Ana Sayfa Blog Sayfa 4264

Gezi Parkı (1) – Mesele sadece ne?

Mesele tabii ki sadece Gezi Parkı. Ve mesele tabii ki sadece Gezi Parkı değil.

Mesele Gezi Parkı. Çünkü insanlar şehrin merkezinde yeşil alan olarak kalmış son toprak parçasının kendilerine sorulmadan bir alışveriş merkezine ve rezidansa (ya da tepkilerden çekinildikten sonra ortaya atıldığı gibi bir müze vb.) çevrilmesini istemiyorlar. Kararların bir yerlerden alındığı, o yerlere kimselerin ulaşamadığı ve o yerlerde alınan kararların da kimseler tarafından sorgulanmadığı bir silsilenin sonucunda önlerine konan Topçu Kışlası projesini kabul etmiyorlar. Bunu da dozerlerin önüne geçerek, ağaçlara sarılarak ve bu karara direnerek yapıyorlar.

Mesele sadece Gezi Parkı değil. Çünkü bu karar alma, uygulama ve sorgulatmama silsilesi hayatın her noktasında kendini buluyor. Deniyor ki; hostessen kırmızı ruj süremezsin, kadınsan kürtaj olamazsın, sezaryen yaptıramazsın, aileysen üç çocuğun olmalı, şehirde yaşıyorsan metroda öpüşemezsin, alkol kullanıyorsan 22.00’den sonra alamazsın… Bu liste ekmeğin renginden, insanların nerede ibadet edip edemeyeceğine kadar uzayıp gidiyor. Yani en gündelik şeylerden, öteki dünyaya kadar…

İktidar, en ince noktaya kadar hakimiyet kurmaya, kafasındaki dünyayı dayatmaya otoritesini kılcallaştırmaya çalışıyor. Durum böyle olunca da, mesele sadece Gezi Parkı olmuyor.

Henüz yaşananların daha ilk günlerinde hükümetin “iyi polislerinden” bir tanesi çıkıp “İsteseydik Twitter’ı da keserdik.” benzeri bir açıklama yapıyor. Yüzbinlerce insan, hükümet her kafasına eseni, kafasına estiği an, kimseye danışmadan yapmasın diye sokaktayken edilen bu laf ve aslında meselenin ne olduğunu Siyah-Beyaz kadar net şekilde ortaya çıkartıyor.

Meselenin ne olduğunu ortaya çıkartan bir durum daha yaşanıyor. Onun da altını çizmek gerekir. O da şiddet. Korkunç boyutta ve herhangi bir oranlama kabul etmeyecek kadar büyük bir polis şiddeti. Gezi Parkı’nda çadırların yakılıp, insanlara sokak ortasında işkence edilmesi (ki bu daha sonra toplumsal bir işkenceye dönecek) meselenin sadece Gezi Parkı olmadığını yine ortaya çıkartıyor. Halk hayatının belirlenmesinin zorla yapılmasına karşı çıkıyor.

Düşünün. Hükümet bir karar alıyor. O karara karşı çıkanlar var. Onların üzerine savaş araçları ve kimyasal maddelerle gidiliyor. Yerde oturan ve elinde bir pankart tutan bir kişiye, kimyasal madde sıkılıyor. Parkta oturanlara bomba atılıyor. Hem de bir iki tane değil. Binlerce, onbinlerce biber gazı kapsülü kullanılıyor. Neden? Çünkü o insanlar, ortada olan bir kararı sorguluyorlar ve o karara karşı çıkıyorlar.

Sokaklarda olan ve günden güne, hatta saatten saate artan kalabalık işte buna karşı çıkıyor. İnsanların yaşamlarına karışma! İnsanlara bir şeyler dayatma! Bunu şiddetle yapma. Demokratik mekanizmalar kuralım, toplumsal yaşamı etkileyecek kararları orada alalım. Fakat ne giydiğime, dudağına ne sürdüğüme, dudağımın dokunduğu dudağın cinsiyetine ya da dudağımın nerede başka bir dudağa dokunduğuna karışma mesela. Her bulduğun alanı ranta dönüştürmeye çalışma mesela. Bir şehrin merkezinde altında para harcamadan dinlenilebilecek bir ağaç gölgesi olsun. Senin kafandaki gibi yaşamak, senin istediğin şekilde zaman geçirmek, senin istediğin gibi para harcamak zorunda olmayayım.

