Ankara’da savcıların, Gezi Parkı göstericilerini tutuklatma çabası bir kez daha mahkemeden döndü. Gösterilerde, “Polise taş attım”, “Taş atmak haktır” diyen eylemciler bile delil olmadığı gerekçesiyle serbest bırakıldı.
Gezi Parkı eylemleri sırasında ölen Ethem Sarısülük için 16 Haziran Pazar günü vurulduğu yer olan Kızılay Meydanı’nda cenaze töreni yapılmak istendi. Ancak törene polisçe izin verilmeyince olaylar çıktı. Çatışmalar nedeniyle çok sayıda kişi gözaltına alındı.
Olaylarla ilgili olarak sürdürülen soruşturmada savcılık, aralarında askerlik görevini yapan bir erin de bulunduğu beş şüpheliyi ‘Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet’ ve ‘kamu malına zarar verme’ suçundan tutuklama istemiyle Ankara 6. Sulh Ceza Mahkemesi’ne sevk etti.
‘SADECE BİR TAŞ ATTIM’
Birliğine katılmak için Ankara’ya gelen ancak olayların içinde kaldığını söyleyen er S. A., hakkındaki suçlamaları reddetti. Şüpheli asker S.A., olaylar sırasında çekilmiş fotoğrafları gösterilince,“Fotoğraflarda elimde görünen iki taştan birini emniyet aracına atmıştım, diğer taşı atmadım” dedi.
Mahmut Kahraman isimli şüpheli de Ethem Sarısülük’ü bizzat tanıdığı için cenaze törenine katılmak için Kızılay’a geldiğini ifade ederek, “O esnada bize gaz sıkıldı, yanımdaki bir kişi de bu gazdan dolayı yaralandı. Cenazenin gelişine izin verilmeyince ben de oradan ayrılmayı düşündüm. Tam o sırada emniyet görevlileri yakaladılar. Herhangi bir şekilde taş atmadım, ayrıca orada taş atılmasının haklı olduğunu düşünüyorum. Orada insanlar perişandı. O tepkinin de taş atmaya sebebiyet verilebileceğini belirtmek isterim” diye konuştu.
‘DELİL YOK, TUTUKLAYAMAYIZ’
Savunmaların ardından bazı şüphelilerin “Polise taş attım ve taş atmak haktır” şeklindeki açıklamalarına rağmen Ankara 6. Sulh Ceza Mahkemesi, savcılığın tutuklama istemini reddetti. Mahkeme, ‘kamu malına zarar verme’ suçu için kuvvetli suç şüphesinin bulunmadığına dikkat çekti. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet’ suçu yönünde ise suçun ceza süresini göz önünde bulunduran mahkeme, tutuklama talebinin reddine karar verdi. Böylece şüpheliler serbest kaldı. Gezi eylemlerinde 13 şüpheli Ankara 3. Sulh Ceza Mahkemesi’nce, üç kişi de Ankara 12. Sulh Ceza Mahkemesi’nce serbest bırakılmıştı.
Öte yandan Terör Savcılığı’nın sürdürdüğü soruşturmada gözaltına alınan 26 kişi açlık grevine başladı.
Gezi Parkı direnişi sırasında Twitter kullanımına ilişkin inceleme başlatılacağı haberleri üzerine Redhack tüm ‘hastag’leri üstlendi: Biz attık, buradayız!
Gezi Parkı protestoları nedeniyle yaşanan Twitter gözaltılarının devam edebileceği ve mesajların incelendiği yönündeki açıklamaların ardından Redhack resmi Twitter hesabından tüm ‘suçu’ üstlendi: “ AKP twitter’a inceleme baslatacakmis.. Yahu TUM twitleri biz attik, yuzbinlerce insanin bilgisayarina girdik, garibanla ugrasma, buradayiz;) RedHack’i RT eden, RedHack ile alakali yazi yazan, Direnisi orgutleyen tum hesaplar tarafimizca hacklenmistir! ” açıklaması yaptı.
Açıklamanın ardından çok sayıda Twitter kullanıcısı #redhacktarafındanhacklendik hastagini kullanarak Gezi Parkı eyleminde attıkları Tweet’lerin Redhack tarafından atıldığını duyurdu.
Geçtiğimiz günlerde Ankara’da temaslarda bulunan Tarık Ali, İngiltere’ye döner dönmez ayağının tozu ile Gezi Parkı Direnişi’ni, dur durak bilmeyen polis şiddetini ve tüm bu süreçte başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere yönetici erkinin aymaz tutumunu irdeleyen bir yazı kaleme aldı.
İngilizce olarak yayınlanan ve bizim lrb.co.uk/ dan aldığımız yazıyı hem orjinal dilinde hem de Yeşil Gazete ekibinden Özde Çakmak’ın çevirisi ile Türkçe olarak sizlerle paylaşıyoruz
” Ankara’da
Brezilyada üretilip Türkiye'de kullanılan bir biber gazı kapsülü
Her şey nasıl da değişiyor. Geçtiğimiz Nisan’da İstanbul’da bulunduğum sırada, karamsarlık hakimdi. En coşkulu arkadaşların bile morali bozuktu. Örtük rejim aleyhtarlığı her zaman vardı, fakat AKP’nin hegemonyası, çoğu kez bana söylediklerine göre, kemikleşmişti. Erdoğan işini biliyordu, müstehzi ama zekiydi ve Atatürk tarafından hapse atılan çok sevilen komünist şair Nazım Hikmet’in o tuhaf dörtlüğünden alıntı yapmaktan çekinmiyordu. Şair tekneyle kaçmış ve bir Sovyet tankeri tarafından kurtarılmıştı. Kaptan, “Hikmet olduğunu kanıtlayabilir misin?” diye sormuştu. Güldü o ve kaptanın kamarasındaki posteri işaret etti. Posterin üzerinde kendi fotoğrafı vardı. 1963’de Moskova’da öldü. Kemikleri hala sürgünde.
