Ana Sayfa Blog Sayfa 3824

Nijerya’da okula bombalı saldırı: 48 ölü

0

Nijerya’nın kuzeydoğusundaki Potiskum kentinde bir okula bombalı saldırı düzenlendi. İlk belirlemelere göre, saldırıda çoğu öğrenci olmak üzere en az 48 kişi hayatını kaybetti, 79 kişi yaralandı.

2 Nijerya

Öğretmenlerin verdiği bilgilere göre, bomba sabah saatlerinde ders başlamadan önce öğrencilerin toplandığı sırada patladı. Çok sayıda kişinin ağır yaralı olduğu belirtilirken, ölü sayısının da bu nedenle artacağı tahmin ediliyor. Görgü tanıklarının verdiği bilgilere göre, patlama bir intihar bombacısının çantasındaki patlayıcıları patlatması sonucu meydana geldi. Polis, saldırının meydana geldiğini doğruladı fakat ayrıntılı bilgi vermedi. Saldırının meydana geldiği okulun, erkek öğrencilerin eğitim gördüğü bir yatılı okul olduğu belirtiliyor.

Saldırıyı şu ana kadar üstlenen olmadı. Patlamanın meydana geldiği Potiskum kenti, radikal İslamcı Boko Haram örgütünün etkin olduğu ve daha önce de saldırılar düzenlediği bölgede bulunuyor. Son olarak 3 Kasım’da meydana gelen bir patlamada en az 29 kişi hayatını kaybetmişti.

Boko Haram’ın nisan ayında kaçırdığı 200 kız öğrencinin akıbeti de belirsizliğini koruyor. Nijerya hükümeti ekim ayı ortasında ateşkes karşılığında kızların serbest kalması üzerinde uzlaşmaya varıldığını açıklamış ancak örgüt bunu yalanlamış ve kızlar da serbest bırakılmamıştı.

(Deutsche Welle Türkçe)

Malezyalı trans kadınların hukuk zaferi

Malezya’da trans kadınlar, cinsiyet kimliklerini ifade etmelerini engelleyen Şeriat yasasına karşı açtıkları davayı kazandı.

Negari Sembilan eyaletinden üç trans kadın “erkeklerin kamusal alanda kadın kıyafeti giymesi ya da kadın gibi davranması” yasağına karşı açtıkları davayı Cuma günü kazandı.

1 Malezya

Kadınların 2011 yılında başlattıkları davada Yüksek Mahkeme 2012 yılında Müslüman trans kadınların Şeriat yasalarına bağlı olduğuna hükmetmişti. Karara yapılan itiraz sonucunda Temyiz Mahkemesi Müslüman trans kadınların kamusal alanda kendilerini ifade etmesinin önündeki yasağın “anayasaya aykırı ve geçersiz” olduğunu belirtti.

Temyiz Mahkemesi’nin verdiği kararın ardından bir açıklama yapan Başbakan Yardımcısı Muhyiddin Yassin, karara saygı duydukları ancak kararın toplum üzerindeki “devasa etkilerinden” ötürü dinî yetkililerin karara itiraz etmesi gerektiği yönünde bir açıklama yaptı.

Malezya’nın “Kabahatler Kanunu”, cinsiyet kimlikleriyle nüfus cüzdanlarındaki cinsiyet bilgileri uyuşmayan Müslüman transların gözaltına alınmasına, para cezası ve hapis cezasıyla karşılaşmasına neden oluyor. Malezya’daki tüm eyaletlerde uygulanan kanun, ülkede Şeriat yasalarına uymak zorunda olan Müslümanların insan haklarından yararlanmasının önünde engel oluşturuyor.

(Kaos GL)

 

O zeytin, o zeytinyağı dile gelir de! – Ege Ural

“O zeytin, o zeytinyağı dile gelir de…”

“Beni niye kestin? Beni niye kestin?”

“Nasıl boğazınızdan geçecek o zeytinler?”

“O yağı nasıl yiyeceksiniz?”

“O zeytin boğazınıza durmayacak mı?”

