Ana Sayfa Blog Sayfa 3823

Kuzey Ormanları talanının ardından yeni “domuzlar körfezi”nin adresi İstanbul Boğazı

İstanbul Boğazı’nda son 10 günde üçüncü kez domuzla karşılaşıldı. Yaban domuzu bu kez Tophane rıhtımından karaya çıkarıldı.3. Köprü ve 3. Havaalanı inşaatları için Kuzey Ormanları’nın talan edilmesi doğal hayatından kopartılan hayvanlara yaşam alanı bırakmıyor.

8 boğazı yüzerek geçen domuz...

Domuzun karaya çıkartıldığı yere en yakın mesafedeki orman, kuş uçuşu 20-25 kilometre uzaklıkta. Domuz bu alandan denize girdi ya da denize düştüyse, 25 kilometrenin de üzerinde bir mesafeyi yüzerek geçmiş oluyor.

http://youtu.be/7ezxFaywGkM

İstanbul Tophane rıhtımındakiler domuzu kurtarmak için uzun süre uğraştı. Halat atılarak yakalanmaya çalışılan yaban domuzununun bu halatı ısırarak kendini kurtarmaya çalıştığı ancak kıyıdaki insanlardan ürküp yeniden açığa yüzdüğü görüldü. Dalgalar arasındaki domuz bir teknenin yardımıyla kıyıya yönlendirildi, kıyıdan atılan halatlarla karaya çıkartıldı. Bu anları da bir kişi cep telefonu kamerasıyla kaydetti.

Uyuşturucu iğne atılan yaban domuzu belediye ekipleri tarafından hayvan toplama aracına taşınarak Büyükşehir Belediyesi Hasdal Rehabilitasyon ve Veterinerlik Merkezi’ne götürüldü.

Son olarak Tarabya ve Bebek sahillerinden de yaban domuzları karaya çıkarılmıştı. Bebek sahiline yüzerek gelen yaban domuzu bir yalının bahçesine saklanmıştı.

Kentsel domuzların magazin merakı

Geçen yıl bu zamanlardı. Boğazda analı-babalı, yavrulu bir grup domuzun yüzdüğü görüldü. Başka bir ülkede belki de günlerce gündem olabilecek bu ekolojik garabet, bizde bir kaç TV, gazete haberi, vatandaş röportajıyla geçiştirildi.
Bu domuzlar nerden geldi, nereye yüzdüler, sahile çıkabildiler mi, boğazı geçtiler mi, yoksa geri mi döndüler, kaç taneydiler, nereye gittiler, tam olarak anlaşılamadı. Esas önemli olan bu domuzları şehre indiren, boğazda yüzdüren neden neydi. O günlerde bu konu bazı muhalefet milletvekilleri tarafından çeşitli defalar TBMM kürsüsünde dile getirildi. Birkaç hafta sonra Orman ve Su İşleri Bakanlığı bütçesinin Plan-Bütçe Komisyonu’nda görüşmeleri olacaktı. Bu ve bazı konuları sormak için Komisyona katıldım. Domuzlar konusundaki sorumu Bakan “Domuzlarla ilgili konuyu inceliyor arkadaşlar. ‘Niçin yüzerek geçtiler’” diye yanıtladı ve daha sonra yazılı cevaplamayı tercih etti. Aynı günlerde bir de leopar vakası olmuş, bir köylü tarafından vurulmuş talihsiz hayvanın aslında İran Pars’ı olduğu söyleyenler de çıkmıştı. Bu sorum da Bakan tarafından yazılı cevaplandı.

DOMUZDUR, YÜZER

7 Boğazı yüzerek geçen domuzEroğlu verdiği yanıtta şöyle diyordu: “15 değil, 4 yavru, 1 dişi olmak üzere 5 yaban domuzu Anadolu Kavağı’na geçmiştir. Olayı takip eden ekiplerimizce, hayvanların diğer yaban domuzlarının bulunduğu popülasyona karıştıkları tespit edilmiştir. Yaban domuzları beslenme ve üreme davranışları gibi sebepler ile mevsimsel göç edebilen hayvanlar olup, bu yer değiştirme davranışını zaman zaman yüzerek de gerçekleştirebilmektedirler.” Bakanlığın yanıtı bunun doğal bir tabiat olayı olduğu yönündeydi. Görünen oydu ki, İstanbul’un yaban hayatını, faunasını ve florasını besleyen Kuzey Ormanlarının, ‘çılgın’ projeler, üçüncü köprü, havaalanı gibi amorf inşaat faaliyetleriyle yok edilmeye başlamasından doğan doğal hayat sıkıntısı kimsenin ilgi alanında değildi.
TBMM Çevre Komisyonu’nda 4. yılıma girdim, her toplantıda gündeme getirmeme rağmen, bir türlü ülkedeki flora ve fauna biyoçeşitliliği sunumu alamadık. Ülkedeki bunca yaşam alanı ve çevre felaketine rağmen ne yazık ki TBMM Çevre Komisyonu tali bir komisyon olarak çalışıyor. Yapılan iş çoğunlukla Uluslararası Sözleşmeleri imzalamak oluyor. Mesela su ile ilgili düzenlemelerin esas komisyonu Enerji Komisyonu oluyor. Yani su demek, enerji demek. Bugüne değin TBMM Çevre Komisyonuna esastan gelen ‘çevre temalı’ tek yasa da AB Uyum sürecinde öngörülen ancak hala bekleyen “Tabiatı Koruma ve Biyoçeşitlilik Kanunu” oldu. (Diğeri 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu değişikliklerini içerin kanun tasarısı). 24. Dönemin ikinci yılında muhalefet şerhlerimizle komisyondan zorla geçen, 297 Sıra Sayılı, bu sözde koruma yasa tasarısı, zaten giderek tırtıklanarak yok edilen sit alanlarını hepten ortadan kaldırıyor, sivil toplum denetimini sembolik hale getiriyor ve Bakanlığın uygulamalarının denetimini yine Bakanlığın içinde bir birime veriyordu. İlgili STK’ların ve meslek örgülerinin yoğun protestolarına neden olan bu yasa tasarısı tam TBMM Genel Kurulu’na gelecekken Gezi protestoları başlamıştı. Yasayı yekpare haliyle geçiremeyen AKP iktidarı sit alanları ile ilgili yapmak istediklerini torbaların içine atarak veya kararnamelerle amacına ulaşmaya çalışıyor. Zira biyoçeşitlilik” bahane, sit rantı şahane.

