Ana Sayfa Blog Sayfa 4263

Dünya aydınlarından hükümete çağrı: Şiddete son verin

Dünyanın dört bir yanındaki aydınlar hükümeti halkın meşru protestosunu şiddetle bastırmaya bir son vermeye çağırdı.

Türkiye hükümetinin kendi vatandaşlarını şiddet yoluyla bastırmasını, alenen gayrimeşru olan göz yaşartıcı gaz kullanımını, şiddet edimlerini; biber gazı silahları ve sis bombalarıyla binlerce insanın yaralanmasına yol açmasını, toplantı ve gösteri yapma hakkı gibi en temel özgürlüklerini kullanmak isteyenlerin hayatlarını düpedüz tehlikeye atmasını kınıyoruz.

Türkiye hükümetinin bizzat kendi halkına saldırması, demokrasinin ilkelerine yönelik bir saldırı ve meşru yönetim yolundan kopuştur – bu tür gözdağı verme, sindirme taktiklerine ve devlet şiddetine kesinlikle karşıyız. Demokrasinin ilkeleri adına, Türkiye hükümetini şiddet içeren eylemleri derhal bırakmaya çağırıyoruz. Kamusal alanların özelleştirilmesine, hiçbir meşruiyeti olmayan bu devlet şiddetiyle iyice ayyuka çıkan otoriter yönetim anlayışına ve halkın gösteri hakkının böylesine kısıtlanmasına itiraz eden bu halk direnişinin amaçlarını destekliyoruz.

Hükümeti;
(a) Bütün göstericilere, medya çalışanlarına, bilhassa habercilere ve avukatlara uygulanan dayak vb. şiddete son vermeye,
(b) Yaralıların tıbbi yardım almasını engellemeye son vermeye,
(c) Göstericileri, sağlık personelini, hukuk danışmanlarını usulsüz ve kanunlara aykırı bir biçimde göz altına almaya ve tutuklamaya son vermeye,
(d) Polis tarafından yaralananların tıbbi bakım ve hukuki temsil hakkını engellememeye çağırıyoruz. Bu dehşet verici devlet şiddetinin derhal sona ermesi gerektiğini savunuyoruz. Halkın muhalefet ve direnme haklarını, hükümet güçlerinin sansüründen geçmemiş bir medyadan bilgi alma hakkını, demokratik hayatın önkoşullarından biri olan kamusal alanlarda bulunma ve düşüncelerini özgürce ifade etme hakkını destekliyoruz.

İmzacılar
Tarik Ali, yazar ve editör, New Left Review, İngiltere
Tewfik Allal, Manifeste des Libertés Başkanı, Fransa
Etienne Balibar, Universite Nanterre, Fransa
Rosi Braidotti, Utrecht University, Hollanda
Margaret Brose, University of California, Santa Cruz
Wendy Brown, University of California, Berkeley, ABD
Judith Butler, University of California, Berkeley ABD
Alex Demirovic, Technische Universitat Berlin, Almanya
Lisa Duggan, New York University, ABD
Cynthia Enloe, Clark University, ABD
Eric Fassin, Universite Paris – 8, Fransa
Michel Feher, Zone Books Yöneticisi, Fransa
Alfredo Saad Filho, BM ve SOAS, İngiltere
Nilüfer Göle,  Ecole des Hautes Etudes, Fransa
Siba N Grovogui, Johns Hopkins University, ABD
İlker Ataç, University of Vienna, Avusturya
Hannes Lacher, York University, Kanada
George Liagouras, University of the Aegean, Yunanistan
Michael Lowy, CNRS, Fransa
Adam David Morton, University of Manchester, İngiltere
Matthieu de Nanteuil, Universite de Louvain, Belçika
Ravi Palat, State University of New York, Binghamton, ABD
Hugo Radice, University of Leeds, İngiltere
Josep Ramoneda, gazateci ve filozof, İspanya
Miranda Schreurs, Freie Universitat Berlin,  Almanya
Stuart Shields, University of Manchester, İngiltere
Daniela Tepe-Belfrage, University of Sheffield, İngiltere
Eleni Varikas,  Universite Paris 8, Fransa
Hayden White, Stanford University, ABD
Paul Zarembka, University of Buffalo, ABD
Slavoj Zizek, Ljubljana, Slovenya

(Çeviren Özge Çelik)

Dr. Savaş Çömlek: “Gezi’de 11 Haziran gecesi yaşananları kelimelerle anlatmak mümkün değil”

Gezi Parkı protestolarında 16 Haziran’da gözaltına alınıp aynı gün serbest bırakılan Yeşil Gazete editörlerinden Dr. Savaş Çömlek, parktaki revirlerde ve gözaltı sırasında olup bitenleri konuştuk.

Gezi Parkı protestolarına nasıl dahil oldun?