Bu cümleler Yırca Köyü Muhtarı Mustafa Akın’ın ağzından bir bir dökülürken, sesi yavaş yavaş titremeye başladı. Yapmasın dedim, hayra alamet değildi o titreme. Kocaman adam, ağlamasın ekranda karşımda, utanırım diyecektim ki. Devam edemedi. Düğümlendi sözcükler boğazında. Ve o an boğuldu gözyaşlarına. Tüyler diken diken, utandım! Mutfaktaki zeytinyağından! Dolaptaki zeytinden utandım! Diyecek bir şey yoktu. Haber bülteni sunucusu da bir şey diyemedi zaten. O kısa sessizlik uzun sürdü.  Keşke olmasaydı!

Manisa’nın Soma ilçesinin Yırca Köyü’nde geçtiğimiz gün bir katliam meydana geldi! Ağaç katliamı! Gözünü para ve hırs bürümüş bir şirketin, termik santral yapmak için belirlediği alanda bulunan tam tamına altı bin zeytin ağacı, köklerinden söküldü!

Marjinal(!) gruplar yine oradaydı. Ağaçları söktürmemek için direndiler. Ancak söz konusu şirketin güvenlik görevlilerinden sert müdahale gördüler. Halkı güvenlik görevlilerine dövdürttüler. Bi köylü başından yaralandı. Neticede de fazla direnemediler. Dozerler girdi zeytinliğe, başladılar tahribata…

Ağaç kolay yetişmiyor. Heleki böyle ağaç düşmanı zihniyetlerin bulunduğu bir ülkede hiç kolay yetişmiyor. Kökünden söküp atıveriyorlar bir kenara çünkü!  Sorsan hepsi yeşili seviyor. Ama sevdikleri yeşil başka yeşil… Neyse! Gel gelelim ki o uğruna yapmayacakları şey olmayan “Dolarlarda” pamuktan yapılıyor, ağaçtan değil!

Tüm bu yaşanan olaylar üzerine Yırca Köyü’nün muhtarı televizyonda bir canlı yayına konuk oluyor. Diyor ki, ne yapacak bu insanlar? Bölgemizdeki geçim kaynağı zeytindir, zeytinciliktir. Ne yapsınlar şimdi? Belki üç kuruşa amelelik yaparlar. Çarşambaları da Pazar kurulur burada. E artık orada mendil açar dilenir bu insanlar… Ya da son çare olarak madene inerler.

Bu muhtar o yörenin insanı belli, duygusal adam. Zeytinin içinde büyümüş… Zor tutuyor kendini başlarda. Sitemle sözlerine devam ederken duygusallaşıveriyor birden… Bir iki zeytin, zeytinyağı kelimesi dökülünce ağzından. Aklına geliyor sökülüp atılan binlerce zeytin ağacı. Başlıyor yaşlar gözünden dökülmeye, konuşamıyor, boğazında düğümleniyor sözcükler bir bir. Orada tüyler diken diken zaten. O koca adamı televizyonda ağlarken görünce. Mutfaktaki zeytinyağından utanıyor insan! İnsanlığından utanıyor insan!

Peki şunu merak ediyorum. O ağaçları dozerlerle söktürüp attıranlar, bir gram olsun utanıyorlar mı? Utandılar mı o adamcağızı o halde görünce. Güvenlik görevlilerini köylünün üzerine salarken, bir gram düşündüler mi? Üstelik bir kilometre ötesine belirleselerdi santral alanını, bir tane ağaç bile zarar görmeyecekmiş. “1 Kilometre” bile olsa insanlığınız yok mu? 1 Kilometre acıma duygunuz yok mu?

Yarın öbür gün “O” santraliniz patladığı zaman, bölgeyi mahvettikten sonra. Olur bu çünkü. Bu memlekette olur! Patlamasa bile çevreye ve insana vereceği zararlardan ötürü ölümler hızlanırken, artarken… O zamanda güvenlik görevlilerinizin, dozerlerinizin ardına sığınabilecek misiniz?

Bir başka meselede Danıştay’ın yürütme durdurma kararını altı bin ağaç kesildikten sonra vermesi! Yuh! Altı bin ağaç sökülürken neredeydiniz, ne diye durdurmadınızda söküldükten sonra durduruyorsunuz. Ama bu durdurma kararının çok sağlıklı bir karar olmadığını düşünüyor insan. Paranoyaklaştık haliyle normaldir. Validebağ Korusu içinde aynısı olmadı mı? Durdurup ortamı sakinleştirmeye çalışmadılar mı? Ortalık sakinleşince de bildiklerini okumaya devam edeceklerdi yine. Ama işe yaramadı başka. Her neyse…

Son olarak, yine üzücü manzaralar yaşandı ülkemde, yine binlerce vebal alındı! Yine “ahlar” birikti. Ancak diyeceğim odur ki. Bu biriken ahlar, bir gün gelir kötü patlar!