LEOPARLA AYAZAĞA’DA KARŞILAŞTIK

Oysa bu kanunun amacı ülkedeki biyoçeşitliliğin ve tabiatın korunması. Biyoçeşitlilik konusunda göz boyama amaçlı bir kaç proje dışında çok sayıda tür, vahşi rantizmin (kapitalizm kelimesi AKP iktidarının ekonomi politikalarını anlatmakta kifayetsiz kalıyor) tehdidi altında. Fauna biyoçeşitliliği konusunda bakanlığın lakayt durşu, aslında Leopar sorusuna verdiği cevapta gizli:
“Ülkemizde leoparın yaşadığına dair bilgiler, bu üzücü olay gerçekleşmeden önce bakanlığımıza ulaşmış olup; duyum alınan bölgelerde, 2008 yılından bu yana bakanlığımızca desteklenen fotokapan çalışmaları yürütülmüştür. Ancak, bu çalışmalarda leopar fotoğrafı elde edilememiştir. Leoparlar, özellikle erkek bireyler, çok uzun mesafeler kat edebilmektedirler.
Sayıları da oldukça az olduğundan, tam olarak hangi alanlarda bulunduklarının tespiti güçtür.”
Yani çok ender bir tür olarak bugüne kadar gelebilen leoparın yaşadığı biliniyordu. Muhtemelen aç kalan hayvan köye indi ve bir namlunun ucunda hayatı son buldu. Geçtiğimiz aylarda İstanbul Ayazağa’da bulunan Orman Bölge Müdürlüğüne gittim. Leopar doldurulmuş olarak güvenlik girişinde gelenlere acılı gözlerle bakıyordu; aynı kaderi paylaşan bir kaç doldurulmuş diğer türden arkadaşı ile birlikte.
Ayıların da köylere, insanların yanına geldikleri biliniyor. İspir’de bir ayı saldırısı olmuştu. Erzurum ve İç Karadeniz’de kimi zaman yerel gazete haberlerinde kalan ayı saldırılarının, bölgeyi hallaç pamuğu gibi atan HES inşaatlarıyla ilgisini sorgulayan bir anlayış yok ne yazık ki.

İSTANBUL’UN YENİ SOKAK HAYVANLARI

1 hafta kadar önce Tarabya açıklarından bir domuz çıktı. Garipçe Köyü civarında ormandan denize düştüğü tahminleri yapıldı. Hayvanın kurtarıldıktan sonra Sarıyer Belediyesi ekiplerine teslim edilerek Belgrad Ormanı’nda doğaya salındığını öğrendik. Bir arkadaşım arayıp “görüntüleri seyrettin mi, hayvan çok eziyet gördü” dedi. Niyet kötü değil tabii ama kurtarırken, bir de “domuz bağı” yaparken bir hayli itip kakmışlar. E ne yapacaklardı? Ne yazık ki bizzat tanık olduğumuz veteriner kadrolarının çoğu çok kısıtlı sayıda hayvanla başa çıkmayı biliyor. Belediyelerin barınaklarında bile veterinersizlikten hayvanlar ölürken, bir de vahşi hayvandan anlayan veteriner veya bakım merkezleri aramak şimdilik hayal. Türkiye gibi her şeye rağmen hala zengin bir faunaya sahip bir ülkede vahşi hayvan bakım yeri ve vahşi hayvan uzmanı veteriner sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Çoğunlukla Veteriner Fakültelerinin bünyesinde ya da bu işe ilgi duyan bazı veterinerlerin tercihlerinde sınırlı kalıyor. Belediyelerdeki veterinerler eğer şehirdeyse sokak hayvanları, köydeyse büyükbaş, küçükbaş, kümes hayvanlarına bakıyor. Belediyelere veteriner olarak alının bazı Şafi mezhepten arkadaşların köpeklere dokunmadan çalıştıkları vakalara tanık oluyor gönüllüler.

HAYALLER MAGAZİN, HAYATLAR ÜÇÜNCÜ SAYFA 

Tabii domuzlar İstanbullularla temas kurunca gazeteciler bu durumu Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce’ye sormuşlar. O da “Bunlar magazinsel şeyler” demiş. “Çok abartılacak bir olay değil. Bir hayvandır. Sanıyorum ‘85 nüfus sayımıydı. Üsküdar’da bir kamyonun üzerinden domuz düşmüştü. Çocuklar da peşinden koşuyordu. Şimdi ne oldu? Oluyor bunlar. Böyle bir magazinsel şeyler…”
Bakanın dediği doğru olabilir. Son olarak Bebek sahiline inen domuzcuk da burayı boşuna seçmemiştir.  “Bebek Kahve’de kameralara yakalandı” türünden bir manşetle magazin sayfalarına konu olmayı hayal etmiştir; ama neylesin ki olamadan önce Bebek’te trafik kazası geçirip, üçüncü sayfa haberi olmakla yetinmek zorunda kalmıştır.
İroni bir yana işte bu gevşekliktir Soma’lara, Afyonlara, Uluderelere, İnşaat cinayetlerine neden olan. Hayvan ve bitki, insanla birlikte ekolojik zincirin bir halkasıdır. Konu insan olduğunda duyarız katliamı. Oysa kesilen ağaçlar da katliamdır; yok edilen canlı türleri de. Ödük Çayı’ndaki su samuru yok olduğunda, yerini yurdunu bırakıp kente göçmek zorunda kalacak köylünün bir gün bir inşaat asansöründe hayatının son bulması, ekolojik zincirin kırılmasının bir sonucudur. Bunu “gülen bakan” anlamaz.

Bu yazı evrensel.net/ den alınmıştır

Melda Onur

 

 

Melda Onur

 CHP İstanbul Milletvekili

Geleceği yeşertiyoruz – Serdar Esen

Avrupa Yeşiller Partisi’nin altı ayda bir düzenlediği konsey toplantılarının sonuncusu, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin ev sahipliğinde, geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’da yapıldı. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş sözcüsü Sevil Turan, Avrupa Yeşil Parti Eş sözcüsü Monica Frassoni ve HürAvrupa/Yeşiller İttifakı Eş Grup Başkan Vekili Rebecca Harms’ın ortak basın açıklamasında bu konsey toplantısının Türkiye’de yeşil hareketin desteklenmesi için büyük bir fırsat olduğu dile getirildi.

6 Geleceği YeşertiyoruzAvrupa Yeşil Parti Eş sözcüsü Frassoni, Konsey şehrinin İstanbul olarak seçilmesinin nedeninin Türkiye siyasetinde daha büyük bir yer hak eden Türkiye Yeşillerini desteklemek, Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecindeki rolüne bağlılığın altını çizmek ve de Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecini desteklemek olarak açıkladı.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş sözcüsü Turan da demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi ve ekolojik bir zeminde yapılan bu ortaklıkların çok değerli olduğunu belirtti.Hak ve hukukun hiçe sayıldığı bir ortamda toplumsal barış, huzur ve demokratik geleceğin tehdit altında olduğunu söyleyen Turan, yakın zamanda Validebağ’da ve Yırca’ya yapılan saldırılara karşı yaşamı savunma ve dayanışma çağrısında bulunarak yapılanların demokratik siyaset veya ekolojik gelişim politika söylemlerinde yeri olmadığını ifade etti.