Daha iyi bir şehirde yaşamak istiyorum. Son yıllarda İstanbul şehri yani evimiz her şeyi para olarak gören bir anlayış tarafından talan ediliyor. Kentsel dönüşüm adı altında şehir betonlaştırılıyor, 3. Köprü yapacağız deyip son ormanlarımızı ranta kurban ediyorlar. Tüm tepkileri görmezden gelip Emek Sineması’nı AVM ye çevirip şehrin tarihi ve kültürel dokusunu yok etmekten çekinmiyorlar. Yıkımlar ve birbiri ardına gelen felaketlere tahammül edemez oldum. Halkın haklı taleplerini görmezden gelen ceberut devlet ve organlarına karşı tüm İstanbullular gibi benim de öfkem birikti.

Ne zaman Gezi Parkı protestolarına katıldın, neler yaşadın?

Benim bildiğim kadarıyla Taksim Platformu çeşitli etkinliklerle yaklaşık 1 yıldır sesini duyurmaya çalışıyordu. Ben de bir İstanbullu olarak her cumartesi Gezi Park’ını korumak için yapılan şenliklere katılarak sürece dâhil oldum. En temel haklardan biri olan ‘’protesto, gösteri hakkını kullanan’’ üstelikte en masumane taleplerle Gezi Parkı’nı korumak için çadır kuran insanların benzersiz bir şiddetle Gezi Parkı’ndan atılmalarına kadar olup biten her şey İstanbul’da yıllardır sürdürülen benzer protestolardan farksızdı.

Şiddetin olduğu her yerde kuşkusuz yaralanan zarar gören insanlar olur. Ben de Hipokrat yemini ile mesleğe bağlı bir hekim olarak ihtiyacı olan insanlara yardımcı olmak arzusuyla protestolara katıldım. Devlet tarafından uygulanan polis şiddetinin boyutları Gezi Protestoları sırasında bazı günler o kadar arttı ki, Gezi Parkı’nın içinde ve yakınlarında gönüllü sağlıkçıların çalıştığı revirler kurmak zorunda kaldık.

Revirlerde nasıl çalıştınız, ne tür sağlık problemleriyle karşılaştınız?

Başlangıçta atılan gaza bağlı solunum sıkıntıları, yanıklar özellikle gözlerde ortaya çıkan reaksiyonlarla karşılaşıyorduk ve aslına bakarsanız başlangıçta benim revirlerle çok fazla irtibatım yoktu. Gezi parkı ve Taksim meydanında, şiddetin asıl sebebi olan polisler terk ettikten sonra doktora da revire de neredeyse hiç ihtiyaç yoktu. Gezi Bostanında, müzik atölyelerinde olmayı tercih etmiştim. Gezi’de bir komün kurulmuştu. Paranın geçmediği, doğanın haklarını tanıyan, dayanışmaya ve paylaşmaya dayalı alternatif bir yaşam ütopyasını inşa ediyorduk. Zaten yeterince hekim ve sağlık personeli Gezi nöbetçilerine destek olmak için canla başla çalışıyordu. Ama şiddetin zirveye çıktığı 11 Haziran gecesi yaşananları kelimelerle anlatmak mümkün değil. Gerçeküstü bir atmosferde bir kara ütopya filmi gibi ya da sanki Stalingrad direnişi ilgili filmlerde siperlerde ölümü bekleyen askerler gibiydik.

Meydanda toplanan on binlerce insana gazla müdahale edilmesinin ardından onlarca ağır yaralı revirlere getirildi. Gaz kapsülleri ya da fişekleri direk insanlara hedef alınarak ateşleniyordu. Kafaları yaralanan, omuzları kırılan, ayak bilekleri, kolları kırılan insanlar o kadar çoktu ki bulabildiğim doktor gömleğini giyip tüm gece meslektaşlarımla beraber çalıştık. 11 Haziran gecesi yaşadıklarımızı tarihe not düşülsün diye anlatıyorum. Devlet şiddeti nedir? Polis ne işe yarar? Savaş nasıl bi şeydir? Orda bulunan herkes anladı ve gördü. Revirlerin içine gaz bombaları atıldı. Ambulanslara direk hedef gözetilerek gaz fişekleriyle saldırıp camlarını kıran polisler vardı. Bulunduğumuz yerin revir olduğunu, orada hasta insanlar olduğunu bilmiyor olamazlardı. Çünkü her yere yazmıştık üstelik de helikopterleri ve sivil polisleri aracılığıyla her şeyin yerini hem kaydedip hem de not ediyorlardı.

Sağlık Bakanlığı’nın, Gezi Parkı’ndaki revirde çalışanlara ne tür bir yaptırımı oldu?

Sağlık Bakanlığı’nın Gezi’de gönüllü çalışan hekimlerle ilgili soruşturma başlattığını öğrendik. Sağlık hizmetine ihtiyacı olan insanlara kim olursa olsun, acil durumlarda Kızılay’ın ve tabii ki Sağlık Bakanlığı’nın yardım götürmesi gerekirken soruşturma açmasını anlamak mümkün değil. Tıp etiğine, binlerce yılda oluşan tıp ahlakına rağmen Sağlık Bakanlığı’nın bırakın sağlık hizmeti götürmeyi, gönüllü sağlık hizmetini engellemeye çalışması herhalde dünya tarihinde eşi benzeri görülmedik bir tutum olsa gerek.