Şimdi konuşma yemekler (Suriye sınırından yufka inceliğinde muhteşem pizzalar) ya da orta yaşta dünyaya getirilen çocukların keyfi üzerineydi. Şikayetler türlü türlüydü. İstiklal’de eski bir sinema dinamitlenmek üzereydi. Yerini pasajları ve Belle Epoque apartmanları ile (bir zamanlar burada çok sayıda zengin Ermeni aile yaşardı) bu tarihi sokağı çoktan çirkinleştiren daha fazla kişiliksiz dükkan alacaktı. Bu sinema salonu düzenlemesine karşı çıkan küçük çapta birkaç gösteri düzenlenmişti, fakat bu gösteriler doğaları gereği sembolikti. Gazeteler rejimin son PR zaferinden dem vuruyorlardı: zaman zaman kendilerine danışılacak olan altmış “akil adam”. Dolmabahçe Sarayı’ndaki – böyle toplantıya böyle mekan yakışır – ilk toplantılarının boy boy fotoğrafları vardı. Eski bir tanıdığım olan Murat Belge de aralarındaydı.
Aldırmazlıkla cesaretlenen Erdoğan başka planlara girişti: Gezi Park’da bir alışveriş merkezi, Boğaz üzerinde yeni bir köprü ve Mimar Sinan’ın zarif eserlerinden manzara çalan yepyeni devasa bir cami. İstanbul’daki vatandaşların görüşleri hiç alınmadı. Vatandaşı öfkelendiren ve şehrin merkezinde o ufacık yeşil alanın işgalini tetikleyen de işte bu eksiklikti. Şu an hepimizin bildiği gibi, başbakanın tabiatında uzlaşma yok. Akıl ve gönül cömertliği de. Laik entellektüellerden nefret ediyor, cumhuriyetin kurucularından sarhoş ya da alkolik diye sözediyor (sanki onları tanımlayan özellikler Lord Curzon’ı ve Britanya İmparatorluğu’nu altetmek değil de bunlarmış gibi) ve durmadan solcu teröristlerin yarattığı tehlikeden bahsediyor. Kızdığında, yani çoğu zaman, bazen meslektaşlarını utandırma pahasına kızdığında köyün efesi haline bürünüyor.
Toplumsal açıdan muhafazakar, siyasi açıdan ilkesiz, ekonomik olarak inşaat endüstrisine minnettar, askeri/siyasi olarak NATO’nun en sevdiği İslamcılar olan iktidardaki parti sokağın sesini duymazdan geldi. Diğer Müslüman ülkelere örnek olacaklardı. Erdoğan’ın şiddet kullanma kibiri – özellikle gençlere cop, tazyikli su ve biber gazı ile saldırılması – bu modeli yıktı. Beyaz Saray’dan gelen öfkeli not ve o bildik talep “her iki tarafın da sağduyu göstermesi” bu yüzdendir.
Polisin silahsız ve barışçı protestoculara taarruzu fena geri tepti. 48 saat içinde her şehirde direniş gösterileri düzenleniyor ve kamu alanları işgal ediliyordu. Küçük bir protesto küçüklü büyüklü inşaat sektörünün sultanına karşı ulusal bir ayaklanmaya dönüşmüştü. 15 Haziran akşamı Ankara’ya vardığımda işaretler belliydi. Su tankları ve akrepler (polis komuta araçları) ana caddelerde konuşlanmış, harekete geçmeye hazırdılar.
Gece başlayan protestolara ilk kez o zaman tanık oldum. İnsanlar işlerinden çıkıp evlerine gidiyor, değişiyor, yemeklerini yiyor, kravatlarını bir kenara fırlatıyor ve hazırlanıyorlar. Su şişeleri ve biber gazından korunmak için ıslatılmış mendiller. Akşam saat 10 ya da 11 oldu mu dışarı çıkıyorlar, genellikle küçük gruplar halinde, Kuğulu Park’a varana dek gölge gibi geçiyorlar sokakları ve gülümsüyorlar slogan atan, şarkı söyleyen, Erdoğan’a sataşan binlerce insan çoktan orada olduğu için. Polis saldırıyor. Reklam panoları, külüstür arabalar ve ellerine ne geçerse onunla alelacele barikatlar yapılıyor. Toma onları dağıtmaya çalışıyor. Başaramıyor. Sonra biber gazı (Brazilya’dan ithal). Bitmek bilmiyor. Protestocular dağılıyor, tekrar birleşiyorlar, saat 3’e gelene ve hatta geçene değin bu böyle sürüyor. Aksiyon ertesi gün kaldığı yerden devam edecek.
Sokaklarda bunlar olurken, apartmanların pencerelerinde protestocuların anneleri ve anneanneleri Erdoğan’a uyarı mahiyetinde dayanışma içinde tencere tava çalıyorlar – Yeniçerilerin Osmanlı padişahına yettin ulen demek için başlattığı çok eski bir Türk protestosu . Erdoğan ailelerden çocuklarını eve götürmelerini istediğinde İstanbul’da binlerce anne yanlarında tencere tava ve kaşık getirerek direnişe katıldı.
Erdoğan protestocuları çapulcu ilan etti. 1968 Mayısında Paris’te olduğu gibi genç Türkler hep bir ağızdan bağırdı: “Hepimiz çapulcuyuz!” Kuğulu Parkı’na gittiğimde duvarda şöyle bir slogan vardı : “Çapulcu festivaline hoşgeldiniz.” Hararetli tartışmalar oluyordu, her köşede ücretsiz kütüphane, ailelerin getirdiği ücretsiz yiyecekler ve genç yüzlerdeki umut. Hepsinin telefonunda Erdoğan’ı insanlara su sıkan toma olarak gösteren Steve Bell’in karikatürü vardı. Genç bir kadına bu kelimeyi sordum. Güldü: “Evet. Hemen tepki verdik. Bu ayaklanmanın semiyotiği oldukça ilginç. Fakat daha da önemlisi, bundan sonra ne olacak? Hareketimizin sona ermesi büyük trajedi olur.” Genç bir adam araya girdi: “Sonsuza dek meydanları dolduramayız. Daha fazlasına ihtiyacımız var.”