Kısacası,Gezi Parkı ve çevresinde olan olaylar bir hükümet etme tarzına karşı ortaya çıkan olaylar. Arkasında komplolar arayanlar, küçültmeye çalışanlar, olduğundan farklı göstermeye çalışanlar çok önemli bir hata yaparlar. Son yirmi günde otoriter ve totaliter bir yönetim altında yaşamak istemediklerini anlatıyor insanlar. Bu halk arkasında bir komplo teorisi ya da bir lobi olmadan da bunu yapabilir.

Not: Son yazımı 7 Mayıs’ta yazmıştım. İsmi “Taksim çukuruna gömülen demokrasi“ydi. 1 Mayıs’ta Taksim’e gömülen demokrasi, 31 Mayıs’ta Taksim Gezi Parkı’ndan çok gür bir biçimde boy verdi.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/#!/Urbarli

 

İMC TV’de Terzi Fikri’nin oğlu ve torunu Gezi Parkı’nı tartışacak

İMC TV’de bu akşam yayınlanacak “Gündemin Rengi” programında üç kuşak buluşarak Taksim olaylarının öncesini ve sonrasını tartışacak.

Gezi Parkı'nda yaşayan ve gören herkesi masal diyarlarına götüren komün hayatını on yıllar önce Terzi Fikri de Fatsa'da gerçeğe çevirmişti

21 45’te canlı olarak yayınlanacak ve Erol Katırcıoğlu ve Ufuk Uras’ın sunacağı programda konuşmacılar Fatsa’dan başlayarak kent- insan-siyaset ilişiklerini ele alacaklar.

12 Eylül 1980 öncesi Fatsa deneyiminin bugüne yansımalarının ele alınması beklenen tartışma programında Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi İstanbul eş sözcüsü Naci Sönmez ve MYK üyesi Fikri Sönmez sadece temsilcisi oldukları partinin olaylara bakışını yansıtmakla kalmayacak, aynı zamanda baba-oğul olarak kuşaklararası bakış farklılığını da konuşacaklar.

(Yeşil Gazete)

Gül, “Topçu Kışlası projesi askıya alındı”

Gezi Parkı protestolarını değerlendiren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,”Proje askıya alınmış oldu. Mesajların dikkate alındığı gözüküyor”dedi.

Büyük Selçuklu Mirası projesinin tanıtım töreni’nden gazetecilerin sorularını yanıtlayan Abdullah Gül, Taksim Gezi Parkı’na yapılacak Topçu Kışlası projesi için “Daha suhuletle devam ettirmek gerekir, bütün bu konudaki çalışmaları. Karşılıklı düşünceleri. Bunun da yolu belli. Önemli olan parkla ilgili oradaki başlayan itirazların dinlenmesi çok önemliydi. Bir diyaloğun kurulması çok önemliydi. Çok geniş bir şekilde de gördünüz. Toplandı, yapıldı, dinlendi. Ondan sonra nihayette oradaki bütün bu çalışmalar, yapılacak, yapılması düşünülen projeler bu noktada askıya alınmış oldu. Mesajların dikkate alındığı gözüküyor. Bununla ilgili önümüzde belli ki, uzun bir süre var. Dolayısıyla şimdi artık bununla ilgili herkes düşüncesini meşru bir şekilde söylemesi gerekir. O noktaya işler girdi” dedi.

(Ajanslar)

Avrupa Yeşil hareketinden ortak “Gezi’de polis şiddetini durdurun!” açıklaması

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi, Genç Yeşiller, Avrupa Yeşilleri ve FYEG (Avrupa Genç Yeşilleri Federasyonu) bugün yayınladıkları ortak bir basın açıklamasıyla Gezi Park Direnişi sebebiyle Türkiye’de devam etmekte olan şiddetin sona erdirilmesini talep ettiklerini duyurdu.

Barışçıl gösterilere ve direnişçilere uygulanan orantısız polis şiddetin acilen durdurulmasını talep ettiklerinin metin tam hali ise şöyle:

“Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi eş sözcüsü Sevil Turan; direnişçiler Taksim Meydanından gaz bombaları ve tomalarla püskürtüldü. Polis her yaştan barışçıl direnişçilere orantısız güç ve şiddet uyguladı. İstanbul sokakları tehlikeli hale geldi. 4 yurttaşımız hayatını kaybederken çok sayıda yaralı var. Başbakan Erdoğan’ın bu şiddeti durdurmasını istiyoruz.

