Dış Köşe

Kendimizi kandırmayalım, böyle barış olmaz! – Murat Paker

0

6-7 Ekim Kobane protestoları sırasında çıkan olaylarda 40 civarında insanın öldürülmesinin hemen ertesinde yazdığım ve çözüm sürecinin kofluğuna vurgu yaptığım yazıyı “şimdi ya oyalanmaları bırakıp sahiden ve samimiyetle çözüm sürecine başlayacağız ya da uçurum diyeceğiz” diye bitirmiştim. O zamandan beri bir ay geçti, çözüm süreci denilen sürecin ne denli kof olduğu, ciddi bir şekilde tıkandığı ve bütün toplum olarak uçuruma ne kadar yaklaştığımız daha da ortaya çıktı. Ama hükümet başta olmak üzere, bu konudaki genel şuursuzluk sürüyor.

6 Kasım tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Ali Dağlar imzalı tam sayfa bir haber / derlemede 6-7 Ekim Kobane eylemleri sırasında öldürülen 50 insanın kim olduğu, nerede, nasıl ve muhtemelen kimler tarafından katledildiklerine dair çok faydalı bir döküm vardı. Özetlersem:

12 değişik ilde gerçekleşen olaylarda öldürülen 50 kişinin çok büyük çoğunluğu Kürt; 31’i HDP / DBP / PKK üyesi veya sempatizanı; 9’u Hüda-Par üyesi veya sempatizanı; 2’si Türk milliyetçisi gruplardan; 2’si polis; 4’ünün nasıl bir bağlantısı olduğu meçhul. Hürriyet’in dökümüne göre, bu 50 cinayet vakasının 12’sinde faillerin kimliği meçhul veya epeyce tartışmalı. Ama kalan 38 vakada failler konusunda güçlü iddialar / karineler olduğundan bahsediliyor. Bu listeye göre, 38 cinayetin 12’si polisler, 11’i PKK’lılar, 7’si Hüda-Par’lılar, 3’ü korucular, 2’si askerler, 2’si işyeri sahipleri, 1’i de Türk milliyetçisi gruplar tarafından işlenmiş.

İki yıla yakın zamandır sürdürülen bir çözüm / barış sürecinde bir anda çok büyük bir patlama yaşanıp iki günde 50 kişinin katledilmesi; bu öldürmelerin önemli bir kısmının birbirine karşı harekete geçmiş grupların çatışması ya da bir grubun diğerine saldırması sırasında olması; öldüren ve öldürülenlerin geniş bir siyasi yelpazeye yayılmış olmaları, hem iki yıllık bu sürecin böylesi bir patlamayı önleyebilecek denli dayanıklı mekanizmalar üretememiş olduğunu, hem de ne denli şiddete başvurmaya ve zıvanadan çıkmaya hazır kaygan bir sosyo-politik zeminde hareket ettiğimizi bize bir kez daha gösteriyor.

Durum gerçekten çok ciddi, ama yetkili konumda olanların sadece üsluplarına baksanız bile, yapıcı bir yatıştırma yerine karşı tarafı düşmanlaştıran, hakir gören, zerre özeleştiri taşımayan, hep karşıdakini suçlayan bir tavrın hâkim olduğunu görüyoruz. Bizim alaturka çözüm sürecimiz de böyle: Kafa göz yara yara, hakaret / tehdit ede ede, hatta öle öldüre barışacağımızı sanıyoruz!

Son iki yıldır, ama daha önceki Oslo sürecinde de, bütün çözüm / barış girişimlerini, ciddi kaygılarım / eleştirilerim olmasına rağmen hep ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılamış ve desteklemiştim. Geldiğimiz noktada ise, sahici, kalıcı, eşitlikçi ve adil bir barış derdi olan bütün demokratların bütün taraflara ve topluma yüksek sesle “böyle barış olmaz, şöyle olur!” diye seslenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çok açık ki ya beceriksizler ya şuursuzlar ya zaten barış falan istemiyorlar, başka gündemler / çıkarlar için oyalanma peşindeler ya da hepsi birden. Sonuç olarak bu toplumu uçuruma sürüklüyorlar. İşin kötüsü, bu toplum da uçuruma kolayca sürüklenme potansiyelini barındırıyor zaten.

Yapısal eşitsizlikler mi, iç-dış-düşmanlar mı?
Prof. Hakan Yılmaz liderliğinde, Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi’nin desteğiyle geçtiğimiz yaz aylarında yapılıp, Eylül ayında sonuçları kamuoyuyla paylaşılan, Kürt sorunu ve çözüm sürecine dair algılar ve tutumlara odaklanan bir araştırma vardı. Çok önemli veriler içeren bu araştırma nedense yeterince tartışılmadı şimdiye kadar. Oysa bu çözüm sürecinin neden ilerleyemediğini ve aslında başka bazı şeyler yapılmazsa da ilerleyemeyeceğini bu araştırmanın kimi bulguları üzerinden tartışmamız mümkün görünüyor. Yine konumuz bağlamında özetlersem:

Kürtlerin, tüm hayat alanlarında Türklere göre çok daha fazla ayrımcılığa uğradıklarına dair güçlü bir algıları var.

