Ana Sayfa Blog Sayfa 4218

Kadın gözü ile “Gezi” ruhu: “Sevgi Devrimi Gerçekleşti”

Gezi Parkı Direnişi’nin 62. günündeyiz. 1 – 15 Haziran arası Gezi Parkı’nda yaşananlar sırf bugün yarın değil, bir ömür, hatta birkaç nesil hafızalardan silinmeyecek.

paylaşmak için tklynz / click for to share

Gezi Parkı’nı, parkın içini göstermeden, Büyükada’ya giderek göstermek istemiş kardeşlerimiz, adına da “Sevgi Çemberi Gerçekleşti” demişler. Sizlerle paylaşıyoruz.

Sevgi Devrimi Gerçekleşti

gezi’den kalkıp büyükada’ya gidiyorlar

adanın ta tepelerine çıkıyorlar
bir dış ses yaşadıklarını anlatıyor

“Parka girmeye çalıştık işte İstiklal’den falan
Bol bol, biber gazı yiyip geri püskürtüldük
Aşağıya doğru, Karaköy’e doğru kaçtık, ordan Kadıköy’e, sonra Kadıköy’da başka bir yürüyüş vardı

Parkın fethedildiği gün geçtik karşıya
Ya çok güzeldi tabi
Hani, herkesin bir derdi olduğunu gördük
Yalnız olmadığımızı gördük
Yani hakkaten bunu gözlerimizle gördük

Sevgi devrimi gerçekleşti”

minik kız çocuğu başlıyor sonra tekerleme söylemeye
“minik kurbağa
minik kurbağa
kuyruğun nerede”

ablaları hep bir ağızdan yanıtlıyor
“kuyruğum yok
kuyruğum yok yüzerim derede”

sonra videonun sol altında bir yazı beliriyor
“tüm direnişçiler için
dirilişimiz kutlu olsun”

sonra ağaçlara asılan dilek kuşakları
“ellerimiz kenetlensin”
“dillerimiz çözülsün”
“seslerimiz birleşsin”

derken çıngıraklarla, tamburla, defle birlikte söylemeye başlıyorlar

“gezinin içinde bir taş olaydım
gelene gidene, gidene, gidene yoldaş olaydım

bacısı güzele gardaş olaydım
kalk gidek meydanlara, meydanlara, meydanlara
baba gönlüm eğlensin
yarın hakkın divanında, divanında, divanında
doğru da söylensin

Toma’nın dibinde üç ağaç incir
Elinde kelepçe, kelepçe, kelepçe
Boynunda zincir

Zinciri çok sallama
Kolların incir
kalk gidek meydanlara, meydanlara, meydanlara
baba gönlüm eğlensin
yarın hakkın divanında, divanında, divanında
doğru da söylensin

(Yeşil Gazete)

LGBT’ler “Gezi” sonrası her yerde: Taksim’de, Mersin’de ve Dersim’de

Dersim’de ilk kez LGBT yürüyüşü yapıldı. Homofobiye, transfobiye, nefret cinayetlerine ve tüm toplumsal sorunlara karşı yürüyen, danslarıyla itiraz eden LGBT’ler, “Birlikte mücadele ettiğimiz yoldaşlarımızla cinsiyet özgürlükçü, homofobi ve transfobi karşıtı ortak zeminde buluşmak istiyoruz” dedi.

paylaşmak için tklynz / click for to share

Munzur Festivali için Dersim’e gelen LGBT’ler, homofobiye, nefret cinayetlerine, barajlara, yeni karakolların yapılmasına karşı yürüyüş yaptı.

Dersim’de ilk kez yapılan LGBT yürüyüşünü KeSKeSor LGBT örgütledi. Eyleme Sosyalist Kadın Meclisleri, Yeni Demokrat Kadın, Yurtsever Gençlik, Dutağacı Kolektifi ve Direnişin Ritmleri de destek verdi.

Sanat Sokağı’nda toplanan LGBT’ler, Seyit Rıza Meydanı’na yürüdü. Ritm grubu eşliğinde dans ederek yürüyen LGBT’ler, “Gezi’den Dersim’e eşcinselller her yerde”, “Karakollar yıkılsın devlet altında kalsın”, “HES’ler yıkılsın devlet altında kalsın”, “Hepimiz R.Ç’yiz, hepimiz Dora’yız”, “Transfobik devlet yıkacağız elbet”, “Nefret öldürüyor devlet bunu görmüyor” sloganlarıyla yürüdü. Çevredekilerin büyük bir bölümü eyleme alkışlarla destek verdi.

KeSKeSoR LGBT adına açıklama yapan Şinow Başarır, Gezi direnişinden, Kürt sorunun çözümüne ilişkin başlayan sürece, HES’lerden kentsel dönüşüme kadar bir çok konuya değindi.

(Etha)

 

 

 

Akkuyu’nun bitmeyen Çevresel Etki Değerlendirmesi – Yılmaz Kilim

Çevresel Etki Değerlendirmesi yani kısa adıyla ÇED çevre mühendisleri için bir çevre yönetim aracıdır. Ekolojik krizin temelinde sermayenin kar uğruna doğayı sömürüsü yatarken bir çevre yönetim aracının bütün çevre sorunlarını tek başına çözmesini bekleyemeyiz elbette. Ancak bir bölgede gerçekleştirilecek faaliyetten etkilenecek olan halk için tek bilgilenme ve göstermelik de olsa katılım yolu olması nedeniyle günümüz koşullarında ÇED hala önemini korumaktadır.

Çevre kirliliği için teknolojik çözümlerin zorluğu ve yüksek maliyetli olmasından hareket eden bu yöntem, sorun ortaya çıkmadan önlemeyi hedeflemektedir. Yani bir faaliyetin daha planlama aşamasındayken olası çevresel etkilerin tahmin edilmesini ve alternatiflerinin değerlendirilerek gerekli tedbirlerin alınması için kullanılır. Bu yöntem ilk defa 1970’lerin başında ABD’de uygulanmaya başlanmıştır.