Türkiye’deki yeşil arkadaşlarımızın yanındayız””

Avrupa Yeşil Partisi eş başkanı Reinhard Bütikofer, ” Başbakan Erdoğan’dan direnişçilerin ifade ve gösteri özgürlüğü haklarını garanti altına alınması, gösteriler sebebiyle haksız yere gözaltına alınanları serbest bırakılmasını ve barışçıl direnişçilere uygulanan orantısız polis şiddetini durdurmasını talep ediyoruz. Türkiye’de son günlerde yaşanan bu şiddet antidemokratiktir. Avrupa Yeşilleri, Türkiyeli Yeşillerin yanındadır.”

Genç Yeşiller’den Onur Fidangül: ” Türkiye’nin de altında imzası olduğu nerdeyse bütün uluslararası insan hakları anlaşmaları ihlal edilmiştir. Gezi Parkı direnişine katılan herkes Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış tarafından terörist ilan edilmiştir. Sadece direnişçiler değil, haksız yere gözaltına alınanlara yardım etmeye çalışan avukatlar, yaralı kişileri tedavi etmeye çalışan gönüllü doktorlar ve olayları çekmeye aktarmaya çalışan gazeteciler, muhabirler gözaltına alınmıştır. Bu emsali görülmemiş şiddeti durdurmak için ve uluslararası desteğe ihtiyacımız var.

FYEG eş sözcüsü Ingridd Nyman: “Gezi Park direnişinin ana talepleri unutulmamalı. Gezi Parkı İstanbul merkezinde şehrin sahip olduğu tek yeşil alan ve kamu yararı için çok önemli olan bu alanın ticari çıkarlar için kullanılmaması gerekir.”

FYEG eş sözcüsü Michael Bloss, ekliyor: “Türkiye’deki kardeş organizasyonumuzu destekliyor ve direnişçilerin 4 ana talebinin- Polis şiddetinin durdurulması, basın üzerindeki baskının sona erdirilmesi, doktorların yaralılara yardım etmesi önündeki engellerin kalkması ve şiddet olaylarını doğuran, ölüm ve yaralanmalara sebep olan tüm sorumlular hakkında yasal işlem başlatılması- dikkate alınması için yetkililere sesleniyoruz.

Açıklamaların orjinal metinleri için

europeangreens.eu/

younggreensofturkey.wordpress.com/

Haber: Gizem Hasırcıoğlu

(Yeşil Gazete / Türkiye)

Ve korkulan oldu! Egemen Bağış yine espri yaptı

AB Bakanı ve Başmüzekereci Egemen Bağış: Duran adam arıyorsanız gidin CHP genel merkezine. Çok var onlardan. Onlar duradursun biz çalışmaya devam edeceğiz.

Egemen Bağış, “Son 24 saatte Türkiye’de yeni bir fenomen başladı, yeni bir popülarite çıktı; duran adam. Şimdi duran adam arıyorsanız gidin CHP genel merkezine. Çok var onlardan. Ama madem ki bu duran adamı bu kadar tuttular, ben buradan anamuhalefet partimize bir çağrıda bulunuyorum. Bu 3 haftada yaşananlar gösterdi ki, bu millet sizin muhalefet etme becerinize güvenmiyor. Çünkü muhalefet yapmak isteyenler muhalefet partisi aracılığıyla fikirlerini ifade edemeyeceklerini anladıkları için bizzat kendileri sokağa döküldüler. Ama madem ki bu kadar popüler bir duran adam var, sizdeki duranlardan hepsinden daha popüler, gelin bu duran adamı CHP’ nin başına geçirin siz de kurtulun memleket de kurtulsun” dedi.

(Ajanslar)

Tutuklu piyano!

Taksim Meydanı’nda iki gün iki gece ‘barış için’ çalınan piyano otoparkta tutuluyor.

Gezi Parkı’nda iki gün iki gece ‘barış için’ çalınan piyano otoparkta tutuluyor.

Gezgin Alman piyanist Davide Martello’nun eylemcilere destek amacıyla iki gün iki gece boyunca Taksim Meydanı’nda çaldığı piyanosu, Kasımpaşa’da bir otoparkta tutuluyor.

Martello, otomobiline bağlı römorkun içindeki piyanosunu almak için girişimde bulundu. Ancak karakoldan izin yazısı gelmeden  ve 160 lira ceza ödemeden piyanonun verilmeyeceği söylendi.

Diren Brezilya!

Brezilya’da halk polis şiddetine ve yolsuzluğa karşı sokaklara döküldü. Yalnızca Rio de Janerio’da 100 bin kişi eylem yaparken, Kongre binasının da işgal edildiği belirtiliyor.

Brezilya’da halk enflasyon, kötü ekonomi, polis şiddeti ve hükümetin yolsuzluklarına karşı meydanları doldurdu. Rio de Janeiro, Sao Paolo, Belo Horizonte ve Brasilia gibi kentlerde yüz binlerce kişi sokağa çıktı.

