Köşe Yazıları

Kurban manzaralarından tiksinmenin kısa olmayan tarihi

0

Kurban bayramı geldi. Malum, her kurban bayramında benzer bir tartışma yaşanıyor: Kurban kesimi sırasında yaşanan “manzara”lara (böyle deniyor gazetelerde) toplumun bir kesimi şiddetle itiraz ediyor. Diğer bir kesimse geleneklerden, dini vecibelerden ve bazen hayvan kesmenin (mezbahalarda kesmeye kıyasla) daha az yabancılaşma içerdiğinden bahsediyor. İtiraz edenlerin farklı, hattâ bazen birbiriyle hemen hemen hiç örtüşmeyen gerekçeleri var. Keza, kurban kesen veya kesmeye sıcak bakan insanlar da homojen bir grup oluşturmuyor. İki grup içinde de yaklaşım bakımından önemli farklar var. Bazı durumlarda kurban kesimine itiraz edenler ve kesimi savunanlar arasındaki fark pek büyük değil. Uyuşmazlık daha çok yönteme, prosedürlere yönelik. Bazı durumlardaysa bu tek tartışma, kişilerin hayattaki duruşuna dair daha genel bir ayrışmaya tekabül ediyor.

Bu yazıda, kurbanla ilgili günümüzdeki tartışmaları değişik bir tarihsel perspektiften yeniden değerlendireceğim. Gelişmiş-geri kalmış, inançlı-inançsız, hayvan dostu-zalim gibi ayrımların ötesine geçip daha geniş bir zaman dilimi üzerinden insan-hayvan ilişkilerine bakmak istiyorum. Hayvanların insan toplumları üzerinde ne kadar belirleyici olduğu konusunda genel bir sessizlik hakim. Oysa benim iddiam şu: Hiç alâkası yokmuş gibi gözüken birtakım toplumsal süreçler dahi insanın hayvanla kurduğu (ya da kuramadığı) ilişkilere dayanıyor olabilir. O anlamda, kurban kesimi karşısında gösterilen (olumlu ya da olumsuz) tepkilerin dahil olduğu daha geniş bir bağlam var. İşin aslı, bu tartışma sadece Türkiye ile ya da kurban kesilen müslüman ülkelerle de sınırlı değil. Tartışmanın ana eksenleri (hayvanların konumunun ne olduğu) uzun süredir çeşitli şekillerde tartışılıyor. Niyetim, bu tartışmayı sürdürmek.

Fakat bundan evvel, kurban tartışmaları etrafındaki farklı pozisyonları şöyle bir toparlamak istiyorum. Zira, dediğim gibi, yapılan itirazların hepsi aynı değil, hattâ ilk anda birbiriyle tutarlı bile gözükmüyor. Bunları ayırmak lazım. Ancak baştan söyleyeyim, bu yazıda farkların göründüğü kadar büyük olmadığını savunacağım.

Kısaca, önce kurban tartışmalarındaki çeşitlilik üzerinde duracağım (1. Bölüm). Ardından bu farklı pozisyonları ortaya çıkaran ortak tarihsel eğilimlere bakacağım (2. Bölüm).

1- Kurban Tartışması: Kısa Bir Özet

Kurban kesmek bir ibadet. İnanmayanları bağlamaz; ama inananlar için bu tartışmadaki başlangıç noktası bu. Ancak İslam içinde de bazı ihtilaflar yok değil. “Kurban kesmek tümüyle vahşettir”, denmiyor elbette, ama çeşitli mezhepler vacip mi yoksa sünnet mi olduğu ya da kimlerin mükellef olduğu konusunda farklı uygulamalar geliştirmiş. Son dönemlerde İhsan Eliaçık’ın kurbanla ilgili bir çıkışı oldu. Kurban kesmenin farz olmadığını, özellikle bu zor zamanlarda bu kadar kurban kesmenin israf olduğunu, kurbanın hacca gidenlerce kesilmesi gerektiğini savundu.