Yeni muhalefet yeniden nasıl gruplaşır söylemesi zor, fakat demokratik olarak yapılanan yeni bir siyasi hareket oluştuğu takdirde (örneğin, Yunanistan’daki Syriza gibi) ezilenlerin daimi sesi olabilir. İstanbul, Ankara, İzmir, Bodrum, Antakya ve diğer şehirlerde yurt içi ve yurt dışındaki durumu görüşmek ve yeni bir hareketin inşası üzerine rapor verecek olan aylık bir halk meclisi kalıcı bir şey ortaya koyacak ve meydanların ha babam temizlenmesini biraz anlamsız kılacaktır. Ben böyle umuyorum. Bazı kişiler bana katıldı, fakat genç bir öğrenci araya girdi: “Ben neoliberal kapitalistim ve burdayım.” Diğerleri güldü. Neden burda olduğunu sordum.
“Polis şiddeti yüzünden.”
“Ama polis şiddeti, neoliberal değerleri savunmak için kullanılıyor.”
“Hayır. Neoliberalizm, liberal değerleri yüceltir.”
“Nerde?”
“Amerika’da.”
Gerekeni söyledim.
Kadın bir doktor, doktorların düzenlediği bir toplantı nedeniyle ayrılması gerektiğini söyledi. Hükümet, yaralanan binlerce protestocuyu tedavi eden doktorların isimlerini istemişti. Karar oybirliğiyle alındı. Hayır.
Türkiye, birdenbire değişti. Yeni nesil siperlerde. Erdoğan çoğunluğun desteğini hala elinde tuttuğunu göstermek için kendisini destekleyenleri gemi ve otobüsle ordan oraya götürmek zorunda kaldı. Hiçkimseyi etkileyemedi. Bir sonraki seçimin savaş hatları belirlendi. İnşaatçıların dostu tekrar başbakan olamaz. Anayasayı değiştirerek başkanlığı getirmeyi ya da bunu başaramazsa Putin gibi cumhurbaşkanı olmayı umuyordu. Bundan böyle daha zor olacak. Aziz Nesin’in popüler öyküsü “Yeni Başbakan”ı okumalı. Padişahın biri, sürekli katıra danışan politikacıdan usanır ve politikacının yerine hayvanı atar.”
* * *
“In Ankara,
A tear gas canister, made in Brasil, used in Turkey
How it changes. When I was in Istanbul last April the mood was sombre. Even the most ebullient of friends were downcast. The latent hostility to the regime was always present, but the AKP’s hegemony, I was told many times, went deep. Erdoğan was a reptile, cynical but clever and not averse to quoting the odd verse from Nâzım Hikmet, the much-loved communist poet imprisoned by Atatürk. The poet had escaped in a boat and been rescued by a Soviet tanker. ‘Can you prove you’re Hikmet,’ the captain asked him. He laughed and pointed to a poster in the captain’s cabin which had his photograph on it. He died in Moscow in 1963. His remains are still in exile.
Talk now was of food (the exquisite wafer-thin pizzas from the Syrian border) or the delights of children produced in middle age. Complaints were varied. An old cinema on İstiklal was about to be dynamited. It would be replaced by yet more characterless shops that have already disfigured this historic street with its arcades and Belle Epoque apartments (where, once upon a time, many wealthy Armenian merchant families lived). There had been a few mild demonstrations against the execution of the movie house, but symbolic in character. The newspapers were talking of the regime’s latest PR triumph: sixty ‘wise men’ who would be consulted from time to time. There were photographs of their first assembly in the Dolmabahçe Palace, a suitably kitsch setting for a kitsch gathering. An old acquaintance, Murat Belge, was among their number.
Encouraged by the indifference, Erdoğan proceeded with other plans: A shopping mall in Gezi Park, a new bridge over the Bosphorus and a new grand mosque to steal the landscape from Sinân’s delicate creations. The citizens of Istanbul were never asked for their views. It was this lack of any consultation that angered the citizens and triggered the occupation of the tiny green space in the heart of the city. As we all now know, the spirit of conciliation is not the Turkish prime minister’s strong point. Nor is generosity of heart or mind. He loathes secular intellectuals, refers to the founders of the republic as drunkards or alcoholics (as if those were their defining characteristics rather than outwitting Lord Curzon and the British Empire to create a republic) and talks constantly of the danger from left-wing ‘terrorists’. When angry, which is often, Erdoğan takes on the character of a village bully, sometimes embarrassing his colleagues.
Socially conservative, politically unscrupulous, economically beholden to the building industry and militarily/politically Nato’s favourite Islamists, the party in power ignored the voices on the street. They were meant to be the model for other Muslim countries. Erdoğan’s arrogance in using violence – baton charges, water cannon and tear gas, against mainly young people – has wrecked the model. Hence the note of exasperation from the White House, and the familiar request that ‘both sides should show restraint.’
The police assault on unarmed and peaceful occupiers backfired badly. Within 48 hours every city, bar four, had experienced solidarity demonstrations and occupations of public places. The tiny protest had grown into a national uprising against the sultan of the building trades, large and small. When I arrived in Ankara on the evening of 15 June, the tell-tale signs were visible. Water-tanks and scorpions (police command cars) were stationed on the main streets, ready to go into action.
It’s the first time I’ve experienced protests that begin at night. People come home from work, change, eat, discard their ties and get ready. Water bottles and handkerchief, soaked to protect against tear gas. At 10 or 11 p.m. they come out, usually in small groups, crossing streets like shadows till they reach Kuğulu Park and smile as thousands are already there, chanting slogans, singing songs, taunting Erdoğan. The police attack. Barricades hurriedly go up using advertising boards, the odd car and anything to hand. Water cannon try to disperse them. They fail. Then the tear gas (imported from Brazil). It keeps coming. The demonstrators disperse, assemble again and so it goes on till 3 a.m. or later. Action will be resumed the following night.
While this is happening on the streets, in apartment windows the mothers and grandmothers of the demonstrators bang pots and pans in solidarity – and as a warning to Erdoğan, for this is a very old Turkish protest pioneered by Janissary corps to warn the Ottoman sultan that enough was enough. In Istanbul, when Erdoğan asked parents to take their kids home, thousands of mothers joined the occupation, bringing pots, spoons and pans with them.