Soruşturma yapılamadı, çünkü TTB (Türk Tabipleri Birliği), Sağlık Bakanlığı’nın konuya ilişkin talebini geri çevirdi. Önümüzdeki günlerde ne tür saçma yaptırımların uygulamaya konulacağını tabii ki bilmiyoruz.

Revirlerin kapatıldığını biliyoruz, nasıl ve ne zaman kapatıldı?

15 Haziran’daki katıksız devlet şiddeti kendini revirleri önce gazlayıp sonra da yaralıları gözaltına almaya çalışarak zirveye ulaştı. Ardından, revirler kapatıldı. Ama insanlar yaralanmaya, hatta ölmeye devam ediyordu. Bir hekimin bu şiddete karşı çıkmaması sağlık hizmeti ihtiyacı olanların yanında olmaması mümkün değildir. Dolayısıyla revirler kapatıldıktan sonra bulunduğumuz her yerde ihtiyacı olanlara yardım etmeye devam ettik.

Sizin gözaltına alınmanız nasıl gerçekleşti?

İşin aslı, İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğini bilmiyorduk.Geç anladık İstanbul da hukuksuz bir sıkıyönetim uygulanmakta olduğunu.  Hem Gezi Parkı protestolarına destek olmak hem de profiterol yiyip Hazzopulo Pasajı’nda çay içip sohbet etmek için Beyoğlu’na gittik. Bulunduğumuz yere polis gaz kapsülleriyle saldırınca biz de maskelerimizi takıp çaylarımızı içmeye devam ettik. Bir süre sonra etraftan imdat çığlıkları yükseldi. Yaralananlar, gazdan etkilenip nefes alma güçlüğü çeken insanlar vardı. Önce onlara yardımcı olduk. Ardından da insanların gönüllü olarak çevredeki ev ve iş yerlerinde oluşturdukları küçük revirlerde yardıma ihtiyacı olanlara yardım etme umuduyla bulunduğumuz yerden ayrıldık. Tarlabaşı Karakolu yakınlarında boş bir yolda polislerle karşılaştık. Yoldan geçmemize izin vermediler. Gaz maskelerimizi de görünce, doktor olduğumu söylediğim halde üçü hemşire biri avukat olan 4 kadınla birlikte beni de gözaltına aldılar.

Gözaltına alınırken neler oldu? Şiddet gördünüz mü?

Beni iki kolumdan tutup sürüklemeye çalışan polislerin yüzlerinde görülen, seslerine yansıyan öfke akıl alacak gibi değildi. Maskelerini açtıklarında gördüğüm kadarıyla günlerdir gaza maruz kalmaktan gözleri kıpkırmızı kızarmış, ciltleri gaz nedeniyle yanmıştı. Doktor olduğumu duymaları hiç hoşlarına gitmedi. Hepsi küçük bir Tayyip gibi konuşuyordu. Doktor olsanız burada ne işiniz var, dediler.

“Bize faşist diyorsunuz, ben size faşistin ne olduğunu göstereceğim” deyip kollarımı kırmak ister gibi sıktılar.  Sakin olmalarını söyledim, yere düşmem için defalarca çelme takmalarına rağmen direndim. Karakola yaklaşınca nedense kendine güvenleri daha da artmış olmalı ki, karakolun önünde toplanmış olan arkadaşlarının önünde kafamı park etmiş otobüse vurmaya çalıştılar. Ardından gene karakolun önündeki elektrik direğine kafamı çarpmaya çalıştılar. Son olarak da karakol duvarına yüzümü yapıştırmaya gayret ettiler. Ben isyan edip direnince biraz geri çekildiler. Karakol içindeki polislere teslim ettiler. Ne yaptıklarını sordum, çok Amerikan filmi seyrediyorsunuz herhalde bunu yapmaya hakkınız yok, dedim. Gaz maskeme ve gözlüğüme el koydular.  Yarım yamalak aradılar. Sonra da karakol içindeki yemekhaneye beni götürdüler.

Karakolda polislerle konuştunuz mu, tavırları nasıldı?

Kendim için değil ama, benimle birlikte gözaltına alınan kadın arkadaşlarım için epeyce kaygılandım, hatta öfkelendim. Çünkü, karakolun kapısında toplanmış olan resmi-sivil polisler topluca ağıza alınmayacak cinsiyetçi küfürlerle kadınları taciz ettiler. Polis yemekhanesinde benimle ilgilenen polise amirleriyle görüşmek istediğimi söyledim. Elindeki copu sallaya sallaya amir benim, ne istiyorsan bana söyle, dedi. Niçin bize kötü davrandıklarını sordum, hekim olduğumu 20 yılımı bu ülkenin insanlarına hizmet etmekle geçirdiğimi anlattım. Tanışmak istediğimi söyledim. Amir olduğunu söyleyen polis, adını söyledi, soyadını söylemek istemedi. Onu şikayet etmemden korkuyormuş. Günlerdir uyumadıklarını, eve gitmediklerini, doğru dürüst yemek yiyemediklerini anlattı. Kendisinin de bildiği gibi, hükümetle göstericilerin iki kez anlaşmaya vardığını, her ikisinde de hükümetin bu anlaşmayı bozup haksız ve kabul edilemez bir şiddetle insanları tahrik ettiğini söylediğimde, polisler;

“Evet, ama, kem küm.” dediler.

