamamen temizlenmesi gerektiğini savunur ve bütün çocukların nitelikli ve bilimsel eğitim olanaklarına eşit ve parasız olarak, ana dilinde ulaşabilmesi gerektiğini dile getirir. Yeşil eğitim sistemi, insanların ve diğer canlıların içinde yaşadığı çevreye ilişkin duyarlılığı eğitimin her kademesinde ve her döneminde zorunlu kılar, biyolojik çeşitliliği ve çevre mirasını öğretir, insanın diğer biyolojik türlerle ortak kökenden geldiğini bilimsel olarak ele alan evrim teorisini anlatır, insanı diğer canlılardan ve çevreden soyutlayan eğitim anlayışına karşı çıkar.

Yeşil siyasetin eğitim sistemi, beyin yıkama amaçlı resmi ideolojik tornadan geçirilerek sorgulama yeteneği yok edilen çocukların fabrikasyon üretimi değil; bilimsel araştırma ve sorgulama yeteneği gelişmiş, özgün hipotezler geliştirebilen ve okuduğu-gördüğü-öğrendiği bilgileri eleştirel olarak yorumlayabilen, yenilikçi, neden-sonuç ilişkisi kurabilen, katılmadığı bir görüşe özgürce itiraz edebilen, yaratıcı, farklı deneyimlere açık, önyargılardan ve ayrımcılıktan arındırılmış, katılımcı ve grup çalışmasına açık insanlar yetiştiren bir eğitim sistemidir. Yeşil eğitim sistemi, renklidir ve öğrenmeyi özendirir, okula gitmeyi işkence olmaktan çıkarır ve zevkli bir uğraş haline getirir. Yeşil eğitim sistemi yasakçı değil “özgürlükçü”dür, hiyerarşik-ayrımcı değil “eşitlikçi”dir, farklılıklara ve çeşitliliğe sahip çıkar, asimilasyona karşıdır. Yeşil eğitim sistemi, sanatsal yaratıcılığı ve özgürlüğü teşvik eder.

Yeşil eğitim; engelli öğrencilerin ve öğretmenlerin, engelsiz öğrenci ve öğretmenlerden soyutlanmadığı, engellilikle ilgili bilincin ortak çalışmalarla ve tüm öğrencilerin katılımıyla geliştirildiği bir eğitim anlayışını savunur. Okul binalarından ve sınıflardan başlanarak, bütün toplumun engelli erişimine açık binalarda yaşadığı; görme engelli alfabesinden engelliler için uygun tuvaletlere, engellilere uygun kütüphane ve araç-gereçlerden bina girişlerindeki rampa ve asansörlere kadar bütün ayrıntıların düşünüldüğü bir eğitim yaşamı ve sosyal yaşam, yeşil eğitim için vazgeçilmezdir.

Yeşil eğitim sistemi, askeri vesayet dayatan Milli Güvenlik Bilgisi dersine ve dini ayrımcılığa yol açan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine karşı çıkar, bu iki dersin müfredattan tamamen kaldırılmasını ve zorunlu din dersinin anayasadan çıkarılmasını savunur. Yeşil eğitim sistemi, mevcut haliyle toplumsal cinsiyet rolleri dayatan Beden Eğitimi dersini desteklemez; dersin içeriğinin eşitlikçi olacak biçimde değiştirilmesini, ayrımcılığa ve sporda fanatizm ile şiddete karşı mücadele için daha geniş perspektifli ve seçmeli bir spor dersi getirilmesini destekler. Yeşil eğitim sistemi, milliyetçi bir tarih yazıcılığına ve müfredatına kesinlikle karşı çıkar.

Yeşil eğitim sistemi, öğrencilerin görsel-işitsel olarak öğrenebileceği geri dönüştürülebilir ders araç-gereçlerinin ve çevre dostu eğitim teknolojilerinin gelişimine açıktır. Yeşil eğitim sistemi sansüre ve otosansüre karşıdır. Yeşil eğitim sistemi, teorik bilgilerin uygulamalı olarak desteklendiği deneysel ve teknik olanakları, sanatsal çalışmalar için gereken farklı sanatsal üretim malzemelerini ve atölyelerini, müzik enstrümanlarını, spor için uygun salonları ve spor araç gereçlerini her öğrencinin eşit erişimine açık olacak biçimde, her okulda ister.

Yeşil eğitim sistemi, öğrencilerin cinselliği eşitlikçi ve bilimsel bir biçimde öğrenebilmesi için, ayrımcı olmayan bir cinsellik dersini savunur, çocuk gelişimi ve eğitimine uygun olarak her insanın kendi bedenini keşfedebilmesini ve başka insanların hak ve özgürlüklerini ihlal etmeksizin cinsel konularda doğru kaynaklardan bilgi sahibi olabilmesini destekler. Yeşil eğitim, mobbing (yıldırma) ve fiziksel-psikolojik-cinsel tacize tamamen karşıdır, bu konularda sıfır tolerans ilkesini benimser, öğretmenleri ve diğer eğitim emekçilerini düzenli olarak bilinçlendirir; sınıf öğretmeni ve rehber öğretmenin, okul sorumlularının ve ailenin işbirliğiyle öğrencilerin ve eğitimcilerin vücut bütünlüğünün dokunulmazlığını garanti altına alır.

Yeşil eğitim sistemi, sosyal adalete ve eşitliğe dayalı bir toplumun inşası için, çocukların ve gençlerin ayrımcılıktan uzak bir eğitim ortamında yetiştirilmesi ve toplumun eğitim sayesinde sömürü ve ayrımcılığı, nefret söylemi ve nefret suçlarını, şiddeti ve fanatizmi, taciz ve tecavüz suçlarını kolektif bir sorumlulukla önleyebilmesi için yaşamsal önem taşır.

* * *

Yeşil siyasetin sosyal adalet ve eşitlik anlayışı, insanların hak arama kültürünü ve yeni toplumsal hareketleri destekler. Örgütlü bir toplum, insan hakları ihlallerinin önlenmesi için ve demokrasi bilincinin bütün topluma yerleşmesi için önemlidir. Örgütlü toplum, hiyerarşik dayatmaların ve demokrasi dışı müdahalelerin önüne geçer, gerekli bilinç geliştirildiğinde sömürüye ve ayrımcılığa karşı çıkar, sosyal adalet ve eşitlik için kendi mücadelesini vesayet altında kalmaksızın verir. Yeşil siyaset, örgütlü toplumu katılımcı demokrasinin gereği olarak ve toplumu umursamayan çarpık temsili demokrasi üzerindeki önemli bir baskı grubu olarak görür. Yeşil siyaset, örgütlü toplumun ve yeni toplumsal hareketlerin kendi öz örgütlenmesini ve öz yönetimini ilkesel ve düşünsel olarak benimser, sivil toplumun kendi içindeki özerkliğini devlet müdahalesi olmaksızın koruyabilmesini ve geliştirebilmesini ister.

Yeşil siyaset, sosyal ve ekonomik eşitliğin sağlanabilmesi için pozitif ayrımcılık gibi olumlu önlemlerin alınması gerektiğini savunur, toplumsal duyarlılığı ve sorumluluğu destekler. Yeşil siyaset, toplanan vergilerin ve diğer gelirlerin maddi ve sosyal açıdan dezavantajlı gruplar lehine istihdam yaratmak ve ayrımcılığa karşı mücadele etmek için harcanmasını ister. Yeşil siyaset, kamu ve özel sektördeki harcalamarın şeffaf ve hesap verebilir biçimde toplumsal ve hukuki denetime açık olmasını ister. Yeşil siyasetin hedeflediği yargı güçlüyü ve zengini asla kayırmaz, bütün insanların ve kurumların yargı denetimine açık olması gerektiğini savunur ve dokunulmazlıklara, siyasi sorumsuzluğa tamamen karşıdır.

Yeşil siyasetin sosyal adalet ve eşitlik anlayışı; ezilen, dışlanan, ayrımcılığa uğrayan, toplum dışına itilen, hor görülen, aşağılanan insanların savunucusudur. Yeşil siyaset, insanların ve bu insanların oluşturduğu toplumun mutluluğunu ve barışı hedefler. Toplumsal barış için, eşitlik ve sosyal adalet vazgeçilmezdir.

 

Erkan Bayır

twitter.com/erkanbayir

Büyükşehir Yasası üzerine…- İkbal Polat

İkbal Polat

TBMM’ye sunulan “Büyükşehir Belediyesi Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile ilgili sendika ve meslek odalar da görüşlerini açıklamaya devam ediyor.

Bir önceki “küçük/büyük değil özerk belediye” başlıklı yazıda ilgili kanun tasarısının anayasal düzeyde siyasal arka planını aktararak tartışmanın özerklik üzerinden gitmesi gerektiğinin altını çizdik.

Bu arada Çiftçi Sen ve TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın yasa tasarısı hakkındaki görüşleri yayınlandı.

Çok tuhaftır ki ikisi de benzer bir çerçeveden bakıyor. Birer yerel yönetim ünitesi olan İl Özel İdareleri ve Köy tüzel kişiliklerinin ortadan kaldırılmasının hizmet götürme ve de demokrasi açısından sakıncalarına değiniliyor. Ayrıca Çiftçi Sendikaları Köy tüzel kişiliğinin kaldırılıp mahalle olarak belediyeye bağlanmasının kırsal alanın tahrip edeceği ve köylülerin ihtiyaçlarının karşılanmasında zorluklar yaratacağını belirtiyor. Tarım ve Mera alanlarının imara açılması veya köylülerin bedava yerine parayla su kullanması gibi.