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=XUcRSOiYyow

Perşembe günü Sao Paolo’da küçük bir eylem olarak başlayan olaylar, polisin sert müdahalesi sonucu 100 kişinin yaralanmasıyla alevlendi. Aslında eylemler, hükümetin toplu taşıma ücretlerine 20 sent zam yaptığını açıklamasıyla başlamıştı. Önümüzdeki sene Brezilya’da yapılacak Dünya Kupası’nın provası niteliğindeki Konfederasyon Kupası’nın açılışında da polisle halk arasında çatışmalar yaşandı. Reuters‘e konuşan bir gösterici, “Paramızı stadyum yapımlarına harcamamalıyız. Biz kupayı istemiyoruz; biz çocuklarımız için eğitim, hastane ve daha iyi bir yaşam istiyoruz” dedi. Brezilya hükümeti, Dünya Kupası’nı Brezilya açısından “dünyaya gücünü gösterme” vesilesi olarak görüyor.

(Haber Sol)

 

“Durmak sureti ile polise direndiniz, suçlusunuz!”

Taksim Meydanı’nda durarak yaptıkları eylem sonucunda gözaltına alınan 16 kişi hakkında 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na göre “durmak suretiyle polise şiddet ve hareket kullanmadan direnme” suçundan bir tutanak düzenlendiği belirtiliyor.

Radikal Gazetesi’nden İsmail Saymaz’ın haberine göre, Polisin Gezi Parkı’na müdahalesinin sonrasında performans sanatçısı Erdem Gündüz, dün akşam Taksim’deki metro çıkışında hareket etmeden ve konuşmadan ayakta durma eylemi başlatmıştı.

Gösteri saatlerce sürerken, Gündüz’e de çok sayıda duran adam eklendi. Polis en sonunda Gündüz ve 15 kişiyi gözaltına aldı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Vatan Caddesi’ndeki kampüsünde yer kalmadığından eylemciler Karaköy Polis Merkezi’ne götürüldü. Duran adamlardan avukat olan ikisi bırakılırken, 14’ü hakkında gözaltı işlemi yapıldı.

Duran adam Erdem Gündüz

Eylemcilerin avukatlığını üstlenen Volkan Gültekin, polislerin bile ne yapacaklarının şaşırdığını vurguluyor. Hazırlanan tutanakta duranadamlar için 2911 sayılı yasaya göre “durmak suretiyle polise şiddet ve hareket kullanmadan direnme” suçlamasıyla işlem yapıldığını ifade ediyor. Gültekin, bu eylemin 2911 sayılı yasa kapsamında girmediğini, çünkü durma türü eylemler, basın açıklaması ve gösteri için izin gerekmediğini ifade ediyor. Toplantı ve mitingler için bildiri yükümlülüğü bulunduğunu kaydeden Gültekin “Yasada, gün doğumu ve gün batımından bir saat öncesine kadar toplantı ve yürüyüş yapılamaz’ diyor. Belki o maddeye göre işlem yapabilirler. Fakat şu çok karışık: Bu bir toplanma mıdır? Toplanma için iştirak gerekir. Buraya insanlar kendiliğinden gelmiş. Orada duruyorlar. Nasıl bir yorum yapılacağını ben de merak ediyorum” diyor. Gültekin, bu eylemin belki Kabahatler Kanunu’na girebileceğini ve para cezası kesilebileceğini fakat onun da çok orantısız olacağını vurguluyor.

(Radikal)

 

AKP’nin ekonomi masalları, Türkiye’nin kronik istihdam sorunu, gerileyen eğitim seviyesi ve karanlık insan hakları sicili – K. Murat Güney

0

 

Ortalama Ülke Türkiye


Kendisini dünyanın merkezinde sayma sanrısı aslında oldukça tehlikeli bir psikolojidir. Bu sanrının, ülke dışındaki herkese karşı paranoyaya varan aşırı bir şüphe ve düşmanlığı, ülke içinde de aşırı milliyetçilik ve muhafazakârlığı körüklediği aşikârdır. Hâlbuki çok kolaylıkla ulaşılabilecek istatistikî verilere bakılırsa Türkiye’nin 2011 sonu itibariye 74 milyonu aşan nüfusunun 7 milyarı aşan dünya nüfusunun tam olarak %1,07’sini temsil ettiği görülebilir. IMF’nin 2011 yılı sonu itibariyle Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla’yı (GSYİH) temel alarak yaptığı ekonomik büyüklük sıralamasına göre de 778 milyar dolarlık GSYİH’i ile Türkiye 69,66 trilyon dolarlık dünya ekonomisinin tam olarak %1,11’ini temsil etmektedir. 2011 sonu itibariyle nüfusu ve ekonomik büyüklüğü dünyanın %1’ine denk gelen Türkiye’de kişi başına düşen gelir de dünya ortalaması olan 10.144 doların hemen üzerinde 10.522 dolardır. (İlgili raporlar için bakınız: IMF – Dünya Ülkeleri Kişi Başına Düşen Gelir Tablosu 2002-2011ve IMF – Dünya Ülkeleri GSYİH Verileri 2002-2011)