Bu yazı mavihaber.com/ da yayınlanmıştır

Ege Ural

 

 

Ege Ural

Atama bekleyen branş öğretmenleri 16 Kasım’da Ankara’da toplanıyor

Atama bekleyen branş öğretmenleri, 16 Kasım’da Ankara’da biraraya gelip şubat ataması için haklı taleplerini sunacak.  Atama bekleyen öğretmenler 16 Kasım’da kölelik olarak adlandırılan ücretli öğretmenliğe, Ağustos atamasında yaşanan eşitsiz dağılıma, branşlarının istila edilmesine karşı, Şubat’ta yapılması umud edilen adil dağılım için tek ses olacak.

17...

2015 Şubat Ataması Platformu tarafından düzenlenen etkinlik 11:30’da Maliye Önü’nde başlıyor. 11:45’de Milli Eğitim Bakanlığı önüne gelecek olan atama bekleyen öğretmenler buradan da Güvenpark’a yürüyecek.

Atama bekleyen branşlardan biri olan İngilizce Öğretmenliği ile ilgili hazırlanan talep metni şu şekilde;

“”2014’de 40 bin öğretmen atamalarında yaklaşık 19 bin öğretmen açığı olmasına rağmen 3.897 kadro verilerek İngilizce öğretmenlerine haksızlık yapılmıştır. 2013 atamalarında 16 bin İngilizce öğretmeni ihtiyacı varken 6.200 atama yapıldı. 2014 ihtiyaç sayımız 19 bine yakın olmasına rağmen 3binlerde bir alım yapıldı.

Hakkımız olan kontenjan bizden alınıp norm fazlası sınıf öğretmenleri başta olmak üzere diğer branşlara dağıtıldı. Ne ücretli öğretmenlik yapabiliyoruz, ne özel okullarda çalışabiliyoruz ne de askere gidebiliyoruz. Sebebi MEB ve çok ama çok geç açıklanan kontenjanlar.

2013 ilk atamada Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenlerine 1.865 kontenjan verildi, ardından 23 Eylülde 3.227 ek atama yapıldı ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliğine 2065 kontenjan verildi. Gerekçe olarak ise “çok ihtiyaç var” gösterildi. 2013 atamalarında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenlerine yapıldığı gibi 2014 atamalarında da İngilizce öğretmenlerinin mağduriyeti en kısa zamanda ek atama ile giderilmelidir.

İlk atamanın hemen ardından boş kalan kontenjanlara gerekirse 7.000-10.000 kontenjan daha eklenip ek atama yapılmasını talep ediyoruz ve bu sefer adil dağılımla İngilizce Öğretmenlerine hakkı olan kontenjanın verilmesini talep ediyoruz.”

(Yeşil Gazete)

Hollanda’nın güneş enerjisi destekli yeni bisiklet yolu

Grist.org’da Liz Core imzası ile yayınlanmış yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Bahar Baştüzel‘in çevirisi ile sunuyoruz

* * *

Sanki Hollanda yeteri kadar revaçta değilmiş gibi, üstüne üstlük sadece güneş enerjisini kullanan bir bisiklet yolu yapmışlar. Evet yanlış okumadınız, arabaların girişi yasak olan, zamanla üç evin elektriğini sağlayabilecek nitelikte enerji üretebilecek bir bisiklet yolu.

16...

Böylece- sakın kıskandığımızı falan sanmayın – bunu söylemek zorundayız, Hollanda, iş bir şeyi uygulamaya gelince bizden çok üstün olmasına rağmen, Amerika da güneş enerjisini kullanarak yol yapımı girişimleri  de mevcut. Idaho dan iki mühendis, geleceğin  yollarını Tron’dan bir sahneye benzer güneş enerjisine dayalı bir sistemle tasarladı. Şu videoya bir göz atın:

Başarılı Indiegogo kampanyasına şükürler olsun, 2015 in ilkbaharında güneş enerjisi tasarımlı yollar kullanıma açılmaya başlayacak. Yaşasın! Çok önemli bir fark tabii ki burada arabalar Amerika’nın güneş enerjisiyle işleyen yollarına karbon saçmaya devam edecekler. (Hollanda, senin için gerçekten de çok mutluyuz. Sadece, demek istiyoruz ki…. (NEDEN BİZİ HER ZAMAN APTALMIŞIZ GİBİ GÖSTERİYORSUN?)