Meseleye öncelikli olarak vesayet ve demokrasi ilişkisi açısından bakalım.

İl Özel İdareleri ile köy tüzel kişilikleri, yerinden yönetimin önemli iki parçası olup şu an merkezi yönetim tarafından tüm görevleri gasp edilmiş bir emanetçi olarak görev yapmakta. Yani mevcut haliyle zaten merkezin emanetçisidir. Sürekli reform çabaları ile düzeltmeye çalışsalar da olmadı. Doğru düzgün bütçeleri yoktur ve her açıdan merkezi idareye bağlıdırlar. 1950’lerden sonra bu hale getirilmişlerdir. Mevcut durmumun demokratik olduğundan bahsetmemiz mümkün değil.

Zaten ortada antidemokratik ve merkeziyetçi bir yapı var.

AKP ise bir önceki yazıda ifade ettiğimiz üzere idare-i maslahatçılık yaparak anayasayı değiştirmek yerine Anayasanın 127. maddesinde büyükşehirlere özel bir yasal düzenleme yapılabilir ifadesine dayanarak bu yasal düzenlemeyi gerçekleştiriyor.

Ve il özel idarelerini kaldırırarak Büyükşehir Belediye Yönetimininin alanını genişletiyor. Bu süreci bir merkezileşme olarak okumak doğru değildir. Tam tersine il bazında seçilmişlerin, “yetki genişliği” ve “görevler ayrılığı” ilkesine göre sorumlu kılınmasıdır.

Bu yasal düzenlemenin en büyük iki eksiği şudur; birincisi sadece büyükşehirlerle sınırlı kalması ikincisi ise il özel idaresinin dışındaki bazı merkezi idarenin eğitim, sağlık, sivil savunma, sosyal hizmetler ve çevrenin korunması gibi il düzeyindeki görevlerinin ve yetkilerinin devridir.

Bu nedenle konu özerklik çerçevesinde ele alınmalıdır. Aksi takdirde iyi niyetli bahsedilen kaygılar, ulus devlet yapısının hiç bir sorunu çözemeyen merkeziyetçi yapısının korunması gibi problemli politik sonuçlarına hizmet eder.

Kent-Kır Ayrımı Değişiyor

Konuya vesayet rejiminin dışından ele alacak olursak, bir mahalle ile bir köyün idari örgütlenmesinin farklılığı nereden kaynaklanır? (Bu arada ikisi de muhtarlık mekanizması ile yönetilir. Biri belediyenin alanında diğeri ise il özel idaresinin alanındadır.) Buna cevap kent-kır ayrımı olacaktır. Lakin sanayi öncesi döneme ait olan bu ayrışma artık geçerli değildir. Sanayi devrimi sonrası gelişmeyle kırsal üretim pazara girip artı değer kentlere aktıkça ve ulaşımın kolaylaşarak coğrafyanın kısalmasıyla kent-kır arasındaki ilişki karmaşıklaşmıştır. Dolayısıyla bir mahalleye verilen hizmetle bir köye verilen hizmetlerin çoğu örtüşmekte olup bunlar belediyeler tarafından verilebilir.

Ayrıca büyükşehirlerdeki kentleşme hızı artmakta, mücavir alan gibi yaklaşımlar geliştirilse de bu büyüme kontrol edilemez durumdadır. Belediye, sınırları dışındaki alanlarla ilgili karar hakkına sahip değildir zira buraları il özel idarelerinin alanına aittir. Bir ilde üç farklı idari yapılanma karar alabilmektedir, 1, belediye, 2. il özel idaresi, 3. köy tüzel kişiliği. Bu da parçacıl bir plan ve yönetim yapısını doğurmaktadır. Özellikle İl Özel İdarelerinin, kentin yakın çevresinde yaptığı parçacıl plan ya da parsel bazında kararların, kentin büyümesinin yönüne ve de kırsal alana verdiği zararlar yığınladır.

En güzel örneği yine her zaman olduğu gibi hemen Bursa’dan vereyim. Bundan bir zaman önce Bursa’da bir tekstilci iş adamı vardı. Çiller döneminden, Cavit Çağlar. İşte bu kişi, 90’ların başında medyanın ve sitelerin sermayenin yeni üretim alanı olduğunu keşfedince, kentte iki şey yaptı. Bir Olay Medya’yı, iki Yeşil Şehri kurdu. Yeşil Şehir ise şöyle kuruldu. Bursa ovasının 1 derece tarım arazisinde, özel mahsül alanına dönemin ilk uydu kenti olarak inşa edildi. Çağlar, ovada topladığı arazisi için önce Büyükşehir Belediyesinden plan yapmaya kalkıştı ama dönemin Belediye Başkanı Erdem Saker gerekli plan değişikliğini yapmadı. Bunun üzerine Çağlar, büyükşehir belediyesi sınırlarından dışarı çıktı ve oradaki belde belediyesi, il özel idaresi ve Valilik’le işini çözerek, Bursa ova koruma alanının tam ortasına korkunç bir şehri yerleştirdi. Ve şimdi kent son hızla ovaya doğru büyümekte. Benzer bir çok örnek diğer kentlerden de verilebilir.

Peki belde belediyesi planı doğru yapamaz mıydı? İşte mesele burada belde belediyelerinin de, köy tüzel kişilerin de il özel idarelerinin de bütçesi ve yapabiliteleri sınırlı. Ayrıca plan, il bütününde yapılarak denetlenmeli. Dolayısıyla bu yapılardan etkin ve doğru bir yönetim beklemek yanlış. Ayrıca birbirinin içine geçmiş ve ayrışmanın kalmadığı mekansal süreçlere farklı idari örgütlenme düşünmek de yanlış.

Dolayısıyla kentsel ve kırsal alan yerine, gelişmeye açık alan-gelişmeye açık olmayan alan gibi bir ayrıma gitmek, bütüncül bir yönetim ve gelişim anlaşıyını inşa etmek daha anlamlı. Bu nedenlerle büyükşehirlerde, belediye sınırının il sınırına dayanarak plan ve hizmet üretmesi doğrudur.

Duble yol, Deniz Otobüsü, Hızlı Tren Kentleri /Bölgeleri Değiştiriyor

Yasa tasarısı ile konu edilen diğer bir sorun ise belediyenin il sınırlarında yeterli hizmet verip verememesidir.

Belediye dediğimiz kurumun ihtiyaç olarak ortaya çıkışı yaya kentten otomobil kentine geçiş sürecine denk gelir. Yürüyerek, yaya olarak eriştiğiniz bir yerleşimde ev ve iş yeriniz aynı yerde olur, gereken hizmetler de bellidir. Hatta bu gereksinimleri, belediyeye bile gerek olmadan kendi kendinize çözebilirsiniz. Arabanın gelmesiyle bir çok yapılan iş mekansal olarak ayrışmaya başlıyor, yerleşimin bir ucunda yaşamaya diğer ucunda çalışmaya öteki ucunda ise eğlenmeye gidilmeye başlanıyor. Böyle olunca da ulaşım, alt yapı başta olmak üzere bir çok kentsel hizmetlerin karşılanması ihtiyacı açığa çıkıyor. Ulaşım teknolojileri bizim yerleşimlerimizi de hizmetlerimizi de değiştiriyor. Bir de iletişim teknolojileri de işin içine girince bu iş daha da karışıklaşıyor. Artık il düzeyinde her yöne ulaşım ve iletişimin imkanları artmış durumda.

Bırakın il sınırının içini, bölgesel olarak bile değişimin emareleri var. Misal Bursa kent merkezinden deniz otobüsüyle 2,5 saatte Taksim Meydanında operaya gidebilir, ya da hızlı trenin gelmesiyle 1 saat içinde Ayvalık’ta olup akşam yemeğini Cunda’da yiyebilir, 3 saatte Ankara’da yeni partinin MYK toplantısına katılabilirsiniz. Duble yollar, deniz otobüsleri, hızlı trenler, uçaklar yerleşimlerin gelişimini değiştiriyor.

Dolayısıyla bir dönemin yol geçmez, kervan gitmez köşelere hizmet götürmenin emanetçisi olan kurumlara ihtiyaç azalıyor.

Lakin bu noktada yine iki sorun ortaya çıkıyor. Birincisi Çiftçi sendikalarının altını çizdiği kırsal alanın sürdürülebilir olarak korunmasının nasıl sağlanacağıdır. Bu sorunun cevabını aramak için de 1924 Köy Kanunun yeniden ele alınarak köylerin sürdürülebilir gelişimi için normlar oluşturulmayı konuşmaya başlamamız gerekiyor.

İkincisi ise halkın karar süreçlerine sonuç aşamasında değil kurgulama aşamasında katılacağı doğrudan demokrasi sürecinin nasıl işleyeceği hususudur. Bunun için de yerel seçim mevzuatını değiştirmekle başlayan köklü bir yerel yönetim reformuna ihtiyaç var.