Sonradan öğrendim ki, karakollarda kamera varmış, polislerin öyle kolay konuşması mümkün değilmiş. Onları bu kötü koşullarda çalıştıranın mevcut hükümet olduğunu bu olup biteni sorumlusunun göstericiler olmadığını söylediğimde, sessizce beni dinlediler. Yüzlerindeki ifadeden daha önce bu konuyu hiç düşünmediklerini hissettim.

Polisin bu durumda bu kadar kontrolsüz şiddet uygulamasının sebebi ne sizce?

Bence, polisin insan haklarına aykırı koşullarda çalıştırılması tesadüfen yapılmış bir uygulama değil. Hükümet ve bu tür toplumsal olayları yönetmek konusunda uzman kişiler polis teşkilatının hiçbir şeyi düşünemeyecek kadar yorgun, bitkin ve öfkeli olmasını istiyorlar. Böylece, öfkeleri artacak, barışçı yöntemlerle mücadele eden göstericilere bile akıl dışı bir şiddetle saldırabilecekler. Niyet bu değilse bile, sonuç tamamen bu şekilde… Polisler işverenlerinin hükümet olduğunu unutmuş gözüküyorlar, günlerdir onları insanlık dışı koşullarda çalıştıranın hükumet olduğunu duyunca bile kabul etmekte güçlük çekiyorlar. Karokoldan bırakıldıktan önce kadın arkadaşların bırakıldıklarını kontrol ettim ardından da karakola geri döndüm benimle konuşan polise tesekkur ettim.İktidara gelirsek tüm polislerin çalışma koşullarını düzelteceğimizi söyledim. Bu cümleyi duyunca çok şaşırdılar

Polislerle nasıl diyolog kuracağız, nasıl bir araya gelinecek?

Takip ettiğim kadarıyla polis amirleri polisleri göstericilerle konuşmasını yasaklamışlar. Oysa kurulan diyalogların şiddeti azalttığını bizzat kişisel gözlemlerimde tüm eylemler sırasında şahitlik ettim. Ancak, polis teşkilatının temel insan hakları ile özellikle de gösteri hürriyetiyle ilgili ciddi bir eğitim eksiklikleri olduğu anlaşılıyor. Gerçi, ülkemizin başbakanının da bu konuda cehalet içinde olduğunu düşünürsek, gencecik polislerden daha fazlasını beklemek mümkün olur mu bilmiyorum. Bana kalırsa, görüşülen her yerde polisle diyalog kurmakla özellikle de üniformaları ve silahları yokken fayda var. Polis teşkilatı mensupları profesyonel bir meslek sahibi olduklarını unutup şu ya da bu iktidar odağının militanı olarak eğitilip sokağa salınırsa toplumsal barışın sağlanması mümkün değil. Gerçek bir barış toplumunda polisin, polis üniformasının ve silahlarının toplum içinde görünür olması bile kabul edilebilir değildir.

15 gün boyunca Gezi’de ve Taksim’de polis yoktu, güvenlik nasıl sağlandı?

Taksim’in ve Gezi Parkı’nın polis kontrolünde olduğu zamanlarda çeşitli adi suçlarla birlikte her gün onlarca taciz vakası yaşanırdı. Polisin Taksim’de olmadığı 15 gün boyunca yüz binlerce insanı defalarca ağırlayan Taksim ve Gezi Parkı’nda bir tane bile adi suç ya da tacize rastlanmadı. Bu da göstermektedir ki güvenlik polisle sağlanmıyor. Ayrıca, bu süreçte zorunlu olarak yayalaştırılan Taksim bölgesinde yine yüz binlerce insan hiçbir trafik sıkıntısı çekmeden ulaştı. Demek ki trafik sorununun çözümü de Taksim’in yayalaştırılmasından geçiyor.

Peki, bu deneyimle ilgili sizin çıkarımınız nedir? Son söz olarak ne söyleyebilirsiniz?

Gezi Parkı deneyimi, birçok deneyimiyle nasıl bir toplum istiyoruz, nasıl bir şehirde yaşamak istiyoruz sorularını yanıtlayan muhteşem bir deneyim oldu. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.

Röportaj: Büşra Akman – Yeşil Gazete

Direnişin Dur Hali!

Gezi Parkı direnişi her geçen gün Türkiye’yi şaşırtmaya devam ediyor.  Hiç birimizin beklemediği şekilde; direniş giderek kendini aşıyor ve yeniliyor.

Direnişin başından beri bir sivil itaatsizlik eylemi olduğunu ve şiddeti red eden bir tepki olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık.

Direnişi oluşturan motiflerin; bir park koruma ve çevre mücadelesi olduğu kadar bir özgürlük ve demokrasi talebi de olduğunu; tüm direnişciler ortaya koymaya çalıştı.

Buraya kadar ortak noktalar. Ancak bence başka bir boyut daha var direnişte.

Direniş öncelikle sadece AKP’ye değil; tüm siyasal ve sivil örgütlere bir mesaj gönderiyor.  Bu mesaj bence şimdiye kadar alınabilmiş değil.  Hem AKP hem de diğer siyasi örgütler bu mesajı alamamışlar.

