Ana Sayfa Blog Sayfa 45

Yandı Çukurova yandı

İstanbul Modern Sanat Müzesi’ne Olafur Eliasson’un “Senin Beklenmedik Karşılaşman” isimli sergisini görmek için iki ay önce gittiğimde, müzede olan diğer sergileri de gezdim.

“Senin Beklenmedik Karşılaşman” hakkında uzun uzun yazılabilir. Doğa ve insan ilişkisini konu alan güzel bir sergi. Ama ben, bu yazıda fotoğraf sanatçısı Ozan Sağdıç’ın çektiği fotoğraflardan biri hakkında yazmak istiyorum. Yazım da başlığını, bu fotoğrafın bana anımsattığı şeylerden alıyor. Yandı Çukurova yandı! Anımsadıklarım orman yangınları değil. Çukurova’nın ta kendisi, aman vermeyen sıcağı, Türkiye’de tarıma katkısı ve şu anki hali.

Biz çocukken anneme yemek ve ev işlerinde yardıma sürekli birileri gelirdi. Ev büyük, evin misafiri hiç eksik olmaz, bir de dört çocuk. Annem de çok marifetli, çok çalışkan ve çok titiz bir kadın. Birinin yanında uzun yıllar çalışabilmesi için gerçekten iyi yemek (ev baklavası, evde yapılan tepsi börekleri ve içli köfte gibi) ve temiz iş yapması gerekirdi. Hatça Bacı (adı Hatice idi, ama biz Hatça demeyi öğrendik ve öyle çağırdık hep. Hatice demek gereksiz kibarlık gibi gelirdi) bize yıllarca geldi. Taa ki güçten, kuvvetten düşene kadar. Dört beş yıl önce de maalesef kaybettik. Annemin sağ kolu, yeri geldiğinde akıl hocası ve sırdaşı idi. Ne çok emeği var bizde. Annemler, İstanbul’a gelecekleri zaman bizleri hep ona emanet ederlerdi, bu kez gece de yatmaya gelirdi bize. Huzur içinde uyusun benim canım Hatça Bacım. Babam ile öğle yemeğinde sonra sigara yakarlardı. Bazen kendi sigarasını çıkarır, bazen de “bir cuvara da bana ver Yaşar” derdi. Mevsimlerden yaz ise, konu döner dolaşır her defasında Çukurova’nın sıcağına gelirdi. Sigara dumanını havaya üfledikten sonra mutfak penceresinden günün saatine göre morlara bulanmış Kaman Dağı’na efkarla bakıp, “yandı Çukurova yandı, hem de nasıl yandı, ateşi buralara kadar düştü batasıcanın” derlerdi.

Müze’de gördüğüm ve çok etkilendiğim fotoğrafa gelirsem, Sağdıç’ın çektiği fotoğrafta kadınlar, erkekler ve çocuklar, Çukurova’da pamuk topladıktan sonra memleketleri Hatay’a dönüyorlar. Mevsimlik tarım işçileri. Yükleri arasında ne ararsanız var, tahta beşikten tutun da hasır sepetlere kadar. Uzun kollu giysiler giymelerinin nedeni ise, güneşten korunmak. Yaşar Kemal, “Dağın Öteki Yüzü” üçlemesinde öyle güzel, öyle çoşkulu anlatır ki pamuk toplayan işçileri, nefeslenmeden okumak ister insan. Kafilede sadece bir tek binek hayvan var. Onlar için binek hayvan sahibi olmak zenginlik. Yaya olarak köylerinden Çukurova’ya inmek zorundalar. O yolculuk esnasında yaşanmayan ruh hali kalmaz: Heyecan, nefret, acıma, umut, bıkkınlık, çaresizlik ve daha niceleri. Bu yolculuk bana, “Günaha Son Çağrı” romanında İsa’nın sırtındaki çarmıh ile ölüme yürüyüşünü hatırlatır. Koşulların ne kadar zor olabileceğini Yaşar Kemal’den okumalı. Geçenlerde izlediğim “Nocturnal Animals” filminin kahramanlarından olan yazar, yazdıklarını beğenmeyen ve kendini anlatmışsın diyen karısına, “insan, en iyi kendini yazar” diye cevap verir. Diğer romanlarında olduğu gibi Yaşar Kemal de en iyi kendi yöresini, gördüklerini ve dinlediklerini yazmış bu üçlemede.

Üretici kazanamıyor, tüketici alamıyor

Tarım ürünlerini üretmenin meşakkati sadece pamuk ile sınırlı değil. Bana göre, madencilik ile birlikte kimi daha kolay kimi daha zor olsa da tarım ürünlerini üretmek en zor üretim süreçlerinden biri. Hava koşulları ve su, tarım ürünlerinin, dolayısı ile tek geçim kaynağı bu ürünler olan çitfçinin de kaderini belirler; ya çok sıcaktır ya çok soğuk, ya gereğinden fazla az yağmur yağmıştır ya az. Hele de bütün kışı buradan kazanacağınız para ile geçirecekseniz haliniz yaman.

Türkiye’de tarımın geldiği yer içler acısı. Ülkenin dört bir yanındaki çiftçiler isyan halinde. En son Maraşlı biber üreticileri, Fransa’da olduğu gibi traktörleri ile eylem yaptı. Tarlada hasadı yapılan ürünlerden ellerine geçen para çok düşük. Ne emeği yansıtıyor ne de maliyeti. Binbir zahmetle yetiştirdikleri ürünlere biçilen değer, çiftçinin eline avucuna bir şey bırakmıyor, sürekli artan maliyetler ile borç batağına gömülmüş haldeler. Geçen yıla göre, Türkiye genelinde çiftçilerin borçlarının yüzde 77 civarında arttığı söyleniyor.

Diğer taraftan, tüketiciye yansıtılan gıda fiyatları çok yüksek, en fazla artış gıda fiyatlarında. Dikkate alınması gereken ciddi bir dengesizlik var. Gıda fiyatlarının sürekli artması, tarım ürünlerine yoksul kesimin erişmesini gittikçe zorlaştırıyor, yoksulların yetersiz beslenmesine neden olarak yoksulluğun derinleşmesine yol açıyor. Beslenebilmek yoksul kesim için artık lüks! Ekonomi derslerinde temel gıda ürünlerini zorunlu tüketim örneği olarak verirken, lüks haline geldiğini görüyoruz. Kısaca üretici kazanamıyor, tüketici alamıyor. Bazı tarım ürünlerine kota getirildi, talep ithalat ile karşılanıyor. Bu ürünlerden biri pancar. İsteyen, istediği zaman pancar ekemiyor. Göksun’da şeker pancarı eskiden her yıl ekilirdi. Hatta Pancar Bölge Şefliği kurulmuş, bu kurumda çalışanlar ve aileleri için lojman, tarladan gelen pancarları fabrikaya gönderene kadar tutmak için depo yapılmıştı. Babam, arazi çok sulak olduğu için babaannemin babasının çiftliğinde kendine düşen topraklara pancar ekerdi. Pancar Bölge Şefliği, pancarı satın alır ve babama koca bir çuval toz şeker hediye ederdi. Babanım eline de hatırı sayılır miktarda para geçerdi. En son gittiğimde, özenle yapılan Pancar Bölge Şefliği lojmanlarını ve depolarını zamana yenik düşmüş gördüm. Depolar, artık pancar deposu olarak kullanılmıyor. Kiminin camı kırık.

İklim krizinin tarım ürünlerine yansıması gıda güvensizliği, yoksulluğun daha da derinleşmesi ve tarım sektöründen gelir temin edenler için gelir güvensizliği şeklinde olacak. Bire on, bire yirmi veren Çukurova’da bu yıl su kıtlığından dolayı yeterince mahsul alınamamış. Önümüzdeki yıllara ilişkin tahminler de kaygı verici nitelikte. Bu nedenle, Türkiye’nin çözmesi gereken en önemli sorunlardan biri, su ve gıda güvenliğinin sağlanması. Değişen iklime uyumda sürdürülebilir tarım politikaların acilen uygulanması gerekir. İthalata dayanan, iklim değişikliğine ve kuraklığa karşı önlem alınmayan tarım politikaları sürdürülebilir değil.

 

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Bir güvercini sevmekle başlayacak her şey

Bu yazıda dileğim sizlere yalnızca bir çocuk kitabını tanıtmak değil. Nasıl edebiyat bize esas itibariyle metnin içerisindekilerden daha fazlasını söylüyor ise, çocuk edebiyatı da edebiyatın bir parçası olarak metinde yazılıp çizilenlerden daha fazlasını anlatıyor. Yazarın temasını yetkince işlemiş olduğu bir kitapta metnin konusu, derinlerinde ilk görünenden daha fazlasına dokunuyor. Bir ağacın dallarından budakların sarkması gibi daha geniş bir spektrumu tarıyor; birçok meseleyi imliyor.