Almanya Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Cem Özdemir Avrupa Yeşiller Partisi Konsey toplantısında yaptığı konuşmada Türkiye’de yaşanan ekoloji, emek ve demokrasi sorunlarından Ortadoğu ve IŞİD terörü ile Kürt sorununun çözümünün önemine kadar pek çok konuya değindi ve konuşmasını “Türkiye dahil tüm Avrupa’da daha çok yeşillere ihtiyacımız var” diyerek tamamladı.

“Geleceği Yeşertiyoruz” sloganı altında yapılan ve üç gün süren konsey toplantılarında iklim değişikliği, gençlik ve genç işsizlik, sağlık ve eğitim sorunları, cinsiyet eşitsizliği ve LGBTİ hareketi, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Kobane, emek hakları ve sendikalar, enerjide kaya gazı kullanımı gibi konularda oturumlar gerçekleştirildi.

Bu toplantının içeriği de gösteriyor ki “Yeşiller” veya “Yeşil Politika” denildiğinde sadece ekoloji ve çevre sorunları anlaşılmamalıdır. Ekoloji, Yeşil politikanın sadece bir ayağıdır. Diğer ayakları ise toplumsal adalet, katılımcı demokrasi(taban demokrasisi) ve barış, yani “şiddetsizlik”tir. Bu nedenle yeşiller siyasi yelpazenin solunda, “özgürlükçü sol”da yer alırlar. Türkiye’de Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi de bu anlayış sonucu kurulmuştur.

Yeşil felsefe, sınırlı bir gezegende sınırsız ekonomik büyümenin sürdürülebilir olmadığını savunur. Yeşillerin benimsediği sürdürülebilir büyüme, bugünün ihtiyaçlarını gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama yetilerinden taviz vermeksizin karşılayan kalkınmadır. Yeşiller sınırlı büyüme ile refahı savunurlar.

Yeşiller kapitalizmin eşitsizlik ve adaletsizlik yarattığını kabul ederler, eşitlikçi ve adil bir dünya yaratmak isterler. Çevresel sorunlara getirilen eşitsizliği arttıran çözümlere karşı çıkarlar. Çevreyi korurken, yoksullara zarar veren politikaların yeşil olamayacağını savunurlar. Ülkemizde yaşanan ekolojik sorunlar, en son Yırca’da yaşanan ağaç katliamı da göstermiştir ki doğa katliamının ardında kapitalizmin doymak bilmez sömürüsü vardır. Bu nedenle çevre ve ekoloji mücadelesi aynı zamanda kapitalizme karşı mücadeledir ve “sol”dur.

Mayıs ayında yaşanan “Soma katliamı” ve son aylarda ard arda ortaya çıkan maden ve diğer iş cinayetleri bir kez daha ortaya koymuştur ki ekolojik sorunlar, emek sorunları, katılım hakkı ve kimlik/inanç eksenli sorunlar bir bütündür, hiç biri diğerinin önünde değildir. Bu sorunları eşit önemde görerek politika yapılmalıdır. Salt emek/sınıf ekseninde, salt kimlik/inanç ekseninde, salt ekolojik eksende siyaset yapmanın toplumda ve yaşamda bir karşılığı yoktur.

“Geleceği Yeşertiyoruz” konsey toplantısında ele alınan konular ve yapılan sunumlar “Yeşil ve sol” politikanın geleceğimiz açısından ne kadar yaşamsal olduğunu bir kez daha göstermiştir. Eşitsizliğe, sömürüye, ayrımcılığa, emeğin ve doğanın talanına, savaşlara karşı özgürlük, adalet ve barış için geleceği yeşertmemiz gerekiyor.

Serdar Esen

 

 

A. Serdar Esen

Küller ve Kökler (2) – “Dumanı biz yeriz sefasını onlar çeker”

26 Kasım 2014’de Açık Radyo‘ya konuk olan Gözde Kazaz; Ümit Şahin ve Ömer Madra’nın hazırlayıp sunduğu, Açık Yeşil programında “Küller ve Kökler” yazı dizisini anlattı. Program kaydını buradan dinleyebilirsiniz 

* * *

“Gene hatırıma düştü Berçenek/ Aktı gözüm yaşı oldu bir kanlı çanak/ Dumanlı dumanlı oy bizim eller/ Oturup ağlasam delisin derler.” Aşık Mahzuni Şerif, gurbette olmanın acısını, doğduğu köyü andığı bu dizelerden daha yalın nasıl anlatabilirdi bilmiyoruz. Fakat tahmin ediyoruz ki bu türkü, toprağını terk etmiş olan pek çok insan gibi Berçeneklilerin de derdini anlatır. Afşin Elbistan’da kurulu İki santrale de en yakın köylerden biri olan Afşin’e bağlı Berçenek köyünün nüfusu azala azala 50 haneye düşmüş. Yazın, yurtdışında yaşayanların köylerine gelmesiyle sayı biraz artsa da kışın sadece yaşlılar ve çocuklar yaşıyor. Durum bütün civar köylerinde aynı; özellikle 2000’lerde B santalinin inşası ve ardından özel Çöllolar madeninin açılmasıyla başlayan süreçte topraklar ya kamuya ya da şirkete satılmış; alınan paralarla da şehir merkezlerine göç edilmiş. Santralin etkilerini konuşmak için buluştuğumuz Berçenek Muhtarı Mevlüt Kul, torunlara miras kalacak topraklarla, ancak bir ev bir de arabaya almaya yetecek istimlak gelirlerinin arasındaki uçurumdan bahsediyor.

Mevlüt Kul, Aşık Mahsuni fotoğraflarının önünde Berçenek Köyü'nün ahvalini anlattı.
Mevlüt Kul, Aşık Mahsuni fotoğraflarının önünde Berçenek Köyü’nün ahvalini anlattı.

25 senedir santralde çalışan Kul, 6 yıldır Berçenek Köyü’nün muhtarı. Buralarda santralin zararlarından şikayet etmeyen neredeyse yok, fakat Mevlüt Kul gibi, yetkili makamlara şikayet etme derdinde olanların sayısı hayli az; “Herkes şikayetçi ama C santralinin temeli ne zaman atılacak diye de bekliyorlar. Yarın eylem yapayım desen olan sana olur.” Kul, CHP Kahramanmaraş Milletvekili Durdu Özbolat’ın verdiği soru önergesi neticesinde TBMM Çevre komisyonunun inceleme yapmak üzere santrale geldiğini, fakat incelemenin 15 dakika sürdüğünü söylüyor.