Erdoğan denounced the protestors as çapulcu: ‘looters’. As in Paris in May 1968, the young Turks chanted: ‘We are all çapulcu.’ When I visited Kuğulu Park there was a slogan on the wall: ‘Welcome to the çapulcu fest.’ Passionate arguments were taking place, free libraries in every corner, free food brought by parents, and hope written on young faces. Steve Bell’s cartoon of Erdoğan as a water tank dousing the people is on all their phones. I asked a young woman about the word. She laughed: ‘Yes. Our response was immediate. The semiotics of this uprising are certainly very interesting. But more importantly, what next? Our demobilisation would be a big tragedy.’ A young man interrupted: ‘We can’t hold on to the squares for ever. We need something more.’
How the new opposition regroups is difficult to say, but if a new democratically structured political movement is formed (like, for instance, Syriza in Greece) it could give a permanent voice to the people from below. A monthly public assembly in Istanbul, Ankara, Izmir, Bodrum, Antakya and other cities to discuss the situation at home and abroad and report on the building of a new movement would create something permanent and make the clearing and reclearing of the squares a bit meaningless. This is my hope. Some agreed, but a young student piped up: ‘I’m a neoliberal capitalist and I’m here.’ Others laughed. I asked him why he was there.
‘Because of the police violence.’
‘But the police violence is being used to defend neoliberal values.’
‘No. Neoliberalism promotes liberal values.’
‘Where?’ ‘In the United States.’
I said what had to be said.
A woman doctor told me she had to leave for a doctor’s assembly. The government is demanding that doctors who have been treating thousands of wounded demonstrators must hand over their names. The assembly is unanimous. No.
Turkey has suddenly changed. The new generation is on the parapets. To demonstrate that he still has mass support, Erdogan had to ship and bus his supporters from all over the country. Few were impressed. The battle lines for the next elections have been laid. The builder’s friend can’t be the prime minister again. He was hoping to amend the constitution and make it presidential or failing that, to become president à la Putin. It will be more difficult now. He should read Aziz Nesin’s popular short story, ‘The New Prime Minister’, in which the sultan, tiring of a politician who is getting all his ideas from a mule, appoints the animal in his stead.”
Gezi protestolari nedeniyle 3 gün önce gözaltına alınan Beşiktaş’ın taraftar grubu Çarşı üyelerinden iki kişi tutuklandı.
Halil İbrahim Erol ve İbrahim Halilullah Turan’ın silah ve mermi bulundurmaktan suçlarından tutuklandığı ancak örgüt suçlaması yöneltilmediği belirtiliyor.
Grubun başka üç üyesi ise 50’şer bin lira kefaletle serbest bırakıldı.
Taksim Gezi Parkı eylemleriyle ilgili gözaltına alınan onlarca kişi dün sabah adliyeye getirilmişti
Özel olarak Organize Suçlar Şube Müdürlüğü tarafından gözaltına alınan 20 şüphelinin 15’i ise savcılık sorgularının ardından serbest kaldı ancak bu kişilerden yedisine Adli Kontrol uygulanması istendi.
Bu arada, Gezi Parkı eylemlerine destek olmak için Ankara’da düzenlenen gösterilere dün polis müdahale etti.
TOMA aracının önüne geçerek durdurmak isteyen genç bir kadın çevik kuvvet tarafından gözaltına alındı.
Kennedy Caddesi’nde toplanan bir protestocu gruba tazyikli su ve biber gazı ile müdahale eden polisin gruptan bazı kişileri gözaltına aldığı bildiriliyor.
İzmir’de Gündoğdu Meydanı’nda Gezi Parkı protestoları nedeniyle çadır kuran gruba da polisin sabah saatlerinde müdahalede bulunduğu ve bazı eylemcileri gözaltına aldığı bildiriliyor.
Gezi parkı eylemlerinde bugüne kadar 130 bin biber gazı fişeği atıldığı ve bu miktarın planlananın çok üstünde olduğu açıklanmıştı.
Gezi Parkı etrafında başlayan ve sonra tüm Türkiye’ye yayılan hareket iki şekilde bastırılmaya çalışıldı. Bastırma şekillerinin ilki hala sokaklarda olan şiddet. Toplumsal bir işkence halini alan bir şiddet dalgasıyla karşıladı devlet, halkını. Şiddetin katı hali de, sıvı hali de, gaz hali de topluma karşı kullanıldı ve hareket böylece bastırılmaya çalışıldı. Her şiddet eylemi karşısında daha fazla insanı buldu. Üç çadır şiddetle sökenler, ikinci gelişlerinde karşılarında on çadır buldular. İki yüz liseli öğrencinin üzerine Özel Harekat akrebi sürenler, karşılarında beş yüz liseli buldular. Şiddet hareketi sindirmekten ziyade haksızlığın cisimleştiği ve insanların gözünde artık gözlerini kaçıramadıkları bir olgu halini aldı.
İkinci bastırmaya çalışma yöntemi “yumuşak güce” dayalı bir tarzda karşımıza çıktı. Yani, yalanlar ve tek elden yönlendirilen kirletilmiş bilgi… Bu bambaşka bir sonuca yol açtı. Halk olarak biz, medya denen “şeyin” ne olduğuna dair fikrimizi bir kere daha netleştirdik. Bunun yanında da yöneticilerin, sokaklarda olan ve gözlerimizle gördüğümüz olayları bizlere nasıl aktardığını deneyimledik. Olan ya da kurulmaya çalışılan güven ilişkisi bu yalanlarla yıkıldı gitti. Gezi Parkı, halk ile yöneticiler-medya bloğu arasındaki güven ilişkisini bir daha gelmemek üzere yok etti.