Bu nedenle ben de bu yazıda Elizabeth Baguley tarafından yazılıp Mark Chambers tarafından resimlenen Güvercin Kakası” adlı çocuk kitabının başka bir okumasını yapacağım. Bu kitabı steril toplum ve düzen merakı dolayımıyla yorumlamaya çalışacağım.

Evet, kitabımızın temel meselesi bu hususlar değil. Kitabımız hayvan hakları konusunda şahane bir çocuk kitabı… Ama hayvan hakları dediğimiz şey de pek çok şeyi imlemiyor mu? Yaşam hakkı, özgürlük, tutsaklık… İşte hayvan hakları konusunun bu çok-boyutluluğu sayesinde ben de bu yazıda “Güvercin Kakası” kitabına farklı bir gözle sterilizasyon ve düzen merakı üzerinden bakacağım. Zira bu konular tam da hayvan haklarının referans verdiği özgürlük-tutsaklık, yaşam-ölüm diyalektiğine göbekten bağlanıyor.

Bir gün, kasabaya bir güvercin gelir…

Güvercin Kakası kitabının hikayesi mekân olarak şirin mi şirin bir kasabada geçiyor. Bu kasaba okuyucunun zihninde her şeyin yerli yerinde olduğu, kasabanın toplumsal hayatının tam bir düzen içinde, olması gerektiği gibi ilerlediği; sorunlardan, sıkıntılardan azade mükemmel bir yer izlenimini canlandırıyor. Böyle bir yerde yaşamayı kim istemez ki? Burada gelin, bu kusursuz düzenin bozulduğu noktaya bakalım.

Bu rüya gibi düzen sürüp giderken, günlerden bir gün kasabaya gelen bir güvercin işleri karıştırır. Aslında sadece her canlı gibi doğal ihtiyacını gideren güvercin, kasabadaki düzeni alt üst eder. Nasıl mı? Şemsiyesiyle gezenlerin, köpeğini gezdirenlerin, güzelim ayçiçeklerinin üzerine ve daha nerelere kakasını yapar! İşte burada, hikâye başlar.

Dışarıdan gelen bu müdahale, kasabadaki düzeni fena bozmuştur. Kasaba halkının buna karşı tepkisi ne olur, peki? Kasabalı kolay yoldan, pragmatik bir çözüm bulur. Güvercini yakalarlar ve hapsederler. İşte burada, çocuk edebiyatının nasıl geniş bir evrene açıldığı da belirir. Rüya gibi bir kasabada uyum ve barış içinde yaşayan kasaba halkı güvercinle uyum ve barış içinde yaşamayı aklından bile geçirmez. Düzeni bozana özgürlük tanınamaz. Düzeni bozanın toplumda kendiliğini yaşaması, olduğu gibi varlığını sürdürmesi düşünülemez bile…

Biraz abartı gibi görünebilir ancak düzeni bozana reva görülen bu muamele bana Nazizmle birlikte zirveye ulaşan “öjeni” düşüncesini anımsattı. İngiliz bilimci Francis Galton tarafından ortaya atılan “öjenik” kavramı, bir ulusun/ırkın “sağlıksız” olanlarını elimine ederek “sağlıklı” olanları arttırmayı, böylece o ulusu/ırkı tamamen steril, saf/ari hale getirmeyi amaç edinen bir fikriyata dayanır. Nazizmde zirve noktasına ulaşan bu fikriyat temelinde toplumun ıslah edilemeyeceği var sayılan engelliler, homoseksüeller, Yahudiler gibi bireyleri yok edilmiştir. Böylelikle sağlıksız unsurlarından arınan toplum saf ve kusursuz niteliğine kavuşacaktır.[1] Farklı olan yok edilecek; tek-tip bir toplumda gelişim en üst noktaya ulaşacaktır.

Dünyayı güzellik, güzelliği ‘önce insan’ bakış açısını terk etmek kurtaracak

Elbette “Güvercin Kakası” kitabında yazar, bize güvercinin yarattığı karmaşa karşısında öjenik politikaları benimsemeye evrilen bir toplumu anlatmıyor. Benim de bu yazıda amacım böylesi bir özdeşlik kurmak değil… Ancak insan türü olarak zihin haritamızda mevcut statükoyu/düzeni bozan bir problemle karşılaştığımızda bulduğumuz kısa vadeli çözümler her zaman pek de adil olmayabiliyor. Kitabımızda görüldüğü gibi kasaba halkının soruna bulduğu çözüm de güvercin açısından bakıldığında adil bir çözüm değil. Ama meseleye kasaba halkı güvercinle empati kurarak değil, yalnızca ve yalnızca kendi “refahlarını” düşünerek yaklaşıyor.

Yine de kasaba halkının tümü mü böylesine kör olmuş halde? Kitabımız burada, Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri” şiirindeki deyimiyle umudu dürtüyor. Bunun nasıl olduğunu anlatmak bu yazının maksadını aşar. Ama şunu diyebilirim ki; tam da bu umudu dürtme hali, “Güvercin Kakası” kitabını yetişkin-çocuk her okur için daha da okunası yapıyor. Kitabın derinliğinden taviz vermeden tutturduğu komik, eğlenceli dili ve renkli, hareketli çizimleri de cabası…

Peki, beni bir çocuk kitabından çıkarak steril toplum, düzen, faşizm gibi konuları konuşmaya iten şey nedir? Sebep tam olarak şu: Maalesef sorun yarattığı var sayılanlara karşı empati yoksunu, sadece kendi refahını gözeten adaletsiz çözümler üretmek yalnızca “Güvercin Kakası” kitabındaki kasaba halkına mahsus değil. Son dönemde ülkemizin pek çok yerinde bireyler veya kurumlar tarafından özellikle sokak köpeklerine yapılan eziyetler ve beraberindeki Katliam Yasası ne yazık ki; bu mantığın sadece kitabımızın tasvir ettiği kasaba halkına özgü olmadığını gösterdi. Ve hazır bir çocuk kitabını ele almışken diyebilirim ki; yine çocuklar adına büyükler konuştu, onlar adına büyükler karar verdi. Sokak köpeklerinin saldırısına uğrayan çocuklar söylemiyle çocuklar bu katliam politikalarına alet edildi. Zülfü Livaneli’ninAda” şiirinde bahsettiği, Sait Faik Abasıyanık’ın da değindiği gibi her şey, “Bir İnsanı Sevmekle Başladı”. Ama bu sefer dünyayı güzellik kurtarmadı. Çocukları korumak postuna bürünen bencillik dünyayı karanlığa boğdu.

Halbuki, Kafa Dergisi’nin temmuz sayısında değindiği, Erol Malçok’un yazısında[2] haykırdığı gibi bu sefer “bir köpeği sevmekle” başlayacaktı her şey… Çünkü dünyamızın da çocukların da acil buna ihtiyacı var. Dünyayı güzellik kurtaracaksa, güzelliği “önce insan” demekten sıyrılıp kendinin dışına çıkmakla, insanın kendini merkeze alan güzellik algısını aşmakla kurtaracak. Sokak köpekleri ve bakımlı, sahipli, şirin köpekler arasında ayrım yapmayarak başlayacak. Özgürlük olmadan, yaşam hakkı olmadan güzellik dediğimiz şeyin de koca bir çirkinliğe kapıyı araladığını bilerek başlayacak. O yüzden, kitabımızda kasaba halkının mutluluğu da, kasabanın güzelliği de, “bir güvercini sevmekle başlayacak her şey” demeden var olamayacak.

Künye

Yazar: Elizabeth Baguley
Çizer: Mark Chambers
Çeviren: Burcu Ural Kopan
Yayınevi: Marsık Kitap

*

[1] Arda Akçiçek, Faşizmin Kültür Kodları ve Irkçılıkta Bir Nokta: Öjeni, Birikim Dergisi

[2] Erol Malçok, Bir Köpeği Sevmekle Başlayacak Her Şey, Yeşil Gazete

.

Şırnak’ta 249 proje için ÇED süreci başlatıldı: ‘402 km’lik yol ağaç kesimi için açıldı’

Video haber: İrfan TUNCÇELİK

*

Şırnak’ta 1990’lı yıllarda yakılan ve boşaltılan köylerin bulunduğu bölgelerdeki ormanlık alanlar, maden ocakları ve askeri operasyonlar nedeniyle yok ediliyor. 2019 yılı ortalarında Cudi Dağı‘nda başlayan ağaç kıyımı, “güvenlik” gerekçesiyle inşa edilen kalekol ve üs bölgeleri için yapılan yollarla hız kazandı.