 

İkbal Polat

Amerikalılar Tabiat Ana’yı hatırladı

Foto: Adam Welz

New York, (Yeşil Gazete) – Sandy Kasırgası ABD’nin doğu sahillerinde etkisini göstermeye başlamışken kasırganın etki alanındaki 60 milyon Amerikalı’da  bekleyiş yerini paniğe bırakıyor. Kuvvetli kasırga ile birlikte aşırı yağışların ve denizin yükselmesinin sonucunda sel baskınları bekleniyor.

Kasırgadan etkilenecek şehirlerin başındaki New York’ta Pazar akşamından itibaren metro ve otobüs seferleri durduruldu, okullar tatil edildi. Broadway showları iptal edildi, akşam saatlerinden itibaren şehirde açık bir Starbucks bile bulunmuyor. Endişeli bir bekleyişin hâkim olduğu şehirde insanların süpermarketlere hücum ederek başta tuvalet kâğıdı olmak üzere tüketim mallarını stoklarını bitirdi.

New York’tan birçok iç ve dış hat uçuşları da yapılamıyor. THY’nın pazartesi günü yapılacak İstanbul – New York  ve Washington uçuşlarının da iptal edildiği bildirildi.

Bugün itibariyle, Wall Streetteki bir çok banka ve finans kuruluşu faaliyetlerine ara verdi.

Televizyonlar olağan akışlarını keserek etkisini Çarşamba akşamına kadar göstermesi beklenen Sandy kasırgası haberlerine geniş yer veriyor. Birçok eyalette zorunlu tahliyeler başladı. Özellikle sahil kesimlerindeki yerleşimlerin büyük oranda boşaltıldığı açıklanıyor. Yetkililer sık sık alınan tedbirleri sıralayarak vatandaşları uyarıyorlar. Yetkilerin konuşmalarında sık sık Tabiat Ana’ya referans vermesi ise ABD için alışılmış bir durum değil.

Doğu sahillerinde hayatı altüst eden kasırga yaklaşan Başkanlık seçimleri öncesi yürütülen siyasi kampanyaları da etkiledi. Gerek Obama’nın, gerek Cumhuriyetçi Başkan adayı Romney’in birçok seçim toplantısı iptal edildi. Başa baş giden seçimler öncesi planları büyük ölçüde bozulan her iki aday şimdiye kadar yaptıkları seçim çalışmalarında küresel ısınmadan ve etkilerinden hiç bahsetmemeleri nedeniyle eleştiriliyordu.

Sandy kasırgasını bekleyen New York’ta bir grup aktivist bir gösteri yaparak  İklim Değişikliği konusunda adayların gösterdiği suskunluğu kınadılar. Times meydanında toplanan 350.org aktivistleri “İklim Suskunluğuna Son” pankartı açtılar.

Bilim insanları küresel ısınmanın Sandy kasırgası gibi bir çok aşırı iklim olayının nedeni olduğuna dikkat çekiyorlar. Son yıllarda yeryüzünün ortalama sıcaklığı artmaya devam ederken, atmosferin 1970 yılına oranla %4 daha fazla rutubet tuttuğunu ve bunun da yağmurları artırdığını belirtiyorlar.

Son yıllardaki aşırı hava olayları, özellikle kuraklık, sıcaklık dalgaları, orman yangınları Amerika’yı feci şekilde etkiledi ve Amerikalıların iklim konusunda daha duyarlı olmasına yol açtı. İklim Değişikliği İletişimi isimli Yale Projesinin bulgularına göre Amerikalıların %70’i küresel ısınmaya inanıyor.

Yeşil Gazete Haber Merkezi (New York), 350.org

Kurban manzaralarından tiksinmenin kısa olmayan tarihi

Kurban bayramı geldi. Malum, her kurban bayramında benzer bir tartışma yaşanıyor: Kurban kesimi sırasında yaşanan “manzara”lara (böyle deniyor gazetelerde) toplumun bir kesimi şiddetle itiraz ediyor. Diğer bir kesimse geleneklerden, dini vecibelerden ve bazen hayvan kesmenin (mezbahalarda kesmeye kıyasla) daha az yabancılaşma içerdiğinden bahsediyor. İtiraz edenlerin farklı, hattâ bazen birbiriyle hemen hemen hiç örtüşmeyen gerekçeleri var. Keza, kurban kesen veya kesmeye sıcak bakan insanlar da homojen bir grup oluşturmuyor. İki grup içinde de yaklaşım bakımından önemli farklar var. Bazı durumlarda kurban kesimine itiraz edenler ve kesimi savunanlar arasındaki fark pek büyük değil. Uyuşmazlık daha çok yönteme, prosedürlere yönelik. Bazı durumlardaysa bu tek tartışma, kişilerin hayattaki duruşuna dair daha genel bir ayrışmaya tekabül ediyor.

Bu yazıda, kurbanla ilgili günümüzdeki tartışmaları değişik bir tarihsel perspektiften yeniden değerlendireceğim. Gelişmiş-geri kalmış, inançlı-inançsız, hayvan dostu-zalim gibi ayrımların ötesine geçip daha geniş bir zaman dilimi üzerinden insan-hayvan ilişkilerine bakmak istiyorum. Hayvanların insan toplumları üzerinde ne kadar belirleyici olduğu konusunda genel bir sessizlik hakim. Oysa benim iddiam şu: Hiç alâkası yokmuş gibi gözüken birtakım toplumsal süreçler dahi insanın hayvanla kurduğu (ya da kuramadığı) ilişkilere dayanıyor olabilir. O anlamda, kurban kesimi karşısında gösterilen (olumlu ya da olumsuz) tepkilerin dahil olduğu daha geniş bir bağlam var. İşin aslı, bu tartışma sadece Türkiye ile ya da kurban kesilen müslüman ülkelerle de sınırlı değil. Tartışmanın ana eksenleri (hayvanların konumunun ne olduğu) uzun süredir çeşitli şekillerde tartışılıyor. Niyetim, bu tartışmayı sürdürmek.

Fakat bundan evvel, kurban tartışmaları etrafındaki farklı pozisyonları şöyle bir toparlamak istiyorum. Zira, dediğim gibi, yapılan itirazların hepsi aynı değil, hattâ ilk anda birbiriyle tutarlı bile gözükmüyor. Bunları ayırmak lazım. Ancak baştan söyleyeyim, bu yazıda farkların göründüğü kadar büyük olmadığını savunacağım.

Kısaca, önce kurban tartışmalarındaki çeşitlilik üzerinde duracağım (1. Bölüm). Ardından bu farklı pozisyonları ortaya çıkaran ortak tarihsel eğilimlere bakacağım (2. Bölüm).

1- Kurban Tartışması: Kısa Bir Özet

Kurban kesmek bir ibadet. İnanmayanları bağlamaz; ama inananlar için bu tartışmadaki başlangıç noktası bu. Ancak İslam içinde de bazı ihtilaflar yok değil. “Kurban kesmek tümüyle vahşettir”, denmiyor elbette, ama çeşitli mezhepler vacip mi yoksa sünnet mi olduğu ya da kimlerin mükellef olduğu konusunda farklı uygulamalar geliştirmiş. Son dönemlerde İhsan Eliaçık’ın kurbanla ilgili bir çıkışı oldu. Kurban kesmenin farz olmadığını, özellikle bu zor zamanlarda bu kadar kurban kesmenin israf olduğunu, kurbanın hacca gidenlerce kesilmesi gerektiğini savundu.

İhsan Eliaçık’a göre, Türkiye’de aynen derin bir devlet yapılanması olduğu gibi derin bir din var. Tarhan Erdem’in yaptırdığı ankette, domuz eti yememenin (%98) ve kurban kesmenin (%95) müslümanlığın en büyük emareleri sayıldığı ortaya çıkmış. Kuran’da geçen daha önemli mevzular (mesela faiz ve zekat) sonlarda yer alıyormuş. Eliaçık’a göre bunun sebebi, dinin şaman ritüellerinden sıtkını sıyıramamış olması ve elbette insanın nefsine yenilmesi.[1]

Gerçekten de kurban ayinleri İslam’dan, hattâ semavi dinlerden çok daha önce ortaya çıkmış. Buna “şaman kültürü” demek ne derece açıklayıcı emin değilim; ama Barbara Ehrenreich’a göre kurban etmenin ve kurban kanı akıtmanın tarihi, insanın vahşi hayvanlara karşı savunmasız olduğu dönemlere kadar gidiyor. [2] Kurban, tanrılardan önce vahşi hayvanlara veriliyor. Zaten ilk tanrı figürleri de vahşi hayvanlar olarak resmedilmiş. Ardından semavi dinler bu ritüelleri devralıyor.