Öhö öhö!!!  SolaRoad isimli bir güneş enerjisi şirketi tarafından geliştirilmiş bisiklet yolu 2009 dan beri yapılmakta ve 12 Kasım’da resmi olarak kullanıma açılması beklenmekte. Şu anda 262 feet enindeki yol, gelecek senenin başında bir 30 feet daha genişleyecek. Yol  Amsterdam’in Krommenie ve Wormerveer adındaki iki banliyösünü birbirine bağlayacak ve aşağı yukarı günde 2000 kişi tarafından kullanılacak. The Guardian daki makalede daha fazla bilgi edinilebilir:

3 milyon Avroya ( 2.4 milyon pounds) mal olan ve yerel yönetim tarafından finanse edile bu bisiklet yolu,  kristal silikon güneş enerjisi ünite sıralarından yapılmış olup, betonun içine yerleştirilmiş ve yarı saydam tabaka şeklinde kırılmaz camla kaplanmış. 

Yapışkan olmayan bir yüzey ve hafif eğim, yağmurun kiri tutmamasına yüzeyin hem temiz kalmasına hem de maksimum güneş ışığına maruz kalmasını temin etmektedir. Tasarım Hollanda nın Uygulamalı Bilimsel Araştırma Organizasyonu tarafından yapılmış olup, halihazırda ülke genelinde uygulamaya açılımı planlanmaktadır.  Guardian dan alıntı:

Kurumdan Sten de Wit  bu sistemin Hollanda nın 140,000 kmlik yollarının zamanla yüzde 20 sine   adapte edileceğini, bu sistemin trafik ışıklarından elektrikle çalışan araçlara kadar trafiğe her türlü yardımcı olacağını belirtti. Yapılan deneyler güneş enerjisinden etkilenen panellerin traktör gibi ağır vasıtaları taşıyabileceğini kanıtladı.  

Güneş enerjisiyle çalışan panellerin yapamayacağı bir şey var mı? Bütün bunlar çok akıllıca, çok ümit verici ve çok gelecek vaadedici duruyor. Ve Hollanda da bütün bunlar bir gerçek! Pekala ! Güneş enerjisi taraftarı olduğunu bildiğimiz oldukça fazla Amerikalı politikacımızın bulunması sizi memnun etmiyor mu?

Yazının İngilizce orjinali

Yazı: Liz Core

Yeşil Gazete için çeviren: Bahar Baştüzel

(Yeşil Gazete, Grist.org)

 

Ayhan Baran’a bas basa bir vefa…

Türkiye opera tarihinin bas sanatçıları arasında akla ilk gelen ustalardan Ayhan Baran’ı, bu yıl 24 Temmuz’da 85 yaşında kaybettik. Cumhuriyet dönemi bestecilerimizin özgün ve düzenlenmiş Türkçe şan eserlerinin yorumlanmasının yanı sıra, ağırlıklı Almanya’da olmak üzere Avrupa’da sergilediği performanslarla ülkemizi opera alanında üst düzeyde temsil eden bir sanatçı idi Ayhan Baran [1].
“Sedat Gürel Güzin Gürel Bilim ve Sanat Vakfı” [2] ölümünden henüz kısa bir süre geçmiş olmakla birlikte, beş yetenekli opera bas sanatçısını, büyük ustayı hürmetle anabileceğimiz bir konserde bir araya getirdi geçtiğimiz Pazar günü. Bas-baritonlar Burak Bilgili [3] ve Güneş Gürle [4] ile Baslar Zafer Erdaş, Tuncay Kurdoğlu [5], Gökhan Ürben’in [6] yer aldığı konserde, Baran’ın yıllar boyu sahnede seslendirdiği seçkin eserler arasından derlenmiş çok zengin bir repertuar sunuldu. Solistlerimize kusursuzca eşlik eden değerli piyanistler; Fügen Yiğitgil ve Laura Poe [7] idiler.