Besta bölgesi ile Cudi ve Gabar Dağları’nda doğa talanı ve ağaç katliamı endişe verici boyutlara ulaştı. Kesilen meşe ağaçları, Antep, Urfa, Elazığ, Hatay, Osmaniye, Adana, Mersin ve Maraş’taki alıcılara satılırken, birçok kişi sosyal medya hesaplarında bu odunları satışa çıkardı.

‘Ekolojik kırımı durdurun!’

Şırnak’ta devam eden ekolojik yıkıma karşı, kentteki bileşenler, siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları seslerini yükselterek “Ekolojik kırımı durdurun, rant politikalarına son verin” çağrısında bulunuyor.

Bölge halkı, Şırnak’ta yürütülen kömür madenciliği, ormansızlaştırma, su kaynaklarının kirlenmesi ve güvenlik politikaları adı altında gerçekleştirilen orman kıyımlarının, bölgenin ekosistemini ciddi şekilde tehdit ettiğini ifade ediyor. Bu faaliyetlerin sadece biyolojik çeşitliliği yok etmekle kalmadığı, aynı zamanda yerel halkın yaşam alanlarını da tehlikeye attığı belirtiliyor. Halk, ormanların yok edilmesinin iklim krizini derinleştirerek bölgedeki iklimsel dengeyi bozduğunu vurguluyor.

Yeşil NoktaŞırnak’taki ağaçlar bir bir kesiliyor: Bu orman varlığı yönetimi değil, sömürüdür!
Yeşil NoktaBakanlığa göre Şırnak’taki ağaç kıyımı gençleştirmeymiş!
Yeşil NoktaŞırnak’tan sonra Siirt: Jandarma’nın talebiyle altı ayda en az 60 kilometrekarelik ormanlık alan yok edildi

Ormanlık alanlar üzerinde 17 bin maden izni

2012-2023 yılları arasında Türkiye’de orman sayılan alanlarda 17 bin 196 adet madencilik izni verildi.

Ayrıca, 13 bin 308 adet enerji izni, bin iki hektarlık alanda dokuz nükleer enerji santrali izni de bu dönemde onaylandı.

Şırnak, orman, ağaç kesimi, İrfan Tunçcelik, km, yol

Şırnak’ta 517 proje yürütülüyor: 249 proje için ÇED süreci başlatıldı

Şırnak ve ilçelerinde ise 2013 yılından bu yana toplam 517 proje yürütülüyor. Bu projelerden 166’sı için “ÇED gerekli değildir” kararı verilirken, hiçbir proje için “ÇED gerekli” ya da “ÇED olumsuz” kararı verilmedi.

249 proje için ÇED süreci başlatıldı. Bu projelerin çoğu, maden ve petrol arama, güneş enerji santralleri (GES), hidroelektrik santralleri (HES), kum ocakları ve kırma-yıkama-eleme tesislerini içeriyor.

Petrol arama faaliyetleri için 37 şirketin ÇED süreci başlatılırken, 26 şirkete “ÇED gerekli değildir” kararı verildi.

Şırnak, orman, ağaç kesimi, İrfan Tunçcelik, km, yol

Önce talan, sonra ÇED: Şirketlere göre orman varlığına rastlanmadı!

Özel Güvenlik Bölgesi” adı altında yasaklı olan Gabar Dağı, maden ocakları, ağaç kesimi ve petrol faaliyetleriyle tahrip ediliyor.

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), bölgede geniş bir ormanlık alanı yok ederek sondaj çalışmalarını sürdürüyor.

Gabar Dağı’nda Mayıs 2021’den bu yana petrol keşifleri gerçekleştiriliyor. Verilen ÇED kararlarının çoğu ‘kopyala-yapıştır’ niteliğinde olup, kararlarda genellikle petrol sondajı planlanan lokasyon alanında ve yakın çevresinde “tarım arazisi bulunmamaktadır” ve “orman varlığına rastlanmamıştır” ifadeleri yer alıyor.

Şırnak, orman, ağaç kesimi, İrfan Tunçcelik, km, yol

Ormanların korunması için 77 yıldır hiçbir faaliyet yapılmadı

Şırnak’ın ormanlık alanları, 869 bin 552 hektar koru ormanı ve 478 bin 983 hektar baltalık ormanla toplam 1 milyon 348 bin 535 hektarlık bir genel ormanlık alana sahipken, ormansız alan ise 5 milyon 401 bin 417 hektar olarak kayda geçti.

Ancak tahribattan sonra bu oranlar ciddi şekilde düştü. 2023 sonu itibarıyla orman sınırlarının belirlenmesi ve tapu kayıtlarına geçirilmesiyle Şırnak’taki toplam orman alanı 172 bin 286 hektar olarak belirlendi, 186 bin 130 hektar ise tescil edildi. Ayrıca 10 hektarlık alan orman vasfını yitirdi ve orman sınırları dışına çıkarıldı.

1946-2023 yılları arasında, Şırnak’ta ormanların yetiştirilmesi, bakımı, korunması ve sürdürülebilir şekilde yönetilmesi amacıyla yapılan sivilkültürel faaliyetlerde herhangi bir gençleştirme çalışması yapılmamış, ‘Koruya Tahvil‘ işlemi gerçekleştirilmedi.

Şanlıurfa Orman Bölge Müdürlüğü’ne bağlı olarak yürütülen çalışmalarda, yanan alanlarda ormanların yetiştirilmesi, bakımı ve korunması için gerekli rehabilitasyon yapılmazken, ağaçlandırma programına alınan alan sadece beş hektar olarak kayda geçti.

Şırnak, orman, ağaç kesimi, İrfan Tunçcelik, km, yol

Ağaç kesimi için 402 kilometre yol yapıldı

Şırnak’ta 2018-2023 yılları arasında ağaç kesimi ve odun taşımacılığı için toplam 402 kilometre yol inşa edildi. Bu süreçte 259 kilometre ‘üretim yolu’, 38 kilometre traktör yolu, 75 kilometre yeni yol, 20 kilometre etüt proje aplikasyonu gerçekleştirildi.

Ancak yangın emniyet yolu yapımı sadece 10 kilometre ile sınırlı kaldı.

Ayrıca, son 77 yılda yalnızca 415 hektar alanda erozyon, çığ ve sel kontrolü çalışmaları yapıldı.

Şırnak, orman, ağaç kesimi, İrfan Tunçcelik, km, yol

Arıcılık bitti, arı popülasyonları azaldı

2014 yılında Şırnak’ta 146,5 hektarlık alanda yapılan arıcılık faaliyetleri, takip eden yıllarda azaldı ve 2023 yılında herhangi bir veri girilmedi.

Arıcılığı desteklemek ve kaliteli bal üretimini teşvik etmek amacıyla oluşturulan bal ormanları da bu süreçte etkisini kaybetti.

29 yılda Şırnak’ta sadece 144 adet fidan üretildi

Şırnak’ta, 1946 yılından bu yana sürdürülen ormancılık faaliyetlerinde ciddi eksiklikler ve yetersizlikler bulunuyor. 77 yıl boyunca ormanların yetiştirilmesi, bakımı ve korunması amacıyla yeterli çalışmalar yapılmadığı gibi, bölgedeki ekolojik denge de ciddi şekilde zarar görmüş durumda. 2013 ile 2021 yılları arasında herhangi bir plantasyon çalışması da gerçekleştirilmedi.

Şırnak Valiliği’nin 2014 yılında yayımladığı değerlendirme raporuna göre, kentte 2014 yılı içinde toplam 76 bin 341 adet fidan dağıtıldı.

Kesilen meşe ağaçları, Antep, Urfa, Elazığ, Hatay, Osmaniye, Adana, Mersin ve Maraş’taki alıcılara satılırken, birçok kişi sosyal medya hesaplarında bu odunları satışa çıkardı.

Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre ise, 1994-2023 yılları arasında Şırnak’ta sadece 144 adet fidan üretildi.

Ancak bu çalışmalar, bölgedeki ormanların korunması ve sürdürülebilir şekilde yönetilmesi için yeterli olmadı.

Şırnak’ta, ekolojik kırım ve talan projeleri, bölgedeki doğal yaşamı ve yerel halkın geçim kaynaklarını tehdit etmeye devam ediyor. Bölgedeki ormanlar, madencilik, petrol arama ve diğer sanayi faaliyetleri nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Ekosistemi korumak ve bu tahribatı durdurmak için acil önlemler alınması gerekiyor.