 

En basit araştırmayla ulaşılabilecek bu veriler ışığında Türkiye’nin ekonomik açıdan dünyada ortalama bir ülke olduğu görülebilir. Bu da AKP hükümetinin Türkiye’nin 2002 yılından beri yaşadığı ekonomik gelişimi allayıp pullayan hikâyesiyle ters düşmektedir. Şimdi gelin, “ekonomi hep büyümek zorunda mıdır?”, “ekonomik büyümenin yoksullara faydası var mıdır?”, “gelir adil dağılmadıkça ekonomik gelişmenin bir anlamı var mıdır?” gibi mevcut AKP hükümetinin hiç mi hiç gündeme getirmediği soruları biz de daha sonra tartışmak üzere şimdilik erteleyelim ve Türkiye’nin ekonomik görünümünü AKP’nin, kapitalizmin ve onun kurumlarının diliyle ve kategorileriyle değerlendirelim. Bakalım neoliberal AKP hükümetinin ekonomik hedeflerini kendi silahlarıyla vurduğumuzda bu hedefleri tutturabiliyor muyuz?

AKP hükümetinin ekonomi söylemine göre, Türkiye her şeyde olduğu gibi ekonomi de karanlık günleri geride bırakmış, hızlı bir büyümeyle 2002’den bu yana son on yılda Gayri Safi Yurt İçi Hasılası’nı (GSYİH) tam üç kat artırmıştır. IMF, Dünya Bankası ve OECD verileri de bunu doğrulamaktadır. Türkiye’nin GSYİH’i bu dönemde 250 milyar dolar civarından 750 milyar dolara ulaşmıştır. AKP hükümeti de bu veriyi ısıtıp ısıtıp tekrar gündeme getirmekte, bu büyümeyi en büyük başarısı olarak lanse etmektedir. Peki, bu ekonomik büyüme AKP’nin bir mucizesi midir yoksa dünyadaki genel ekonomik gelişmelerin bir sonucu mudur? TUİK verilerine göre Türkiye ekonomisi 2002-2011 yılları arasında ortalama yıllık %5,2 büyümüştür. Aynı dönemde gelişmekte olan ülkelerden Çin ortalama yıllık %9’un üzerinde, Hindistan %8, Vietnam %7 ve Endonezya %6 civarında büyümüştür. Yani adı geçen bu ülkelerin GSYİH’leri 2002-2011 yıları arasında üç kattan yani Türkiye’den daha fazla artmıştır. Aynı dönemde, Rusya ekonomisi yılda ortalama %4,7, Polonya %4,5, Brezilya ise %4’e yakın oranda büyümüştür. Görüldüğü gibi Türkiye’deki ekonomik büyüme gelişmekte olan ülkelerin ortalaması civarındadır. (Şu linkten dünyadaki tüm ülkelerin 1999-2010 yılları arasındaki ekonomik büyüme oranlarına bakılabilir: Dünya Ülkeleri 1999-2010 Yılları Arasında Büyüme Oranları)

Şimdi isterseniz Türkiye’nin dünya ekonomileri içindeki sıralamasındaki değişimlere bir göz atalım ve Türkiye’nin ekonomik gelişmesinin sıra dışı olup olmadığını bir de bu açıdan gözlemleyelim.