Yok etti çünkü, 31 Mayıs’tan beri ne söylendiyse belli bir amaca yönelik olarak söylendi. Doğru bilgi yerine kirletilmiş bilgi servis eden medya ve yaşananları çarpıtmaya yönelik olarak ağızlarından çıkan her şey yalanlanan yöneticiler doldurdu her tarafı. (Burada Kadir Topbaş’ın hakkını teslim etmek lazım. En hızlı yalanlanan yönetici ödülü 48 saniye ile onda. Bu kadar az konuşup bu ödülü almak da ayrı bir başarı olsa gerek.) Yöneticiler ve ona sahiplik ilişkisi ile kul köle olmuş medya öyle bir hal aldı ki, doğru bilgi için belki de bu kadar çok kişinin CNN’e (Enternasyonal yayın yapan) yöneldiği başka bir olay yaşanmamıştır.
Kısa kısa örnekler vermek gerekirse;
* Daha en başında Gezi Parkı’nın yerine bir AVM-Rezidans yapılacağı ifade edilmişti. Daha sonra böyle bir olay sanki hiç olmamış gibi davranılarak müze lafları dolaşıma sokuldu. Bu süre içerisinde halkın park istediği, mahkemenin de inşaat kararını her ne olursa olsun durdurduğu unutturuldu.
* Faiz Lobisi diye bir kavram uydurulup, demokrasi ve özgürlük için sokağa çıkan insanlar sanki birer “maşa”ymış gibi gösterilmek istendi. Hareket itibarsızlaştırılmaya çalışıldı.
* Örgütlü müslüman kesimin de Gezi Parkı içerisinde yer alması ve sol düşünceyle kol kola girmesi sonucu başörtülü bir kadına şiddet uygulandığı yalanı ortaya atıldı. Görüntüler var dendi. Günlerdir ortada yok. Şiddeti ben yaşadım diyen biri de ortada yok.
* İki polisin kurşunla yaralandığı ortaya atıldı. Bunun üzerinden toplumsal işkence örtülmeye çalışıldı. Ne polisler var, ne tabancalar, ne de görüntüler. Aynı şekilde olaylar sırasında hayatını kaybeden polis, göstericiler tarafından öldürüldü dendi. Ailesi çıktı, olayın bir kaza olduğunu açıkladı.
* Camiye girildi, içki içildi, uygunsuz durumlar yaşandı dendi. İçki şişesinin ilaç şişeleri, uygunsuz durumun da tedavi olduğu görüntülerle kanıtlandı. Hala olduğu ilan edilen aksi görüntüler bekleniyor. Doğruları söyleyen cami görevlisi de izne çıkartıldı.
* Gezi Parkı’na müdahale edilmeyecek dendiği neredeyse her zaman müdahale oldu. İnsanlar önlem almak için açıklamaları izler oldu. (Tersini yapmak için!)
* Gerçekleri öğrenmek için izlenen CNN sunucusu Amanpour’un sahte röportajı (bile) yayınlandı. Sahtecilik ortaya çıkınca özür dilemek yerine üste çıkılmaya çalışıldı.
* Ankara’da yapılan 40 bin kişilik miting yüz binlere, İstanbul’da yapılan 250 bin kişilik miting milyonun üstüne çıkartılmaya çalışıldı. Özel tekniklerle fotoğraflar medyaya dağıtıldı. Zaten ortak manşeti atmak için hazır bekleyenler de bu rakam ve görüntüleri servis ettiler. Aynı mitinglerde kamuoyunu yönlendirmek için MHP bayrakları ve Çarşı flamaları açıldı. Yapılan miting prodüksiyonlarında sokaktaki muhalif imgeler (ç)alınmaya çalışıldı.
* Öldürülme görüntüsü net olarak ortada olan Ethem Sarısülük için ilk önce arkadaşlarının attığı taş ile öldü dendi. Otopside kurşun çıkınca arkadaşları vurmuştur savına dönüldü.
* Dikilen ağaç sayısı 31 Mayıs’tan itibaren düzenli olarak arttı. Sadece bu 20 gün içerisinde yarım milyara yakın olarak rakam arttı. (Son rakam 2.8 milyar olmalı) Söylenen rakamlar ile Türkiye’nin yüzölçümü karşılaştırılınca gerçek ortaya çıktı.
* İlk başta kimseyi temsil etmeyen insanlarla görüşmeler düzenlendi. Daha sonra temsilcilerle görüşme yapıldı. “Referanduma tamam dendi” diye açıklama yapıldı. Ortaya çıktı ki, heyet böyle bir şeye evet dememiş. Daha sonra zaten ortada bir referandum dahi olmadığı ortaya çıktı!
* Sokakta etkin olan bir taraftar grubunun sokaktan çekildiği resmi bir ağızdan açıklandı. Çok kısa bir süre sonra ne böyle bir görüşme, ne de böyle bir çekilme olduğu ortaya çıktı.
Bunlar sadece bazıları. Öyle bir 20 gün yaşadık ki, resmi ağızlar ve o ağızlara bakan medya sürekli olanı başka türlü göstermeye, kendi gerçekliğini yaratıp, olmamış olayları “tarihe geçirmeye” çalıştı. Bir bölüm insan için bu başarıya da ulaşmıştır fakat artık her şey çok net ki, Gezi Parkı kimimizin zihnini saran yalan duvarını yıktı, kimimiz için de yalan duvarı görünür hale geldi. Korku ve telaşta ilk olarak dürüstlük feragat edildi.
Dün akşam, yani 18 Haziran 2013 akşamı Abbasağa Parkı’ndaydım. Genel izlenimlerimi yazdım. Bunlar tamamen ortama ve konuşmalara ilişkin kişisel gözlemlerimden çıkan kişisel bir yazı. Eğer siz de Abbasağa’da ya da bir başka parkta idiyseniz yorum ya da başka bir şekilde izlenimlerinizi paylaşırsanız sevinirim.