Üzüm bağları kurudu

Peki santralin tarıma etkisi ne oldu? “Bizim köyümüzün nohudu meşhurdu” diyor; “Bağlarımız çok güzeldi. Bunlar bitti. Santral bazı bitkileri yok etti. Bunun bilimsel bir çalışması olmadı, ama gözlemlerimiz bunu gösteriyor. Kendi bağım, kül dağının hemen yanında mesela. Kurudu. 2-3 milyon ton kömür stok oluyor. Bunda radyasyon var. Ne derece açığa çıkıyor bilmiyoruz.” Tarımın yanı sıra hayvancılığın da önemli olduğu Afşin Elbistan, 1990’lı yıllarda et üretiminin yüzde 4’ünü karşılıyordu. Bugünse sıralamada bile yok.

Santrallere yakın olan beldelerden biri olan Alemdar’da da nüfus 2 bin 200 den 400’e düşmüş. 67 yaşındaki Esat Kara, santralle nelerin değiştiğini şöyle aktarıyor: “Benim ailem mevsimlik işçiydi. Tarlamızı santral aldı. İstimlak 1976’da başladığında çok düşük değerle alıyorlardı. O zaman beyan usulü vardı. Vergisi az olsun diye insanlar da düşük değer gösteriyordu. 150 dönüm yerim istimlak edildi, 35 bin lira verdiler. Elbistandan 400 metrekarelik arsa aldım, onun fiyatı 59 bin liraydı. Ona göre hesabını yap işte.”

Esat Kara
Esat Kara

‘Sen para yiyeceksin, biz de kül yiyeceğiz”

Buradaki dertler santralle de sınırlı değil. Büyükşehir yasasıyla köylerin tasfiye edilmesi ve ilçelere bağlanması da hizmetlerin aksamasına neden olmuş. Alemdar’da bu durum iyice görünür oluyor. Zamanında bir belediyeye sahip olan belde 6360 sayılı yasayla Afşin’e bağlanınca, belediye binası, sosyal hizmet binası tesisleri gibi kurumlar kapatılmış. Bu da Alemdar’ı bir hayalet kasaba haline getirmiş. Eskiden sağlık ocağı varken şimdi Alemdarlıların sağlık muayenesi haftada bir gelen bir doktora emanet. Köylerde konuştuğumuz hemen hemen herkes sadece seçim zamanı hatırlanmaktan şikayetçi; “Seçim zamanı gelince herşeyi yaptıracağız diyorlar. Bir daha da gelen olmuyor. Hepimiz de AKP’liyiz. Neden mi? E bunlardan öncekileri de gördük. AKP yine kötünün iyisi.” Yani neredeyse herkes siyasi iradeden çoktan umudunu kesmiş. Alemdar’da konuştuğumuz bir kadın ‘kadim dengeleri’ şöyle aktarıyor: “Afşin Belediye Başkanı, başkan olmadan evvel, seçim zamanı geldi buraya. ‘Sizi yükseltirim’ falan dedi; ‘sen o tahta çıkıncaya kadar bunları söylersin, sonra unutursun. Sen para yiyeceksin biz de kül yiyeceğiz canım’ dedim. ‘Teyze öyle deme’ diyip güldü bana. Başkan olduktan sonra geçen yanına gittik; ‘beni hatırladın mı?’ diye sordum, hatırlamıyormuş. Ben demedim mi işte unutur diye. Buralar çok kötüydü de bilen olmadı be kızım.”

_MG_0909
Köylerde senelik bazlama zamanı gelmiş. Kadınlar bir yandan yufka açıyor bir yandan da şikayetlerini anlatıyor.

Kanser artık sıradan

Kurutulan salçaların, tarhanaların, bulgurların hep kül içinde olduğunu, dışarıya beyaz çamaşır sermenin mümkün olmadığını anlatıyor bütün kadınlar. Bir de, bu konuda resmi bir araştırma yapılmamış olsa da erken doğum ve kısırlık oranlarının çok arttığından bahsediyorlar. Birkaç gün sonra, Elbistan devlet hastanesinde çalışan bir görevliyle görüşmem sırasında, erken doğum oranlarının arttığını bir de ondan duyuyorum. Tıp literatüründe çok ender rastlanan ikiz lösemi vakalarının da Elbistan’da görüldüğünü, bölgede genel olarak sağlıksız bir neslin yetiştiğini ekliyor.

Afşin- Elbistan’da herkesin kanser olmuş bir yakını var. Eskiden nadir görülen ve çok garip karşılanan kanser vakaları artık sıradan bir olay. Astım, KOAH gibi kronik solunum hastalığı olmayana ise neredeyse rastlanmıyor. Köylüler, insanların 60-65 yaşından fazla yaşamadığını söylüyor. Fakat kimse de hastaneye gidip kontrol yaptırmıyor. ‘Zaten birşeyler çıkacak, niçin önceden bilip geri kalan ömrümüzde çile çekelim’ diye aktarıyolar bu ruh halini. Kanser hastaları için Afşin ve Elbistan’da hizmet veren onkoloji bölümü olmadığı için hastalar Keçiören ya da Kayseri’deki hastanelerin onkoloji bölümüne taşınıyor. Zaten söylendiği kadarıyla oralardaki bölümlernde hastaların büyük bir kısmı Afşin-Elbistanlı.

“Ölen öldü, bari arazi değerlensin”

Santraller toprak verimini düşürdüğü, sağlık sorunlarına neden olduğu gibi tarımda kullanılan sulama suyunun da azalmasına neden oluyor. Çıkarılacak kömürün üzerindeki suyu kurutmak için vurulan kuyular ve sondaj çalışmaları yeraltı sularının çok büyük oranda kurumasıyla sonuçlanmış. Bazı köylerin en büyük hayali ise Hurman Çayı üzerine yapılması planlanan Karakuz Barajı. Öyle bir hayal ki 20 küsur senedir bekleniyor. Altınelma, Arıtaş, Çobanbeyli Kasabaları, Kötüre, Berçenek, Ördek, Alimpınar ve Çomudüz Köylerinin tarım arazilerini kapsayan 112 bin 720 dönüm araziyi sulaması beklenen baraj için ÇED raporu olumlu çıktı. Fakat bu barajın yeni kurulacak olan Afşin- Elbistan C Termik Santrali’ne su vermek amacıyla yapılacak olması da kimse için sürpriz değil. Yani tarım arazileri, suyunu yine santralle paylaşacak. Bir diğer baraj projesi olan Adetepe Barajı’nın da Afşin-Elbistan D Termik Santralinin soğutma sistemi için kullanılması planlanıyor. Çomudüz köyünün muhtarı Keyfo Davutoğlu, santrallerin ne olursa olsun yapılacağı görüşünce; “Tek sevindiğimiz, baraj yapacak olmaları. En azından tarım arazileri sulanacak. Ölen öldü, hastalanan hasta oldu. En azından arazimiz değerlenecek.” Muhtar Davutoğlu’nun iki amcası da kanserden ölmüş. Çomudüz Köyü’nün 17 bin dönümlük arazisi Çöllolar madeni için satıldı. 400 haneli köyde bugün 5 hane kalıyor. Zamanında 500 öğrencinin gittiği okul ise artık kapalı.