1980 yılında IMF, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler verilerine göre Türkiye dünyanın 20. en büyük ekonomisidir. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında ise Türkiye dünyanın 18. büyük ekonomisi konumundadır. Peki, bugün yani o “mucize büyümenin” sonucunda Türkiye kaçıncı sıraya gelmiştir. Türkiye 2011 yılı sonunda yine tıpkı 2002 yılında olduğu gibi dünyanın 18. ekonomisi konumundadır. Türkiye’nin ekonomik büyüklüğünün dünya ekonomisi içindeki ağırlığı 2002 ila 2011 arasında %1,1 ila %1,2 arasında salınmış, bu konuda çok büyük bir değişiklik olmamıştır. Yani Türkiye aşağı yukarı dünyada gelişmekte olan diğer ülkelerin ortalaması kadar bir ekonomik büyüme gerçekleştirmiştir. Bu durum aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu günden beri böyledir. Türkiye tarihi boyunca inişli çıkışlı bir ekonomik büyüme grafiği çizse de ortalama olarak en fazla dünyadaki ekonomik büyüme ortalamasını tutturmuştur. AKP ile birlikte bu noktada değişen hiçbir şey olmamıştır. Durumu daha iyi anlatmak için Çin, Kore ve Endonezya örneklerine bakabiliriz. IMF’nin Dünya Ekonomik Görünümü Nisan 2012 raporuna göre Türkiye’nin sıralamada yerinde saydığı son 30 yıllık süreçte Çin dünyanın 9. büyük ekonomisi iken 2. büyük ekonomisi haline gelirken, Güney Kore 27.’likten 15.’liğe, Endonezya ise 22.likten 16.cılığa yükselerek 18. Türkiye’yi sıralamada geride bırakmıştır. Keza Hindistan, Tayvan, Vietnam gibi ülkeler de sıralamada çok daha yüksek basamaklara tırmanmıştır. Dolayısıyla AKP’nin de savunusunu yaptığı neoliberal kapitalizmin ideolojisini benimseyenlerin ekonomik mucize arayacakları yer Türkiye değil yukarıda adı geçen ülkelerdir.

Kaldı ki, Hindistan ve Endonezya hariç yukarıda adı geçen ülkelere göre Türkiye’nin nüfusu aynı dönemde çok daha hızlı artmıştır. Dolayısıyla son 30 yıllık dönemde Türkiye’de kişi başına düşen gelirdeki artış oranı gelişmekte olan ülkelerdeki artışın altında kalmaktadır. Örneğin 1960’lı yıllarda Türkiye’den çok daha fakir olan ve 1980 yılında Türkiye ile aynı kişi başına düşen gelire ulaşan Güney Kore’nin bugün itibariyle kişi başına düşen milli geliri Türkiye’nin iki katına yani 20.000 dolara ulaşmıştır. 1980-2011 arasında Türkiye’de kişi başına düşen gelir Rusya, Brezilya ve Meksika ile aşağı yukarı aynı ve Polonya’nın biraz altında artış göstererek 10.000 dolara ulaşmıştır. (Dünya Bankası verilerine dayanarak 1960 yılından bugüne kadar ülkeler arası tarihsel karşılaştırmalı kişi başına düşen gelir grafiklerini incelemek için şu linke bakılabilir: 1960-2010 Ülkeler Arası Karşılaştırmalı Kişi Başına Düşen Gelir)

Burada da açıkça görülecektir ki, 1960’lı yıllarda Türkiye ile aşağı yukarı aynı kişi başına düşen gelire sahip olan Yunanistan ve İspanya yaşadıkları ekonomik krize rağmen bugün Türkiye’den sırasıyla 2.5 ve 3 kat daha fazla kişi başına düşen gelire sahiptir. Bu ülkelerdeki asgari ücretler de yine Türkiye’nin 2-3 katı civarında olup çalışmayanlar işsizlik maaşı ve birçok başka sosyal güvenceden ücretsiz olarak yararlanabilmektedir. Avrupa Birliği’nin şu an içinde bulunduğu krize bakarak Türkiye ekonomisini Avrupa’dan üstün görme sanrısı ve sahte gururu içindeki AKP ve yandaş medyasının Türkiye ekonomisinin İspanya ve Yunanistan’ın ölüsünün bile üçte biri etmediğini görmeleri için internette beş dakikalık bir araştırma yapmaları yeterli olacaktır. Aşağıda ayrıntılı biçimde inceleyeceğim AKP’nin zihniyetiyle hareket edilmeye devam edildiği müddetçe de Türkiye’nin son zamanların popüler söylemiyle “artık ihtiyaç duyulmayan” ve burun kıvrılan Avrupa Birliği’nin ekonomik ve toplumsal imkânlarına ulaşması maalesef yakın gelecekte mümkün gözükmemektedir.