İhsan Eliaçık’a göre, Türkiye’de aynen derin bir devlet yapılanması olduğu gibi derin bir din var. Tarhan Erdem’in yaptırdığı ankette, domuz eti yememenin (%98) ve kurban kesmenin (%95) müslümanlığın en büyük emareleri sayıldığı ortaya çıkmış. Kuran’da geçen daha önemli mevzular (mesela faiz ve zekat) sonlarda yer alıyormuş. Eliaçık’a göre bunun sebebi, dinin şaman ritüellerinden sıtkını sıyıramamış olması ve elbette insanın nefsine yenilmesi.[1]

Gerçekten de kurban ayinleri İslam’dan, hattâ semavi dinlerden çok daha önce ortaya çıkmış. Buna “şaman kültürü” demek ne derece açıklayıcı emin değilim; ama Barbara Ehrenreich’a göre kurban etmenin ve kurban kanı akıtmanın tarihi, insanın vahşi hayvanlara karşı savunmasız olduğu dönemlere kadar gidiyor. [2] Kurban, tanrılardan önce vahşi hayvanlara veriliyor. Zaten ilk tanrı figürleri de vahşi hayvanlar olarak resmedilmiş. Ardından semavi dinler bu ritüelleri devralıyor.

Ayrıca Eliaçık’a göre, İslam’daki kurban, doğru şekilde yorumlanmıyor. Allah’a kurban sunma, temel olarak [Allah’a] yakınlaşmaya çalışmak demek. Çünkü “kurban” kelimesi Kur’an’da bir yer hariç (o da Yahudiler’in “yakmalık sunu” emretmediği için peygamberi reddetmelerine istinaden gelmiş, Al-i İmran Suresi: 138), “yakınlaşma, yakınlık” anlamında kullanılmış hep. Eliaçık’tan aynen alıyorum: “Kur’an’da Q-R-B kökünün geçtiği 96 yerde de böyledir. Adem’in iki oğlu kıssasında da bugünkü anlamıyla “kurban kesmek” dediğimiz şey değil; yakın olmak için yakınlaşmak isteği (qarreben qurbânen) dile getirilir. ‘Allah’tan başka yakınlaştırıcı ilahlar (qurbânen âlihe) edindiler’ ayetinde geçtiği gibi.” [3]

Kısaca kurban, Eliaçık’a göre, bilhassa adalete dair can yakıcı meseleler ortada dururken müslümanlığın en önemli emarelerinden biri olarak addedilemez. Üstelik illa ki bir hayvan kesme şartı koşmak durumunda değildir, başka açılımları/yorumları olabilir. O anlamda İslam içinde kurban kesmeye getirilen eleştiriler bir hayli radikal olabiliyor, bambaşka duyarlılıklardan kaynaklansa da…

Buna mukabil, kurban kesmeye getirilen her itiraz ille de kapsamlı bir eleştiriye dayanmak durumunda değil. Örneğin bir kısım insan, kurban kesmeye doğrudan karşı çıkmasa da uluorta kesmenin hijyenik olmadığını savunuyor. Görüntü kirliliğinden, kokulardan hoşlanmıyor. Bu şekilde hayvan kesmeyi “vahşet” olarak niteliyor, hayvanlara eziyet edildiğini düşünüyor. Buna yakın bir başka gerekçe ise çocukların hayvan kesimi sırasında “travmatize” olması. (Çocuk konusuna ikinci bölümde geri geleceğim.) Gazetelerin büyük bölümü ve ders verdiğim sınıftaki öğrencilerin çoğu, kurban meselesini bu şekilde değerlendiriyor.

*Radikal, “Kurban Bayramında Bildik Türkiye Manzaraları”, 8 Aralık 2008

Sınıfta öğrencilerle mezbahalarda yaşanan vahşete dair belgeseller izledik . İçlerinden biri de Earthlings‘di.[4] Öğrencilerden kimisinin midesi bulandı; hattâ ağlayanlar oldu. Vahşet (eğer bu kelimeyi kullanacaksak) gözden uzak olduğu zaman azalmıyor. Sadece biz görmüyoruz. O anlamda uluorta et kesmek aslında işin doğasını çok da değiştirmiyor: Bir hayvanın bıçakla boğazı kesiliyor. Mezbahalar (eğer vahşetten gerçekten rahatsızsak) yalnızca vicdanları temiz tutmaya yarıyor.