Ayrıca Eliaçık’a göre, İslam’daki kurban, doğru şekilde yorumlanmıyor. Allah’a kurban sunma, temel olarak [Allah’a] yakınlaşmaya çalışmak demek. Çünkü “kurban” kelimesi Kur’an’da bir yer hariç (o da Yahudiler’in “yakmalık sunu” emretmediği için peygamberi reddetmelerine istinaden gelmiş, Al-i İmran Suresi: 138), “yakınlaşma, yakınlık” anlamında kullanılmış hep. Eliaçık’tan aynen alıyorum: “Kur’an’da Q-R-B kökünün geçtiği 96 yerde de böyledir. Adem’in iki oğlu kıssasında da bugünkü anlamıyla “kurban kesmek” dediğimiz şey değil; yakın olmak için yakınlaşmak isteği (qarreben qurbânen) dile getirilir. ‘Allah’tan başka yakınlaştırıcı ilahlar (qurbânen âlihe) edindiler’ ayetinde geçtiği gibi.” [3]

Kısaca kurban, Eliaçık’a göre, bilhassa adalete dair can yakıcı meseleler ortada dururken müslümanlığın en önemli emarelerinden biri olarak addedilemez. Üstelik illa ki bir hayvan kesme şartı koşmak durumunda değildir, başka açılımları/yorumları olabilir. O anlamda İslam içinde kurban kesmeye getirilen eleştiriler bir hayli radikal olabiliyor, bambaşka duyarlılıklardan kaynaklansa da…

Buna mukabil, kurban kesmeye getirilen her itiraz ille de kapsamlı bir eleştiriye dayanmak durumunda değil. Örneğin bir kısım insan, kurban kesmeye doğrudan karşı çıkmasa da uluorta kesmenin hijyenik olmadığını savunuyor. Görüntü kirliliğinden, kokulardan hoşlanmıyor. Bu şekilde hayvan kesmeyi “vahşet” olarak niteliyor, hayvanlara eziyet edildiğini düşünüyor. Buna yakın bir başka gerekçe ise çocukların hayvan kesimi sırasında “travmatize” olması. (Çocuk konusuna ikinci bölümde geri geleceğim.) Gazetelerin büyük bölümü ve ders verdiğim sınıftaki öğrencilerin çoğu, kurban meselesini bu şekilde değerlendiriyor.

*Radikal, “Kurban Bayramında Bildik Türkiye Manzaraları”, 8 Aralık 2008

Sınıfta öğrencilerle mezbahalarda yaşanan vahşete dair belgeseller izledik . İçlerinden biri de Earthlings‘di.[4] Öğrencilerden kimisinin midesi bulandı; hattâ ağlayanlar oldu. Vahşet (eğer bu kelimeyi kullanacaksak) gözden uzak olduğu zaman azalmıyor. Sadece biz görmüyoruz. O anlamda uluorta et kesmek aslında işin doğasını çok da değiştirmiyor: Bir hayvanın bıçakla boğazı kesiliyor. Mezbahalar (eğer vahşetten gerçekten rahatsızsak) yalnızca vicdanları temiz tutmaya yarıyor.

Neyin hijyenik veya güvenli olduğu konusu da ayrıca tartışılabilir. Yakın zamanda eti “entegre tesisler”de kesen Et Balık Kurumu’nun, veremli ve hattâ ölü hayvanların etlerini piyasaya sürdüğü iddia edildi. Çıkan haberlere göre piyasadan toplanan ölü hayvanlar, üstüne EBK amblemi vurularak satılmış.[5] Denebilir ki Türkiye’de kurumlar yoz, zaten her şey aksıyor. Peki “gelişmiş” ülkelerdeki deli dana hastalığına ne diyeceğiz? Sadece tek bir hastalık da değil. Gayet sistemli bir arızadan bahsediyoruz. The Center for Disease Control (CDC) raporuna göre Amerika’da her yıl 325 bin kişi yemek yüzünden hastanelik oluyor, bu hastalıkların çoğu et ürünlerinden kaynaklanıyor. Her yıl beş bin kişi bu yüzden ölüyor.[6] Türkiye’de kurban etinden zehirlenip ölen biri var mı ben bilmiyorum. Üstelik etin yenen kısımları, hayvan uluorta kesilmiş de olsa zannedildiği gibi toprağa-çamura bulaştırılmıyor.

Zerre bilgimizin olmadığı “kurumsal” süreçlerin hijyenik ya da güvenilir olduğuna dair inancı biraz sorgulamak gerekiyor belki de. Daha da önemli husus şu: “Hijyenik” ürünlerin sağlıklı olduğunu neye dayanarak varsayıyoruz? McDonald’s hamburgerleri hijyenik olabilir; ama bu sağlıklı oldukları anlamına gelmiyor.

Geri dönersek, bu ilk gruptaki itirazlar daha ziyade kesim yöntemine veya kesim yerine yönelik.[7] Ancak işin sınıfsal bir boyutu olduğu da aşikâr. Kurbanda “mide bulandırıcı” bir taraf var; ancak bunun kan kokusuna mı, hayvan ölüsüne mi yoksa onu kesenlere mi yöneldiği bazen tam olarak belli olmuyor. Türkiye’deki sınıf nefreti bir hayli derin ne de olsa.[8]

Kimi insansa kurbana karşı olmamakla birlikte ritüel kısmından vazgeçebiliyor. İHH gibi kurumlar aracılığı ile mesela Afrika ülkelerine kendi kesmediği kurban etini yolluyor. Temel gayeleri Allah’a ibadet ve fakirlere yardım etmek, bizatihi kurban kesmek değil. Fakirlere yardım etmenin başka yolları var mıdır, “yardım etmek” dışında başka yollar var mıdır veya kurban eti göndermek ekolojik açıdan anlamlı mıdır gibi tartışmalar önemli; ancak burada bunlara değinmiyorum. Gene de bu şekilde et yollamanın, kurbana getirilen biraz daha farklı bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. İşin ritüel boyutundan ziyade, daha dünyevi olan yardımlaşma gayesi ağır basıyor.

Kurban kesmeyi (gönülsüzce) savunan bir diğer grup ise ehven-i şer diyor. Yani mezbahalarda kesilmiş endüstriyel etleri yemektense bir insanın hayvanı kendi kesmesi daha iyidir, tezini savunuyorlar. Bu görüşe göre, et kesmenin en azından yabancılaşmaya direnen bir tarafı var. Önemli bir iddia bu, zira gerçekten de insanın yediği ile giderek açılan mesafenin üstünde ciddi ciddi düşünmek gerekiyor. Ancak bunun yolunun hayvan kesmeye başlamak olduğunu zannetmiyorum. Pazardan birkaç gün önce satın alınmış bir hayvanı kesmek, hayvanla ancak çok sınırlı bir bağ kurmak anlamına geliyor. Üstelik gizli bir varsayım var burada: “Eski zamanlar daha iyiydi, günümüz toplumu bozuldu.” Bundan emin değilim. Günümüzde pek çok mesele var, evet; ama geçmiş de, hayvanlar açısından pek de romantize edilecek bir yer değil. İnsanlarla hayvanların geçmişte uyum içinde birarada yaşadığını söylemek temelsiz bir genelleme, pek çok tür için geçerli değil. Hattâ aksine, evcil hayvanlarla dahi organik bir uyumdan ziyade, insan ve hayvan arasında gözetilen hiyerarşik ve kesin bir ayrım var. Buna ne derece uyum denebilir bilmiyorum. Dolayısıyla, çeşitli hayvanların soyunun tükenmesinin veya zulme maruz kalmasının bir hayli köklü bir tarihi var, bunu görmek için “modern” zamanlardan çıkıp (yani her şeyi modernlikle bağdaştırmayıp) daha gerilere bakmak gerekiyor. İkinci bölümde buna daha etraflıca değineceğim.

Son olarak ekolojik itirazlar var. Benim de dahil olduğum, giderek büyüyen ve sesi son yıllarda daha çok çıkan bir grup bu. Hayvan yemenin çok masraflı olduğunu, ama bu masrafın fiyat etiketine dahil edilmediğini; petrole, endüstriyel tarıma, bol tüketime dayalı hayvan üretiminin (hayvan yetiştirmek değil) suya, balığa, insana, topluma, havaya zararı olduğunu söylüyorlar. Kurban kesmeye itiraz ediyorlar; ama itirazları sadece manzaranın kötülüğüne ya da bazı kesimlerin kötü uygulamalarına yönelik değil. Hayvanlara işkence yapılmasını istemiyorlar elbette; ama mezbahada bu işin “hallolunduğunu” da düşünmüyorlar. O anlamda yaptıkları itiraz kurban kesmekle sınırlı değil. Daha ziyade bir meta olarak etin üretimi, tüketimi ve dağıtımıyla, bunun çevreye, yani hepimize etkisiyle ilgileniyorlar.

Toparlamak gerekirse, her ne kadar olasılıklar kesmek ve kesmemekle sınırlanmış olsa da, kurban tartışmasında iki kamptan bahsetmek mümkün değil. Tartışmaların kendine özgü dinamik bir seyri ve farklı tarafları var. Bazı durumlarda kurban kesmeyi savunanların ve kesmeyenlerin benzer gerekçeleri olabiliyor. Savunulan fikir kadar, o noktaya nasıl ulaşıldığı da bir hayli önemli aslında.

Peki hayvan kesmekten tiksinmenin veya gösterilen rahatlığın tarihsel kaynakları neler olabilir? İkinci bölümde bunlara değineceğim. Böylelikle yukarıda tarafları sunulan tartışmayı farklı bir ışıkta değerlendirmek mümkün olacak diye umuyorum.