Türkiye’deki İşsizlikten Büyük İstihdam Sorunu: “Haydi Kadınlar Evinize!”
Açıkça görüldüğü gibi Türkiye’de bazı istatistikler ideolojik olarak öne çıkarılırken bazı istatistikler bilinçli olarak gündeme getirilmemekte ve göz ardı edilmektedir. Bunlardan biri de Türkiye’deki işsizlik oranlarıdır. Burada yapılan şey istatistikleri çarpıtmaktan ziyade (ki bu da bir miktar yapılmaktadır), hükümetin işine gelen istatistiği öne çıkarıp işine gelmeyeni hasıraltı etmesidir. Bizlere aktarılan istatistiklere göre Türkiye’de işsizlik düşmektedir. 2008 krizinde %14’lere varan işsizlik bugün %10’un altına düşmüştür. Bu veriler doğru olabilir. Ama doğru olan bir başka veri de Türkiye’de çalışma yaşındaki nüfusun istihdam edilme oranının ne kadar düşük olduğudur. Eurostat (Avrupa Birliği İstatistik Kurumu) verilerine göre 2011 yılında Türkiye’de çalışma yaşındaki nüfusun ancak %48,4’ü istihdam edilmektedir. Bu istihdam oranıyla Türkiye Avrupa ve OECD ülkeleri arasında sonuncu sıradadır. Hâlbuki işsizliğin her geçen gün arttığından yakınılan Avrupa’da istihdam ortalaması %64’tür (ilgili Eurostat verisi için bkz: Avrupa Ülkeleri Cinsiyete Göre İstihdam Oranları)

OECD ülkeleri istihdam ortalaması da yine %64 civarındadır. Yani Türkiye’de işsizlik sorunundan önce bir iş sorunu vardır. Ortada yeterince iş, yeterince istihdam olanağı yoktur. Üstüne üstlük Türkiye’de çalışma yaşında olan kadınların büyük bir bölümü Avrupa’da var olmayan bir kategoriyle “ev kadını” olarak sınıflandırılmıştır. Yine Eurostat verilerine göre Türkiye’de çalışma yaşındaki kadınların istihdam edilme oranı 2011 yılında %27,8’dir. Bu oran Avrupa ortalaması olan %59’un yarısından azdır, hatta Türkiye kadın istihdamındaki bu oranla krallık ve şeriat hukuyla yönetilen birçok Ortadoğu ülkesinin dahi gerisinde yer almaktadır. Kadınların ekonomik bağımsızlığının garanti altına alınmadığı bir ortamda kadınların toplum içinde maruz kaldığı ayrımcılığa da kadına yönelik şiddete de yapısal bir çözüm bulmak maalesef mümkün değildir. Ne var ki, ülkenin başbakanı hala kadınlara “en az üç annesi olmak” çağrısı yapmakta, kadının toplum içinde değil evin içinde ve erkeğe ekonomik, siyasal, toplumsal her alanda bağımlı olarak yaşamasını uygun görmektedir.

AKP Tarzı Ekonomik Büyüme Modelinin Karanlık Yüzü
Şimdi gelelim AKP’nin Türkiye için öngördüğü ekonomik büyüme ve istihdam programının ağır bedellerine ve acı sonuçlarına:

Yabancı fonların gecelik finansal yatırımlarını vergisiz Türk borsası ve bankaların yüksek faiziyle cezbetmeye çalışıp bu fon akışından sağlanan sermaye ile yapılan ithalata dayalı ekonomik büyüme modelinin Türkiye’ye ilk armağanı 75 milyar dolara ulaşan dış ticaret açığıdır (AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde Türkiye’nin cari açığı 0.67 milyar dolar ve cari açığın GSYİH’e oranı sadece %0.27 idi). Türkiye’nin bugün GSYİH’sine oranı %10’a ulaşan cari açığı, Türkiye’yi cari açığın GSYİH’ye oranı açısında dünya birincisi yapmaktadır! (Aynı oran “krizdeki” Yunanistan’da %8 civarındadır). 75 milyar dolarlık cari açıkla Türkiye ABD’den sonra miktar olarak dünyada en çok cari açık veren ikinci ülkedir!(Türkiye’nin cari açık miktarı kendisinden 3-4 kat büyük ekonomiler olan Fransa, İtalya, Hindistan gibi ülkelerden çok daha fazladır).

Türkiye’nin ekonomik büyümesi yabancı fonlardan gelen sıcak parayla finanse edilirken üretim de emek gücünün sömürüsüne dayanmaktadır. Son derece kötü koşullarda çalışmaya zorlanan işçilerin yaşadığı iş kazaları sonucu sadece resmi ve kaydı tutulan verilere göre yılda 1.500 işçi hayatını kaybetmektedir. Bu da ölümlü iş kazalarının tüm çalışanlara oranı açısından Türkiye’yi Avrupa birincisi ve dünya ikincisi yapmaktadır.