Sosyal medyada satışa çıkarılan ağaçlar
Sosyal medyada satışa çıkarılan ağaçlar
Sosyal medyada satışa çıkarılan ağaçlar
Sosyal medyada satışa çıkarılan ağaçlar
Sosyal medyada satışa çıkarılan ağaçlar
Sosyal medyada satışa çıkarılan ağaçlar

İsveç’te polis korumasında boz ayı katliamı

İsveç’te her yıl “geleneksel” olarak düzenlenen ayı avının ilk günlerinde 150’den fazla boz ayı öldürüldü.

Hayvan hakları aktivistleri ve yaban hayatı korumacılarının “tamamen katliam” olarak adlandırdığı bu duruma ilişkin tartışmalar ise giderek artıyor.

Hükümet, bu yılki “av sezonu”nda ayıları vurmak için 486 lisans verdi, bu da kalan boz ayı popülasyonunun yaklaşık yüzde 20’sine denk geliyor. Geçen yıl bir rekor kırılarak 722 hayvan öldürülmüştü. İsveç Çevre Koruma Ajansı’na göre, bu yıl, avın ikinci gününde 152 ayı katledildi.

Yaban hayatı savunucusu bir grup olan İsveç Carnivore Derneği’nin başkanı Magnus Orrebrant, “Modern avlanma yöntemleri bir ayıyı öldürmeyi son derece kolaylaştırıyor; bunu saf bir katliama benzetebiliriz” dedi.

Polis dronle’larla avcıları koruyor: Avcıların ‘işlerini yapmasına’ müdahaleyi engelliyoruz

Giderek yükselen tartışmaların odağı haline gelen av sırasında bu yıl ilk polis, kez hayvanları öldüren kişileri protestolardan korumak için onlara eşlik etti.

İsveçli aktivistler, polis memurlarının, katliam sırasında “avcıların barışçıl ilerleyişini” güvence altına almak için ormanlarda yaya ve drone’larla devriye gezdiğini de belirtti.

İsveç’in kuzeyindeki bir polis memuru ve yaban hayatı koordinatörü olan Joacim Lundqvist, “Bu yılki ayı avı sırasında avcıların işlerini yapmalarına hiçbir müdahale olmamasını sağlamayı gerekli gördük. Bunun nedeni, bu yılın başlarında gerçekleşen vaşak ve kurt avlarında protestocuların sayısının artmasıdır” dedi.

Falun‘daki İsveç Avcılık Derneği’nde danışman olan Magnus Jensen de önceki yıllarda protestoculardan kaynaklanan bir tehdit hissi olduğunu ancak bu yıl aynı korku hissi olmadığını söyledi.

İsveç’te 2 bin 400 boz ayı kaldı

Ayılar bir asır önce İsveç’te neredeyse yok olma noktasına kadar avlandı, ancak koruma politikaları sayesinde 2008’de sayıları 3 bin 300’e ulaştı. O zamandan bu yana yapılan avlar ayı sayısını yüzde 40 oranında azaltarak yaklaşık 2 bin 400’e düşürdü .

İsveç hükümetinin bu politikasını sürdürmesi halinde, gelecek yılki avlanma sayıları “yaşayabilir bir popülasyonu sürdürmek” için gerekli görülen minimum 1.400 ayıya yakın bir sayıya ulaşacak .

Ülkede son iki yılda yüzlerce kurt, vaşak ve ayıyı “av” adı altında öldürüldü. Geçen yıl öldürülen hayvan sayısı rekor kırmıştı. 2023’te modern zamanların en büyük “kurt sürek avını düzenlenmiş; sadece 460 kurttan oluşan tehlike altındaki bu popülasyondan 75’i öldürülmüştü.

Ekologlar, avların devam etmesi halinde bölge genelinde yankıları olabileceğinden endişe ediyor. Bu ayın başlarında, Norveçli çevre grupları, her iki ülkedeki boz ayı popülasyonunu tehdit ettiklerini öne sürerek, bazı sınır bölgelerindeki İsveç yetkililerine ayıları öldürme lisanslarını reddetmeleri çağrısında bulundu, ancak talepleri reddedildi.

“Bu katliamdan çok endişeliyiz” diyen Norveç Doğa Koruma Örgütü Başkanı Truls Gulowsen, “Bu, İskandinav boz ayı popülasyonunda önemli ve oldukça dramatik bir azalma. İsveç’in ayı popülasyonunu ciddi şekilde azaltması, tüm İskandinav popülasyonunun hayatta kalma şansını etkileyecek” dedi.

İsveç Tarım Bilimleri Üniversitesi’nden ve İskandinav Ayı Projesi‘nin baş bilim insanı Jonas Kindberg ise, “Eğer popülasyonun bugün tahmin ettiğimiz gibi 2.400 civarında sabit kalmasını istiyorsanız, yılda sadece 250 kadar ayı vurabilirsiniz” diye konuştu.

AB, ‘kesinlikle korunan tür’ ilan ettiği hayvanların ‘av’ izinlerini artırıyor

Boz ayılar Avrupa’da “kesinlikle korunan bir tür”, ve yaban hayatı korumacıları, yüksek avlanma kotalarının “kesinlikle korunan türlerin kasıtlı olarak avlanmasını veya öldürülmesini” yasaklayan AB habitat direktifini ihlal edebileceğini savunuyor. AB kurallarına göre, bu yasak yalnızca kamu güvenliğini, mahsulleri veya doğal bitki örtüsünü ve hayvanlarını korumak için “son çare” olarak kaldırılabilir.

Ancak İsveç, çok sayıda lisansın yanı sıra, daha önce yasadışı olan yem, kamera ve köpek kullanarak ayıları öldürmeye izin vermek için avlanma yönetmeliklerini de gevşetmiş durumda.

Bu yıl ülkedeki yerel yönetimler avda yem kullanmak için yüzde 50 artışla 1.455 başvuru aldı. Hayvanları yiyecek fıçılarıyla çeken avcılar daha sonra köpekleri üzerine salıyor ve etrafı sarılan ayıyı vurarak öldürüyor. Avcılar, bu yöntemlerin hayvana daha az stres verdiğini savunuyor.

İsveç Avcılık ve Yaban Hayatı Yönetimi Derneği‘nin iletişim direktörü Magnus Rydholm’a göre boz ayının insanlar için tehlikeli değil: “Genellikle yaban mersinleriyle ilgilenirler. Sadece kışkırtılırsa tehlikeli olabilirler.”

Kurtlar ve ayılar, AB genelinde bir koruma başarısı hikayesi olsa ve sayıları, sıkı korumalar ve avlanma yasakları sayesinde yok olma eşiğinden geri dönse de İsveç gibi bir dizi AB ülkesi, büyük etoburların avlanmasını artırıyor.

Örneğin Romanya bu yıl, koruma statülerine rağmen yaklaşık 500 boz ayının öldürüleceğini duyurdu. Almanya “kurt avcılığı” kurallarını gevşetme sürecinde ve Avrupa Komisyonu başkanı Ursula von der Leyen, AB genelinde kurtlar için korumayı gevşetme yönündeki daha geniş bir çabanın parçası olmuş durumda.

Türkiye ve Avrupa kentlerinin temsilcileri ‘yeşil bir gelecek’ için Konak’ta

İzmir‘in Konak ilçesi belediyesinin ev sahipliğinde, “Farkındalık, İklim ve Çevre için Stratejik Ortaklık” projesi kapsamında gerçekleştirilen ‘İklim Zirvesi’ Türkiye ve Avrupa şehirlerinden belediyelerin temsilcilerini bir araya getirdi. 

Dün başlayan zirve, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki “Şehir Eşleştirme-II (Yeşil Gelecek için Şehir Eşleştirme) Hibe Programı (TTGS-II)” kapsamında yürütülen “Farkındalık, İklim ve Çevre için Stratejik Ortaklık (Strategic Partnership for Awareness Climate and Environment) (SPACE)” projesi çerçevesinde düzenlendi.

Konak Belediyesi’nin ev sahipliğinde İzmir Mimarlık Merkezi’nde iki gün boyunca devam edecek olan zirve, yurtdışından ve yurtiçinden katılan belediyelerin iklim kriziyle mücadele deneyimlerini ve iklim alanındaki iyi uygulama örneklerini paylaşmaları için bir platform sağlamasını amaçlıyor.