Konda’nın yapmış olduğu araştırmada da olduğu gibi; direnişe gelenlerin yüzde 93’ü her hangi bir kurum ve kuruluşa üye değil. Örgütlü değiller yani.

Bu yüzden, direniş bir yönüyle demokrasi ve özgürlük mücadelesi yaparken; diğer yönüyle de temsili demokrasiyi reddediyor. Türkiye’de insanlar artık eski usulde örgütlenen, temsilcilerden oluşan yapılara inançlarını yitirmiş durumdalar.

İnsanlar, kendilerini kendilerinin temsil edebileceğine inanıyor. Kendi başlarına her hangi bir kuruma bağlı olmadan harekete geçebilme cesareti gösteriyorlar.

Özellikle gençler; apolitik olarak adlandırılmaktan, daha toysun muhabbetlerinden; pişmen lazım söylemlerinden sıkılmış durumdalar.

Uzun uzun karar çıkmayan, sadece egoların tartışıldığı toplantılar yerine doğrudan tepkilerini koymayı; eylemliliği tercih ediyorlar.

Bu durumu anlamak bence direnişi anlamak için en önemli adım. Ancak, eski usul politikalar ve söylemler ile bunu anlamak da bir o kadar zor.

AKP aklı bu durumu algılayamıyor ve paranoyakça; bu durumun kendilerini demokratik olmayan yollar ile götürme çabası olarak görmeyi tercih ediyor. Çünkü; Türkiye’deki eski siyaset geleneğinden geliyorlar; ikilik ve çatışma üzerinden; şiddet üzerinden dil kurarak halkı anladıklarını varsayıyorlar; bu yüzden kendilerine gelen muhalif tepkileri de kendi zihniyetleri üzerinde tahlil etmek ve antidemokratik diye etiketlemek; onlar için en kolay yol oluyor.

Aynı şey; CHP için MHP için de geçerli.

Aynı şey; direniş boyunca herkesi temsil ettiğini; direnişin tek amacı olduğunu ve bu amacı bir tek kendilerini bildiğini düşünen tüm sivil; siyasal örğütler için de geçerli.

Hatta; Direniş sırasında Taksim Dayanışma ve Taksim Platfromunun da düştüğü temel hatalardan biri buydu.

Herkes, kendisinin direnenlerin tam olarak ne istediğini, neden direndiğini ve bunun arkasındaki siyasal mesajları tamamen anladığını düşünürken; karşı tarafın bunu anlayamadığını düşünüyordu.

Bu, Tayyip Erdoğan’ın ben yüzde 50 aldım; siz anlamıyorsunuz halkı ben anlarım dilinde de var olandı; Direniş sırasında “Halkın Talepleri” diye kendi kurumlarının taleplerini yayınlamasının arkasındaki noktaydı.

İşte tam da bu yüzden; herkes kendi kabının doğru olduğunu  düşünüyor ve halkı bu kaba koymaya çalışıyor.

Ama örğütsüz olanlar; mesajın anlaşılmadığını görünce mesajı bir başka yöntemle vermeye devam ediyor.

Bence Duran Adam da tam böyle bir eylem. Herkes başka bir alt metinle duruyor. Ortaklıklar var ama teklik yok diye düşünüyorum.

AKP’nin Durmak Yok Yola Devam üzerinden çıkan ilerlemeci aklına karşı duran da var.

Polisin şiddetine karşı duran da var.

Ekolojik yıkıma karşı duran da var.

Şiddet temelli nefret söylemine karşı duran da var.

Sessizce özgürlük isteyen de var.

Hatta; sol ilerlemeci akla karşı da duran var.

Var oğlu var, direnişçi sayısı kadar farklı bir durma nedeni var.

Bunu görmeden bu ülkede artık politika yapmak; söylem üretmek; tek doğrudan bahseden cümleler kullanmak artık halk tarafından kabul görmüyor.

Özetle, artık eski akılın ürettiği tek doğru etrafında örğütlenmek de mümkün değil. Daha esnek, daha çok sesli, daha şenlikli, daha eğlenceli politika zamanı.

Büyük cümleler yerine küçük cümlelerin zamanı.

Uzun toplantılar yerine, pasif politika yerine; aktif eylemliliğin zamanı.

Yeni bir politika alanı talebi var bence insanların. Buna cevap verebilmek için, talebin sahipleri için değil; talebin sahipleri ile beraber üretmek; az laf çok işin gerekliliğini algılamak gerekiyor.

Yani: Zaman; büyük adımlar atıp çabuk yorulmanın yerine küçük adımlar atıp sindirerek yürümenin zamanı.

 

Brezilya lideri: Protestolarla gurur duydum

Brezilya Cumhurbaşkanı Dilma Rousseff ülkesinde onbinlerce kişinin daha iyi imkânlar için sokağa çıkmış olmasından gurur duyduğunu söyledi.

Rousseff, Pazartesi gecesi yaşanan protestoların ardından yaptığı ilk açıklamada, “Hükümetim, değişim isteyen sesleri dinliyor” dedi.