Ama öncelikle nasıl oldu da bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettiğimi anlatmak istiyorum. İlgilenmiyorsanız alttaki ilk iki paragrafı kafadan atlayabilirsiniz, gücenmem (:
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezunum. Bilenler bilir, GSÜ İletişim’de ilk iki sene ortak dersler alınır, üçüncü ve dördüncü senelerde modüller seçilir. Bendeniz Radyo-TV-Sinema bölümü mezunu naçizane bir reklamcıyım. Lakin özellikle fakültenin ilk iki senesinde bolca gazetecilik dersi almışımdır. Bir iletişimci gözüyle, son üç haftada olan biten karşısında medyanın haline bakıp da üzülmemek elde değil. Ne acıdır ki, ilk zamanlardaki otosansür mekanizması beni ne şaşırttı, ne de sinirlendirdi… Normalleşmiş demek ki… Ama, son birkaç gündür göz göre göre yapılan yalan haberler beni çileden çıkardı. Önce pazar günkü Sabah’ın manşeti (Manşeti görür görmez ani bir reaksiyonla şu tweet’i attım) ardından dünkü (18 Haziran) Takvim’in utanç verici rezaleti ve son olarak da arkadaşım Hande’nin başına gelen insaniyet yoksunu olay gerçekten kalbimi sıkıştırdı.
Bugün Abbasağa’ya gittiğimde aklımda böyle bir yazıyı yazmak yoktu. Ama basamakların önüne oturup da insanlar konuşmaya başladığında istemsizce, refleksif bir şekilde iPad’imi çıkarıp konuşulanları not almaya başladım. İki saat kadar sonra kız arkadaşım “Artık kalkalım” diyene kadar konuşan 25 kişinin söylediklerini not aldım. Sanırım vücudum ve zihnim son dönemlerde maruz kaldığım medya parodisine otomatik bir tepki verdi. “İletişimci refleksi” diye bir şey varsa herhalde bu odur…
Abbasağa Parkı’na saat tam 21:00’de girdik. Beşiktaş halkı “aynı hava”yı çalmaya başlamıştı, parkın içinden de alkışlar, ıslıklar ve birkaç tane de çıngırak sesi yükseliyordu. Amfitiyatro parkın kalbini oluşturmaktaydı lakin parkın hemen hemen her yerinde insan vardı. Kimi çimlere oturmuş, kimileri ayakta kümelenmiş, herkes kendi sohbetindeydi.
Tencere, tava ve alkış sesleri kesilene dek amfitiyatrodaki kalabalığa biraz dışarıdan baktık. Beşiktaş formalarıyla dikkat çeken çArşı grubunun ortamın gayrıresmi ev sahibi olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Fenerbahçe formalı 40-50 kişilik bir grup da sahnede “Onur konuğu” misali takılmaktaydı. En büyük özelliği güç gösterisi yapmak olan ve popülistliği düstur edinmiş ultrAslan’nın gösterdiği kaypak tavırdan duydukları utançtan olsa gerek, Galatasaray formalı insanlar malesef tek tüktü (Yazarın koyu bir Galatasaray’lı olması müsebbibiyle geride bıraktığınız cümle yoğun miktarda kişisel fikir içerir, pardon). Yine de formalılar göze çarpsa da kalabalığı oluşturanlar aslında formasız, işinde gücünde insanlardı.
Saat 21:15 civarı forumun başlaması için çalışmalar hızlandı. Basamaklarda oturacak yer bulamayarak sahneye kadar indik biz de o arada. Ufak bir ses sistemi (1 mikrofon ve 1 hoparlör) kurulması için uğraşıldı bir süre, elektrik sıkıntısı yaşandı, “Yanında elektrik bandı olan var mı?” anonsu yapıldı, biri “Abi evde var” diyerek evi olduğunu tahmin ettiğimiz yöne doğru koşmaya başladı, o sırada işi uzatmamak adına ilk konuşmacılar mikrofonsuz olarak seslerini duyurabildiklerince konuşmaya başladılar.
Konuşmalar kısmına geçmeden önce forumun genel havasından bahsedelim.
O anda orada olmayan birkaç arkadaşıma parktan çıkar çıkmaz WhatsApp’tan şöyle özetledim ortamı:
Yunan şehir devleti doğrudan demokrasisinin Alaturka bir simülasyonu
8. Sınıf Vatandaşlık Bilgisi kitaplarından hatırladığımız kadarıyla Yunan şehir devletlerindeki doğrudan demokrasi; seçmenlerin tamamının (Kadınlar ve köleler yok) forumda toplanıp meseleleri tartıştığı, herkesin her konuda oy verdiği, yöneticilerin seçildiği ve kararların alındığı bir sistem. Genel sistem olarak Abbasağa’daki forum da aslında böyle işliyor. Tabii, ortamda örgütlü bir devlet yapısı yok (En büyük tartışma konularından biri de “Nasıl örgütleneceğiz?” konusu zaten), dolayısıyla tam olarak bir karar alma ve oylama süreci henüz yok. Onun yerine ardı ardına gelen konuşmalarla genel hatlarıyla prensipler ortaya konuluyor, bir anlamda işin teorik çerçevesi şekilleniyor.
Konuşmalara bakacak olursak aslında her konuşan farklı konularda da olsa birbirine yakın şeyler söylüyor. Aslında parktaki herkes aşağı yukarı benzer fikirlerde, konuşanlar da genellikle bu ortak fikirleri yansıtıyorlar. En çok vurgulanan şey pek çok farklı insanın bir araya gelmiş ve birbirini anlamak ve birbiriyle anlaşmak için gayret ediyor olmasının önemi. Bir de, organize olmak konusu tartışılıyor bolca. Bir kadın yerli malı haftalarından ilham alarak “Boykot haftaları” yapmayı öneriyor, özellikle direnişe destek vermeyen firmaları hedef alan bu öneri her ayın bir haftasında boykot yapmayı öngörüyor. Bu öneriyi yapan katılımcıdan sonraki üçüncü kişi boykot önerisini daha da ileriye götürüyor: “Boykot eylemi bir sistem eleştirisi olmalı. Neo liberal kapitalizme karşı, logosu olan her şeye karşı. Yerel ürünlere dönelim, pazar mallarına dönelim. Tüketim fetişizmi son bulsun!” diyen katılımcı iktidarın “%50″sinin ötekileştirilmemesi uyarısını da yapıyor. Zaten en sık tekrarlanan şeylerden biri de geçtiğimiz haftasonu AKP mitingleri ardından mizah konusu olan insanlar: “Cehaletle dalga geçilmesin” lafı alkış alıyor*.