Bizim hayatımıza ise ÇED 1983 yılında çıkan Çevre Kanunu ile girmiştir. Kanuna göre “ÇED Olumlu” görüşü verilmeden hiçbir projeye izin verilmeyecektir. 1993’den bugüne kadar 26 Temmuz 2013 tarihi itibariyle 3104 projeden sadece 32 proje için “ÇED Olumsuz” kararı verilmiştir.

1983’de Çevre Kanunu vardı ama Çevre Bakanlığı yoktu. Belki de bu yüzden uygulanması ise ancak 10 yıl sonra 1993’de ÇED Yönetmeliği yayınlanarak mümkün oldu. Geçen 30 yıl içinde ise maalesef beklenen kurumsal yapısına da bir türlü kavuşturulamadı. ÇED hep yatırımcının önünde hep bir engel olarak görüldü. Sermaye grupları ile ters düşmek istemeyen siyasi iktidarlar da bu yöntemi bürokratik düzeyde bir karar alma sürecine hatta formalite düzeyine indirgedi. Dolayısıyla bilimsel yöntem olarak da bir değer bulamadı.

Nihayetinde neo-liberal politikanın gereği olarak sermayenin ve yatırımcının önünü açmak adına olsa gerek AKP hükümeti konuyu daha da ileriye taşıdı. Çevre Bakanlığını önce Orman Bakanlığı ile birleştirildi. Olmadı bu defa Bayındırlık ve İskan Bakanlığına kattı. ÇED süreçleri şimdi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yürütülüyor. Bu da yeterli olmadı tabii. Torba yasaya bir madde eklenerek Akkuyu Nükleer Santrali gibi çevresel etkileri korkunç boyutta olacak birçok büyük proje çevresel etki değerlendirmesinden muaf tutuldu.

Mersin’de nükleer santral inşaatını ve işletmesini gerçekleştirecek olan tamamı Rusya sermayeli Akkuyu NGS A.Ş. Yönetmeliğin tanıdığı muafiyetten faydalanmamıştı. Torba yasa ile gelen ikinci muafiyete rağmen hala ÇED sürecini yürütüyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığının süreç boyunca verdiği ek süreler ile de her projeye tanınmadığı kadar şirkete kolaylık sağladığını da söylemek mümkün. Hatta 21 Mart 2012 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan Başbakanlık Genelgesi ile bütün kamu kurumlarına Akkuyu Nükleer Santrali için “her türlü iş ve işlemler ivedilikle sonuçlandırılması” talimatı bile verildi.

Akkuyu’da nükleer santral yapılması ile ilgili Rusya ile yapılan uluslararası sözleşme 2010 yılında imzalanmıştı. ÇED süreci ise 2 Aralık 2011’deki başvuruyla başladı. ÇED süreci bu tarihte başlamasaydı Sözleşmeye göre yer tahsisi iptal edilecekti. Çevre ve Şehircilik Bakanlığına sunulan 100 sayfalık rapor Yönetmelikte 3 gün denilmesine rağmen ancak 90 günde incelenebildi. 29 Mart 2012 günü yapılan halkın katılımı toplantısına katılmak isteyenler “salon müsait olmadığı için” içeri alınmadı. Nisan 2013’de teslim edilmesi gereken ÇED Raporu 9 Temmuz 2013 günü sunuldu ama yetersiz bulunarak 15 Temmuz 2013 günü 3 ay içinde eksiklikleri tamamlanmak üzere iade edildi.

Sorum şu: Bu kadar basite indirgenmiş ve binlerce firma tarafından zamanında tamamlanabilmiş bir ÇED sürecini bile 3 yılda tamamlayamayan, bir türlü usulüne uygun  olarak yürütemeyen Akkuyu NGS A.Ş.’nin Mersin’de bir nükleer santral inşa edebileceğine ve bu santrali işletebileceğine hala inanıyor musunuz?

paylaşmak için tklynz / click for to share

 

 

Yılmaz Kilim

Tarım Orkam-Sen Mersin Şubesi

 

İktidarın Taksim’i: Yenikapı – Korhan Gümüş

Yenikapı çok açık ki iktidarın Taksim’i. Ama burada Taksim’deki gibi su değil, halk taksim edilecek…

İstanbul’un merkezinde, Tarihî Yarımada’da damperli dev hafriyat kamyonları fink atıyor. Gece gündüz çalıştıklarına göre belli ki işin acelesi var. Dünya Miras Listesi’nde yer alan Tarihî Yarımada’nın coğrafyası yeniden biçimleniyor. Yakında deniz surlarının bitişiğine sekiz şeritli otoyollar, kavşaklar da yapılacak. Tarihî Yarımada’ya yapılan bu dolgu alanın, tabiri caizse bu yeni burunun adı “Yenikapı Gösteri ve Miting Alanı”. Yaklaşık 70 hektarlık, bir milyon kişi alabilecek devasa bir alandan söz ediyoruz. 2011 yılı başında, Belediye Meclisi’nin onayladığı 1:1000 plana —aslında projeye— göre inşa edilen bu alanda ayrıca bir yönetim binası, güvenlik ve sağlık merkezleri, otomobiller ve otobüsler için büyük otoparklar, restoranlar (1000 m2), sahne (3200 m2) ve kafeler de yer alacak…

Diyeceksiniz ki Tarihî Yarımada Koruma Planı’nda bu proje yer alıyor mu? Hayır. Peki, tam da o tarihte uluslararası bir yarışmaya açılan Yenikapı Projesi’nde yer alıyor mu? Hayır. Gene aynı tarihlerde hazırlanan ve UNESCO’ya iletilen Alan Yönetim Planı’nda yer alıyor mu? Hayır. Görünüşte iki ihtimal var: Birincisi: Bu planlar, projeler hazırlanırken toplantılara katılan —daha doğrusu bu planlama ve yarışma çalışmalarını yöneten— Büyükşehir Belediyesi yetkililerinin bu projeden haberleri yoktu. Bu çalışmalar yürütülürken —bir gece ansızın— gizli bir karar alındı ve bu hazırlıkları, çalışmaları yapan yetkililerin haberi olmadan uygulamaya kondu.