_MG_1174
Çomudüz Köyü muhtarı Keyfo Davutoğlu.

“Yeni santral bir umut”

Türkiye’nin en büyük dördüncü ovası olan Afşin Elbistan’da, santrallerden sonra hem ürün çeşitliliği azaldı, hem de varolan üretimde verim düştü. Üzüm bağlarıyla meşhur bu topraklarda 1990’lı yıllardan itibaren bağlar kurumuş. Bugün üzüm neredeyse hiç yetişmiyor. Çiftçiliği döndürenlerse susuz tarıma elverişli olan pancar, mercimek, mısır gibi ürünler. Su ve kirlilik sorununu derinden hisseden köylerden biri de B santraline 20 kilometre uzaklıktaki Büyük Tatlar Köyü. Köye vardığımızda meydandaki kahvedekilerle yaptığımız sohbet, köylünün çıkışsızlığını ve yaşanılan çelişkileri ilk dakikalardan ele veriyor. ‘Yöre halkı olarak C santralinin yapılmasını bekliyoruz’ diyor biri, öbürü ekliyor; “Annem iki buçuk senedir kanser. Kayınbabam kanserden vefat etti. Santralin bayağı etkisi var ama biz açız, o yüzden santralin yapılmasını bekliyoruz. Ama santraller de bu bölgeden insan almıyor. Herşey torpille dönüyor. İşte yine de bir umut..”

Susuz tarım, en çok pancar üretimine yaramış. Büyük Tatlar köyünden gelen pancar işçileri sabah beşten akşam dörde kadar pancar söküyor. Günlük yevmiye 50-60 lira arasında değişiyor.
Susuz tarım, en çok pancar üretimine yaramış. Büyük Tatlar köyünden gelen pancar işçileri sabah beşten akşam dörde kadar pancar söküyor. Günlük yevmiye 50-60 lira arasında değişiyor.

Büyük Tatlar köyünden 600 hane İstanbul’a yerleşmiş. Ağırlıkla Sultançiftliği ve Zeytinburnu’nda oturuyorlar. Çoğu geçimini hurdacılıktan sağlıyor. Köyde kalanların en büyük sorunu ise işsizlik ve susuzluk. Henüz bir altyapının bile olmadığı köyde, bu sene vuran kuraklıkla birlikte yaz boyunca susuzluk yaşanmış. İşsizliğe çözümse köylüye göre artık sadece sanayi, yani yeni santraller. Fakat köylülerden biri araya girip diğerlerini iş bulma hayallerinden uyandırıyor ; “Buradan kimseyi işe almazlar. İki ünite yapıldı, havasını kirliğini biz alıyoruz diğerleri gelip çalışıyor. Çöllolar madeninin altında kalmış 9 cenazenin durumunu soran yok. 100 kağıt para veriyorlar, katili ortada yok. Para bu kadar mı önemli ya.. “

Büyük Tatlar Köyü'nde herkes bekliyor.
Büyük Tatlar Köyü’nde herkes bekliyor.

“Burada hayat durdu”

Büyük Tatlar köyünde sadece iki genç yaşıyor artık. Onlardan biri olan 22 yaşındaki Ali’ye göre burada dört santral daha olsa hayat tamamen biter. Bölgedeki çoğu genç gibi teknik liseden mezun olmuş ama torpil dönmesinden, iş bulamamaktan şikayetçi. Kanserden ölen arkadaşları olmuş. “Burada ağaç bile yetişmiyor. Hayat durdu” diyor Ali.

Kiminin isteği köylerinin toptan kaldırılması, karşılığında devletin iş ve kalacak ev vermesi; kimisi yeni santrallerin getireceği iş umuduna dönmüş yüzünü; satacak arazisi ve gidecek yeri olmayanlar ise bekliyor. Afşin-Elbistan’da genel ruh hali bu: her gün gökyüzüne salınan duman ve külün için beklemek.

_MG_0490

 

Yarın: Çöllolar maden kazasında ne oldu? Maden işçileri anlatıyor

Birinci bölümü okumak için tıklayınız. 

26 Kasım 2014’de Açık Radyo‘ya konuk olan Gözde Kazaz; Ümit Şahin ve Ömer Madra’nın hazırlayıp sunduğu, Açık Yeşil programında “Küller ve Kökler” yazı dizisini anlattı. Program kaydını buradan dinleyebilirsiniz 

Haber: Gözde Kazaz
Fotoğraf: Gençer Yurttaş 

(Yeşil Gazete)

Kendimizi kandırmayalım, böyle barış olmaz! – Murat Paker

6-7 Ekim Kobane protestoları sırasında çıkan olaylarda 40 civarında insanın öldürülmesinin hemen ertesinde yazdığım ve çözüm sürecinin kofluğuna vurgu yaptığım yazıyı “şimdi ya oyalanmaları bırakıp sahiden ve samimiyetle çözüm sürecine başlayacağız ya da uçurum diyeceğiz” diye bitirmiştim. O zamandan beri bir ay geçti, çözüm süreci denilen sürecin ne denli kof olduğu, ciddi bir şekilde tıkandığı ve bütün toplum olarak uçuruma ne kadar yaklaştığımız daha da ortaya çıktı. Ama hükümet başta olmak üzere, bu konudaki genel şuursuzluk sürüyor.

6 Kasım tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Ali Dağlar imzalı tam sayfa bir haber / derlemede 6-7 Ekim Kobane eylemleri sırasında öldürülen 50 insanın kim olduğu, nerede, nasıl ve muhtemelen kimler tarafından katledildiklerine dair çok faydalı bir döküm vardı. Özetlersem:

12 değişik ilde gerçekleşen olaylarda öldürülen 50 kişinin çok büyük çoğunluğu Kürt; 31’i HDP / DBP / PKK üyesi veya sempatizanı; 9’u Hüda-Par üyesi veya sempatizanı; 2’si Türk milliyetçisi gruplardan; 2’si polis; 4’ünün nasıl bir bağlantısı olduğu meçhul. Hürriyet’in dökümüne göre, bu 50 cinayet vakasının 12’sinde faillerin kimliği meçhul veya epeyce tartışmalı. Ama kalan 38 vakada failler konusunda güçlü iddialar / karineler olduğundan bahsediliyor. Bu listeye göre, 38 cinayetin 12’si polisler, 11’i PKK’lılar, 7’si Hüda-Par’lılar, 3’ü korucular, 2’si askerler, 2’si işyeri sahipleri, 1’i de Türk milliyetçisi gruplar tarafından işlenmiş.