Neyin hijyenik veya güvenli olduğu konusu da ayrıca tartışılabilir. Yakın zamanda eti “entegre tesisler”de kesen Et Balık Kurumu’nun, veremli ve hattâ ölü hayvanların etlerini piyasaya sürdüğü iddia edildi. Çıkan haberlere göre piyasadan toplanan ölü hayvanlar, üstüne EBK amblemi vurularak satılmış.[5] Denebilir ki Türkiye’de kurumlar yoz, zaten her şey aksıyor. Peki “gelişmiş” ülkelerdeki deli dana hastalığına ne diyeceğiz? Sadece tek bir hastalık da değil. Gayet sistemli bir arızadan bahsediyoruz. The Center for Disease Control (CDC) raporuna göre Amerika’da her yıl 325 bin kişi yemek yüzünden hastanelik oluyor, bu hastalıkların çoğu et ürünlerinden kaynaklanıyor. Her yıl beş bin kişi bu yüzden ölüyor.[6] Türkiye’de kurban etinden zehirlenip ölen biri var mı ben bilmiyorum. Üstelik etin yenen kısımları, hayvan uluorta kesilmiş de olsa zannedildiği gibi toprağa-çamura bulaştırılmıyor.

Zerre bilgimizin olmadığı “kurumsal” süreçlerin hijyenik ya da güvenilir olduğuna dair inancı biraz sorgulamak gerekiyor belki de. Daha da önemli husus şu: “Hijyenik” ürünlerin sağlıklı olduğunu neye dayanarak varsayıyoruz? McDonald’s hamburgerleri hijyenik olabilir; ama bu sağlıklı oldukları anlamına gelmiyor.

Geri dönersek, bu ilk gruptaki itirazlar daha ziyade kesim yöntemine veya kesim yerine yönelik.[7] Ancak işin sınıfsal bir boyutu olduğu da aşikâr. Kurbanda “mide bulandırıcı” bir taraf var; ancak bunun kan kokusuna mı, hayvan ölüsüne mi yoksa onu kesenlere mi yöneldiği bazen tam olarak belli olmuyor. Türkiye’deki sınıf nefreti bir hayli derin ne de olsa.[8]

Kimi insansa kurbana karşı olmamakla birlikte ritüel kısmından vazgeçebiliyor. İHH gibi kurumlar aracılığı ile mesela Afrika ülkelerine kendi kesmediği kurban etini yolluyor. Temel gayeleri Allah’a ibadet ve fakirlere yardım etmek, bizatihi kurban kesmek değil. Fakirlere yardım etmenin başka yolları var mıdır, “yardım etmek” dışında başka yollar var mıdır veya kurban eti göndermek ekolojik açıdan anlamlı mıdır gibi tartışmalar önemli; ancak burada bunlara değinmiyorum. Gene de bu şekilde et yollamanın, kurbana getirilen biraz daha farklı bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. İşin ritüel boyutundan ziyade, daha dünyevi olan yardımlaşma gayesi ağır basıyor.

Kurban kesmeyi (gönülsüzce) savunan bir diğer grup ise ehven-i şer diyor. Yani mezbahalarda kesilmiş endüstriyel etleri yemektense bir insanın hayvanı kendi kesmesi daha iyidir, tezini savunuyorlar. Bu görüşe göre, et kesmenin en azından yabancılaşmaya direnen bir tarafı var. Önemli bir iddia bu, zira gerçekten de insanın yediği ile giderek açılan mesafenin üstünde ciddi ciddi düşünmek gerekiyor. Ancak bunun yolunun hayvan kesmeye başlamak olduğunu zannetmiyorum. Pazardan birkaç gün önce satın alınmış bir hayvanı kesmek, hayvanla ancak çok sınırlı bir bağ kurmak anlamına geliyor. Üstelik gizli bir varsayım var burada: “Eski zamanlar daha iyiydi, günümüz toplumu bozuldu.” Bundan emin değilim. Günümüzde pek çok mesele var, evet; ama geçmiş de, hayvanlar açısından pek de romantize edilecek bir yer değil. İnsanlarla hayvanların geçmişte uyum içinde birarada yaşadığını söylemek temelsiz bir genelleme, pek çok tür için geçerli değil. Hattâ aksine, evcil hayvanlarla dahi organik bir uyumdan ziyade, insan ve hayvan arasında gözetilen hiyerarşik ve kesin bir ayrım var. Buna ne derece uyum denebilir bilmiyorum. Dolayısıyla, çeşitli hayvanların soyunun tükenmesinin veya zulme maruz kalmasının bir hayli köklü bir tarihi var, bunu görmek için “modern” zamanlardan çıkıp (yani her şeyi modernlikle bağdaştırmayıp) daha gerilere bakmak gerekiyor. İkinci bölümde buna daha etraflıca değineceğim.