Böyle bir gelişmenin mümkün olmadığını, meclis kararlarının gizli olamayacağını —yani ihtimal dâhilinde olmadığını— çocuklar bile bilir. O zaman geriye bir “ihtimal” daha kalıyor: Belediye yöneticileri plan ve yarışma çalışmalarını yapan ekiplerden bu kararı gizlediler.

Yöneticiler “bizim yaptığımız plan ve proje başka, o plan ve proje başka ” dediler ve kendi işlerine baktılar. Bu “ihtimal”, ki herhâlde ancak “siyaset tarihine geçecek” bir yönetim skandalı ile eşanlamlı olabilir; biri yerel, diğeri merkezî iki siyaset katmanı arasındaki ilişkiyi ifşa etmiş oluyor. Bir yönetim düşünün aynı konuda ve aynı anda iki ayrı karar alıyor. Bunları ayrı ayrı, sanki iki farklı yerdeymiş gibi uyguluyor. Olağanüstü ve eşi benzeri olmayan bir yönetsel “fragmantasyon”la karşı karşıya olduğumuz açık.

Bu durumda insanın aklına şu soru geliyor: Peki, neden yönetim bu kararı ve projeyi kendi görevlendirdiği yetkililerden, seçici kurul üyelerinden bile gizledi? Bir taraftan plan, proje için dünyanın parasını harcarken diğer taraftan bunları iptal edecek uygulamalara girişti?

Bunu anlamak için projenin amaçlarını tartışmamız gerekiyor.

İktidar fare —Başbakan’ın deyişiyle kemirgen— zehirler gibi, Beyoğlu’nun bütün sokaklarını gaza boğdu. İnsanlar evlerinde, yatak odalarında bile nefes alamaz oldular. (Bu yapılanların işkence yapmaktan ne farkı var?) Bu yetmiyormuş gibi kaçmaktan başka bir şey yapmayan insanların üzerine fişek, plastik mermi atıldığını, özellikle de başlarının hedef alındığını gözlerimizle gördük. Bu insanlar Başbakan’ın söylediği gibi polise şiddet mi uyguluyorlardı? Hayır. Bu insanların elinde ne sopa vardı, ne de pala. Yalnızca gösteri yapıyorlardı. Hatta gösteri bile değil, barışçıl bir şekilde meydanları, caddeleri sokakları kullanma haklarını ifade ediyorlardı. Bu insanlar en temel haklarını, ifade özgürlüklerini kullandıkları hâlde neden suçlulaştırıldılar?

Tahrir Meydanı gibi örnekleri gördükten sonra asıl korkulanın gösteriler değil, kentlilerin kendi aralarında kurdukları doğrudan iletişim olduğu anlaşılıyor. İktidar medyayı kontrol edebilir, hatta yalan haberler uydurup “camide içki içildi”, “polise şiddet uygulandı” falan diyebilir ama halkın halkla kurduğu iletişimi kolay kolay kontrol edemez.

Zaten İstanbul’da Bizans döneminden kalan Atmeydanı (Sultanahmet), Beyazıt Meydanı gibi meydanlara Cumhuriyet döneminde eklenen Taksim Meydanı bu açıdan hep problemli oldu. Taksim diğerlerinden farklı olarak muhalif siyasetin en etkili gösteri alanı hâlini kazandı. Üstelik kendiliğinden insanların Taksim’e çıkabildiği görüldü. Bu nedenle “Yenikapı Miting ve Gösteri Alanı” İstanbul halkının otoriter bir devlet tarafından kontrol edilmesinin, kendisine boyun eğdirilmesinin bir tahakküm aygıtı olarak işlev görecek. Eski siyasetin yeniden üretilmesini sağlayacak.

Böylece doğrudan iletişimin alanının yerini temsili iletişim alacak ve kentin içinde gösteri yapmak, söz söylemek isteyen kentlilere şiddet uygulanacak.

Bu dolgu alanında gösteri yapmak isteyenler önceden izin alacaklar, ister istemez. Çünkü burası tıpkı bir kongre merkezinin steril salonu gibi kullanılacak. Hatta göstericiler kira da ödeyecekler. Bu aygıtın işlevi kentlilerin kentle iletişimini koparmak. Onu ihale ve çıkar lobileri tarafından kontrol edilen medyanın ve resmî açıklamaların güdümüne sokmak. Yenikapı’da kentin kamusal alanlarının bir “getto-alan”la yer değiştirmesi amaçlanıyor. Kenti sürekli olarak bir şiddet nesnesi hâline getiren merkezci milli siyaseti yeniden üretmek için yapılıyor, karşılaşmanın olmadığı bir yer olarak ve kentlilerin kontrol altında olması için tasarlanıyor.

Çünkü iktidarın kentsel dönüşüm projelerini, genelde mekân politikasını şiddet olmadan uygulaması mümkün değil. Bu açık bir biçimde görülüyor. Bu nedenle bu proje Türkiye demokrasisinin de şu anda nirengi noktasını oluşturuyor. Ya Türkiye ulus-devletini merkezci, otoriter bir biçimde geliştirecek, örtecek. AK Parti de tarihe otoriter siyaset aracılığıyla kent ekonomisini, siyasetini kontrol ederek sınıfsal çelişkilerin, farklılıkların üstünü örten bir siyasal parti olarak geçecek.