Program akışına göre solistlerimizin performanslarına geçelim…

10 AyhanBaranAnmaKonseri...
Ayhan Baran anma konserinden

Program Händel’den [8] iki barok dönem eseriyle başladı. Bas Zafer Erdaş konserin ilk temsilini Serse Operası’ndan Serse’nin Aryası “Ombra mai fu” ile gerçekleştirirken, hafif ve dengeli bir yorum ortaya koydu. Ancak açılışın etkisiyle olsa gerek, üst tonlardaki bazı bölümlerde renk bütünlüğünü yeterince koruyamadı.

Aynı bestecinin Scipione Operası’ndan Ottone’nin Aryası “Affanni del Pensier”, Burak Bilgili tarafından seslendirildi. Bilgili, alışkın olduğumuz gür ve kompakt tınısıyla dolgun bir sunum sergiledi. Sanatçı, hareket rejisi de olan komik rollerde mimiklerini harika bir ustalıkla kullanabiliyor. Ama daha ağır eserler söz konusu olduğunda, statik sahne duruşunu tercih edip gergin yüz hatları kullanıyor. Bu gerginlik dozunda biraz aşırıya kaçtığını düşünenlerdenim. Çok sert bir mizansen yarattığı gibi teknik açıdan sakıncaları da var. Kaş çatma vb sert ifadelerle yüz kaslarının çok gerilmesi çene ve boyun bölgesini de yukarı doğru çektiği için, şancının gırtlak bölgesinin sıkışmasına ve yorulmasına yol açıyor. Bilgili, elbette, Metropolitan’da sahne almış dünya çapında bir solist olarak bu yan etkileri giderebilecek yüzlerce önlem alabilir. Nitekim söylediği aryada bunu hiç hissetmedik. Yine de, seyirciler arasında onu izleyip bir şeyler kapmaya gelen genç konservatuar öğrencileri için, gergin yüz kası kullanımı eğitimleri için doğru bir yönlendirme olmayabilir.

Üçüncü sırada çıkan Güneş Gürle, Franz Schubert’in [9] Winterreise dizisinden “Geforne Tränen” eserini icra etti. Birbirinin peşi sıra Schubert yorumlayan iki bas arasındaki en önemli fark Gürle’nin “sert ve soğuk bas karizmasını” yüz kıvrımlarına değil bakışlarına yedirmesi idi. Bahsettiğim öğrenciler için daha iyi bir örnekti. Dik ve etkileyici bir karakter postürü vardı. Almanca’daki hâkimiyeti de dâhil olmak üzere, seyircide “bravo” sesleriyle fark yaratan ilk solist oldu. Gürle, performansına Schubert ile devam ederken bu sefer eser Schwanengesang idi. Kış mevsiminin hırçın devinimlerini harika bir melodik sunumla içinde barındıran “Aufenthalt” parçasını dinlediğimiz Güneş Gürle, bu eserde yorum ve teknik olarak iyiydi. Almanca dilinin en büyük zorluklarından olan sessizlerinin telaffuzunda, şarkının dinamik bölümlerinde bile çok becerikliydi.

Schwanengesang serisi “Der Doppelgänger” ile devam ederken sahnede bir kez daha Burak Bilgili yer aldı. Bu largo eserde forte/mezzoforte bölümlerde tecrübe konuştu. Bilgili’nin ses hacmi ve dayanımı görkemliydi. Ama parçanın piano bölümlerinde kompakt tondan biraz uzaklaştı. Solistin performansı, aynı eserin “Der Atlas” bölümü ile devam etti. Seyircinin kaliteli Schubert icraatlarıyla mest olduğu konserin bu bölümünün son eserinde, hareketli piyano satırları ön plana çıkarken, Bilgili de ustaca bir yorum sundu.

Sahneye Tuncay Kurdoğlu geldiğinde, rota kısa bir süreliğine Johann Carl Gottfried Loewe’ye [10] çevrildi. “Meeresleuchten” isimli eserde bas sanatçı, sahneye nota sehpası getirten ilk solist olarak göze çarptı. Hafif ve sakin bir performansıyla “Acaba parçaya çok fazla hazırlık yapma şansı bulamadı mı?” sorusunu akla getirdi. Sahnede kalan deneyimli operacı, Çaykovski’nin [11] “Don Juan Serenat” aryası ile icrasına devam etti. Özellikle Rus ekolünde, tuttuğunu koparan bir yetkinliğe sahip olduğunu işte bu anda hatırlattı bize şarkıcımız. Uzun boyu ve kudretli cüssesinin ihtişamını gölgede bırakır düzeyde sesiyle doldurdu Süreyya Operası’nı, Kurdoğlu. Yorumu capcanlı ve etki düzeyi başarılıydı.