“Son 30 yılda ailenizden/yakın çevrenizden yaralanan, sakat kalan veya hayatını kaybeden kişiler oldu mu?” sorusuna evet diyenlerin oranı Türklerde %6,5, Kürtlerde ise %17,1. Bu demektir ki, yakın çevresinden birinin yaralanması / ölmesi riski Türkiye’de Kürtlerde Türklere göre üç kat daha fazladır. Türkiyeli Kürtlerde 30 yıllık savaşın faturasına dair çok çarpıcı bir bulgu. Araştırmacılar aynı soruyu “devlet görevlileri tarafından işkenceye maruz kalmak” için de sormuş olsalardı Türklerle Kürtler arasında muhtemelen daha da büyük bir fark çıkacaktı.

Kürt sorununu doğuran en önemli siyasi neden konusunda Kürtlerle Türkler arasındaki fark aşağıdaki grafikte görülebilir ve çok dikkat çekicidir. Kürt sorununu doğuran siyasi neden olarak Kürtlerin %59’u devletin baskı politikası, kimliğin tanınmaması, demokrasi eksikliği gibi yapısal eşitsizlikleri vurgularken, bu oran Türklerde %25’tir. Türklerin %60’ı siyasi neden olarak dış güçlerin tahriklerini ve Kürt örgütlerin silahlı mücadelesini, kısaca iç ve dış düşmanlar ezberini belirtmiştir. Bu oranlar, çözüm sürecinde 1,5 yıl geçirildikten sonra elde edilen oranlardır, öncesini siz düşünün. Çözüm sürecinde Kürt meselesinin kökenine, gidişatına, devletin rolüne dair bir yüzleşme ayağı öngörülmediği için, devasa bir sorunun çözümünü meseleyi büyük ölçüde iç-dış-düşmanlar ezberi üzerinden gören bir kitleye kabul ettirmek gibi imkânsız bir işle karşı karşıyayız. Zira meseleye iç-dış-düşmanlar üzerinden bakarsak, düşmanı yok etmek / yenmek gibi bir derdimiz olacaktır. Sahici bir çözüm / barış ise yapısal eşitsizliklerin giderilmesini gerektirmektedir. Hakan Yılmaz ve arkadaşlarının söz konusu ettiğim araştırma bulgusu ise Türklerin büyük çoğunluğunun böylesi bir çözüme hazır olmadığını (hazırlanmamış olduğunu) göstermektedir.

Bu siyasi neden meselesine parti tabanları üzerinden bakıldığında ise ortaya çıkan tablo yine çarpıcıdır (bakınız aşağıdaki grafik). Meseleyi büyük ölçüde yapısal eşitsizlik üzerinden kavrayan ve dolayısıyla radikal reformlarla yürüyebilecek bir barış sürecine en hazır taban BDP (HDP) tabanı (%69) olarak görünmektedir. En uzak tabanlar ise MHP ve AKP (%22) tabanlarıdır. Ulusalcı yalpalamalarına rağmen CHP tabanı AKP tabanına göre Kürt meselesinin yapısal eşitsizliklerle alakalı olduğunu daha iyi kavramış (ama sadece %36 düzeyinde) görünmektedi.

Kısacası, 12 yıldır iktidarda olan ve birkaç yıldır büyük iddialarla bir çözüm süreci yürüten AKP, Kürt meselesinin dinamikleri konusunda kendi tabanını bile iç-dış-düşmanlar ezberinin ötesine geçirememiştir. Böyle bir iktidarın çözümü eşitlikçi reformlar ekseninde derinleştirilecek kalıcı bir barış süreci olarak formüle etmesi mümkün görünmemektedir. Öyle bir derdi ve ufku olsa en azından kendi tabanını (ve tabii genel olarak toplumu) buna hazırlayacak bir vizyonla hareket etmesi gerekirdi.

Görünen o ki, AKP tabii ki bir çözüm istemekte, şiddet olaylarının, sert muhalefetin olmadığı bir hegemonya düzeni arzulamakta ve Kürt meselesi bağlamında, İslam kardeşliği, yüzeysel birkaç makyaj değişiklik, Kürt hareketinin liderinin rehin tutulması ve zamana yayma / oyalama gibi ögeleri kullanarak yol alabileceğine inanmaktadır. 6-7 Ekim olayları, bu inancın kofluğunu net bir şekilde ortaya koymuştur.

AKP’nin ya da daha sonra iktidara gelebilecek başka bir partinin Türkiye’deki kurucu Sünni-Türk hâkimiyetini tartışmaya açmadan, bu hâkimiyetin yaratmış olduğu yıkımlarla yüzleşmeden herhangi bir esaslı meseleyi çözüme kavuşturması mümkün değildir. AKP ise her geçen gün ufkunun ülkeye / bölgeye / dünyaya Sünni-Türk bir nizam verme kavrukluğunda olduğunu ispat etmekle meşgul. Bu kavrukluğun yeni yıkımlar yaratma riski ne yazık ki yüksektir.

Bu yüksek riskli tıkanıklıktan bizi kurtarabilecek olan ise topyekün, şiddetsiz, militan, yüzleşmeci bir radikal demokrasi mücadelesidir.

Murat Paker- www.t24.com.tr

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.