Yenikapı’daki bu dolgu alanı üzerine gerçekleştirilmeye çalışılan bu gösteri merkezi projesinin belki de en ilginç tarafı, inşaat hızlı yapılırsa, İstanbul’da protesto edilen yıkımların molozu, toprağı üzerinde gösterilerin yapılabilecek olması. Şöyle bir durum ortaya çıkabilecek: Göstericiler sözgelimi “Emek yıkılamaz” derken artık İstiklal Caddesi’nde değil, Emek Sineması’nın molozları ve hafriyatı üzerinde gösteri yapabilecekler. Ya da kentsel dönüşüm projesi bağlamında mahalleleri yıkılan insanların gösterileri kendi evlerinin molozu üzerinde olabilecek. Kırk yıl düşünseler, dünyanın en ünlü mimarlarını getirseler, bu müthiş mimari tasarım konseptini hiç bir kent yönetimi başaramaz.

Korhan Gümüş – Taraf

“mal sahibi, mülk sahibi… hani bunun ilk sahibi?”- Mustafa Sütlaş

kırdıkaçdı oğlu karabit oğlu ve ohanis”, “taşci mardik oğulları avadis ve serkis”, “parsih oğullarından mardiros”, “kelust oğlu serkis tanil”, “ocaklı oğlu kirkor ve artin’den niyazi deveci unan oğlu yakop”, “çekem mığdısı karabit”…

size aşina, bildik, tanıdık geliyor mu bu isimler?

sanmam siz de benim gibi tanımazsınız bu kişileri, adlarını bile duymamışsınızdır.

daha yüzlercesi var! onların da adlarını saysam yine bildiğiniz birisi çıkmaz içinden.

gidip muhtarlığa sorsak kayıtlarını-kuyutlarını da bulamayız.

bu dünyada soylarını sürdüren birileri var mı onları da bilmek mümkün değil.

ama onlar bu topraklarda yaşadılar, mal mülk sahibi oldular ve sonra da yok oldular.

yalnız yok olmadılar, izleri de saklandı, yok edildi.

ama güneşin altında olan biten, yaşanan hiçbir şeyi sonsuza kadar gizlemek olanaklı değil.

bir yerden çıkıyor mutlaka. ama bu kendiliğinden olmuyor. birileri gerekli; arayan, çaba gösteren, uğraşan.

işte “sait çetinoğlu” onlardan birisi.

iki duygu: “saygı” ve “utanç”

sevgili sait çetinoğlu’nu haksızlığın, hukuksuzluğun ve insan hakları ihlâllerinin dile getirildiği toplantılarda tanıdım. bazen bir masa etrafında oturduk konuştuk. pek çok benzer toplantıda olduğunu, bildiklerini her yerde ve her fırsatta anlatıp, paylaştığını da biliyorum. yılmaz bir aktivist, meraklı araştırmacı ve üretken bir yazar. buna karşın bir karınca gibi çalışıp ortaya koyduğu yapıtları görmezden gelinen bir “bilge” insan,

ürettiği her yeni yapıttan haberdar olunca ona yönelik hissettiğim “saygı”nın, “onun gibi bir şeyler yapamadığım için” kendimden duyduğum “utanç”la karıştığı bir insan.

pek çok başka kişiyle birlikte tam “36” sayfalık bir liste göndermiş sevgili sait çetinoğlu…

bir de başında kısa bir yazı var bu listenin.

kim bilir kaç haftalık, aylık, yıllık bir çalışmanın sonucu o liste.

yerel gazetelerin eski nüshalarındaki resmi ilanları incelemiş tek tek ve kaydetmiş.

listede “malatya vilayeti”nde yaşamış, buradan kovalanmış ya da öldürülmüş ermenilerin  malları, mülklerinin yerleri sıralanmış. listeler artık orada “olmadıkları” için kendilerinden “devlet”e kalan malların satışı amacıyla verilmiş ilanlarda yer alıyor.

ilanları verenler başında “malatya defterdarlığı”, “malatya tapu müdürlüğü”, “malatya evkaf (vakıflar) müdürlüğü” yani “devlet” geliyor. sonrasında “malatya belediye başkanlığı”, “malatya ticaret odası” ve “malatya teşebbüsatı sınaiye türk anonim şirketi” gibi kuruluşlar var. bu ermeni mallarının onların eline neden ve nasıl geçtiğini hepimiz biliyoruz, ama bilmezden geliyoruz. ilanların yayın tarihleri 1930-31-32 yıllarını kapsıyor. mülklerin içinde yalnız arsalar, araziler yok, evler, hanlar, hamamlar var.

taner akçam’ın söyledikleri

son günlerde taraf gazetesi’nde yayınlanan tuğba tekerek’in ermeni soykırımı konusunda araştırmalar yapan tarihçi taner akçam’la yaptığı şöyleşide anlatılanlar bu ilanların tam anlamını ortaya koyuyor.

yasal alt yapısı 1915’den başlayarak oluşturulan bir uygulama bu. uygulamanın son noktası ise sait çetinoğlu’nun o listesinde yer alan ilanların yayınlandığı tarihlerde konulmuş.

yine herkes biliyor: o tarihten sonraki bu mülklerin sahiplerinin kimler olduğunu gösteren tapu kayıtları üzerinde 12 eylül darbesi’yle birlikte gizlilik kaydı kondu ve ülke güvenliğini korumak amacıyla vatandaşın incelemesine kapatıldı. bu karar sonraki yıllarda da yinelendi, dahası kayıtların bir bölümü “genelkurmay”ca toplandı. yine de tüm bu bilgiler yasaklama nedeniyle toplu halde görülemeyen tapu kayıtlarında var.

ama sevgili çetinoğlu’nun kaynağı gibi “sivil” kaynaklarda  da bu bilgiler yer alıyor.

adalet duygusu yok

bu listeyi gönderdiği türkiye’nin müslüman (türk, kürt…) burjuvazisinin kara tarihi – 1, malatya’da ermeni mallarını kim aldı? başlıklı kısa yazısında şöyle diyor ve aynı adlı bir kitap çalışması sürecinden söz ediyor.