2- Hayvanlar, Seks Filmleri ve Kill Bill

Kazım Öz’ün yönettiği “Son Mevsim: Şavaklar” isimli belgeselde Çemişgezek civarında yaşayan Şavak topluluğunun hayvanlarla ilişkisi anlatılır. Sinemada seyrettiğimde çok etkilenmiştim. Şavaklar’ın hayvanların biyolojik döngülerine uygun bir yaşamları vardı. Bir sene boyunca koyunlarla dağ tepe dolaşıyorlardı. Bir tür şefkatin varlığından bahsetmek dahi mümkündü. Belgeselin sonunda koyunları mezbahaya satan adam, bir koyuna sarılıp hüzünleniyordu mesela.

Bizim bildiğimiz anlamda bir hayvan sevgisi değildi bu. Kimi zaman hayvanlara son derece gaddar davranıyorlardı. Mesela bir sahnede, atlardan biri sırtındaki onlarca kiloyla beraber dik bir yamaçta yığılıp kaldı. Yanında yürüyen kadın ata elindeki sopayla vurmaya başladı. Defalarca. Atın gerçekten acı çektiği her halinden belliydi. Ayağa kalmaya çalıştı, beceremedi, düştü. Bir süre sonra at, denemeyi dahi bıraktı, sopalar karşısında mahzun bir şekilde kafasını eğdi. Fakat kadın dayağa bir türlü son vermedi.

Sinema salonundaki insanların bu sahnede homurdandığını hatırlıyorum. Gerçekten de oldukça rahatsız edici bir sahneydi. Muhtemelen şehirli seyircilerin kafasında kurdukları bütün o uyum, doğal hayat, insanla hayvanın bütünlüğü vs. hayalleri paramparça olmuştu. Hayvanlara en yakın insanlar, eli titremeden bir hayvana doğum yaptıranlar, aynı zamanda hayvanlara en feci şekillerde zulmedebiliyorlardı. Buna mukabil, muhtemelen gösterilen koyunların bakımı konusunda hiçbir fikri olmayan sinemadaki seyirciler ise hayvanları bir şekilde seviyordu. Daha doğrusu başka türlü seviyorlardı. Kılına zarar vermeyecek şekilde… Hayvanların bu şekilde acı çekmeleri onları rahatsız ediyordu.

Richard W. Bulliet “Hunters, Herders and Hamburgers” [Avcılar, Çobanlar, Hamburgerler] isimli kitabında insanların hayvanlarla olan ilişkilerinden yola çıkarak farklı toplum yapılarının varlığından bahseder.[9] Günümüz şehir hayatı, onun sınıflamasıyla, “postdomestic” dönemdir. Bu dönemin ayırt edici özelliği, insanların hem psikolojik hem fiziksel olarak giyecek ve yemek sağlayan hayvanlarla yaşam alanlarını ayırmış olmasıdır. Hayvana olan bağımlılık, toplumdaki bir kesimin doğrudan deneyimi olmaktan çıkar. (Bağımlılık derken sadece kıyafet-yiyecekten fazlası var aslında. Mesela 1840’lara kadar Londra ve New York gibi şehirlerde çöpleri temizleyen ve ortada serbestçe dolaşan domuzlar geri gelmeyecek şekilde kaybolur.)

Ezici çoğunluk, et ve hayvan ürünleri tüketmeye devam eder; ama giderek daha fazla sayıda insan hayvanlar karşısında utanç, tiksinme, suçluluk gibi duygulardan bahseder. Hayvanlar sevilir. Hattâ kedi köpek gibi ev hayvanları bir aile ferdi gibi, yani insansı özellikler atfedilerek sevilir. Bulliet’e göre bütün bunlar köklü ve görece yakın tarihlerde ortaya çıkan bir kopuşun göstergesidir aslında.

Buna karşılık “domestic” toplumlarda hayvanlar süregiden hayata dahildir; hayvanlarla birarada yaşanır. Bu durum, çocuklar açısından önemli bir fark yaratır. Küçük yaşlardan itibaren hayvanlarla haşır neşir olan çocuklar, hayvan cinselliğine maruz kalırlar ve kesilen hayvanların kanını görmeye alışırlar. Bunları (travmatik olabilecek tek bir deneyimin aksine) tekrar tekrar görmek duyuları yatıştırır. Bulliet, hayvanları gözlemleyerek cinsellikle on iki yaşında tanışanların, altı yaşında tanışanlara kıyasla cinselliğe daha aç bir ergenlik geçirdiğini söyler.[10]

Sonuçta günümüz şehirli toplumları, çocukları kan ve cinsellikten sakınır, en azından sakınmaya çalışır. Cinselliğin ve kanın hayatın parçası olduğu ortam, fiziksel olarak uzaklaştırılmıştır. Ancak bu ikisi bir şekilde başka kanallardan geri döner. “Postdomestic” toplum, cinselliğin ve kanın artık gerçeklikten kopuk bir şekilde teşhir edildiği kendine has bir kültür yaratır. Hemen her ürün cinselliğe bulanır, dev bir porno sektörü oluşur, reklâmlar-gazeteler cinsellikle kafayı bozmuş gibi erotize edilmiş bedenleri sergiler.

Gerçeklikten kopuk derken kasıt şu: Hayvan cinselliğinin kendine has fiziksel bir sınırı vardır. İki hayvan cinsel ilişkiye girer, nokta. Oysa “postdomestic” cinsellik daha ziyade bir fantazidir. Devamlı kışkırtılır, daha fazlası teşhir edilir, tatminsizdir. Sınırlar zorlanır.[11] Cinselliğin bu hali son derece cinsiyetçidir; ama bu durum sadece erkek egemenliği ile açıklanamaz.

Kan için de benzer bir süreç işler. Televizyonlardan, bilgisayar oyunlarından, gazetelerden tabiri caizse kan fışkırır. Kan da cinsellik gibi devamlı biraz daha fazlalaşır, şiddetin raddesi artar. Tarantino filmlerinin bu kadar geniş bir izleyici kitlesi tarafından beğenilmesinin bir hikmeti vardır elbette. Geçmişteki savaş dönemlerinde bile çocukların bu kadar kana maruz kaldıklarını zannetmiyorum. O halde şu sonuca varmak mümkün aslında: Çocukken kan-ölüm görmeden büyümenin kendine has bir “travması” olabilir.

Tekrar ediyorum: Bu şekilde gösterilen kan ve şiddet, gerçek kan ve cinsellikten farklıdır, yerini doldurmaz. Bir kere, estetik kaygılar güdülür, gerçek dışıdır. Şiddeti ve cinselliği kişilerin sınırlı deneyim dünyasından çıkarıp soyut bir imgeye çevirir. Ölüm karşısında üzüntüye imkan tanımaz. Kamera hızla hareket eder. Cinsellik ise doyum sağlanan bir eylem olmaktan çıkar, açlığı çekilen ve hep daha fazlası istenen bir arzuya dönüşür.

Bulliet’e göre hayvan ve insan ilişkisinin bu kapsamlı dönüşümünün başka izdüşümleri de bulunur. Örneğin vejeteryanlığın yaygınlaşması, hayvan dövüşlerinin bazı kesimlerde infial yaratması, politikacıların dış ülke gezilerinde artık ava çıkmamaları ve benzerleri… (Eski Amerikan Başkanı Theodere Roosevelt, başkanlığının bitmesinden hemen sonra [1909] silah arkadaşlarıyla beraber Afrika’ya “bilimsel bir gezi” düzenler. Beraber 11. 397 hayvanı öldürürler. Bunların 512’si fil, su aygırı, gergedan gibi büyük hayvanlardır. Araştırmaları sırasında 262 hayvanı da yerler. Üstelik hepsinin böceklere varıncaya dek kaydını tutarlar.)[12]

*Theodore Roosevelt ve öldürdüğü gergedan

Bu anlattıklarım, “domestic” toplumun hayvanlarla daha “doğal” bir ilişkisi olduğu anlamına gelmez. “Domestic” toplum, hayvanlara fiziksel olarak daha yakındır; ancak hayvanlarla insanlar arasında bir özdeşlik kurmaz. Onlar, en nihayetinde insanların kullanması için vardır. Semavi dinlerin hayvana bakış açısı da bu yöndedir. Eziyet etmeye hoş bakılmaz; ama hayvana insan muamelesi de yapılmaz. Hayvanın yaşamı ve ölümü insanın, yani eşref-i mahlukatın tasarrufundadır. Öncelik insanındır. Bir tür uyumdan bahsedilebilir; ama sınırlar belirgindir.

Sonuç

“Domestic” ve “postdomestic” ayrımının kişi kişi izini sürmek, kesin sınırlardan bahsetmek mümkün değil. Her yere tatbik edilebilecek bir sınıflama da değil üstelik. Sadece belli mevzuları (o da kısmen) anlamaya yarayabilir. Gene de bu kategorilerin kurban tartışmasınınn önemli bir ayağını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Böyle bakıldığında, aslında iki grubun da hayvanlarla ilişkisinde önemli sorunlar olduğu görülür.

“Domestic” toplumlarda hayvanlar, insana olan faydaları bağlamında ele alınır. Faydasız, hattâ “zararlı” olan vahşi hayvan nüfusuna adeta savaş açılır. Bu sadece modern zamanlara has bir olgu değildir. Mezolitik çağda (M.Ö. 10000-8000) avlanmadan ötürü büyük hayvanların sayısında belirgin bir azalma olur. Roma arenalarında günde onlarca aslan ve kaplan öldürülür.[13] Keza evcil hayvanlar da dayaktan, eziyetten azade değildir. Nihayetinde pek çoğunun hayatı bir bıçağın ucunda son bulur.