Taksim Dayanışması’nda yer alan bir genç o gün yapılan toplantıdan notları paylaşıyor, konuşmasından önce 2 dakikalık süresini aşacağının uyarısını yapıp topluluktan ve moderatörden icazetini alarak. Alınan kararlar arasında iki şey dikkat çekici: (1) Genç iletişimcilerin yoğun olduğu bir basın merkezi kurmak, dayanışma hakkında çıkan haberleri hızlı ve etkili bir şekilde yalanlayabilmek ve en önemlisi bu basın merkezi aracılığıyla 140 karakter çağına uygun açık ve kompakt manifestolar oluşturabilmek. (2) Eylemlerin mahallileşmesi. Taksim’e çıkma çabasının şiddeti artıracağı, iktidar ve ana akım medyanın direnişi kriminalize etmesine yol açacağını söylüyor. Artık her parkın gezi olacağı, #heryergeziheryerdireniş düsturuyla herkesin kendi mahallesindeki en yakın parka giderek sivil ve barışçıl bir şekilde orada toplanabileceği ve eylemlerin bu şekilde süreceğini söylüyor. “Her binanın girişinde doğal afet durumlarında toplanacak yerler belirtilir ve bunlar hep en yakın parklardır. Şu anda beşeri bir afet var: Erdoğan’ın polis devleti. O yüzden parklarınıza gidin!” çağrısı da alkış alıyor* katılımcılardan.
İki farklı konuşmacı ilgi çekiyor: Biri Eminönü bölgesinde “Ötekileştirilmemesi gereken %50’yle” konuşmuş bir kadın, diğeri de bir önceki gün Taksim’de polisle sohbet etmiş bir genç adam. %50’nin en büyük kaygılarının turizmin etkilenmesi ve darbe korkusu olduğunu, bu korkunun da yandaş basın tarafından körüklendiğini söylüyor ilki. Polisle konuşan genç ise polisin diyaloğa açık olduğunu iddia ediyor ve “Cevap veriyorlar, konuşuyorlar, anlamaya çalışıyorlar, bir şeyler diyorlar” diyor ve gelen tepkiler üzerine “Yok hayır, küfür etmediler” diye ekliyor. Konuştuğu polisin “Aranıza PKK’lıları alıyorsunuz, o yüzden hepiniz PKK’lısınız.” dediğini söylüyor ve “Biz halkın çocuğuyuz, zaten PKK ile görüşen de hükümet değil mi?” sorusuna ise polisin cevap veremediğini belirtiyor.
Bunlar dışında da konu çeşitliliği yüksek: bir kadın cinsiyetçi küfürlere dikkat çekiyor, bir diğeri Brezilya olaylarına destek vermek için bir şeyler yapmayı öneriyor. Arada Ukraynalı bir çift söz alıyor, simültane çeviri aracılığıyla bizimle dayanışma içinde olduklarını belirtiyorlar. İki ay boyunca Occupy Wall Street hareketinde yer aldığını belirten biri “We are the 99%” gibi bir mesaj bulmak gerektiğini söylüyor. Bir başkası LGBTT’yi ve yaklaşan onur haftasını hatırlatıp topluca destek vermeye çağırıyor.
Belki de en net görülen fikir ayrılığı örgütler ve flamalar konusunda. Özetle “No örgüt, no flama” diyenler çoğunluğun takdirini alsa da, “Örgütlere hakkını teslim etmek lazım. Hep direndiler, önde durdular…” diye düşünenlerin de sayısı az değil.
Dinleyebildiğim 25 kişinin konuşmaları genel hatlarla bunları içeriyor. Ama aslında konuşulanların içeriği değil, forumun genel niteliği daha büyük önem arzediyor bu dönemde. Bir kişinin konuşmasını binden fazla sayıda insanın ses çıkarmadan dinlediği, hatta mahalle sakinlerini rahatsız etmemek için alkış vb. tepkilerini bile sessiz bir şekilde gösterdiği ve fikirlerin özgürce paylaşılabildiği ortamıyla Abbasağa Parkı Forumu belki henüz içeriğiyle ve çıktılarıyla değil ama hayata geçiş süreciyle çok değerli bir birlikte yaşama ve demokrasi pratiği sunuyor.
Özetle park forumları; ilk 3 haftası sokaklarda biber gazıyla, tazyikli suyla bir hayli hararetli geçen direnişin biraz soluklandığı ve bir sonraki adımları kafasında tarttığı bir dönemi işaret ediyor. Belki ilk günkü kadar hareketli olmayacak ama parklarda toplanan binlerce insan için şurası kesin: Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.
Bir moderatör seçiliyor, konuşma sırasını o düzenliyor.
Herkes sahneye çıkıp konuşabiliyor.
Konuşanların sadece 2 dakikası var.
Konuşan ve moderatör dışında herkes oturuyor.
En önemli kural: Çevre sakinlerini rahatsız etmemek adına ses çıkartılmıyor! Alkış yok, bağırma yok, yuhalama yok…
Konuşmacının sözüne katılıyorsanız, alkış yerine iki el havaya kaldırılıyor ve ampül sökermiş gibi -Yazardan çok ince gönderme, kıpss- hızlı hızlı sallanıyor.
Konuşmacıyla aynı fikirde değilseniz eller yumruk yapılmış bir şekilde kollar X haline getiriliyor.
Konuşmacı baydıysa “Hadi abi, ufaktan toparla istersen” anlamında basketbol hakemlerinin “Steps” hareketi gibi bir hareket yapılıyor. (Bu harekete maruz kalanlar genelde kafası karışık konuşmacılar oluyor. Bu hareketi görünce iyice kafaları karışıyor ve “Hepinizi çok seviyorum” diyerek konuşmalarını bitiriyorlar)
Zaman zaman bir konuşmacı sözleriyle kitleyi gaza getirdiğinde bir grup ellerini sallamakla yetinemeyip bir alkış kopartmaya kalkışıyor. Alkışlayanlar hemen moderatörün ve çevrelerindeki diğer katılımcıların ŞŞŞŞTTT tepkilerinin hedefi oluyor.
Femen, 3 eylemcisini Gezi Parkı protestoları için Türkiye’ye göndereceğini açıkladı.