İki yıla yakın zamandır sürdürülen bir çözüm / barış sürecinde bir anda çok büyük bir patlama yaşanıp iki günde 50 kişinin katledilmesi; bu öldürmelerin önemli bir kısmının birbirine karşı harekete geçmiş grupların çatışması ya da bir grubun diğerine saldırması sırasında olması; öldüren ve öldürülenlerin geniş bir siyasi yelpazeye yayılmış olmaları, hem iki yıllık bu sürecin böylesi bir patlamayı önleyebilecek denli dayanıklı mekanizmalar üretememiş olduğunu, hem de ne denli şiddete başvurmaya ve zıvanadan çıkmaya hazır kaygan bir sosyo-politik zeminde hareket ettiğimizi bize bir kez daha gösteriyor.

Durum gerçekten çok ciddi, ama yetkili konumda olanların sadece üsluplarına baksanız bile, yapıcı bir yatıştırma yerine karşı tarafı düşmanlaştıran, hakir gören, zerre özeleştiri taşımayan, hep karşıdakini suçlayan bir tavrın hâkim olduğunu görüyoruz. Bizim alaturka çözüm sürecimiz de böyle: Kafa göz yara yara, hakaret / tehdit ede ede, hatta öle öldüre barışacağımızı sanıyoruz!

Son iki yıldır, ama daha önceki Oslo sürecinde de, bütün çözüm / barış girişimlerini, ciddi kaygılarım / eleştirilerim olmasına rağmen hep ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılamış ve desteklemiştim. Geldiğimiz noktada ise, sahici, kalıcı, eşitlikçi ve adil bir barış derdi olan bütün demokratların bütün taraflara ve topluma yüksek sesle “böyle barış olmaz, şöyle olur!” diye seslenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çok açık ki ya beceriksizler ya şuursuzlar ya zaten barış falan istemiyorlar, başka gündemler / çıkarlar için oyalanma peşindeler ya da hepsi birden. Sonuç olarak bu toplumu uçuruma sürüklüyorlar. İşin kötüsü, bu toplum da uçuruma kolayca sürüklenme potansiyelini barındırıyor zaten.

Yapısal eşitsizlikler mi, iç-dış-düşmanlar mı?
Prof. Hakan Yılmaz liderliğinde, Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi’nin desteğiyle geçtiğimiz yaz aylarında yapılıp, Eylül ayında sonuçları kamuoyuyla paylaşılan, Kürt sorunu ve çözüm sürecine dair algılar ve tutumlara odaklanan bir araştırma vardı. Çok önemli veriler içeren bu araştırma nedense yeterince tartışılmadı şimdiye kadar. Oysa bu çözüm sürecinin neden ilerleyemediğini ve aslında başka bazı şeyler yapılmazsa da ilerleyemeyeceğini bu araştırmanın kimi bulguları üzerinden tartışmamız mümkün görünüyor. Yine konumuz bağlamında özetlersem:

Kürtlerin, tüm hayat alanlarında Türklere göre çok daha fazla ayrımcılığa uğradıklarına dair güçlü bir algıları var.

“Son 30 yılda ailenizden/yakın çevrenizden yaralanan, sakat kalan veya hayatını kaybeden kişiler oldu mu?” sorusuna evet diyenlerin oranı Türklerde %6,5, Kürtlerde ise %17,1. Bu demektir ki, yakın çevresinden birinin yaralanması / ölmesi riski Türkiye’de Kürtlerde Türklere göre üç kat daha fazladır. Türkiyeli Kürtlerde 30 yıllık savaşın faturasına dair çok çarpıcı bir bulgu. Araştırmacılar aynı soruyu “devlet görevlileri tarafından işkenceye maruz kalmak” için de sormuş olsalardı Türklerle Kürtler arasında muhtemelen daha da büyük bir fark çıkacaktı.

Kürt sorununu doğuran en önemli siyasi neden konusunda Kürtlerle Türkler arasındaki fark aşağıdaki grafikte görülebilir ve çok dikkat çekicidir. Kürt sorununu doğuran siyasi neden olarak Kürtlerin %59’u devletin baskı politikası, kimliğin tanınmaması, demokrasi eksikliği gibi yapısal eşitsizlikleri vurgularken, bu oran Türklerde %25’tir. Türklerin %60’ı siyasi neden olarak dış güçlerin tahriklerini ve Kürt örgütlerin silahlı mücadelesini, kısaca iç ve dış düşmanlar ezberini belirtmiştir. Bu oranlar, çözüm sürecinde 1,5 yıl geçirildikten sonra elde edilen oranlardır, öncesini siz düşünün. Çözüm sürecinde Kürt meselesinin kökenine, gidişatına, devletin rolüne dair bir yüzleşme ayağı öngörülmediği için, devasa bir sorunun çözümünü meseleyi büyük ölçüde iç-dış-düşmanlar ezberi üzerinden gören bir kitleye kabul ettirmek gibi imkânsız bir işle karşı karşıyayız. Zira meseleye iç-dış-düşmanlar üzerinden bakarsak, düşmanı yok etmek / yenmek gibi bir derdimiz olacaktır. Sahici bir çözüm / barış ise yapısal eşitsizliklerin giderilmesini gerektirmektedir. Hakan Yılmaz ve arkadaşlarının söz konusu ettiğim araştırma bulgusu ise Türklerin büyük çoğunluğunun böylesi bir çözüme hazır olmadığını (hazırlanmamış olduğunu) göstermektedir.

Bu siyasi neden meselesine parti tabanları üzerinden bakıldığında ise ortaya çıkan tablo yine çarpıcıdır (bakınız aşağıdaki grafik). Meseleyi büyük ölçüde yapısal eşitsizlik üzerinden kavrayan ve dolayısıyla radikal reformlarla yürüyebilecek bir barış sürecine en hazır taban BDP (HDP) tabanı (%69) olarak görünmektedir. En uzak tabanlar ise MHP ve AKP (%22) tabanlarıdır. Ulusalcı yalpalamalarına rağmen CHP tabanı AKP tabanına göre Kürt meselesinin yapısal eşitsizliklerle alakalı olduğunu daha iyi kavramış (ama sadece %36 düzeyinde) görünmektedi.