Konak Belediye Başkanı Mutlu: Yol gösterici ve ufuk açıcı

İklim Zirvesi’nin, Türkiye ve dünyadan deneyimleri paylaşmak için önemli bir platform olduğunun altını çizen Konak Belediye Başkanı Nilüfer Çınarlı Mutlu şunları söyledi:

“Bugün İzmir ve Konak için çok önemli bir gün. Böyle bir etkinliğe ev sahipliği yaptığımız için onur duyuyoruz. Yerel yönetimler olarak İklim Zirvesi’nde deneyimlerimizi paylaşacağız. Ülkemizden, dünyamızdan deneyimler aynı platformda buluşacak. Birbirimizden öğreneceğiz ve birbirimizle dayanışma içinde olacağız. Dolayısıyla bu zirve hepimiz için yol gösterici ve ufuk açıcı. İklim krizi ile ilgili felaketler dünyanın gündeminde. Türkiye maalesef bu sorunu en yoğun yaşayan coğrafyalardan biri. Geçtiğimiz günlerde İzmir, yaşanan orman yangınları nedeniyle kentin özellikle kuzeyindeki yaşam destek alanlarını büyük ölçüde yitirdi. Yakın geleceğimizi daha da tehdit eden bu soruna karşı önlemler almak ve kentlerimizi dirençli hale getirmek zorundayız. Birbirimizden güç almak ve ertelemeden çalışmayı başlatmak için bir aradayız.”

Konak SECAP yıl sonunda tamamlanacak

İklim krizi ile mücadele konusunda belediyesinin yürüttüğü çalışmalardan örnekler veren Mutlu, imzacısı oldukları Belediye Başkanları Sözleşmesi‘ne göre, 2030 yılına kadar sera gazı emisyonunu yüzde 40 azaltmayı hedeflediklerini belirtti:

“Bunun için de Yerel İklim Eylem Planı’nı başlatıyoruz. 2022 yılında çalışmalarına başlayan Konak Sürdürülebilir Enerji ve İklim Eylem Planı, yani Konak SECAP’ın çalışmalarını da 2024 yılı sonunda tamamlamayı hedefliyoruz. Sıfır atık konusunda Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ile yürüttüğümüz bir projemiz var. “Kapsayıcı Sıfır Atık Yönetimi ve Sosyal Uyumun Güçlendirilmesi Projesi” ile sıfır atık modelini geliştirmeyi, altyapısını sürdürmeyi, atık toplamayı ve bunun için de ekipman sağlamayı hedefliyoruz. 111 mahalle muhtarımız ile toplantılarımız başladı, ağustos sonunda sıfır atık projemizin başlangıcını yapıyoruz.”

Mutlu, görevlerinin geleceğe yeşil bir dünya bırakmak için dirençli bir İzmir ve Konak yaratmak olduğunu belirtti.

Acar: İklim Eğitim Merkezi’nin temelini atacak

Zirvenin açılış konuşmasını yapan SPACE Proje Koordinatörü Ece Acar da, 12 aylık projenin gençlere ve çocuklara erişim için pek çok bileşeni bünyesinde barındırdığına dikkat çekti. Yerel düzeyde iklim krizine dair hayata geçirilen iyi uygulama örneklerini yerinde incelediklerini anlatan Acar, zirvede bunun çıktılarıyla şekillendireceklerini İklim Eğitim Merkezi’nin kurulumu ve tasarımı için oldukça kıymetli doneler topladılarını bildirdi.

Tuğrulöz: Daha yaşanabilir bir Konak ve İzmir için

Sosyal İklim Derneği Başkanı Gaye Tuğrulöz ise çıkış noktaları olan iklim krizinin genç neslin en büyük sorunu ve bir çevre hakkı ihlali olduğunu vurguladı:

“Buradan yola çıkarak çocukların ve gençlerin daha fazla farkındalık sahibi olabileceği, daha çok birbirleriyle çalışarak örgütlenerek, dayanışarak karar alabilecekleri bir merkez oluşturmak istedik. Buradan çıkan sonuçlarla beraber çocukların ve gençlerin daha yaşanabilir Konak, daha yaşanabilir bir İzmir için beraber projeler, etkinlikler ve faaliyetler gerçekleştirmesi için onları desteklemek istiyoruz” dedi.

Arnaudo: Birbirimizin tecrübelerinden faydalanma olanağı bulduk

Projenin bir parçası olmaktan gurur duyduğunu dile getiren Saluzzo Belediyesi Avrupa Proje Yöneticisi Silvia Arnaudo da, “Özellikle sürdürülebilirlik ve iklim üzerine yapılan projelerde görev alıyorum. Bu projenin parçası olmaktan gurur duyuyorum. Bu proje sayesinde birbirimizden bir şeyler öğrenme olanağına sahip olduk, birbirimizin tecrübelerinden faydalanma olanağı bulduk. Görüş alışverişi ve tartışmalar sonucu yeni inovasyonlara temel oluşturacak çalışmalar yaptık. Hepimizin bugün burada bir arada olması çok önemli bir gelişme. Bütün dünyada iklim en önemli konu ve buna yönelik iş birliği son derece önemli. Bugün ve yarınki zirveyi çok önemli buluyorum. Konak Belediyesine de organizasyondaki destekleri için teşekkür etmek istiyorum” diye konuştu.

Grossmaas: Sorun da küresel çözüm de

Zirveye katılan Almanya’nın Hamm Belediyesi İklim Uyum Yöneticisi Wilma Grossmaas ise kentlerinin iklim değişikliğinden ciddi anlamda etkilendiği bilgisini verdi:

“Altyapımızın eksik kaldığı yerlerde sel ve kuraklık gibi sorunlarla karşılaşıyoruz. Yeni iklim koşullarına adaptasyon sağlanması bizim için önemli. İklim değişikliğinin yarattığı sorunlar küresel sorunlardır, birbirimizden öğreneceğimiz iyi uygulama örnekleri çok önemli.  Önümüzdeki yol kolay olmayacak, sınır tanımayan iş birlikleri gerektirecek. Hepimizin katkısı gerekiyor bunun için. Kolektif hareketin önemli olduğunu düşünüyoruz, sadece kendi şehirlerimiz değil tüm dünya için bunun böyle olduğunu düşünüyorum.”.

Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı AB İşleri Uzmanı Ceyhan Çiçek belediyeye desteklerini belirtirken, Central Project Management Agency Türkiye Proje Takım Lideri Daiva Matoniene, geçen hafta İzmir’de yaşanan orman yangınlarına dikkat çekti.  yangınların sayı ve genişlik olarak arttığını anlattı.

iklim Zirvesi’ne Avrupa’dan Hamm Belediyesi’nin (Almanya) yanı sıra , Saluzzo Belediyesi (İtalya), Gulbene Belediyesi (Letonya), Nice Belediyesi (Fransa), Barselona Belediyesi (İspanya), Vilnius Belediyesi (Litvanya), Manresa Belediyesi (İspanya), Ljubljana Belediyesi (Slovenya), Ptuj Belediyesi (Slovenya) ve Ilok Belediyesi’nden (Hırvatistan) temsilciler katıldı.

Zirvede, Konak Belediyesi tarafından konuklara dikilmek üzere 180 adet ağaç fidanı da dağıtıldı.

Limak Filarmoni Orkestrası’nın Bodrum konserine Akbelenlilerden büyük tepki

Muğla’nın Milas ilçesi İkizköy Mahallesi’ndeki Akbelen Ormanı’nı, Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerine linyit sağlamak için katleden YK Enerji‘nin iştirakçisi Limak Holding‘in kurduğu Limak Filarmoni Orkestrası 25 Ağustos Pazar günü Bodrum Amfi Tiyatro‘da bir konser verecek.

Yaklaşık üç yıldır ormanlarını ve yaşam alanlarını korumak için yasal mücadele veren ve nöbet tutarak, kampanyalar düzenleyerek fiili olarak direnen Akbelenliler, şirketin bu “aklama” girişimine karşı tepkili.

Sosyal medyadan şirkete ve kamuoyuna seslenen bölge halkı; “Orkestranız Akbelen’deki hızar ve dinamit seslerini bastıramıyor. Sanat ile katliamı perdeleyemezsiniz, yaptıklarınızı sanat kisvesi altında pazarlayamazsınız” dedi.

‘Limak Holding kendini sanat ile aklayamaz!’

“Akbelen’i katleden, genç yaşlı demeden bizleri darp eden, patlatılan dinamitlerle canımıza kast eden Limak’ın sanat ile yaptıklarını perdelemesine izin vermeyeceğiz” diyen İkizköy halkı şu çağrıyı yaptı:

“Bölgenin yaşam ve su kaynağı Akbelen Ormanı’nın katledilmesinden sonra hızla devam eden maden çalışmalarında patlatılan dinamitler köylünün can güvenliğini tehdit ederken, sanki doğa katliamı yapan onlar değilmiş gibi suyunu çaldıkları ilçelerden Bodrum’da verecekleri “Limak Filarmoni Orkestrası” konserine sessiz kalmayacağız.