“son günlerde yapılan ermeni mezarlıkları, kiliseleri ve vakıf mallarının talanına ilişkin bir çok yayında ermenilerin mallarına “yok artık” dedirtecek derecedeki bu uygulamalara ses çıkarılmadığı gibi vakıflar genel müdürlüğü gibi devletin organlarının da bu uygulamaların  açıktan bir parçası olması karşısında,  toplumda  adalet duygusunun yok olduğunun göstergesi olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür.

ermeni toplumunun ortak mallarına yönelik dünyanın gözü önünde gerçekleşen bu talanın yanında, vilayet gazetelerini tarayarak  bir zamanlar kitap olarak tasarlamış olduğum çalışmada, özel kişilerin mallarına yönelik “cumhuriyet” dönemi uygulamalarını ve özel şahısların ellerinden alınan mülklerinin dağıtılmasının ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları illerdeki (adana, amasya, elazığ, diyarbakır, erzurum, mardin, yozgat, konya, ordu, giresun, trabzon… gibi)  ermeni mülklerinin devlet ve özel  kişiler tarafından nasıl gasp edildiğinin örnekleri verilerek  ermeni mallarının gaspının fotoğrafı okuyucularla paylaşılacaktı.”

kurumsal suç ortaklığı

çetinoğlu böyle bir kitabın basılması konusunda umudunu yitirince çeşitli kişilerle kısım kısım paylaşmanın daha doğru olacağını düşünmüş.  bu yazı ve listeyi o yüzden ilettiğini söylüyor ve sürdürüyor:

“okuyucu belgelerden müslüman-türk sermayesinin ve siyasetinin temelindeki ermeni kaynağını yani ermeniler ölüm yolculuğuna çıkarılarak onlardan gasp edilen mülk paylaşımını dolayısıyla burjuvazinin elindeki kanı rahatlıkla gözlemleyecektir.

dönemin iktidar partisinden belediyesine, ticaret odasından özel şirketlere-özel şahıslara ermeni malının dağıtılmasını, maliye ve vakıflar idaresi eliyle müslüman sermayenin geliştirilmesi için yok pahasına ermeni mülklerinin kiralanarak sermaye transferini ve 1915 soykırımında tesis edilip  günümüze uzanan  suç ortaklığının kurumsallığını görecektir.

daha önce diyarbakır tebliğinde sormuştum; diyarbakır’daki ermeni mallarını kim aldı? cevap alamamıştım. bu yazıda malatya bölümünü paylaşarak soruyorum: malatya’daki ermeni mallarını kim aldı?

yine bir cevap alamayacağımı biliyorum ama devam edecek olan  yazılarımda da soracağım: amasya’da, adana’da, elazığ’da… ve diğerlerinde.

bu adreslerdeki mülkler bugün kimlerin işgalinde?

okuyucu malatya’daki ermeni talanını gördüğünde “yok artık !” diyecektir ama bu aysbergin görünen sadece küçük  bir bölümüdür.  okuyuculardan isteğim çalışmayı okunmaya değer görürlerse dostlarıyla paylaşmalarıdır.

gerek söz konusu çalışma, gerekse bu mesaj ve orada anlatılanlarla ilgili pek çok şey söylemek mümkün. olayın “vahimliği” yalnızca bunların o zaman gerçekleşmesinden kaynaklanmıyor.

birkaç kişi ve yayın organı dışında şimdi yaşadığımız suskunluk, özellikle de “hak yemeyi inancı gereği reddeden ve ‘günah’ sayan” bir  iktidar ve onun sorumlularınca da benimsenmesi bu “vahameti” büyütüyor. dahası benzer bir durum söz konusu olsa aynı şeylerin yaşanabileceği duygu ve düşüncesini uyandırıyor.

üzerlerine yazmalı

hrant’a bu yıl yazdığım açık mektupta aynı olaydan söz edip, sıraladığım “talep ve öneriler”le ilgili olarak, bugüne kadar tek bir satırın yazılmamış, tek bir sözün edilmemiş olması da bence aynı tutumun bir uzantısı.

bu tutum ne yazık ki yalnızca bu ülkede başta ermeniler, rumlar, museviler ve süryaniler ile, diğer tüm azınlıkları yok sayan ve ötekileştirenlerce benimsenmiyor; bunun da ötesinde sanki onlardan yanaymış ve haklarını savunuyormuş gibi görünen, hatta bunu zaman zaman yüksek sesle dile getirenlerce de sıklıkla benimseniyor. olayın acı olan ve acıtan yanı ise bu aslında.

benzer bir amaçla yapılmış olan istanbul’daki ermeni vakıflarının mülklerinin listelendiği bir de site var. siteleri oluşturan ve yakından izleyen bir avuç ermeni, birkaç akademisyen ve aktivist dışında bu siteden kaç kişinin haberi var, kaç kişi oraya bakıp kendisinin, yakınının ya da komşusunun oturduğu binanın asıl sahibinin kim olduğunu öğreniyor, bu yerlerde yaşanan ve bugün de sürdürülen, belki kendisi ya da yakınlarının en azından geçmişi örterek katkıda bulunduğu  “inkâr, imha, soykırım ve talan”la yüzleşiyor bilmiyorum.

ama artık bunun olması için internet sitelerinin yeterli olmadığını biliyorum.

gasp edilen tüm mülklerin üzerine onların gerçek sahiplerinin isimlerini yazmanın zamanı geldi de geçiyor çoktan. belleğin tümüyle “yitirileceği” son noktaya doğru yaklaşıyoruz.

işte o yüzden sahip olduğumuz “mal mülk” her aklımıza geldiğinde ya da bir yerden yenisini edineceğimizde yazının başlığındaki tekerlemeyi yinelemeyi öneriyorum:

“mal sahibi, mülk sahibi… hani  bunun ilk sahibi?..”