Brezilya’da toplu taşıma ücretleri zammını ve 2014 Dünya Kupası için yapılan harcamaları protesto amaçlı gösteriler düzenleniyor.

En az 11 kentte, 200 bin kadar insan sokaklara dökülürken, güvenlik güçleri yer yer eylemcilere biber gazıyla müdahale ediyor.

Gösteriler zamanla ilk amacıyla sınırlı kalmayıp, hükümet karşıtı protestolara dönüşmüştü.

“Brezilya güne daha güçlü bir ülke olarak uyandı” diyen Cumhurbaşkanı Rousseff, “Dünkü yürüyüşlerin büyüklüğü demokrasimizin gücünün göstergesidir” dedi.

En büyük gösteriler, Rio de Janeiro’da düzenlendi. 100 bin kadar protestocu barışçıl bir eylem yaptı.

Eylemlerin ülkede son 20 yıldır görülen en büyük protesto dalgası olduğu belirtiliyor.

Protestolar 2 Haziran’da Sao Paulo’da otobüs ücretlerine yapılan zamla başladı. Bilet fiyatı 3 realden 3,20 reale çıkarılmıştı.

Yetkililer bu zammın enflasyon oranının altında olduğunu söylüyor.

Brezilyalılar 1992 yılında Cumhurbaşkanı Fernando Collor de Mello’nun yargılanması talebiyle büyük protesto gösterileri düzenlemişti.

Brezilya 21 yıl diktatörlük altında yönetildikten sonra 1985 yılında demokrasiye geçmişti.

Brezilya’nın en büyük kenti olan Sao Paulo’da protestoları kızıştıran bir diğer unsur da, polisin daha önceki, özellikle de geçem Perşembe günkü protesto eylemleri sırasında uyguladığı taktiğe duyulan tepki oldu.

(BBC)

BM’den Türk Hükümetine uyarı

BM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Navi Pillay, Türk hükümetine ve halkına çağrıda bulunarak bir an önce tansiyonun düşürülmesini istedi.

Pillay, Türk hükümetinin Gezi Parkı planlarını ilgili mahkeme kararı çıkana kadar askıya alma, ardından da referanduma sunma kararını ise övdü.

Pillay, konuyla ilgili açıklamasında, “Hava hala çok gergin ve yetkililerin, başlangıçta protestoculara gösterilen aşırı derecede sert müdahalenin hala sorunun önemli bir parçası olduğunu kabul etmesi gerekir. Çok sayıda kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan bu müdahale nedeniyle gösteriler, toplanma ve ifade özgürlüğü gibi temel insan hakları konusunda hükümetin izlediği politikalara tepkiye dönüşerek genişledi,” dedi.

Pillay açıklamasına şöyle devam etti: “Başlangıçta sadece Gezi Parkı’yla ilgili  protesto eylemi daha sonra binlerce kişinin yaralandığı veya göz yaşartıcı gaza maruz kaldığı hükümet aleyhtarı geniş çaplı gösterilere dönüştü. Şu ana kadar, biri polis dört kişi öldü. Bu ölümlerin nasıl olduğu konusundaki şaibeler hala açıklığa kavuşturulmayı bekliyor.”

Pillay, “Geniş çaplı protestoların olduğu dönemlerde, hükümet, polisin aşırı güç kullanmaması veya diğer insan hakları ihlallerine gitmemesi için tüm önlemleri almalıdır, amaç yaralanmaları en aza indirgemek, insan hayatına saygı gösterip, korumak olmalıdır,” görüşünü de savundu.

BM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Navi Pillay, “Polisin, barışçı göstericilere orantısız güç kullandığı yolundaki iddialardan kaygılıyım. Gözyaşartıcı gaz bombalarının ve basınçlı suyun çok kısa mesafelerden veya kapalı alanlarda sıkılması, plastik mermilerin kötüye kullanılması gibi iddiaların derhal etkili, güvenilir ve şeffaf biçimde soruşturulması gerekir,” dedi.

“Sosyal huzursuzluğun olduğu zamanlarda, hükümetin, güvenlik güçlerinin yaptıklarından sorumlu tutulmasını güvence altına alması gereği vardır” diyen BM yetkilisi orantısız güç kullananların cezalandırılması gerektiğini de kaydetti.
BM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Pillay, “Hükümet, gösterilerde polisin tüm uluslararası insan hakları kurallarına ve uluslararası standartlara uymasını sağlaması gerekir,” dedi.

Pillay, hükümet yetkililerinden gösterilerin barış içinde yapılamasını sağlamasını istedi ve şiddete başvuran bazı bireyler yüzünden diğer insanları barış içinde toplanma özgürlüğünden mahrum etmemesi gerektiğine de vurgu yaptı.
BM yetkilisi, aralarında avukat ve sosyal medyayı kullanan çok sayıda kişinin keyfi olarak göz altına alındığı yolundaki haberlerden de kaygı duyduğunu söyledi.  Pillay, gözaltına alınan bazı kişilere kötü muamelede bulunulduğu iddialarından rahatsızlık duyduğunu ve bu iddiaların derhal soruşturulmasını ve sorumluların bir an önce yargı önüne çıkarılmasını istedi.   BM yetkilisi, orantısız güce maruz kalanlara ve diğer insan hakları ihlallerine uğrayanlara hükümetin tazminat ödemesi gerektiği görüşünü de savundu.