Kısacası, 12 yıldır iktidarda olan ve birkaç yıldır büyük iddialarla bir çözüm süreci yürüten AKP, Kürt meselesinin dinamikleri konusunda kendi tabanını bile iç-dış-düşmanlar ezberinin ötesine geçirememiştir. Böyle bir iktidarın çözümü eşitlikçi reformlar ekseninde derinleştirilecek kalıcı bir barış süreci olarak formüle etmesi mümkün görünmemektedir. Öyle bir derdi ve ufku olsa en azından kendi tabanını (ve tabii genel olarak toplumu) buna hazırlayacak bir vizyonla hareket etmesi gerekirdi.

Görünen o ki, AKP tabii ki bir çözüm istemekte, şiddet olaylarının, sert muhalefetin olmadığı bir hegemonya düzeni arzulamakta ve Kürt meselesi bağlamında, İslam kardeşliği, yüzeysel birkaç makyaj değişiklik, Kürt hareketinin liderinin rehin tutulması ve zamana yayma / oyalama gibi ögeleri kullanarak yol alabileceğine inanmaktadır. 6-7 Ekim olayları, bu inancın kofluğunu net bir şekilde ortaya koymuştur.

AKP’nin ya da daha sonra iktidara gelebilecek başka bir partinin Türkiye’deki kurucu Sünni-Türk hâkimiyetini tartışmaya açmadan, bu hâkimiyetin yaratmış olduğu yıkımlarla yüzleşmeden herhangi bir esaslı meseleyi çözüme kavuşturması mümkün değildir. AKP ise her geçen gün ufkunun ülkeye / bölgeye / dünyaya Sünni-Türk bir nizam verme kavrukluğunda olduğunu ispat etmekle meşgul. Bu kavrukluğun yeni yıkımlar yaratma riski ne yazık ki yüksektir.

Bu yüksek riskli tıkanıklıktan bizi kurtarabilecek olan ise topyekün, şiddetsiz, militan, yüzleşmeci bir radikal demokrasi mücadelesidir.

Murat Paker- www.t24.com.tr

Enerjisini güneşten alan 30.000 kişilik ODTÜ kenti hedefi

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Solar Kampüs Projeleri Koordinatörü Doç. Dr. Çetin Göksu, “ODTÜ uzun vadede ulaşım dahil enerjinin tamamen güneşten elde edildiği 30 bin kişilik kent haline gelecek” dedi.

Göksu, “Solar Kampüs Güneş Projeleri”ne ilişkin  soruları yanıtladı.

9 odtü solar kampüs...
Amaçlarının uzun vadede kentlerin, kampüslerin ve binaların güneşten maksimum şekilde yararlanmasını sağlamak olduğunu anlatan Göksu, “Binaların ısıtma, soğutma, aydınlatma, sıcak su gibi ihtiyaçlarını karşılayacak olan bütünleşmiş bir Mimari Güneş Cephesi Modeli’nin ilk örneğinin sonuçları test edilecek. Güneş cephesi bir Türkiye modeli olacak” diye konuştu.

Enerji verimliliğinin önemine dikkati çeken Çetin Göksu, şöyle konuştu:

“Bildiğimiz gibi enerji verimlilik yasası ve buna bağlı binalarda enerji performansı, her binaya enerji kimliğinin verilmesi konusu Türkiye’nin gündeminde. Fakat nasıl yapılacağı bilinmiyor. İşte güneş cephesi modeli, bina cephelerine monte edilerek binaların güneş enerjili hele getirilmesini sağlayacak bir araştırma geliştirme projesi. Güneş cephesi modelini bir yıl içerisinde ODTÜ’de uygulayıp, sonuçlarını test edip bütün Türkiye’de hem bakanlıkların kullanabileceği hem de özel sektörün kullanabileceği bir model haline getirmeyi amaçlıyoruz.”

ODTÜ Solar Kampüs Projeleri Koordinatörü Doç. Dr. Çetin Göksu
ODTÜ Solar Kampüs Projeleri Koordinatörü Doç. Dr. Çetin Göksu

Projenin “Güneş Bisikleti” ayağından da söz eden Göksu, güneşle şarj edilebilen bisiklet modellerinin de geliştirilerek, üniversite içerisinde test edileceğini söyledi.

Göksu, projenin amacının, kentlerdeki bisiklet kullanımını yaygınlaştırmak olduğunu ifade ederek, “ODTÜ’de üretilecek güneş bisikletleri, binaların önünde kurulacak olan bisiklet parklarında güneş enerjisiyle sarj edilecek. Güneş bisikletinin en önemli tarafı özellikle engebeli arazilerde kolaylık sağlayacak. Bisiklet firmalarıyla görüşüp bu projeyi hayata geçirmeyi planlıyoruz” diye konuştu.

ODTÜ Solar Kampüs Projeleri Koordinatörü Doç. Dr.Göksu, projenin diğer bir ayağının da Entegre Güneş Santrali olduğunu belirterek şu bilgileri verdi:

“Teknokent binalarının çatılarına entegre bir şekilde yerleştirilecek sistemde tamamı ODTÜ yapımı olan güneş pilleri kullanılacak. İlk hesaplara göre yıllık 13 bin megavat saat elektrik tüketen Teknokent’in 11 bin megavatsaatlik bölümü bu sayede karşılanacak. Eğer finansman bulunursa Teknokent’in elektriğinin tamamına yakın kısmını güneş panellerinden sağlayabiliriz. ODTÜ, uzun vadede ulaşım dahil enerjinin tamamen güneşten elde edildiği 30 bin kişilik kent haline gelecek.”

Solar Kampüs Güneş Projeleri kapsamında “Güneş Serası Projesi”, “Güneş Köy Projesi”, “Güneş Araştırma Merkezi Proje’leri de bulunuyor.
(Haber Ankara)

Validebağ Korusu’nda beton mikserleri

Validebağ’da yeşil alana yapılacak ruhsatsız cami inşaatına karşı direniş sürerken bugün öğle saatlerinde alana dört beton mikseri geldi.

6 Validebağ...

Validebağ’daki inşaat için beton mikserleri bölgeye geldi. Beton mikserleriyle birlikte çok sayıda çevik kuvvet ekibi de bölgeye giriş yaptı. Twitter’dan destek çağrıları yapılıyor.

http://youtu.be/YX1gHxioFVk

Danıştay’ın Yırca kararı, “Zeytinlik alanda termik santral yapılamaz”

Soma Yırca’da Kolin Şirketler Grubu’nun kurmak istediği termik santralle ilgili köylülerin acele kamulaştırmaya karşı açtığı ve Danıştay’ın yürütmeyi durdurma verdiği kararın gerekçesinde söz konusu alanda termik santral yapılamayacağı belirtiliyor.