İkincisinde ise (“postdomestic”) insanın üstünlüğü fikri ciddi şekilde sarsılır; hayvanla insan arasındaki sınırlar muğlaklaşır. Hayvanlar sadece insan şefkatine mazhar olmaz, insanın evrendeki konumu da sorgulanır aynı zamanda. Fakat bir yandan da insanla hayvanın arasındaki mesafenin en fazla olduğu dönemdir belki de bu. Şiddeti gözden uzak tutmaya yarayan toplumsal düzenlemeler, hayvanı hayvan olmaktan çıkarıp paketlenmiş et olarak deneyimlememize yol açar.[14]

O yüzden kurban tartışmasının kökleri derinlere uzanıyor aslında. Sorun kurban kesmekten veya kesmemekten daha büyük bir bağlama oturuyor. Kurduğumuz medeniyette hayvanların konumu ne olmalı mesela? Hayvanla insan arasında farklı ilişkiler hayal etmek mümkün mü? Bunun pratik uygulamaları neler olabilir? Hayvanlarla insanlar ne dereceye kadar birarada yaşayabilir?

Kolay değil bunları cevaplamak. “Domestic” toplumlar on binlerce yıl önce ortaya çıktı. Kurdukları toplumsal düzenler çok ama çok uzun sürelerde oluştu. O anlamda eğer gerçekten hayvan insan ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcındaysak somut olarak cevaplanması gereken çok soru var.

Sonuçta kurbana karşı çıksın çıkmasın, bu toplumda şu an yaşayan herkesin hayvanlarla arasında aşılması güç bariyerler var. Gene de umutlu olmak için sebepler bulunuyor: Binlerce yıllık toplumsal düzenlemelerin sarsıldığı yeni bir dönemin başında olabiliriz. Toplumsal alışkanlıklar, kurumlar kolay değişmiyor. Fakat gün geçtikçe insanların hayvanlar üzerindeki kayıtsız şartsız egemenliğini sürdürmesi zorlaşıyor. Daha doğrusu, insanın dünyanın merkezinde olduğu fikri giderek koca bir yalana dönüşüyor.

Kurban tartışması, işte böyle bir dönüşümün uzantısı.

 

Notlar:

[1] http://hayvanozgurluguhareketi.com/2012/10/12/turkiyede-derin-din-ve-kurban/#more-4564 ve http://www.ihsaneliacik.com/2011/08/soylesi-yeni-safak.html

[2] Barbara Ehrenreich (2011). Blood Rites: The Origins and History of the Passions of War: Granta Books, Londra.

[3] http://hayvanozgurluguhareketi.com/2012/10/12/turkiyede-derin-din-ve-kurban/#more-4564

[4] http://video.google.com/videoplay?docid=6361872964130308142

[5] http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/21214032.asp

[6] http://www.pbs.org/wgbh/pages/frontline/shows/meat/safe/foodborne.html

[7] Uluorta kesmek konusunda aslında kurban kesenlerin önemli bir bölümü de benzer fikirde. Hayvanlarını, belediye tarafından belirlenmiş yerlerde kasaplara kestiriyorlar. Küçük yerlerde de kesimi genellikle ehil insanlar yapıyor. Yaralanmalar elbette oluyor; ama sanıyorum ki kurban bayramında gazetelerin boy boy verdiği elinde bıçakla hayvan kovalayan adamlar, “haber değeri” taşıdıkları iddiasıyla ağırlığından çok yer buluyor.

[8] Kurban tartışmasında kültürcü olarak niteleyebileceğim benzer bir yaklaşım daha var. Kurban kesmek “müslümanlıkla” ve tabii geri kalmışlıkla ilintilendiriliyor. Oysa kurban kültürü veya bir sebeple hayvan kesmek müslümanlığa has değil. Şükran Günü’nde Amerika’daki hıristiyanlar hindi katliamına yol açıyor. Noel’de de keza ağaçlar kesiliyor, gene hindi yeniyor. İşin aslı (müslüman-hıristiyan-ateist) insanların çoğu giderek daha fazla et yiyor.

[9] Richard W. Bulliet (2005). Hunters, Herders, and Hamburgers: The Past and Future of Human-Animal Relationships. Columbia University Press, New York.

[10] A.g.e., s.10

[11] Bunun monogamik-heteroseksüel cinsel normları ters yüz edebilecek bir potansiyeli de bulunur.

[12] http://www.theodore-roosevelt.com/trafrica.html

[13] Barbara Ehrenreich (2011). Blood Rites: The Origins and History of the Passions of War. Granta Books, Londra; s 88 ve 123.

[14] Şu aralar sokak hayvanlarının da aramızdan ayrılması tehlikesi bulunuyor. Otoban-şehirler, pek çoğunun yaşamasına çok uygun değil şüphesiz; ama bu çerçeveden bakıldığında hiçbir hayvana yaşam imkanı tanımayan şehirler kurmanın, insanla hayvanın temasını tamamen koparmanın da kendi içinde ciddi sorunları var.

 

Sezai Ozan Zeybek

ozanoyunbozan.blogspot.com

Sonbaharın peşinde – Mahmut Boynudelik

0

Turgut Uyar bugünler için mi yazmıştı bilmem.

Eylül toparlandı gitti işte / Ekim falan da gider bu gidişle

Hızla yaklaşmakta olan kıştan önceki son sonbahar günleri için bir uyarı olarak mı okumalı şairin sözlerini? Önümüzde uzunca sayılabilecek bir tatil var madem, bu uyarıyı dikkate alarak mevsimin ruhuna uyan bir şeyler yapmalı.

Ağaçlar, evet en iyisi ağaçlara bakmak.

Renkleri hızla renk değiştirmekte olan ağaçların yapraklarına bakarak kışın yaklaştığını görürsünüz. Meraklı bir göz çok daha fazlasını da görür.

Günlerin kısalmasından da, havaların serinlemeye başlamasından da daha iyi anlatır yapraklardaki renk değişimi yazın bittiğini. Yeşilin ne çok renge birden dönüşebildiğini görür, sarının, kahverenginin, pembenin ve kızılın sayısız tonlarını adlandırmakta zorlanırsınız; bal sarısı,  şarap kırmızısı, dut kurusu, şafak pembesi, akşam alacası ve tabii ki kehribar.

Teşrin yaprakları. Sonbahar ağaçlarına bakarken eski şairlerden dizeler uçuşur zihninizde; kimi şiirde güneşe, kimisinde ölüme benzetilen hazan yapraklarından, geçmiş zamanlardan, unutulmuş sevgililerden, hüzünden bahseden dizeler. Biraz Yahya Kemal, biraz Attila İlhan, belki Haşim ve tabii ki Bursa Hapishanesinden Piraye’ye ulaşmaya çalışan Nazım Hikmet.

Uzun yolculuklara çıkmaya gerek yok sonbahar yapraklarının renk dönüşümünü gözlemlemek için. Yaşadığınız şehrin parklarında, telaş içinde yürüyüp geçtiğiniz meydanlardan birinde ve belki de pencerenizin yakınında bir yerlerde yalnız bir ceviz, unutulmuş bir atkestanesi, solgun bir ıhlamur, mahzun bir salkım söğüt, mağrur bir çınar, titrek bir kavak yapraklarından soyunmadan önce renk değiştirerek dikkatinizi çekmeye çalışıyordur.

Madem uzunca bir tatilin içindeyiz, bugün daha sakince bakın etrafınızdaki ağaçlara. Evdeyseniz perdeleri açın ardına kadar, hatta bir an önce çıkın sokaklara. Fırsatınız varsa ve henüz plan yapmadınızsa renk dönüştüren ağaçları görebileceğiniz bir yere yolculuk etmeyi düşünün öncelikle. Tabiatın muazzam döngüsünü kim daha iyi anlatabilir ağaçlardaki renk dönüşümünden? Ne daha iyi gösterebilir yaprakların renklerindeki uyumdan tabiatın ihtişamını?

Daha zahmetsiz, daha ilham verici, daha sorgulatıcı, daha rahatlatan başka ne olabilir tatile çıkan birinin yapabileceği.

Bu tatil gününde bu yazıyı Nabi’nin şiiriyle bitirmeli:

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem baharın görmişüz
Biz neşâtın da gamın da rüzgârın görmişüz

Mahmut Boynudelik

Ben bir romancıyım…- Orhan Pamuk

Sayın Rektör, değerli profesörler, misafirler; bu ödülü benim için o kadar güzel kılan şey, yalnızca veren jüri ve şimdiye kadar şereflendirilmiş seçkin yazar ve sanatçılar değil… Onlar kadar ödülün veriliş gerekçesi de beni mutlu etti. Romanlarımda, düzyazılarımda Avrupa fikrine ya da kültürüne ilişkin bir-iki mütevazı şey söylemiş olmam da elbette Avrupa’nın sınırlarında yaşıyor olmam ile ilgili. Bütün hayatım Avrupa kıtasının içinde, Avrupa’nın sınırında, evimin ya da yazıhanemin penceresinden, Boğaz’ın öteki yakasını, Asya’yı seyrederek ve modernlik ve Avrupa hakkında düşünerek ve dünyanın geri kalanı gibi kendimi taşralı hissederek geçti.