Mustafa Sütlaş – www. bianet.org

Gezi ve laik kesim siyaseti – Erol Katırcıoğlu

Herkesin kendi Gezi’si olduğu açık. Bunun nedeni muhtemelen Gezi’deki çok katmanlı durum. Yeşil’e ve demokrasiye duyarlı olanlardan, “Kim bu bize ne olacağımızı, nasıl yaşayacağımızı dikte eden adam?” diyerek heyheylenenlere, oradan eli bayraklı “Mustafa Kemal’in askerlerine”, oradan İstanbul’da bir tür “Paris Komünü” hayali görüp “Her yer devrim!” diye koşturanlara  kadar bir çok insanın varlığı Gezi konusunu değerlendirmeyi de zorlaştırıyor. Bu nedenle de insanın baktığı katmana göre farklı bir Gezi görmesi mümkün.

Gezi’nin Türkiye siyasetindeki yeri konusu bu nedenle de tartışmaya çok açık. Tabii her şeyden önemli olan temel üç soru şu: “Gezi, halkın AKP iktidarına karşı bir direnişi midir?” yoksa “Gezi, siyasetle ilgili bir değişimin işareti midir?”, ya da “Gezi eski rejimin yeni postu mudur?”Hemen herkes kendi meşrebine göre bu sorulara bir cevap veriyor.

Doğrusu benim cevabım Gezi’nin yeni bir siyasete çağrı olduğu yönünde. Dolayısıyla henüz fikirleri ve aktörleri netleşmemiş olsa da Gezi olayının bu ülkenin doksan yıllık siyasi tarihinde bir değişime işaret ettiğini düşünüyorum.

Bizim gibi İslami niteliği ağır basan ülkelerde demokrasi ancak askerlerin gölgesinde kurulabildi. Toplumun önüne konulan sandığın İslamcı bir iktidara yol açmaması için askerin “vesayeti” de koşul olarak görüldü. Her zaman “sandık”’ın üreteceği sonucun “İslami” niteliği önceden filitrelendi ya da siyaset büyük ölçüde bu vesayeti kabul edenlere açıldı. Bizim 90 yıllık cumhuriyet tecrübemizin gösterdiği gerçek bu değil midir?

Bu ülkedeki “vesayet rejimi”nin kadroları çokluk “laik kültürel kimlik”ten gelmiştir. Cumhuriyeti kuranlar,  bir ulus devlet kurabilmek için o günün kültürel kimlik dünyasına  güvenemediklerinden cumhuriyet okullarında “Batılı, modern ve laik”  bir kimlik yaratmayı seçmişlerdi. Bu kimlik Alevilik, Kürtlük, Çerkeslik, İslamcılık gibi bir “inanç” ya da bir “etnisite” temelli ve dolayısıyla da “doğal” bir kimlik değil “yaratılmış” bir kimlik oldu.

Uzatmadan söyleyelim. Neredeyse 90 yıldır şu ya da bu biçimde vesayet rejiminin doğal çalıştıranı olan bu kimlik, bir yandan AKP’nin kendi kadrolarını süratle iktidara taşıması, bir yandan da AKP’nin askerin rolünü gerileten çabaları sonucu kendisinin “yaratılmış”ve “azınlık” bir kimlik olduğunun farkına varmasına yol açtı.

Gezi olayları, bu kimlik mensuplarının bu durumun farkına varmış olmalarından neşet ettiği gibi aynı zamanda bu durumdan kurtulmanın yollarının arayışlarını da başlatan bir moment oldu. O nedenle de bugünlerde bu olaylarla başlamış bir siyasallaşmanın hızla (şimdilik “parklar” düzeyinde olsa da) yaygınlaşmakta olduğuna tanık oluyoruz. Hızla yerel liderler ve kadrolar oluşuyor. Henüz nasıl bir vizyon ve anlayış içinde siyaset yapmalı sorusuna bir cevap üretilmiş değilse de konuşulan konulardan giderek söyleyecek olursak bu arayışın mevcut “sandık” demokrasisinin ötesinde “katılımcı” bir demokrasi ve farklılıklarla birlikte bir yaşam anlayışı üzerinden yürümekte.

 

Bütün bunlar doğal değil mi?

 

Daha dün İslami kimlik mensupları nasıl iktidarda olan laik kimliğin baskısı altında birleşmiş ve kendi aralarında kendi kimliklerini bir arada tutan bir “biz”” duygusu yaratmışlarsa, nasıl Kürtler aynı laik kimliğin baskısı altında birleşmiş ve kendi aralarında kimliklerini bir arada tutan bir “biz” duygusu yaratmışlarsa,  şimdi de İslami kimliğin baskısı altında kalan “laik kimlik” mensupları da benzer bir tepki göstererek kendi aralarında kendi kimliklerini bir arada tutacak bir biz” duygusu üretmeye çalışıyorlar.

Diyebilirsiniz ki AKP, vesayetçi rejim gibi baskı yapmadı, kimsenin yaşam tarzına karışmadı. Ama unutmamak gerekir ki önemli olan böyle bir baskının olup olmadığı değil, böyle bir baskının hissedilip hissedilmediğidir. Kaldı ki Başbakan’ın son zamanlardaki kürtaj, alkol, gençlik gibi konularda “ahlakçı” konuşmalar yapması bu kesimdeki korkuları daha da arttırmıştır.

Sonuç olarak Gezi olayları, Cumhuriyetin, cumhuriyet okullarında yarattığı “laik kimliğin” bir kendini farkediş anı olduğu kadar bir yeni siyaset arayışının da başlangıcıdır.  Çünkü askerin gölge etmediği ve demokrasiden yanlızca “sandık”ın anlaşıldığı bir ülkede demokrasi her zaman “İslami kimliğin” iktidarı anlamına gelecektir. İslami kimliğin iktidarı ise ülkedeki farklı kimlik taleplerini içeren bir demokrasi üretemedikçe baskıcı olacak, ve sonuçta toplumsal huzursuzluklar devam edecektir. Dolayısıyla laik kesimin siyasal vizyonu, bütün farklı kimliklerin siyasete taşınabildiği, iktidarın yalnızca “sandık”ın değil toplumun da katılımcı bir biçimde sağladığı yeni bir “meşruiyet”e ihtiyacı olduğu bir başka deyişle iktidarın yerelle iktidarı paylaşabildiği yeni bir demokrasi hattı üzerinden yürümelidir. Parklardan yükselen sesler de bu yöndedir.