AKP’nin ekonomik büyüme için “istikrar” politikaları Türkiye’yi demokrasi anlamında açıkça geriye götürmüştür. “Sınır Tanımayan Gazeteciler” örgütünün her yıl hazırladığı “Dünya Basın Özgürlüğü Endeksine” göre AKP’nin 2002’de iktidara geldiği dönemde basın özgürlüğü açısından 179 ülke arasında 99. sırada yer alan Türkiye bugün 148. sıraya kadar düşmüştür (ilgili rapor için bkz: Sınır Tanımayan Gazeteciler Dünya Basın Özgürlüğü Raporu 2011-2012).

Yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’de görülen davalarda, Türkiye 2011 yılında 159 davada mahkûm olarak Avrupa İnsanları Sözleşmesini en çok ihlal eden ülkeler sıralamasında AKP iktidarıyla beraber üçüncü sıradan birinci sıraya yükselmiştir. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında hapishanelerdeki hükümlü ve tutuklu sayısı 59 bin iken bugün bu rakam 122 bine ulaşmıştır.

Yine Türkiye gelir dağılımı dengesini ortaya koyan GINI endeksine göre gelir adaletinde Avrupa sonuncusudur.

OECD’nin eğitim imkânları ve lise üzeri eğitim alan nüfusun toplam nüfusa oranı araştırmasında Türkiye tüm OECD ülkeleri içinde Brezilya, Şili ve Meksika’nın da gerisinde kalarak sonuncu olmuştur. Keza yine OECD’nin üç yılda bir lise öğrencileri arasında yaptığı PISA Edebiyat, Matematik ve Fen Bilgisi becerisi testlerinde OECD ülkeleri arasında Şili ve Meksika’dan sonra sondan üçüncü olabilmiştir. (ilgili OECD rapor özeti için bkz: OECD Ülkelerinin Eğitim Seviyesi Açısından Sıralaması Rapor Özeti)

Tüm bu verilerin bir özeti olarak değerlendirilebilecek ve dünya ülkelerinin ekonomi, sağlık ve eğitim alanlarındaki gelişmişliklerini değerlendiren Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde Türkiye AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına göre 2011’de yedi sıra birden gerileyerek değerlendirmeye dâhil edilen 187 ülke arasında 85. sıradan 92. sıraya inmiştir. Kısacası Türkiye ekonomik olarak dünya ortalamaları kadar büyümüş, eğitim alanında ise dünyadaki gelişmelerin gerisinde kalmış böylece 2002-2011 yılları arasında BM İnsani Gelişmişlik Endeksinde yedi sıra birden geriye düşmüştür. (Konuyla ilgili olarak BM İnsani Gelişmişlik Endeksi 2011 Raporu Türkçe Özetine bakılabilir.)

Tüm bu veriler bize göstermektedir ki, AKP iktidarıyla beraber Türkiye ekonomik olarak en fazla ortalamaları tutturabilmiştir. Bu ortalamaları tutturmak için “istikrarı korumak” adı altında demokratikleşme çabalarının baskı altına alınması sonucunda Türkiye insan hakları, basın, ifade ve düşünce özgürlüğü alanlarında radikal biçimde geriye gitmiştir. Ekonomik gelişmişlik ve demokratik kültürün yerleşmesi anlamında tek umut kaynağı olan eğitim alanında ise Türkiye’nin hali içler acısıdır. İşin daha da kötüsü, demokrasi, insan hakları ve eğitim alanlarında reforma yönelik herhangi bir program AKP hükümetinin gündeminde dahi yer almamaktadır. Bu durum, AKP tarzı ekonomi ve siyaset yönetimi altında bir Türkiye’nin geleceği konusunda bizleri derin bir endişeye sevk etmektedir.

Bu yazı ilk olarak http://www.davetsizmisafir.org/ da yayınlanmıştır

 

 

 

K. Murat Güney

Darphane 25 yıl sonra greve gidiyor

Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü, 1988’den bu yana ilk kez greve gidiyor.

Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü çalışanları 1988 yılından bu yana ilk kez grev kararı aldı. Anlaşma sağlanamazsa altın fiyatları artabilir.

Grev ilanının asılmasıyla birlikte yasal sürenin dolmasına 45 gün kaldı.

1.562 TL net ücret aldıklarını, bu miktarla İstanbul’da geçinilmediğini söyleyen Darphane çalışanları, “İnsan onuruna yaraşır ücret istiyoruz. Çalışma koşulları çok ağır” şeklinde konuştu.

Eğer anlaşma sağlanamazsa Ağustos ayında grev uygulanacak.