Dokuzuncu eser Almanca yorumlanmış romantik ezgileriyle ruhu dinlendiren başka bir Çaykovski kompozisyonu olan, “Mein Schutzgeist, mein Engel, mein Lieb” idi. Ürben, sahnesine aynı serideki “Nur Wer die Sehnsucht kennt” ile devam etti. Gökhan Ürben’in bu iki performansında teknik açıdan biraz dar söylediğini düşünüyorum. Kendini daha serbest bırakabilirdi. Sıkışık bir söyleyişi sahneyi doldurmak adına takviye etmek için daha fazla ses hacmi üretmek, şarkıcıyı yorgun düşürebilen bir risk alanı.

Güneş Gürle, Rus ekolüne noktayı Fransız Jacque Ibert’in [12] “Chanson de la mort” parçası ile koydu. Gürle, telaffuz konusundaki hassasiyetinin sadece Almanca için değil Fransızca için de geçerli olduğunu gösterdi izleyenlere. Yorumu hoş, ses rengi derin ve dokunaklıydı. Piano bölümlerdeki başarısı dikkat çekiciydi. Hafif bir söyleyişi, ses renginin pırıltısı ve akustik yeterlilikle bir araya getirmek bir şancının “piano” (hafif söyleme) ustalığının üç sacayağıdır. Gürle, bu üçlüyü oranınca dengeleyen bir hüner sergiledi.

Konserin açılışının yanı sıra ilk yarısındaki kapanışı da üstlenen Erdaş, dik geçişleriyle zorluk derecesi görece yüksek olan Jules Massenet [13] bestesi “Elegie” isimli eseri seslendirdi. Fransızca parçada genel olarak başarılı olan sanatçı, forte bölümleri daha belirginleştirebilir, parça içindeki enerji değişimlerini daha iyi vurgulayabilirdi.

12

Gecenin ikinci yarısı çağdaş Türk bestecileriyle açıldı. İlk sırayı alan Gökhan Ürben, Adnan Saygun [14] “Bozlak”ı ile açılışı yaptı. Yurdun toprağına ayağı basınca her Anadolu evladına bir coşku peyda olur ya… Ürben de işte bu duyguyu çok iyi kullandı. Bozlak, bir önceki sunumuna göre çok daha dolu, derin ve hacimliydi. Keyif verdi.

Saygun dinletileri, Zafer Erdaş’ın Mavilim’i ile devam etti. Türkü formunun her Türkiyeliye hoş gelen o havasını koruyarak parlak bir renk kullandı. Öte yandan, türkülerin tekrar eden ezgileri arasında yorumsal farklar kullanmayarak, halk müziğindeki geleneğe bağlı kalmayı tercih etti. Bu, eserin yorumunu, klasik müzik normlarından kısmen ayırıp, iyi bir şan tekniği ile işlenmiş ama biraz yeknesak tada sahip folklorik bir biçime yaklaştırdı. İyi icra edilmiş pianissimo finaliyse seyirciden heyecan dolu bir tepki aldı.

Saygun’dan devam eden dizide, sıra “Köroğlu” yorumlayan Bilgili’ye geldiğinde, salona usta bas-baritonun çökerttiği ezgisel kasvet hâkimdi. Şarkı amacına ulaşmıştı…

Devlet Sanatçısı unvanı da almış Ayhan Baran’ın küçük kardeşi İlhan Baran [15] bir besteciydi ve Türk bestecilerden son eser gecenin saygıyla anılan isminin kardeşinden geldi. Darbe dönemlerinin klasiği “Kolbaşı” eserini yorumlayan Tuncay Kurdoğlu, yorumunda gereken heybeti gösterdi. Yine de, bu ve benzeri “Anadolu-epik” eserlerin sonunda sıkça denk gelinen “hey!” ünlemlerinin hep ünlem sesiyle müzik dışında söylenmesi özellikle birbirinin peşi sıra temsil edildiğinde tekdüze bir his yaratıyor. Tek şarkıda olsa iyi de…