Ukraynalı Feminist Örgüt Femen, Facebook hesabından yaptığı açıklamaya göre ’3 FEMEN aktivistini, Türkiye’deki Gezi Parkı eylemcilerine destek için Türkiye’ye göndermeye’ hazırlanıyor.
http://www.youtube.com/watch?v=1WTdK4ZS2mU
FEMEN, açıklamasında ‘Taksim Gezi Parkı direnişçilerinin barışçıl başlayan gösteriler sonrası biber gazı ve tazyikli su ile müdahaleye maruz kaldıklarını ve FEMEN’in bu duruma sessiz kalamayacağını’ bildirdi. Gruptan yapılan ilginç açıklamada, “Göğüs göğüse çarpışmaya geldikleri” vurgulandı.
FEMEN, 3 üyesini Türkiye’ye göndermek için destekçilerinden bağışta bulunmalarını da istedi. Daha önce 8 Mart 2012 tarihinde Türkiye’de artan kadına yönelik şiddeti protesto etmek için Sultanahmet Meydanı’nda eylem yapan FEMEN üyeleri, polisin müdahalesi ile gözaltına alınıp birkaç gün içinde sınırdışı edilmişlerdi.
Gezi Parkı Direnişi 23. gününde, Sao Paulo Direnişi ise ilk haftasını tamamlamak üzere.
İstanbul’da kıvılcımı çakan Gezi Parkı’ndaki ağaçları, mahkeme kararı olmasına karşın yok etmek istemeleri idi, Sao Paulo da ise toplu taşıma ücretlerine, Brezilyalı kardeşlerimizin tabiri ile söylersek, “20 Centavos” zam yapılmak istenmesi.
Bunlar elbette buzdağının görünen, suyu taşıran kısımları. İki ülke halkının da ortak amacı daha özgür, daha bağımsız bir yaşam standardına kavuşabilmek.
Brezilya, direnişin ilk gününden beri Taksim’e selam göndermekten geri kalmıyor. Taksim’den de “mesajınızı aldık, yanınızdayız” karşı selamları gönderilmeye başlandı.
17 Haziran günü gazetemizde “Subcommandante Marcos’tan Gezi’ye mesaj var” başlığı ile bir haber yayınladık.
Haberde Marcos’un Gezi Parkı Direnişi’ne hitaben yazdığı iddia edilen bir metnin türkçe versiyonu bulunuyordu. Okurlarımızın gayet iyi bileceği gibi bu tarz haberlerde Yeşil Gazete olarak hem metnin orjinalini hem de türkçe versiyonunu aynı haberin içinde bir arada yayınlamaktayız.
“Subcommandante Marcos’un Gezi’ye selamı” haberinde ise o anın ve mesajın heyecanı ile ispanyolca orjinal metnin teyidini yapmadan sadece türkçesi ile yayınladık.
Haberin yayınından sonra yayın ekibi olarak orjinal metni araştırmaya başladık. haberimiz kısa zamanda yayıldı ve gerek okurlarımızdan gerekse de bu mesajın ulaştığı tüm kesimlerden “İspanyolca aslına nasıl ulaşabiliriz?” talepleri gelmeye başladı.
Subcommandante Marcos ile Türkiye içinden bağlantıları bulunan kişilerin de Meksika’ya Chiapas yerlilerine durumu ilettiğini gene bize gelen mesajlardan öğrendik.
Kısa bir zaman içinde mesajın italyanca, ingilizce ve almanca versiyonları yayınlandı çeşitli mecralarda. Ne var ki bu metinlerin kaynağının da bizim haberimizde yer alan türkçe versiyon olduğu anlaşıldı.
Meksika’dan Chiapas yerlilerinden gelen yanıtta ise Subcommandante Marcos’un Gezi Parkı Direnişi ile ilgili bir mesaj yayınlamadığı açıklandı.
Haberi yayına hazırlayan arkadaşımız mesajı sosyal medyadan gördüğünü ve haberleştirdiğini ifade etti.
Yeşil Gazete olarak asılsız bir haberi siz değerli okurlarımız ile paylaşmış olduğumuz kesinlik kazandı.
Yaşadığımız şu günlerde medyanın; alternatif, bağımsız, sadece gerçek haber ileten medyanın ne kadar önem kazandığının farkındayız.
Bundan sonra hata yapmayacağımızın garantisini veremiyoruz. Böyle bir garantiyi de takdir edersiniz ki vermemiz mümkün değil.
Yeşil Gazete olarak biz günahımız ve sevabımız ile şeffaf olacağımızın, hata yaptığımız zaman bütün içtenliğimiz ile sizlerle paylaşacağımızın garantisini veriyoruz.
Bu vesileyle Subcommandante Marcos’tan, Chiapas yerlilerinden, siz okurlarımızdan ve bu haberimiz nedeni ile mağdur ettiğimiz herkesten özür dileriz.
Taksim’deki Duran Adam’dan esinlenerek Sabah’ın önünde 6 saatlik eylem yapan yazar Alper Bahçekapılı, gazetesinden istifa etti.
Sabah’ın önünde 6 saatlik eylem yapan yazar Alper Bahçekapılı gazetesinden istifa etti..
Haftasonu Ekleri’ne müzik haberleri yapan gazeteci Alper Bahçekapılı, dün Sabah’ın önünde “duran adam” eylemi başlatmıştı.
Bahçekapılı, Sabah gazetesinin Gezi Parkı eylemlerindeki yayın politikasını protesto etmek amacıyla gazetenin cadde üstündeki ön kapısında 6 saat durduktan sonra eylemini sonlandırıp gazetesinden istifa ettiğini açıkladı..
Bahçekapılı şunları söyledi:
“Sabah Gazetesi önünde 6 saat durmamın ardından eylemimi sonlandırıyorum. Destek olan herkese teşekkür ederim. Bundan sonra gerçekleri olduğu gibi yansıtmayan hiçbir gazetede, Sabah dahil, yazı yazmayacağım. Hükümetin ve medya patronlarının baskısıyla düşündüklerini dile getiremeyen gazetecilerin özgürlüklerine kavuşması dileğiyle, teşekkürler.”