Kitaplarım hem bu taşralılık duygusuna isyan etme azmiyle, hem de onu gururla sahiplenme dürtüsüyle yazılmıştır. Batı dışında yaşayan milyarlarca insan gibi, hayatım boyunca zaman zaman hem uzaktan Avrupa’ya bakarak kendi kimliğimin ne olduğunu düşündüm, hem de kendi kimliğimi düşünürken uzaktan Avrupa’nın benim için, hepimiz için ne olabileceğini hayal ettim. Yani bu konularda dünya nüfusunun çoğunluğunun davrandığı gibi davrandım. Benim şehrim İstanbul, Avrupa’nın tam bittiği, ya da tam başladığı yerde olduğu için, bu yakınlık sayesinde düşüncelerimi, öfkelerimi de başkalarına göre daha şiddetle ve sürekli olarak yaşadım.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün 1920 ve 30’lardaki Batılılaşmacı ve laik reformlarına kalben inanmış yukarı orta sınıf bir İstanbul ailesindenim. Yalnız babam değil, lise tarih öğretmenliği eğitimi almış 1898 doğumlu babaannem de evde Kemal Atatürk gibi “muasır medeniyet” sözünü kullanır, bununla da gene Kemal Atatürk gibi “Avrupa”yı kastederdi. Evde, çocukluğumda, 1950’lerde, 60’larda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının bu fikirlerinden kimse şüphelenmezdi. 20’nci yüzyılın ortasında, İstanbul’da yukarı sınıf hayatı süren bizler için Avrupa iş bulmak için gideceğimiz, mal alıp satacağımız, ya da sermayedarlarıyla işbirliği yapacağımız bir yer olmaktan çok; medeniyetini örnek alacağımız bir kültürdü. Bu şimdi biraz safiyane bir düşünce gibi gözükebilir. Ama ta 1970’lerde bile Türkiye’nin okumuş yazmış orta sınıfları, Batı dışı ülkelerin iyi eğitim almış bütün orta sınıfları gibi Avrupa’nın harekete geçirdiği düşüncelerden etkilenmeyi, Avrupa’yı kendi ülkelerinin geleceği için bir örnek olarak görmeyi bir saflık olarak görmezdi.

Burada altını çizeceğim önemli bir nokta var: Türkiye, tarihinde hiçbir zaman bir Batı kolonisi olmamış, Avrupalı sömürgeciler tarafından ezilmemiştir. Bu da bizlerin Batılılaşmacı Avrupa hayallerimizi kötü hatıralara ve suçluluk duygularına kapılmadan daha sorunsuz ve rahat yaşamamızı sağlıyor ve evet, bizleri Avrupa konusunda sömürgecilik sonrası toplumlardan daha saf yapıyordu. Avrupa hâlâ benim için, öncelikle kitaplar ve resimler; yani kütüphaneler ve müzeler anlamına gelir.

Bu ödülü Ekim 2012’de değil de yedi yıl önce Ekim 2004’te almış olsaydım burada Avrupa konusunda aynı saflık ile konuşmaya özen gösterir, belki de bu törende Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin hepimiz için ne kadar harika olacağını sizlere anlatmaya girişirdim. Ekim 2004’te Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişki en yüksek noktasındaydı. O ay Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu İstanbul’da coşkulu bir toplantı yapmıştı. Türk kamuoyu, basının çoğu, Avrupa Birliği ile Türkiye devleti arasında resmî görüşmelerin başlamış olmasından mutlu gözüküyordu. Bazı Türk gazeteleri, her şeyin çok çabuk gelişebileceğini, on yıl sonrayani 2014’te- Türkiye’nin büyük ihtimalle Avrupa Birliği’nin tam üyesi olacağını iyimserlikle bildiriyorlardı. Başka bazı gazeteler Avrupa Birliği’ne tam üye olursak, Türk vatandaşlarının kavuşacağı ayrıcalıkları bir peri masalı havasıyla abartarak yazıyordu. Hepimiz istediğimiz Avrupa ülkesinde istediğimiz işe girip çalışabilecektik; Avrupa’ya yolculuk edebilmek için konsolosluk kapılarında uzun kuyruklarda çektiğimiz çileler ve aşağılanmalar da artık kimse bizden vize sormayacağı için bitecekti. Ve en önemlisi tıpkı Yunanistan’a olduğu gibi Türkiye’ye de Avrupa Birliği fonlarından büyük paralar geleceği, yatırımlar yapılacağı için bizler-hepimiz kısa sürede sınıf atlayıp tıpkı Avrupalılar gibi yaşamaya başlayacaktık.

Gazetelerde bu tür şekerli, abartılı haberleri okuduğumda ya da benzeri konuşmalara kulak kesildiğimde arkadaşlarımla birlikte benim de dudaklarımın kenarında bir gülümseme belirirdi. Bu gülümsemede, hem bu palavraları sıkan aşırı iyimserlerin pervasızlığına bir tepki vardı hem de bu pembe hayallere kısmen de olsa inanmanın verdiği mutluluk vardı.

Aynı günlerde romanlarım, özellikle geleneksel İslâm Resim sanatı ile Batı resmini karıştıran Benim Adım Kırmızı; modernlik ve laik olma istekleriyle, halka ve geleneğe ait olma dürtüsünün siyasi çelişkilerini gösteren Kar çevrilip pek çok Avrupa ülkesinde yayımlandığı için Avrupalı gazeteciler bana Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması konusunda ne düşündüğümü de haklı olarak soruyorlardı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasına karşı çıkan muhafazakâr, milliyetçi sesler de Avrupa’da özellikle Fransa ve Almanya’da kuvvetle duyuluyordu. Ben de bu tartışmanın ortasında buldum kendimi ve başka zaman yapmayacağım bir şeyi, Avrupa’nın kimliğinin ne olduğunu kendime ve herkese sormaya başladım.

Avrupa’nın sınırları din ile çiziliyorsa diye akıl yürütüyordum, Avrupa bir Hristiyan uygarlığıdır. Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’nin de o zaman coğrafi olarak Avrupa’da yer alsa bile Avrupa Birliği’nde bir yeri yoktur.

Ama Avrupa halkları Avrupa’nın tarifini Hristiyanlık ile sınırlamaktan mutluluk duyacaklar mı? Son iki yüzyılda Avrupa’yı Batı dışı ülke insanları için bir çekim merkezi yapan şey Hristiyanlık değil başka bir şey, bir dizi toplumsal ve ekonomik dönüşüm ve bunların çıkardığı düşüncelerdir. Son iki yüzyılda Avrupa’yı Batı dışı ülkelerde çekim merkezi yapan o özgün şeye kısaca “modernlik” diyebiliriz. Modernlik, çoğumuzun inandığı tarih kitaplarına göre Rönesans, Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi gibi özgün Avrupai gelişmelerin sonucudur, ve bu büyük dönüşümlerin kaynağı dinî değil, “seküler”dir. Avrupa’nın bir zamanlar dünyanın çoğunluğuna -ama hepsine değil- örnek olan kimliğinin arkasında Hristiyanlık’tan çok, Fransız Devrimi’nin bütün dünyanın bildiği sloganı “liberte, egalite, fraternite” (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) yatar. Tabii buna karşı çıkıp Avrupa’nın kimliğinin, Hristiyanlık, ya da başka bir derin tarihî kaynakta yattığını da her Avrupalı söyleyebilir. Bu kimlik tanımlamaları tabii ki siyasi seçimlerdir.

2000’li yılların ortalarında Avrupa Birliği konusu açılınca “liberte, egalite, fraternite”den söz ettikten sonra, Türkiye’nin bu kıstaslara saygı gösterirse Avrupa Birliği’ne alınması gerektiğini de söylerdim. “Ama Türkiye bu kıstaslara saygılı mı” diye haklı olarak bana sorarlar, tartışmalar da sürerdi. Avrupa’nın kimliği ile Avrupa Birliği’ne giriş kıstasları elbette ayrı konular ama Avrupa Birliği genişlerken, Avrupa’nın kimliği konusunda da pek çok tartışma, birbiriyle çatışan, derin görüş farklılıkları bir anda ortaya çıkıp alevlenirdi. Şimdi o zamanlara neredeyse bir özlem duyuyorum: Avrupa’nın kimliğini hem Türkiye’de hem Avrupa’da tutkuyla tartıştığımız için.

Avrupa’nın Euro buhranı ile uğraştığı ve Avrupa Birliği’nin genişlemesinin yavaşladığı bugünlerde bu akıl yürütmeler ve tartışmalarla artık pek azımız meşgulüz. Türkiye’nin adaylığına duyulan ilgi de ne yazık ki düştü. Bunun bir nedeni Türkiye’de düşünce özgürlüğünün hâlâ- ne yazık ki- yetersiz olması. Ama en kuvvetli belirleyici neden ise Avrupa Birliği’ne bir Müslüman ülkeyi alma konusunun, Avrupa Birliği halklarının, Kuzey Afrika ve Asyalı Müslüman göçmenlerin kalabalığından duydukları korkunun gölgesinde kalması.