Limak Holding’in kendini sanat ile aklama çabasına izin vermeyeceğiz. Bu sahtekarca ve ikiyüzlü gösteriye karşı herkesi Akbelen’in sesi olmaya, dayanışmaya çağırıyoruz!

Bu, ilk değil

Limak Holding’in kurduğu Filarmoni Orkestrası’na karşı Akbelenlilerin tepkisi ilk değil.

Geçen şubat ayında orkestranın İzmir’de verdiği konser de protesto edilmişti. AKP İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Hamza Dağ, AKP’li milletvekilleri, bakanlar ve Akbelen Ormanı için kesim iznini veren Tarım ve Orman eski bakanı Bekir Pakdemirli, Limak Holding sahibi Nihat Özdemir’in de izlediği konser salonunun önünde yapılan protesto gösterisi sonucu birçok kişi konseri izlemekten vazgeçip geri dönmüştü.

Yeşil NoktaLimak Filarmoni Orkestrası protesto edildi: Elinizdeki müzik aletleriniz değil, dinamit!

Geçen yıl da Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde (PSM) düzenlenen Limak Senfoni Orkestrası konseri öncesinde, bina önünde şirketi protesto etmek isteyen Akbelen direnişçileri gözaltına alınmıştı.

Akbelen halkı, açılan davaların yanı sıra şirketi Birleşmiş Milletler’e de şikayet etmiş, Limak’la tüm ilişkisini kesmesini istiyor.

Yeşil NoktaAkbelen Limak’ın peşini bırakmıyor: BM şirketle tüm ilişkisini kesmeli

 

 

[İklim Masası] Türkiye kıyılarındaki tarihi alanlar sular altında kalabilir

İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde, Doç.Dr. Enes Zengin’in deniz seviyesindeki yükselmenin Türkiye ve Yunanistan sahillerindeki arkeolojik alan ve antik kentlerin nasıl etkileyeceğine ilişkin makalesini yayımlıyoruz. 

*

Yeni bir çalışmaya göre, küresel iklim değişikliği nedeniyle deniz seviyesinde beklenen yükselme, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın sahil şeritlerinde yer alan 150’ye yakın arkeolojik alanı ve tarihi yapıyı tehdit ediyor.

Buna göre, Muğla’daki Knidos ve Kaunos antik kentleri ile İzmir Bergama’daki Elaia Antik Liman Kenti, ‘çok yüksek’ risk altında olan ve en olumlu senaryoda dahi kısmen ya da tamamen sular altında kalması beklenen tarihi alanlar olarak öne çıkıyor.

Sular altında kalma riskini çok yüksekten çok düşüğe beş seviyede değerlendiren çalışmada, Türkiye ve Yunanistan’ın Doğu Akdeniz kıyılarında yer alan 464 tarihi alanın risk durumu incelendi. Buna göre 34 alanın ‘çok yüksek’, 21 alanın ‘yüksek’, 25 alanın ise ‘orta’ seviye risk altında olduğu tespit edildi.

Deniz suyu seviyelerindeki yükselmenin üç metreyi bulduğu ve ‘orta’ seviye risk altındaki alanları da etkilediği bir senaryoda, Aydın’da Efes Limanı, Efes Antik Kenti, Milet Antik Kenti, Güvercinada Kalesi; İzmir’de Klazomenai Örenyeri; Antalya’da ise Olimpos ve Patara antik kentleri gibi önemli tarihi alanların kısmen veya tamamen sular altında kalabileceği hesaplanıyor. 317 alanın ise en olumsuz senaryoda öngörülen beş metrelik yükselmede dahi tehlikede olmadığı tespit edildi.

İzmir’deki Elaia Antik kenti liman mendireği.

Yüzyıl sonuna kadar bir metrelik yükselme bekleniyor

Deniz seviyelerindeki yükselme, temel olarak kara-buz kütlesindeki azalma ve okyanus suyunun ısıl genişlemesi nedeniyle meydana geliyor. Ancak küresel ısınma nedeniyle olağan döngünün üzerinde artan bu yükselme, dünyanın her yerinde aynı şekilde gerçekleşmiyor ve ve yerel olarak farklılık gösteriyor. Yazarı olduğum çalışmada da hem küresel olarak hem de Akdeniz Havzası’nda 2300 yılına kadar deniz seviyesinde meydana gelmesi muhtemel yükselişe dair senaryolardan yola çıkılarak etkilenmesi muhtemel olan Türkiye’nin Ege ve Akdeniz kıyıları ile Yunanistan’da bulunan tarihi alanlara yönelik bir çalışma yapıldı.

Her ne kadar hem ülkelerin hem de küresel şirketlerin karbon emisyonlarının azaltılmasına yönelik taahhütleri olsa da, önümüzdeki on yıllarda emisyonların ne ölçüde sınırlandırılabileceği net değil. Dolayısıyla küresel ısınmanın kaç dereceye ulaşacağını da tam olarak bilemiyoruz.

Bunun yanı sıra, bu ısınmanın tetikleyeceği, özellikle yerbilimleri ile ilişkili, karmaşık fiziksel süreçlere dair de belirsizlikler bulunuyor. Söz konusu bu kısıtlamalar da göz önüne alınarak ortaya tüm tahminleri kapsayacak şekilde, Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Okyanus Hizmetleri (National Ocean Service) tarafından 2022 Yılı “Deniz Seviyesi Yükselimi Teknik Raporu” ve literatürdeki diğer çalışmalardaki veriler de dikkate alınarak yüzyıl sonunda deniz suyu seviyelerindeki yükselmenin 0,3 metre ile 2,0 metre arasında değişeceğine yönelik öngörülerden yola çıkılarak 2300 yılına kadar meydana gelmesi muhtemel beş farklı senaryo oluşturuldu. Bu senaryolarda 1,0 ile 5,0 metre arasında değişen ve birer metrelik deniz seviyesi yükselimi senaryoları kullanıldı. Metodolojisi açıklanan ve yazarı olduğum bu çalışmada, Türkiye ve Yunanistan kıyılarında yer alan ve sular altında kalma tehlikesi bulunan tarihi alanlar tespit edildi.

Tarihi MÖ 5000 yılına uzanan ve dünyanın en eski tarım topluluklarından bazılarının aralarında bulunduğu Ege uygarlıkları, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan çok sayıda tarihi alana ev sahipliği yapmasının da başlıca nedeni olarak açıklanabilir. Bu listede Türkiye’den 19, Yunanistan’dan ise 18 alan yer almakla birlikte Türkiye’den 84, Yunanistan’dan ise 14 alan ise, listeye eklenmek üzere aday gösterilen alanların dahil edildiği UNESCO Dünya Geçici Miras Listesi’nde bulunuyor.

Türkiye ve Yunanistan’da 147 alan risk altında

Türkiye’de ve Yunanistan’da kıyı şeridine yakın bölgelerde yer alan 464 tarihi alan için risk değerlendirmesi yapan çalışmada, bir metrelik yükselme söz konusu olduğunda 34 tarihi alanın (toplam alanların yüzde 7’sinin) doğrudan risk altında olacağı hesaplandı.

Bekleneceği üzere, deniz suyu seviyesinde gözlenen her bir metrelik artışta, tehlike altındaki tarihi alanların sayısı da artıyor. Yükselmenin iki metreyi bulması durumda 53; üç metrede 80;  dört metrede 106 ve beş metrede ise 147 alanın doğrudan ya da kısmen sular altında kalma risk bulunuyor. 317 tarihi alanın ise deniz seviyesi yükselimi kaynaklı bir risk altında olmadığı görülüyor.

Knidos yüzyıl sonuna kadar sular altında kalabilir

Türkiye’deki önemli tarihi alanlar arasında bulunan ve elde edilen sonuçlara göre sular altında kalma riski ‘çok yüksek’ tespit edilen alanlar arasında Muğla’daki Knidos ve Kaunos antik kentleri ile İzmir Bergama’daki Elaia Antik Liman Kenti ve Seferihisar’daki Teos Antik Limanı da yer alıyor.

Bu önemli merkezlerin yanı sıra, daha orta ve küçük ölçekli yedi tarihi alanın da su altında kalma riskinin ‘çok yüksek’ olduğu tespit edildi.