Son olarak ekolojik itirazlar var. Benim de dahil olduğum, giderek büyüyen ve sesi son yıllarda daha çok çıkan bir grup bu. Hayvan yemenin çok masraflı olduğunu, ama bu masrafın fiyat etiketine dahil edilmediğini; petrole, endüstriyel tarıma, bol tüketime dayalı hayvan üretiminin (hayvan yetiştirmek değil) suya, balığa, insana, topluma, havaya zararı olduğunu söylüyorlar. Kurban kesmeye itiraz ediyorlar; ama itirazları sadece manzaranın kötülüğüne ya da bazı kesimlerin kötü uygulamalarına yönelik değil. Hayvanlara işkence yapılmasını istemiyorlar elbette; ama mezbahada bu işin “hallolunduğunu” da düşünmüyorlar. O anlamda yaptıkları itiraz kurban kesmekle sınırlı değil. Daha ziyade bir meta olarak etin üretimi, tüketimi ve dağıtımıyla, bunun çevreye, yani hepimize etkisiyle ilgileniyorlar.

Toparlamak gerekirse, her ne kadar olasılıklar kesmek ve kesmemekle sınırlanmış olsa da, kurban tartışmasında iki kamptan bahsetmek mümkün değil. Tartışmaların kendine özgü dinamik bir seyri ve farklı tarafları var. Bazı durumlarda kurban kesmeyi savunanların ve kesmeyenlerin benzer gerekçeleri olabiliyor. Savunulan fikir kadar, o noktaya nasıl ulaşıldığı da bir hayli önemli aslında.

Peki hayvan kesmekten tiksinmenin veya gösterilen rahatlığın tarihsel kaynakları neler olabilir? İkinci bölümde bunlara değineceğim. Böylelikle yukarıda tarafları sunulan tartışmayı farklı bir ışıkta değerlendirmek mümkün olacak diye umuyorum.

2- Hayvanlar, Seks Filmleri ve Kill Bill

Kazım Öz’ün yönettiği “Son Mevsim: Şavaklar” isimli belgeselde Çemişgezek civarında yaşayan Şavak topluluğunun hayvanlarla ilişkisi anlatılır. Sinemada seyrettiğimde çok etkilenmiştim. Şavaklar’ın hayvanların biyolojik döngülerine uygun bir yaşamları vardı. Bir sene boyunca koyunlarla dağ tepe dolaşıyorlardı. Bir tür şefkatin varlığından bahsetmek dahi mümkündü. Belgeselin sonunda koyunları mezbahaya satan adam, bir koyuna sarılıp hüzünleniyordu mesela.

Bizim bildiğimiz anlamda bir hayvan sevgisi değildi bu. Kimi zaman hayvanlara son derece gaddar davranıyorlardı. Mesela bir sahnede, atlardan biri sırtındaki onlarca kiloyla beraber dik bir yamaçta yığılıp kaldı. Yanında yürüyen kadın ata elindeki sopayla vurmaya başladı. Defalarca. Atın gerçekten acı çektiği her halinden belliydi. Ayağa kalmaya çalıştı, beceremedi, düştü. Bir süre sonra at, denemeyi dahi bıraktı, sopalar karşısında mahzun bir şekilde kafasını eğdi. Fakat kadın dayağa bir türlü son vermedi.

Sinema salonundaki insanların bu sahnede homurdandığını hatırlıyorum. Gerçekten de oldukça rahatsız edici bir sahneydi. Muhtemelen şehirli seyircilerin kafasında kurdukları bütün o uyum, doğal hayat, insanla hayvanın bütünlüğü vs. hayalleri paramparça olmuştu. Hayvanlara en yakın insanlar, eli titremeden bir hayvana doğum yaptıranlar, aynı zamanda hayvanlara en feci şekillerde zulmedebiliyorlardı. Buna mukabil, muhtemelen gösterilen koyunların bakımı konusunda hiçbir fikri olmayan sinemadaki seyirciler ise hayvanları bir şekilde seviyordu. Daha doğrusu başka türlü seviyorlardı. Kılına zarar vermeyecek şekilde… Hayvanların bu şekilde acı çekmeleri onları rahatsız ediyordu.