5 Yırca...

Danıştay 6. Dairesi’nin oy birliğiyle aldığı kararda Yırca köylülerinin uzun yıllardır zeytincilikle uğraşan ve zeytinciliğin kendilerinden sonraki kuşaklara aktarımı için çalışan kişiler olduğu belirtilerek şöyle deniyor:

“Termik santral yapılması amacı ile planlamaya konu edilemeyen ve bu amaçla kullanılmasına da izin verilmeyen alanda, kamu yararı kararı alınarak acele kamulaştırma yoluna gidilmesine mevzuata göre olanak bulunmadığından, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı’nda hukuka uyarlılık görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, öngörülen koşullar oluştuğundan dava konusu bakanlar kurulu kararı ile acele idari işlemin yürütmesinin durdurulmasına, oybirliği ile karar verildi.”

Deniz Bayram, Bu karar farklı; “Hem acele kamulaştırma yapamazsın hem de zeytinlik alanda termik yapamazsın” diyor

Greenpeace’in ve köylülerin avukatı Deniz Bayram, bu kararın zeytin alanına termik santral yapılamayacağı anlamına geldiğini söyledi.

“Bugüne kadarki acele kamulaştırma kararlarında mahkeme kamulaştırırsın ama acele kamulaştıramazsın derlerdi, ancak burada farklı bir durum var. Kararda, bu alanın zeytinlik alanı olduğu belirtilerek hem acele kamulaştırmaya karşı çıkılmış hem de termik santral yapılamayacağı belirtilmiş.”

Mahkeme bu karara itiraz hakkı bulunmadığını da kararda belirtiyor. Şu anda acele kamulaştırmanın iptaline karşı açılan davanın sonucu bekleniyor.

Köylülerin yıkıma karşı Eylül ayından beri süren direnişinin ardından 6 Kasım’da dozerler 6 bin zeytin ağaçlarını sökmüş, aynı gün akşam saatlerinde Danıştay 6. Dairesi’nın 28 Ekim’de aldığı yürütmeyi durdurma kararı Ulusal Yargı Ağı Sistemi’ne (UYAP) yüklenmişti.

(Bianet)

Kadriye Ortakaya için HDP’den Milli Savunma Bakanı’na soru önergesi

HDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan, Suruç sınırında askerler tarafından başından vurularak öldürülen Kadriye Ortakaya’ya ilişkin Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’a “Askerlere öldürme emrini Bakanlığınız mı vermektedir?” diye sordu.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Grup Başkanvekili Pervin Buldan, Suruç sınırında askerler tarafından başından vurularak öldürülen Kadriye Ortakaya’ya ilişkin soru önergesi verdi.

4 Kadriye Ortakaya

Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz tarafından yanıtlanması istemiyle verilen soru önergesinin gerekçesinde Urfa Valiliği’nin Ortakaya’nın ölümüne ilişkin askerin sorumlu olmadığını gündeme getirdiği belirtilerek ” Kadriye Ortakaya’nın kafasından vurulduğu, 2 arkadaşlarının da bacaklarından yaralandıklarını gördüklerini ve mahkemelere bu konuda şahitlik yapabileceklerini söylemişlerdir” denildi.

Buldan, Bakan Yılmaz’ın yanıtlaması istemiyle şu soruları sordu:

  • Görgü tanıklarının ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Kadriye Ortakaya, Türk askerleri tarafından hedef gösterilerek açılan ateş sonucu hayatını kaybetmiştir. Türk askerlerinin açıkça hedef göstererek yaşam hakkını sona erdirmek konusunda tereddütte düşmemeleri ve sınırı geçmek üzere iken öldürülenlerin sayısının giderek artması da düşünüldüğünde askerlere öldürme emrini Bakanlığınız mı vermektedir?
  • Kadriye Ortakaya, 25 gün boyunca Suruç ta halkın gerçekleştirdiği nöbet eylemine katılmıştır. Topraklarını İŞID zulmünden dolayı terk etmek zorunda bırakan Kobani’li kadınlara çocuklara yardım etmek için uğraşmıştır. Devam eden İŞİD barbarlığına karşı Kobani halkına yardım etmek amacıyla sınırı geçmek istemiştir.
  • Orada bulunan askerler bu durumu gayet iyi bilmektedirler. Onun bu insani tutumuna karşı askerlerin onu öldürmek istemeleri kamuoyunda Türkiye Cumhuriyetinin İŞİD’e verdiği desteğin bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Bakanlığınızın bu konudaki düşüncesi nedir?
  • Kadriye Ortakaya’nın öldürülme nedeni nedir? Olayın faili olan asker hakkında herhangi bir soruşturma başlatılmış mıdır? Başlatılmışsa ne aşamadadır? Başlatılmamışsa nedeni nedir?
  • Bu tür uygulamaların çözüm sürecinin hassasiyetine zarar verdiği ve vereceği bu nedenle bu tür eylemleri gerçekleştiren kamu görevlileri hakkında etkili soruşturmalar yürütülmesi gerektiği düşünüldüğünde failler hakkında Bakanlığınızca nasıl bir tutum izlenmektedir?

(Imc.tv)

Katalanlar “Bağımsızlık” dedi

İspanya’nın Katalonya bölgesinde gayriresmî olarak gerçekleştiren bağımsızlık oylamasını düzenleyenler, Katalanların yüzde 80’den fazlasının bağımsızlıktan yana oy kullandığını açıkladı.

Katalonya özerk bölgesinin lideri Artur Mas, oylamanın çok başarı olduğunu söyledi ve bunun resmi bir referandumun yolunu açması gerektiğini belirtti. Mas “Bir kez daha Katalonya kendi kendisini yönetmek istediğini gösterdi” diye konuştu.

Holding Hands for Catalan Independence NYC #CatalanWay #ViaCatalana #ViaCatalanaMon

İspanya Adalet Bakanı Rafael Catala ise, oylamayı faydasız bulduğunu söyledi. Catala, Mas’ı suçlayarak, Pazar günü yapılan oylamayı düzgün bir referandum düzenleme konusundaki “başarısızlığını gizlemek için” yaptığını söyledi.

Bölge yönetiminin Başkan Yardımcısı Joana Ortega, oylamaya 2 milyondan fazla kişinin katıldığını, hemen hemen tüm oyların sayıldığını ve katılımcıların yüzde 80,72’sinin bağımsızlıktan yana oy kullandığını belirtti. Ortega, yandaşlarına konuşurken “Referanduma hak kazandık” dedi.

AFP ajansı, yerel yetkililere dayanarak referanduma katılan ve oy kullanma yaşı olan 16 ve üstü yaştaki Katalanlar ile yabancıların sayısının 5,4 milyon olduğunu duyurdu. Oylamada 40 bin Katalan gönüllü görev yaptı.

Kamuoyu yoklamaları Katalanların yüzde 80’ininin bölgenin statüsü ile ilgili resmi bir referandumdan yana olduğunu ve yüzde 50 kadarının da tam bağımsızlıktan yana olduğunu söylüyor.

(BBC Türkçe)