Erol Katırcıoğlu – www.t24.com.tr

İzmirli kadınlardan #direnhamile eylemi

TRT’de yayınlanan “Ramazan Sevinci” programında tasavvuf düşünürü olduğu iddia edilen avukat Ömer Tuğrul İnançer’in, “hamile kadınların sokakta gezmesi terbiyesizliktir” açıklaması İzmir’de de #direnhamile eylemi ile protesto edildi.

paylaşmak için tklynz / click for to share

26 Temmuz Cuma akşamı 18:00’de İzmir Kadın Platformu’nun çağrısı ile Alsancak’taki Sevinç Pastanesi’nde buluşan 100 kadar #direnhamile eylemcisi Kahramanlar mevkiinde bulunan TRT binasına kadar yürüdü.

Kadınlar eylemin sonunda kendilerine hamile görüntüsü vermek için kullandıkları balonları TRT'nin bahçesine attılar

“elini dilini bedenimden çek”, “gezine gezine doğuracağız”, “ay ay ıkınıyorum Tayyip senden sıkılıyorum”, “trt kadınlardan özür dile”, hamileyim ve sokaktayım, sana mı soracağım” sloganları ile yapılan yürüyüşün basın açıklaması okundu. Basın açıklamasının ardından ise kadınlar kendilerine hamile görüntüsü vermek üzere karınlarına koydukları balonları çıkartarak TRT binasının bahçesine attılar. Bununla da yetinmeyen kadınları hazırladıkları dövizler ile yanlarında getirdikleri ped’leri TRT’nin kapısına yapıştırdılar.

İzmir’deki #direnhamile eylemi kadınların “Burçak Tarlası” şarkısı eşliğinde TRT’nin önünde halay çekmelerinin ardından son buldu.

#direnhamile eylemine katılan Yeşiller ve Sol Gelecek İzmir eşsözcüsü Güneş Akçay, Yeşil Gazete için eylemi değerlendirdi.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi İzmir eş sözcüsü Güneş Akçay

İzmir’deki bütün kadın örgütlerinin ortak platformu durumundaki İzmir Kadın Paltformu’nun çağrısı ile eylemin gerçekleştiğini belirten Akçay, kadınlar olarak yaratılan suni gündemlerden rahatsız olduklarını ancak hükümetin ve hükümet yandaşı insanların sürekli kadınları baskı altına almak üzerine politika ve söylem üretmeleri nedeniyle de kadınlar olarak buna yanıt vermeleri gerektiğini, bu yüzden de dün akşam sokağa çıktıklarını söyledi.

Ömer Tuğrul İnançer’in, “Hamile kadının sokakta gezmesi terbiyesizliktir” açıklamasının kabul edilemez bir anlayışın ürünü olduğunu vurgulayan Yeşiller/Sol İzmir eşsözcüsü Akçay, bir arkadaşının sosyal medyadaki sayfasında, ““Oğlum sen bilmiyorsun. Biz regl iken de sokağa çıkıyoruz” yazdığını aktardı.

İzmir Kadın Platformu’nun yaratılan bu suni gündemler yerine Şarkan Cezaevi’ndeki Gezi Tutsağı kadınlar için bir kampanya hazırlığında olduğunu da ileten Güneş Akçay, “Arkadaşımı Merak Ediyorum” kampanyası ile cezaevindeki Gezi Tutsağı kadınların halen maruz kaldıkları çıplak şekilde arama, hijyen olmayan ortamda tutulma gibi sorunlarının gündeme getirilmek istendiğinin altını çizdi.

Akçay, ayrıca Rojava’da kürt kadınların El Nusra militanlarınca tecavüze uğraması gerçeği ortada iken, El Nusra’nın yaptığı, “Kürt kadınlarına tecavüz etmek helaldir” açıklaması biliniyor iken, kadınlar her gün erkek şiddeti nedeniyle hayatlarını kaybediyor iken, hapishanedeki tutsakkadınların durumunu iyileştirme çabaları devam ediyor iken bu tip suni gündemler ile mücadele etmek durumunda kaldıklarını ancak bundan sonra da kadınlar üzerinden yaratılacak söylemler için de sokağa çıkacaklarını söyledi.

Fotoğraflar: Meryem Gülbudak

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

 

 

 

Bozcaada’da atık su isyanı

Bozcaadalılar, 10 yıldır bitmeyen kanalizasyon sorunu ve denize direkt olarak verilen atık su sorunuyla ilgili durumun insan sağlığını tehdit eder hale gelmeye başlaması nedeniyle Bozcaada Belediyesi başta olmak üzere, Çanakkale Valiliği ve Bozcaada Kaymakamlığına vermek hazırladıkları dilekçeyi teslim etti. Dilekçeye bir günde 565 kişi imzalayarak destek verdi.

Bozcaada’da bir türlü çözülemeyen kanalizasyon sorunu ve denize direkt olarak verilen lağım suları adalıları isyan ettirdi. Poyraz Limanı Bekçibayırına mevkiine giden adalılar, kanalizasyondaki atıksuların hiçbir işleme tabii tutulmadan denize verildiğini fotoğraf ve videolarla tespit etti.