Pillay, insan hakları çerçevesinde mevcut gerginliği çözmenin durumu Türkiye için fırsata dönüştürebileceğini vurguladı, ancak bunun sağlanabilmesi için toplumun geniş kesiminin uzun vadeli çözüm arayışına girmesi gerektiğinin altını çizdi.

(VOA)

Finans politik ve faiz lobisi – Sezai Temelli

Gezi Parkı direnişi sırasında hükümetin çaresizliğini gösteren en önemli argümanlardan biri kuşkusuz faiz lobisi söylemiydi. Hükümet Gezi direnişinin kökü dışarıda olan birçok örgüt tarafından tezgahlandığını, masum yurttaşların kandırıldığını anlatıp durdu. Tezgahçıların başını da faiz lobisi çekmekteydi. Hükümet aslında haklıydı; biz faiz düşkünleri, servet budalaları olarak gözümüz dönmüş, yediğimiz gaza, uğradığımız şiddete rağmen yolumuzdan dönmeme kararlılığıyla bankaları, borsayı savunmak için gece gündüz direniyorduk. Hükümetin bu zeka fışkıran tespiti karşısında bütün oyunumuz bozulmuştu. Yakalanmıştık…

Faiz basitçe paranın fiyatıdır. Siz geleceği bugüne çekmek istiyorsanız, paranın zaman değerini ödemek zorundasınız. Paranın zaman değeri olan faiz, finansal piyasaların içinde bulunduğu koşullara göre belirlenir. Bu koşullar, ekonomik olduğu kadar ekonomi dışı birçok faktör tarafından da belirlenmektedir. Bu faktörlerin başında da, günümüzde giderek artan boyutta küresel siyaset ve bu siyasetin belirleniminde rol oynayan finans politik gelmektedir. Bu siyaset küresel sermayenin yolculuğuna eşlik ederken, bu yolculuğun kazasız belasız gerçekleşmesi için dolaşım sistemindeki tüm pürüzleri temizleme gayreti içindedir. O nedenle istikrar sözcüğü tılsımlıdır ve vazgeçilmez bir siyaset postulasıdır. Ulusal hükümetler, Merkez Bankaları, hazineler, küresel bürokrasiyle uyum içinde ve istikrara tutsak biçimde finansal pozisyonlarını belirlemek zorundadırlar. Bu kısaca küresel finansallaşmadır. Asıl yörünge bu olunca, diğer tüm iktisadi kararlar bu akıma göre belirlenir.

Hal böyle olunca bakmamız gereken küresel sermayenin yolculuğunu hangi enstrümanlarla yaptığıdır. Burada kuşkusuz birinci sırayı borçlar alır. Borç verme aslında geleceği hızla bugüne çekmek isteyenlerin kredilendirilmesidir. Kim geleceği hızla bugüne çekmek ister? Bu sorunun yanıtı basit: Bugün yeterince artı değere ulaşamıyorsanız geleceğin artı değerlerini de finansal sistem içinde bugüne çekmeye çalışırsınız. Bunca inşaat konut hakkının sağlanması için mi, yoksa kredi piyasalarının verimliliği için mi? Burada aslolan finansal piyasaların verimli bir şekilde çalışabilmesi için kredilendirilebilir alanların yaratılmasıdır. Bu kadar inşaat ve yatırım tutkusu finansal sistemin, finans politiğin bir gerekliliği olarak karşımıza çıkıyor.

Bu hükümet döneminde büyüme borçlanma ilişkisine baktığımızda faiz lobisi meselesi daha da belirgin hale geliyor. Düzenli borç artışıyla bugün Türkiye’nin brüt dış borç stoku yaklaşık 340 milyar dolardır. Bunun 200 milyar doları bu hükümet döneminde gerçekleşmiştir. İç borç ise yaklaşık 410 milyar TL’dir. Bu hükümet iç borcu 155 milyardan alıp buralara getirmiştir. Neden bu kadar borçlanma var? Neden bu kadar cari açık var? Büyümek için… Büyümenin yolu finansal sistemle olan barışıklığınız. Borçlanmadan, cari açık vermeden büyüyemezsiniz. Büyümeniz finansal sistemin yeniden ve genişleyerek üretilebilmesi için bir araç. Peki, madem büyümeyi bu kadar seviyorsunuz, borçlanmadan da olmuyor, o zaman, faiz lobisi iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?

Başka bir soru: Bu kadar büyüdük de kim bu büyümeden yararlandı? Yoksulluk aynı, eşitsizlikler aynı ama biz büyüdük! Bu çarpık büyüme hikayesini bitirmeden kapitalizmin tüm doğayı, çevreyi, biz emekçileri, insanları yok etmesinin önüne geçmemiz olanaksız. Faiz lobisi suçlaması aslında suçunu örtme çabasında olanların telaşıyla ortaya atılmış bir söz. Bugünü idare etmek için hızla geleceği tüketenler, geleceğine sahip çıkmak isteyen Gezi’deki yiğit çocuklara kara çalmak için ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlar. Son olarak, sizce faiz lobisi en absürt olan suçlama mıydı? Bence değil; ya gaz lobisi deseydi..