Richard W. Bulliet “Hunters, Herders and Hamburgers” [Avcılar, Çobanlar, Hamburgerler] isimli kitabında insanların hayvanlarla olan ilişkilerinden yola çıkarak farklı toplum yapılarının varlığından bahseder.[9] Günümüz şehir hayatı, onun sınıflamasıyla, “postdomestic” dönemdir. Bu dönemin ayırt edici özelliği, insanların hem psikolojik hem fiziksel olarak giyecek ve yemek sağlayan hayvanlarla yaşam alanlarını ayırmış olmasıdır. Hayvana olan bağımlılık, toplumdaki bir kesimin doğrudan deneyimi olmaktan çıkar. (Bağımlılık derken sadece kıyafet-yiyecekten fazlası var aslında. Mesela 1840’lara kadar Londra ve New York gibi şehirlerde çöpleri temizleyen ve ortada serbestçe dolaşan domuzlar geri gelmeyecek şekilde kaybolur.)

Ezici çoğunluk, et ve hayvan ürünleri tüketmeye devam eder; ama giderek daha fazla sayıda insan hayvanlar karşısında utanç, tiksinme, suçluluk gibi duygulardan bahseder. Hayvanlar sevilir. Hattâ kedi köpek gibi ev hayvanları bir aile ferdi gibi, yani insansı özellikler atfedilerek sevilir. Bulliet’e göre bütün bunlar köklü ve görece yakın tarihlerde ortaya çıkan bir kopuşun göstergesidir aslında.

Buna karşılık “domestic” toplumlarda hayvanlar süregiden hayata dahildir; hayvanlarla birarada yaşanır. Bu durum, çocuklar açısından önemli bir fark yaratır. Küçük yaşlardan itibaren hayvanlarla haşır neşir olan çocuklar, hayvan cinselliğine maruz kalırlar ve kesilen hayvanların kanını görmeye alışırlar. Bunları (travmatik olabilecek tek bir deneyimin aksine) tekrar tekrar görmek duyuları yatıştırır. Bulliet, hayvanları gözlemleyerek cinsellikle on iki yaşında tanışanların, altı yaşında tanışanlara kıyasla cinselliğe daha aç bir ergenlik geçirdiğini söyler.[10]

Sonuçta günümüz şehirli toplumları, çocukları kan ve cinsellikten sakınır, en azından sakınmaya çalışır. Cinselliğin ve kanın hayatın parçası olduğu ortam, fiziksel olarak uzaklaştırılmıştır. Ancak bu ikisi bir şekilde başka kanallardan geri döner. “Postdomestic” toplum, cinselliğin ve kanın artık gerçeklikten kopuk bir şekilde teşhir edildiği kendine has bir kültür yaratır. Hemen her ürün cinselliğe bulanır, dev bir porno sektörü oluşur, reklâmlar-gazeteler cinsellikle kafayı bozmuş gibi erotize edilmiş bedenleri sergiler.

Gerçeklikten kopuk derken kasıt şu: Hayvan cinselliğinin kendine has fiziksel bir sınırı vardır. İki hayvan cinsel ilişkiye girer, nokta. Oysa “postdomestic” cinsellik daha ziyade bir fantazidir. Devamlı kışkırtılır, daha fazlası teşhir edilir, tatminsizdir. Sınırlar zorlanır.[11] Cinselliğin bu hali son derece cinsiyetçidir; ama bu durum sadece erkek egemenliği ile açıklanamaz.

Kan için de benzer bir süreç işler. Televizyonlardan, bilgisayar oyunlarından, gazetelerden tabiri caizse kan fışkırır. Kan da cinsellik gibi devamlı biraz daha fazlalaşır, şiddetin raddesi artar. Tarantino filmlerinin bu kadar geniş bir izleyici kitlesi tarafından beğenilmesinin bir hikmeti vardır elbette. Geçmişteki savaş dönemlerinde bile çocukların bu kadar kana maruz kaldıklarını zannetmiyorum. O halde şu sonuca varmak mümkün aslında: Çocukken kan-ölüm görmeden büyümenin kendine has bir “travması” olabilir.