Aynı senaryoya göre Yunanistan’da ise Sissi, Pavlopetri ve Lokris antik kentlerinin de ‘çok yüksek’ risk altında olduğu görülüyor. Yunanistan’da bu üç alana ek olarak 20 orta ve küçük ölçekli tarihi alan da ‘çok yüksek’ risk altında bulunuyor.

Yükselme önlenemezse Efes, Olimpos ve Milet de sırada

Küresel ısınmanın sınırlandırılamadığı ve deniz suyu seviyelerindeki artışın üç metreyi bulduğu bir senaryoda ise Türkiye’nin en önemli antik kentleri arasında yer alan Efes, Olimpos, Patara ve Milet gibi alanların da bir bölümü sular altında kalabilir.

Sular altında kalma riskinin ‘yüksek’ olduğu tespit edilen, dolayısıyla iki metrelik yükselmeden etkileneceği öngörülen tarihi alanlar arasında İzmir’in Urla ilçesindeki Klazomenai Nekropolisi, Antalya’daki Aperlai ve Limyra antik kenti, Muğla’daki Larymna (Loryma) Antik Kenti gibi önemli alanlar da bulunuyor.

Deniz seviyesinde üç metrelik bir yükselme gözlenmesi halinde ise Efes’in hem tarihi limanı hem de örenyeri; Olimpos ve Patara örenyerleri ve Kuşadası’ndaki Güvercinada Kalesi’nin bir bölümü de etkilenebilir.

Kazı ve koruma çalışmalarında önlem alınmalı

Tarihi alanlar, insanlığın geçmişi ile bağlantı kuran, önemli alanlar; hem insanlığın gelişimi hem de eski dönemlerin gelenek ve görenekleri hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlıyorlar. Bu alanlar ayrıca geçmiş dönemlerde meydana gelmiş birçok jeolojik olayın anlaşılabilmesi içinde adeta birer laboratuvar işlevi görüyor.

Bilimsel önemlerinin yanı sıra, tarihi alanlar turizm merkezi olarak da büyük önem taşıyorlar. Her yıl milyonlarca insan tarafından ziyaret edilen bu alanlar, tarihsel farkındalığı artırmaya da büyük katkı sunuyor. Ne yazık ki iklim değişikliği nedeniyle deniz seviyelerinde beklenen yükselme, özellikle kıyı şeridinde yer alan tarihi alanları tehdit ediyor.

Tarih boyunca insanlık; nehirler, göller, denizler ve okyanuslar gibi su kaynaklarına yakın yerlerde yerleşim kurma eğiliminde oldu. Daha verimli tarım arazilerine sahip olmak, su ihtiyaçlarını kolayca karşılayabilmek ve ticaret limanları kurabilmek, bu tercihin temel nedenleri olarak sayılabilir.

Ne var ki suya yakın yaşamak çeşitli riskleri de beraberinde getiriyor. Bu bölgeler tarih boyunca heyelan, erozyon, sel ve küresel jeolojik süreçler nedeniyle sular altında kalmak gibi doğal tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. Bugün ise iklim değişikliği ile birlikte dünya genelinde buzulların ve buz örtülerinin erime hızının artması, bu tarihi alanları da dolaylı olarak tehdit ediyor.

Arkeolojik kazı ve koruma çalışmaları tüm dünyada yoğun bir şekilde devam ediyor. Ancak uzun zaman alan bu çalışmalar, ciddi iş gücü ve titiz bir çalışma gerektiriyor. Bu nedenle tarihi alanlara yönelik yapılacak çalışmaların kısa, orta ve uzun vadeli dış etkenlere göre planlanması, yani iklim değişikliği nedeniyle su seviyelerinde beklenen yükselmenin de dikkate alınması, kaçınılmaz bir gereklilik olarak öne çıkıyor.

*

Kaynak Makale: Inundation risk assessment of Eastern Mediterranean Coastal archaeological and historical sites of Türkiye and Greece

 

İkizköy için istinaf başvurusu: Akbelen’in hava kalitesi raporu neler söylüyor?

MUĞLAMilas, İkizköy’deki Akbelen ormanında ekokırıma neden olan Limak ve IC-İçtaş ortaklığındaki YK Enerji’nin dinamitleri patlatılmaya devam edilirken bölgedeki çevre tahribatı bu defa hava kalitesi raporuyla birlikte istinafa taşındı.

İstinafa taşınan davada kullanılan ölçüm raporuna göre; bölgedeki hava kalitesi alarm veriyor.

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, Akbelen’deki havanın, özellikle kırılgan grupların (akciğer rahatsızlığı olan bireyler, çocuklar, yaşlılar, kronik rahatsızlıkları olan bireyler vb.) sağlıkları üzerinde olumsuz etkileri olduğunu ortaya koydu.

Çevre Mühendisleri Odası’nın rapora ilişkin değerlendirmesine göre; 5-6 Haziran 2024 tarihlerinde ölçülen değerlerin 200 mikrogramın üzerinde tespit edilmesi ile hava kalitesi indeksi AQI, sağlık açısından alarm veriyor. Yani solunan hava, sağlıklı bireyde dahi ciddi sağlık etkileri görülebileceğinden insanlar açısından tedavisi zor olabilecek hastalıklara neden olabilir.

Neden istinafa gidildi?

Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim Ve Tic. A.Ş.’ye Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünce Akbelen için verilen iznin süresi bitmiş ve daha sonrasında bu izin süresi 10 yıl uzatılmıştı.

Muğla Orman Bölge Müdürlüğü‘nün ağaçların kesilmesine ve bölgede çevre tahribatı yapılmasına devam edilmesine neden olan söz konusu uzatmayla ilgili idari işleminin iptali için Muğla 1. Bölge Mahkemesi’ne başvuru yapıldı.

Av. İpek Sarıca: Çok büyük bir hava kirliliği yayılıyor

İkizköy’deki köylülerin gönüllü avukatı İpek Sarıca, düşük hava kalitesinin, çok fazla tozumanın olmasının direkt geçim kaynaklarını –zeytin ağaçlarını- ve canlıları da etkilediğini belirterek davada bu raporun da kullanılmasının önemine işaret etti.

Davada kullanılan hava kalitesi raporuna ilişkin Yeşil Gazete‘ye konuşan Sarıca, hava kalitesi için önemli bir diğer gösterge olan PM2.5 (Çapı 2,5 mikron veya daha küçük olan partiküller) ile ilgili de ölçüm yapılıp yapılmayacağı yönündeki sorumuza şöyle yanıt verdi:

“PM2.5 için de ölçüm talep ettik ancak eldeki imkanlar PM10 ölçümlerine yeterli oldu. Muğla Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden talep etti. O şekilde bir yol izledik. Tabi PM2.5 ölçüm yapılması orada harika sonuçlar yaratır, bizim için harika bir kanıt. Aynı zamanda orada azot dioksit, kükürt dioksitin de ölçülmesi gerekiyor. Çünkü termik santrallerden de çok büyük bir hava kirliliği yayılmakta. Keşke imkan, bağlantı olsa da bu değeri veren bir ölçüm sağlasak orada düzenli olarak.”

Termik santralin ve maden ocağının günlük hayatı nasıl etkilediğini ortaya koymak adına raporun önemli olduğunu ve raporun sonuçlarının aslında “cana kast” olarak tanımlanabileceğini de belirten Sarıca, şunları dile getirdi:

“Aslında cana kastı şöyle açmak gerekiyor: ‘Sermayenin çıkarı, paranın dönmesi için senin canının bizim için bir önemi yok. Ben hukuka uygun olarak (!) her şeyi yapıyorum. İnsanın canına kast etmemde de bir problem yok. Her şey çünkü hukuka uygun’ diyen ve aynı zamanda da “kamu yararı” almış bir şirketten bahsediyoruz karşımızda.”

Ölçüm sonuçları Dünya Sağlık Örgütü’nün limitinin çok üstünde

Akbelen’de ölçümlerin sağlandığı tarih aralığında ortaya koyulan verilere göre; madenin olduğu bölgede çoğu günde havadaki PM10 değeri Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) belirlediği ortalama limitin çok üstünde.

Ölçümleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanlığı, Çevre Koruma Şube Müdürlüğü Avrupa Yakası Çevre Laboratuvarı gerçekleştirdi.

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘na göre; Partiküler Madde (PM10) ve çapı 10 mikrometreden küçük diğer tanecikler akciğerlere ulaşarak iltihaplanmaya ya da insanları çok olumsuz etkileyecek kalp ve akciğer hastalıklarına neden olabilir.