“Liberte, egalite, fraternite” gibi bir mantığı benim gibi biri ne kadar ısrarla yürütürse yürütsün, Müslüman göçmen korkusunun karşısında ikna edici olması zor. Göçmen korkusunun, Avrupa’nın sınırlarında dikilen duvarları yükselttiği gibi Avrupa’yı yavaş yavaş kendi içine döndüreceğini de görebiliyoruz: “Liberte, egalite, fraternite” sloganı da unutuldukça, Avrupa milli, etnik ve en çok da dinî kimliklerle tanımlanan muhafazakâr bir yer olmaya doğru ne yazık ki evrilecek.

Sayın rektör, değerli konuklar… Bu büyük ödülün heyecanıyla büyük- siyasi- konulara girip iddialı laflar ettiğimin farkındayım. Ben bir romancıyım, romanların büyük düşünceler, ideolojiler ve siyasi hayallerle değil, küçük insani ayrıntılar ve daha çok da fısıldayarak söylenen sözlerle kurulduğunu biliyorum. Belki de Avrupa hakkındaki hayal ve düşüncelerimi Avrupa Birliği siyaseti ve hatıraları üzerinden değil, romanlar üzerinden anlatmalıyım.

Roman sanatının Avrupa’da yükselişine hızlı bir bakış atmak benim gibi bir gözü Avrupa’da bir gözü kendi ülkesinde ve geleneğinde olan yazarların karşılaştıkları, yaşadıkları ikilemleri şöyle bir gözden geçirmeye yeter. “Benim gibi” derken dünya yazarlarının çoğunluğundan bahsediyorum. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşadığı Batı dışı dünyada her zaman en büyük konu gelenek ile modernliği birleştirme ya da çatıştırma olmuştur. Roman sanatına, Avrupa’dan gelen düşüncelerle, romancının kendi yerel hayat ayrıntılarını buluşturma sanatı da diyebiliriz. Bana ve pek çoklarına göre roman sanatı bugünkü haliyle 1850’ler civarında, İngiltere ve Fransa’da keşfedilmiştir: Dickens ve Balzac’ı gözümüzün önüne getirelim. Roman sanatının başka yerlerde, mesela Genji’nin Hikâyeleri’nde olduğu gibi 11. yüzyılda Japonya’da; Bizans’ta; ya da 17. yüzyılın başında İspanya’da -Don Kişotbaşladığına ilişkin pek çok görüş de vardır ve bu görüşler de en sonunda romanların yalnızca konuları bakımından değil, kökenleri ve biçimi bakımından da ne kadar Avrupalı olduğunu tartışmaya götürür bizi.

Paris’teki Balzac’tan ve Londra’daki Dickens’tan yalnızca 20 yıl sonra St. Petersburg’ta 1870’lerde en parlak romanlarını yazan Dostoyevski kendini Avrupalı görmüyordu. Önceleri, 1840’larda, Dostoyevski 20’li yaşlarındayken Avrupa hayalleri ile gözleri kamaşmış bir Batılılaşmacı idi. Gizli bir siyasi çevreye- Petrashevsky çevresine girdiği için Çar’ın polisince tutuklandıktan, sahte bir kurşuna dizilme sahnesi yaşatıldıktan, sürgünde yıllar geçirdikten sonra radikal Batılılaşmacı düşüncelerinden caydı ve tam tersi Batı karşıtı Panslavist düşüncelere ve Rus Ortadoksluğunu keşfetmeye verdi kendini. Dostoyevski’nin gençliğinin Avrupa hayalleriyle, olgunluk yıllarının Batı karşıtı düşünceleri, bu çelişkili düşünceleri kendine ve okurlarına tutkuyla açıklama çabası, ya da bu çelişkili düşüncelerin çatışmasından aldığı güç, onu, Doğu-Batı ve roman sanatının yayılması konularında çok açıklayıcı bir örnek yapar. Son 150 yılda, Batı dışı ülkelerde yazılan romanlarda, yalnız Rus romanında değil, Japon ve Türk roman ve hikâyesinde de Avrupa hayalleriyle kafası dumanlandığı, kendi ülkesinin gerçeklerini göremediği ve Avrupa düşlerini bir çeşit züppelik olarak yaşadığı için eleştirilen, alay edilen pek çok kahraman vardır. Dostoyevski “gelenek-modernlik” çatışmasını konu alan, Doğu-Batı romanı diyebileceğimiz bu romanların en parlaklarını yazdı. Bugün hepimiz Dostoyevski’nin eserini Batı klasiklerinin ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz, ama o, hayatının son yıllarını Rusya’ya Batı’dan bir çeşit hastalıklı rüzgârla geldiğine inandığı Avrupa değerlerine karşı savaşarak geçirmişti.

Bu ilginç paradoks, hem roman sanatının yayılışı hem de Batı ya da Avrupa düşüncesinin yayılışı üzerine bize pek çok şey gösterir. Avrupa’nın sınırları bu bağlamda coğrafi değil, kültüreldir. Tabii ki kültürel değerler de coğrafyanın sınırlarını yavaş yavaş zorlayabilir. Dostoyevski, Yeraltından Notlar’dan başlayarak romanlarını, hayatının sonuna kadar kafasındaki ve Rus toplumundaki “Batı” ya da “Avrupa” fikirleriyle tartışarak, kavga ederek yazdı. Öte yandan da o romanlar sayesinde yalnızca roman ve insan anlayışlarımız değil, Avrupa fikrimiz de zenginleşti. Batı dışındaki uzak ülkelerde, modernlik ve gelenek konularını ele alan yeni romanlar yazıldıkça da Avrupa ve Batı fikrimiz de her gün değişikliğe uğruyor.

Ama tıpkı iyi bir romanda, önemli olanın kahramanların siyasi fikirlerinden çok romanın yapısı, ruhu, merkezi olması gibi… modernlik ve geleneğin tartışıldığı bir romanda da önemli olan yazarın siyasi fikirleri, gelenekçi ya da Batılılaşmacı olması değil, hikâyenin, kahramanların bireyselliği üzerine kurulmasıdır. Bu bağlamda, her iyi roman kafamızdaki Avrupa’nın sınırlarını genişletir. Paradoksal olan, Dostoyevski örneğinde de gördüğümüz gibi, Avrupa değerlerini yayan, zenginleştiren pek çok romanın, Batı karşıtı ya da Batı ile sevgi-nefret yaşayan yazarlarca yazılmasıdır. Romanı bir Avrupa buluşu yapan şey, bu sanatın Paris’te ya da Londra’da keşfedilmesi kadar, hikâyenin, kahramanların bireysel seçimlerine dayanması ve bireysel seçimlerin önemini vurgulayacak bir şekilde kurulmasıdır. Stendhal’ın Kızıl ve Kara’sını 19 yaşında İstanbul’da okurken, evde oturduğum koltuktan uçup sanki bambaşka bir aleme gitmiştim. Bunun temel nedeni olayların hiç tanımadığım 19’uncu yüzyıl ortası Fransa’sında geçmesinden çok, sevimli kahraman Julien Sorel’in, kendi kararları ve özgür seçimleriyle toplum içinde ilerleyişini, onun iç dünyasıyla toplumsal dünya arasındaki farklılığı, yani kahramanın bireyliğini bütün açıklığıyla görmemdi.

Benim gibi Avrupa’nın sınırlarında, ya da tamamen dışında yaşayan pek çok romancı için, son 150 yılda roman yazmayı bu kadar cazip yapan şey birbiriyle derinden çelişen iki dürtüdür: Romanlar, hem milli kimliklerin araştırılması, ortaya çıkarılması için elverişli biçimlerdir; hem de milli geleneğin dışından gelen “yabancı” şeylerdir. Ama bir Avrupa buluşu olan “roman”ın, Batı dışındaki “yabancılığı”nın da artık sonuna geldik. Roman sanatı son 150 yılda, Avrupa dışı bütün ülkelerde de, diğer edebî biçimleri kenara itti ve temel edebî iletişim yolu oldu. Bunu perspektife dayanan Rönesans sonrası Avrupa resminin 300 yılda bütün dünyaya yayılıp diğer görme ve resmetme biçimlerinin yerini almasına benzetebiliriz. Kültürel buluşları ve zenginliği bütün dünyaca kabul edilirken Avrupa’nın göçmen korkusuyla kendi içine dönüp muhafazakârlaşması ise tarihin bir başka ironisi…

Ama bu çelişkiyle de çok fazla dertlenip üzülmüyorum. Çünkü benim için Avrupa kültürü- Avrupa’dan gelen kitaplar, resimler ve filmler, Avrupa Birliği’nden çok daha önemlidir… Bugün benim romanlarımın, düzyazılarımın da bu büyük kültürün bir parçası olabileceğini hayal etmek de, beni bu büyük ödül kadar mutlu ediyor.

Orhan Pamuk

* Orhan Pamuk’un  kendisine bugün Kopenhag Üniversitesi tarafından daha önce Ingmar Bergman, Jürgen Habermass, Günter Grass, Simone de Beauvoir, Karl Popper, Bertrand Russell, Vaclav Havel gibi isimlere verilen Avrupa fikriyle ilgili geleneksel Sonning Ödülü verilmesi münasebetiyle yaptığı ödül konuşması.