Tekrar ediyorum: Bu şekilde gösterilen kan ve şiddet, gerçek kan ve cinsellikten farklıdır, yerini doldurmaz. Bir kere, estetik kaygılar güdülür, gerçek dışıdır. Şiddeti ve cinselliği kişilerin sınırlı deneyim dünyasından çıkarıp soyut bir imgeye çevirir. Ölüm karşısında üzüntüye imkan tanımaz. Kamera hızla hareket eder. Cinsellik ise doyum sağlanan bir eylem olmaktan çıkar, açlığı çekilen ve hep daha fazlası istenen bir arzuya dönüşür.

Bulliet’e göre hayvan ve insan ilişkisinin bu kapsamlı dönüşümünün başka izdüşümleri de bulunur. Örneğin vejeteryanlığın yaygınlaşması, hayvan dövüşlerinin bazı kesimlerde infial yaratması, politikacıların dış ülke gezilerinde artık ava çıkmamaları ve benzerleri… (Eski Amerikan Başkanı Theodere Roosevelt, başkanlığının bitmesinden hemen sonra [1909] silah arkadaşlarıyla beraber Afrika’ya “bilimsel bir gezi” düzenler. Beraber 11. 397 hayvanı öldürürler. Bunların 512’si fil, su aygırı, gergedan gibi büyük hayvanlardır. Araştırmaları sırasında 262 hayvanı da yerler. Üstelik hepsinin böceklere varıncaya dek kaydını tutarlar.)[12]

*Theodore Roosevelt ve öldürdüğü gergedan

Bu anlattıklarım, “domestic” toplumun hayvanlarla daha “doğal” bir ilişkisi olduğu anlamına gelmez. “Domestic” toplum, hayvanlara fiziksel olarak daha yakındır; ancak hayvanlarla insanlar arasında bir özdeşlik kurmaz. Onlar, en nihayetinde insanların kullanması için vardır. Semavi dinlerin hayvana bakış açısı da bu yöndedir. Eziyet etmeye hoş bakılmaz; ama hayvana insan muamelesi de yapılmaz. Hayvanın yaşamı ve ölümü insanın, yani eşref-i mahlukatın tasarrufundadır. Öncelik insanındır. Bir tür uyumdan bahsedilebilir; ama sınırlar belirgindir.

Sonuç

“Domestic” ve “postdomestic” ayrımının kişi kişi izini sürmek, kesin sınırlardan bahsetmek mümkün değil. Her yere tatbik edilebilecek bir sınıflama da değil üstelik. Sadece belli mevzuları (o da kısmen) anlamaya yarayabilir. Gene de bu kategorilerin kurban tartışmasınınn önemli bir ayağını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Böyle bakıldığında, aslında iki grubun da hayvanlarla ilişkisinde önemli sorunlar olduğu görülür.

“Domestic” toplumlarda hayvanlar, insana olan faydaları bağlamında ele alınır. Faydasız, hattâ “zararlı” olan vahşi hayvan nüfusuna adeta savaş açılır. Bu sadece modern zamanlara has bir olgu değildir. Mezolitik çağda (M.Ö. 10000-8000) avlanmadan ötürü büyük hayvanların sayısında belirgin bir azalma olur. Roma arenalarında günde onlarca aslan ve kaplan öldürülür.[13] Keza evcil hayvanlar da dayaktan, eziyetten azade değildir. Nihayetinde pek çoğunun hayatı bir bıçağın ucunda son bulur.

İkincisinde ise (“postdomestic”) insanın üstünlüğü fikri ciddi şekilde sarsılır; hayvanla insan arasındaki sınırlar muğlaklaşır. Hayvanlar sadece insan şefkatine mazhar olmaz, insanın evrendeki konumu da sorgulanır aynı zamanda. Fakat bir yandan da insanla hayvanın arasındaki mesafenin en fazla olduğu dönemdir belki de bu. Şiddeti gözden uzak tutmaya yarayan toplumsal düzenlemeler, hayvanı hayvan olmaktan çıkarıp paketlenmiş et olarak deneyimlememize yol açar.[14]

O yüzden kurban tartışmasının kökleri derinlere uzanıyor aslında. Sorun kurban kesmekten veya kesmemekten daha büyük bir bağlama oturuyor. Kurduğumuz medeniyette hayvanların konumu ne olmalı mesela? Hayvanla insan arasında farklı ilişkiler hayal etmek mümkün mü? Bunun pratik uygulamaları neler olabilir? Hayvanlarla insanlar ne dereceye kadar birarada yaşayabilir?