Poyraz Limanı (Kanalizasyon + Atıksu Desarjı)

Konuyla ilgili 3 yıl önce başvuru yapmalarına rağmen hiçbir önlemin alınmalış olması, lağım kokusunun artması, kayaların ve sahildeki kumların renk değiştirmeye başlaması, sorunun insan sağlığını ciddi şekilde tehdit etmeye başlaması nedeniyle Valilik, Kaymakanlık ve Belediye’ye verilmek üzere yazılan dilekçe imzaya açıldı. 1 günde 565 imzaya ulaşan dilekçe 25 temmuz günü Belediye’ye önünde toplanan adalılar tarafından ilgili makama verildi.

2009 ve 2010 yılında, Çevre ve Orman Bakanlığı, Çanakkale Valiliği Çevre ve İl Şehircilik Müdürlüğü, Bozcaada Kaymakamlığı ve Bozcaada Belediyesi’yle yapılan yazışmalar sonucunda, Çanakkale Valiliği’nden gelen teknik ekipler, 2010 yılında Bozcaada Belediyesi’nin atıksuları hiçbir arıtmaya tabii tutmadan denize verdiğini tutanakla tespit etti.  Valilik, Belediye’ye atıksu deşarjının hemen sona erdirilmesi konusunda uyarıda bulunarak, gerekli önlemlerin alınmasını istedi. Konuyla ilgili bir önlem alınmaması halinde, Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunacağı ifade edildi. O günden bugüne hiçbir önlem alınmaması ve konunun giderek daha da ciddi hal alması nedeniyle, adadılar tekrar hukuki haklarını kullanma yoluna gitti.

Konuyla ilgili fotoğraflar:  bozcaadaforumu.blogspot.com/poyraz-liman-kanalizasyon-atksu-desarj

Konuyla ilgili resmi yazışmalar:  bozcaadaforumu.blogspot.com/canakkale-valiligi-il-cevre-ve-orman

(Yeşil Gazete, Bozcaada Forumu)

Mısır’da ordu halka ateş açtı, en az 120 ölü

Mısır güvenlik güçlerinin, darbe karşıtı protestoların yapıldığı Rabiatul Adeviyye meydanındaki göstericilere gerçek mermi kullanarak yaptığı müdahale sonucu ölü sayısı en az 120, yaralı sayısı 4 bine yükseldi.

Mısır’dan yayın yapan haber kaynakları Rabiatul Adeviyye meydanındaki müdahalede ölü sayısının 120’i aştığını, 4 binden fazla kişinin de yaralandığını bildiriyor. Çatışmaların Rabiatül Adeviyye meydanı girişlerindeki barikatlarda yoğunlaştığı, polisin gerçek mermi ve göz yaşartıcı gaz ile müdahale ettiği iddia ediliyor.

İskenderiye’deki çatışmalarda da 10’dan fazla kişinin hayatını kaybettiği, diğer bölgelerdei çatışmalarda da hayatlarını kaybedenlerin bulunduğu iddia ediliyor. Öte yandan bir güvenlik yetkisi, Mısır resmi haber ajansı MENA’ya yaptığı açıklamada, polisin ateşli silahlar kullanmadığını, olaylara sadece gaz bombasıyla müdahale ettiği öne sürdü. Yaralıların Adeviyye Camisi içinde kurulan ilkyardım merkezine getirildiği, yaralıların arasında durumu ağır olanların olduğu bildiriliyor.

Mısır’ın başkenti Kahire’de darbe karşıtı protestoların yoğunlaştığı Rabiatul Adeviyye Meydanı’ndaki sahra hastanesi basın sözcüsü Yusuf Tal’at, “Sabah namazından sonraki 3 saatte ölü sayısı korkunç bir şekilde arttı” dedi.

Tal’at, gece yarısından sabah namazına kadar devam eden olaylarda 12 kişinin hayatını kaybettiğini belirtti. Ölü sayısının sabah namazından sonra arttığı dile getiren Tal’at, “Sabah namazından sonraki 3 saatte ölü sayısı korkunç bir şekilde arttı” diye konuştu.

 

 

 

İBB “imana” geldi, Topbaş; “Veliefendi’nin yerine Central Park’tan daha büyük bir park yapıyoruz”

Veliefendi Hipodromu’nun tescil edilmesi halinde bu bölgede eşi benzeri olmayan 1 milyon metrekare büyüklüğünde yeşil alan oluşacak.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Veliefendi Hipodromu yerine yapılması planlanan park hakkında bilgi verdi. Topbaş, yaklaşık 500 bin metrekare büyüklüğündeki kent parkı için düğmeye bastıklarını açıkladı. Öncelikle İBB mülkiyetindeki 17 bin metrekare büyüklüğe sahip Tekzen arazisinin yeşil alan olarak belediye meclisinden geçirildiğini söyleyen Başkan Topbaş, “Sayın Başbakanımız ile görüşüp desteğini aldım. Central Park’tan daha büyük bir park yapıyoruz. Birkaç ay içinde kamulaştırmayı tamamlarız” dedi.

İstanbul Merter’deki Veliefendi Hipodromu ve yanındaki parkla birlikte İstanbul’un en büyük parkı yapılması planlanıyor.

Radikal gazetesiden Ömer Erbil’in haberine göre, Bakırköy-Zeytinburnu ilçelerinin kesişme noktasında, E-5 karayolunun bitişiğinde, planlarda ticaret alanı ve 2.50 emsal serbest yüksekliği olan arazi, şehir parkı yapılmak üzere İBB Meclisi’nden 11 Temmuz 2013 günü geçti.

Radikal dün Veliefendi Hipodromu’nun koruma kurulu tarafından tescil edilmesi için TJK’nın başvuru yaptığını duyurmuştu. Veliefendi’nin etrafının yapılaşmanın ürkütücü boyutlara gelmesi ve hipodrumun ellerinden alınacağı yönündeki dedikodular üzerine TJK tescil ettirme girişiminde bulunmuştu. İBB Başkanı Kadir Topbaş Radikal’i arayarak TJK’nın girişimini desteklediğini ve olumlu karşıladığını belirterek, Çırpıcı Çayırı’nı yeniden eski haline döndürmek istediklerini anlattı.

(Radikal, T24)