Sezai Temelli – Özgür Gündem

Amanpour’dan yalancı yandaşa kınama

CNN International’ın ünlü sunucusu Christiana Amanpour’dan ‘o’ çok konuşulan manşete yalanlama geldi.
Takvim gazetesi’nin “Kirli itiraf” başlıklı manşetinde, CNN International’ın ünlü sunucusu Christiana Amanpour’un ağzından “Her şeyi para için yaptık” dediği ileri sürülmüştü.

İşte bu manşete, CNN International’ın ünlü sunucusu Amanpour yanıt  geldi;

Christiana Amanpour twitter hesabından “Benimle ilgili sahte röportaj yayınlayan Takvim Gazetesi utanmalıdır” diye yazdı.

(Ajanslar)

‘Polis kimyasal silah kullandı’

Polisin Gezi direnişini bastırmak için kullandığı gazların Kimyasal Silahlar Konvansiyonu’na göre “kimyasal silah” olarak nitelendirildiğini belirten Kimya Mühendisleri Odası, bunların kesinlikle kullanılmaması gerektiğini bildirdi.
KMO, gazların Güvenlik Bilgi Formu (GBF) bilgilerini yetkili makamlardan istedi. Ancak yanıt alamadı. KMO, eylemlerde kullanılan gazların kapsülleri incelendiğinde Türkiye’de OC, CR ve CS kısaltmalı gazların kullanıldığının görüldüğüne dikkat çekti. Güvenlik kuvvetleri tarafından kullanılan bu gazların, 1993 yılında imzalanan Kimyasal Silahlar Konvansiyonu’na göre göz yaşartıcı gazlar sınıflandırmasına girdiği ve “kimyasal silah” olarak nitelendirildiğine dikkat çeken KMO, “Sözleşme uyarınca toplumsal olaylarda, kitlenin kontrolü amacıyla kullanılan biber gazı dahil olmak üzere kimyasal gazları silah olarak kullanmak kesinlikle yasaktır” değerlendirmesini yaptı. KMO, gazların etkilerini de şöyle sıraladı:

Gaz; deri, göz ve solunum yollarında ciddi düzeyde tahriş ve tahribat yaratır. Etkileri saniyeler içerisinde başlayarak bir saate kadar sürebilir.

Kullanılan maddeler geç ortaya çıkan sağlık sorunlarına da yol açabilmektedir. Yüksek miktarlarda ve uzamış temas nedeniyle sağlık riskleri çok ciddidir ve ölüme yol açabileceği saptanmıştır.

En büyük etkisini gözde, deride, sindirim, dolaşım ve solunum sistemi üzerinde göstermektedir. Özellikle solunum ve dolaşım sistemi üzerindeki etkileri sonucu ölümlere yol açabilmektedir.

Biber gazının sağlık etkileri astım, zatürree, amfizem gibi solunum yolu hastalığı olanlarda, kalp sorunu olanlarda, tanı konmamış anevrizması olanlarda, çocuklarda, yaşlı ve bağışıklık sistemi yetmezliği olanlarda ve gebelerde daha belirgindir.

(Cumhuriyet)

Haydarpaşa’da ‘son tren’ eylemi

Son Haydarpaşa-Pendik banliyö treni seferi saat 00.20’de gerçekleşti. Seferlere ara verilmesi garda toplanan binlerce kişi tarafından protesto edildi.
İstanbul’da Haydarpaşa-Pendik hattında çalışan banliyö treni son seferini yaptı.Seferlere, Marmaray Projesi kapsamında yürütülen Haydarpaşa-Gebze, Sirkeci-Halkalı banliyö hatlarının iyileştirilmesi çalışmaları için ara verildi.

Hattaki çalışmaların iki yıl sürmesi planlanırken, saat 00:20’deki son terene binen yolculardan bazıları seferlerin bitmesini protesto etti.

Bin kişilik bir grup akşam saat 21.00 sırlarında garın önünde toplandı. Grup burada şarkılar söyledi ve sloganlar attı. Eylem sırasında temsili gar anonsları yapıldı.

Eyleme katılanlardan bazıları garın tabelalarını hatıra olarak aldı, hareket amiri ile fotoğraf çektirdi. Trenin hareketinden önce ise bazı eylemcilerin raylarda bir süre beklediği görüldü.

Öte yandan Haydarpaşa Garı’nın içerisinde bulunan bir grup da ‘duran adam’ eylemine destek verdi.

(Cumhuriyet)

BDP de Meclis’te durdu!

BDP’li milletvekilleri Genel Kurul’da görüşmelersürerken, 5 dakika süreyle hareketsiz durarak GeziParkı eylemlerine yönelik müdahaleyi protesto etti.
TBMM Genel Kurulu’nda BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan ayağa kalkarak, Gezi Parkı’ndaki olaylara yönelik söz aldı. 

Buldan, BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken ve diğer BDP Milletvekilleri ayağa kalkarak, 5 dakika süreyle “duran adam eylemi” gerçekleştirdi.

(Cumhuriyet)