Kolay değil bunları cevaplamak. “Domestic” toplumlar on binlerce yıl önce ortaya çıktı. Kurdukları toplumsal düzenler çok ama çok uzun sürelerde oluştu. O anlamda eğer gerçekten hayvan insan ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcındaysak somut olarak cevaplanması gereken çok soru var.

Sonuçta kurbana karşı çıksın çıkmasın, bu toplumda şu an yaşayan herkesin hayvanlarla arasında aşılması güç bariyerler var. Gene de umutlu olmak için sebepler bulunuyor: Binlerce yıllık toplumsal düzenlemelerin sarsıldığı yeni bir dönemin başında olabiliriz. Toplumsal alışkanlıklar, kurumlar kolay değişmiyor. Fakat gün geçtikçe insanların hayvanlar üzerindeki kayıtsız şartsız egemenliğini sürdürmesi zorlaşıyor. Daha doğrusu, insanın dünyanın merkezinde olduğu fikri giderek koca bir yalana dönüşüyor.

Kurban tartışması, işte böyle bir dönüşümün uzantısı.

 

Notlar:

[1] http://hayvanozgurluguhareketi.com/2012/10/12/turkiyede-derin-din-ve-kurban/#more-4564 ve http://www.ihsaneliacik.com/2011/08/soylesi-yeni-safak.html

[2] Barbara Ehrenreich (2011). Blood Rites: The Origins and History of the Passions of War: Granta Books, Londra.

[3] http://hayvanozgurluguhareketi.com/2012/10/12/turkiyede-derin-din-ve-kurban/#more-4564

[4] http://video.google.com/videoplay?docid=6361872964130308142

[5] http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/21214032.asp

[6] http://www.pbs.org/wgbh/pages/frontline/shows/meat/safe/foodborne.html

[7] Uluorta kesmek konusunda aslında kurban kesenlerin önemli bir bölümü de benzer fikirde. Hayvanlarını, belediye tarafından belirlenmiş yerlerde kasaplara kestiriyorlar. Küçük yerlerde de kesimi genellikle ehil insanlar yapıyor. Yaralanmalar elbette oluyor; ama sanıyorum ki kurban bayramında gazetelerin boy boy verdiği elinde bıçakla hayvan kovalayan adamlar, “haber değeri” taşıdıkları iddiasıyla ağırlığından çok yer buluyor.

[8] Kurban tartışmasında kültürcü olarak niteleyebileceğim benzer bir yaklaşım daha var. Kurban kesmek “müslümanlıkla” ve tabii geri kalmışlıkla ilintilendiriliyor. Oysa kurban kültürü veya bir sebeple hayvan kesmek müslümanlığa has değil. Şükran Günü’nde Amerika’daki hıristiyanlar hindi katliamına yol açıyor. Noel’de de keza ağaçlar kesiliyor, gene hindi yeniyor. İşin aslı (müslüman-hıristiyan-ateist) insanların çoğu giderek daha fazla et yiyor.

[9] Richard W. Bulliet (2005). Hunters, Herders, and Hamburgers: The Past and Future of Human-Animal Relationships. Columbia University Press, New York.

[10] A.g.e., s.10

[11] Bunun monogamik-heteroseksüel cinsel normları ters yüz edebilecek bir potansiyeli de bulunur.

[12] http://www.theodore-roosevelt.com/trafrica.html

[13] Barbara Ehrenreich (2011). Blood Rites: The Origins and History of the Passions of War. Granta Books, Londra; s 88 ve 123.

[14] Şu aralar sokak hayvanlarının da aramızdan ayrılması tehlikesi bulunuyor. Otoban-şehirler, pek çoğunun yaşamasına çok uygun değil şüphesiz; ama bu çerçeveden bakıldığında hiçbir hayvana yaşam imkanı tanımayan şehirler kurmanın, insanla hayvanın temasını tamamen koparmanın da kendi içinde ciddi sorunları var.

 

Sezai Ozan Zeybek

ozanoyunbozan.blogspot.com

You may also like

Comments

Comments are closed.