DSÖ’nin ortalama yıllık limit değeri bir metreküpte 15 mikrogram (µg m-3) iken günlük ortalama limit değeri bir metreküpte 45 mikrogram (µg m-3). AB ve Türkiye için ise limit değerleri DSÖ’nün üzerinde. AB ve Türkiye’de ortalama yıllık limit değeri bir metreküpte 40 mikrogram (µg m-3) iken günlük ortalama limit değeri bir metreküpte 50 mikrogram (µg m-3).

Ölçümler Akbelen Ormanı ve maden faaliyetinin yapıldığı alanın en yakın yerleşim yerinde gerçekleştirildi. Davaya konu Akbelen’deki hava kalitesi 16 Mayıs ve 14 Haziran 2024 tarihleri arasında ölçülen verilerle ortaya koyuldu. Bu bir aylık ölçüm nedeniyle de Akbelen’in hava kalitesine ilişkin veriler ancak günlük ortalama limit aşımı üzerinden değerlendirilebiliyor.

Buna göre; Akbelen’deki hava kalitesi, PM10’nun düşük olduğu günler 45 mikrogramın üzerinde seyrederken birçok gün ortalama değerin (50 mikrogram) ve 200 mikrogramın üzerinde kalıyor:

  • Yalnızca üç gün (24,25 ve 28 Mayıs 2024) Türkiye’nin günlük ortalama aşım limitinin altında kalıyor.

Diğer günler ise sırayla şöyle:

  • 101-150 arası, hassas gruplar için sağlıksız olan günler: Mayıs ayında üç gün, haziran ayında yedi gün
  • 151-200 arası, herkes için sağlıksız olan günler: Mayıs ayında üç gün, haziran ayında beş gün

Öte yandan yalnızca 30 güne dair ölçümlerin bulunduğu veriler, bir aylık sürede Türkiye’nin günlük limit değerinin, 27 kez aşıldığını gösteriyor. Bu değerin aşılması için verilen yasal sınır ise en fazla 35 gün.

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’nın ölçümlerdeki olaylara ilişkin değerlendirmesi,  olayın vahametini gözler önüne seriyor:

“Günlük PM10 ortalamaları incelendiğinde, yapılan tüm ölçümler WHO’nun 45 mikrogram olan kılavuz değerinin üzerinde çıkmıştır. AB ve Türkiye Cumhuriyeti için günlük PM10 değeri yıl içinde en fazla 35 kere aşılabilirken, ölçüm noktasında ölçüm periyodunun yüzde 90’ında aşılmıştır.

Maden alanın büyüklüğü göz önüne alındığında benzer ölçümlerin, maden çevresindeki diğer yerleşim yerlerinde de yapılması ve takip edilmesi halk sağlığı açısından büyük önem taşımaktadır. Benzer şekilde sonuçların yüksek çıkması halinde uzun süreli partikül kirleticilere maruz kalan bu bölgelerde düzenli sağlık taramalarının yapılması büyük önem taşımaktadır.”

PM19 ölçüm sonuçlarının 30 günlük değerlerin ortalaması ise 110.8 mikrogram.

Çoğunluğunu yaşlı nüfusun oluşturduğu bölgede solunan hava için Çevre Mühendisleri Odası’nın uyarısı ise oldukça net:

“Ölçüm sonuçlarına göre insanlarda oluşturabileceği olası etkiler özellikle kırılgan grupların (akciğer rahatsızlığı olan bireyler, çocuklar, yaşlılar, kronik rahatsızlıkları olan bireyler vb.) sağlıkları üzerinde olumsuz etkileri görülür.”

Öte yandan 5-6 Haziran 2024 tarihlerinde ölçülen değerlerin 200 mikrogramın üzerinde olması ise Çevre Mühendisleri Odası’na göre, sağlık açısından alarma işaret ediyor; “Yani sağlıklı bireyde dahi ciddi sağlık etkileri görülebileceğinden insanlar açısından tedavisi zor olabilecek hastalıklara neden olabilecektir.”

‘Halk sağlığını tehdit ediyor, bu işletme durdurulmalı’

Küresel ısınma ve iklim değişikliği gerçeğine de işaret edilen uzman görüşünde, “Yerel halk sağlığını da tehdit eden bu işletmenin durdurulması ve maden alanların en kısa sürede rehabilite edilmesi gerekmektedir” deniliyor.

 

Residents arrested during water vigil in Söğütlü speak out: “They might as well uproot the village’

0

Residents of Söğütlü, Fethiye, who were detained by gendarmerie while trying to protect their village’s sole water source from a hydroelectric power plant (HES), have spoken out. “Once our water is gone, there’s no point in staying in the village or the Yürek neighborhood. We’re considering putting up a ‘For Sale’ sign at the entrance. Without water, there’s no life here,” they said.

In Söğütlü, locals began a vigil to protest the decision to divert the village’s only water supply to other neighborhoods in Seydikemer, through the Sekiyaka 2 Hydroelectric Power Plant (HES), owned by Fethiye Irrigation Union and Akfen Holding. After facing harsh intervention and detentions by law enforcement, the villagers shared their experiences.

According to Gündem Fethiye, a local news source, the villagers argue that the water currently passing through Söğütlü could still reach the neighborhoods in Seydikemer after passing through their village. Songül Çelik, a resident of Söğütlü, expressed that they have no problem sharing the water and believe that after flowing through Söğütlü, it could be channeled to Seydikemer’s neighborhoods.

Courtesy of Gündem Fethiye

‘They Might as Well Uproot the Village’

On August 15, Gülen Çelik, one of the detained villagers, explained the difficulties they’ve faced since their water was cut off. She mentioned that they can no longer use irrigation water and that the pressure on their tap water has increased significantly. They simply want the water to be channeled through their village, allowing the excess to be used by others.

Çelik noted that the water they are given now isn’t sufficient, forcing the villagers to take turns watering their gardens, but it’s still not enough. Both drinking water and irrigation water are at risk, and without them, the crops dry up, making it impossible to continue living in the village.

Courtesy of Gündem Fethiye

‘We Felt Humiliated’

Recep Alkaya, another villager who was injured during the gendarmerie intervention, spoke about the long-standing use of the water channels by their ancestors. He emphasized that in the past, the water was abundant, but now it’s scarce. The villagers had asked for their infrastructure to be improved before any water was diverted, but their requests were ignored.

Alkaya also criticized the actions of the Seydikemer Muhtarlar Association President, who allegedly threatened the people of Fethiye by saying, “We’ll cut off your water.” He felt humiliated by the entire process and recounted how his words were twisted by authorities.

During the gendarmerie intervention, Alkaya was physically assaulted and lost consciousness. He later found out that his injuries were downplayed in a medical report, but after filing a complaint, the report was revised five days later.

Alkaya concluded by saying that the village remains under heavy gendarmerie presence. “What did we do to deserve this? We didn’t want this,” he said, expressing frustration over the continued surveillance and restrictions on their movements.

 

Historic rock carvings in Bolu designated as a first-degree archaeological site

0

The Bolu Museum Directorate submitted an application to the Ankara Regional Board for the Protection of Cultural Heritage under the Ministry of Culture and Tourism, requesting the protection of the historic rock carvings and settlement in the Avlatarla area of Karadoğan village, Kıbrıscık. Following an on-site inspection and the preparation of a report, the decision was published in the Official Newspaper of Türkiye.

Under Decision No. 4684 of the Ankara Regional Board for the Protection of Cultural Heritage, the historic wall carvings have been registered and protected as a “First-Degree Archaeological Site.”

It is believed that the rock-hewn structures in Kıbrıscık were used by the local Byzantine population between the 7th and 9th centuries AD for protection and habitation.

The area is noted for its rock monastery, rock-hewn burial chambers, and hermit cells. The historic rock settlement bears similarities to the Solaklar, Muslar, and Çeltikdere rock houses in the Seben district.

According to information provided by Kıbrıscık Municipality, the Kaleönü (Elliönü) caves contain a small rock chapel with three naves, plastered walls, and a burial compartment, as well as 3-4 interconnected cells likely used as hermit rooms and a rock-hewn burial chamber.

These findings suggest that the caves date back to the Roman period and were part of a rock monastery.

Additionally, two fountains with water basins, one with a cistern, are located in the Çukur neighborhood of Belen village.

The irregular cut stones used in the construction of the fountains and the lime mortar, along with the structures of nearby graves, indicate that this area also dates back to the Roman period.

Furthermore, rock shelters, known as Alcının Kayası, are located on steep slopes overlooking Uludere. These shelters are found to be similar to the rock shelters in Muslar village, Alpagut village, and Çeltikderesi in the Seben district. These shelters were likely used by the local Byzantine population for protection during the Arab-Byzantine conflicts in Central and Northern Anatolia between the 7th and 9th centuries AD.