Bu harika repertuarın son çeyreğine girdiğimizde artık izleyici biraz da kombinler görmeyi istemiş olmalıydı. İhtiyaç hemen giderilerek, Donizetti’nin Don Pasquale Operası’ndan “Cheti, cheti, immantinente!” parçasında karşılığını buldu. (Gaetano Donizetti [16] demişken, yani Osmanlı paşası olmayan Donizetti’den bahsederken, kendime pay çıkartıp geçmiş bir yazıma link vermeyi ihmal etmeyeceğim. Ve, evet, bu teknik olarak bir şımarıklık!) Güneş Gürle, “Don Pasquale” ve Burak Bilgili “Dr. Maletesta” rollerini yorumladılar. Bilgili, bünyesine karşı küçülen sempatik jestleri ve huysuz efendi rolü ile Güneş, Süreyya Operası’na renk kattılar. Parçanın gerektirdiği artikülasyon virtüozitesini iki usta sanatçı harikulade şekilde yorumladılar. Seyircinin tepkisi solistler için ruh okşayıcı düzeydeydi.

Verdi’siz [17] opera mı olur? Olmaz, elbette! Attila Operası’ndan Attila’nın Aryası “Mentre gonfiarsi l’anima” Zafer Erdaş’tan geldi. Makbul bir yorum, dolu ve parlak tınılı güzel bir finalle gecedeki en başarılı performansına ulaştı, Erdaş.

Gökhan Ürben bu sefer Verdi ile çıktı karşımıza. Simon Boccanegra Operası’ndan Fiesco’nun Aryası “A te l’estremo addio, palagio altero” ile… Belki de “o iyi günlerden” biri değildi Ürben için… Özellikle üst tonlarda arzu ettiği rengi bulamayan ancak o esnada arayan bir şarkıcı hissi verdi.

Kurdoğlu’nun kuzey eserlerindeki başarısını vurgulamıştık. Dümenimiz tekrar Pyotr İlyiç Çaykovski’ye döndüğünde Eugene Onegin Operası’ndan Prens Gremin’in Aryası “Lyubvi fse vozrasti pokorni” parçasının teslim edilmiş adresi olan Tuncay Kurdoğlu’nu karşımızda bulduk. Rusça telaffuzda becerilerini yine gösterdi. Dengeli yorumu güzeldi.

Verdi Rigoletto Operası’na geçtiğimizde bizi Zafer Erdaş (Rigoletto) ve Gökhan Ürben (Sparafucile) düeti bekliyordu. Bas Erdaş kendi girişinde adeta bir tenor gibi parlak bir tını yakaladı. Ürben’in yorum ve akustik etkisiyse yeterliydi.

Türkiye’nin bu seçkin bas sesleri gecenin finaline iyi hazırlanmışlardı belli ki… Sırada Mozart’ın [18] Don Giovanni Operası’ndan “Don Giovanni, a cenar teco m’invitasti, e son venuto” vardı. Güneş Gürle (Don Giovanni), Burak Bilgili (Leporello) ve Tuncay Kurdoğlu (Commandatorea) sahnedeydi. Bilgili bir kez daha oyunculuk seviyesinin ne denli kuvvetli olabileceğini gösterdi. Gürle ve Bilgili’nin estetik düeti, yan kapıdan yaklaşan Commandatorea Kurdoğlu’nun gür heybetiyle giderek daha ağır ve dramatik bir havaya büründü. Kurdoğlu konserdeki performansları arasında en başarılı yorumu sergilerken karaktere uyum becerisi ile de göz doldurdu.

Ve final… Açılışı yapan bas Zafer Erdaş, kapanışı da Gioacchino Rossini’nin [19] “Seville Berberi” operasından seçilen bölümde, kendisi dışındaki dört basın oluşturduğu koro tarafından itilip kakılırken sessiz kalsa da, yüksek ve uzun müthiş bir finalle geceyi yüksek puanla kapadı. Dört bası koro halinde aynı anda dinlemek ise müthiş bir keyif yaşattı izleyenlere…
Rahmetli büyük usta Ayhan Baran’ı ise Verdi’nin Don Carlos operasında Philips karakterinin “Ella giammai m’amò” aryasında izledik. Üstat, sahnesi gereği makam koltuğunda iki büklüm oturmakta olduğu için şarkı söylemeye pek de uyumlu olmayan bir beden durumunda iken bile, teknik hiçbir zorluğa girmiş görünmeksizin harika bir volüm ve açıklıkla eseri tamamlıyordu. Bu büyük opera sanatçımızı bir kez daha sevgi ve hürmetle analım…

Baslarımız arasından sadece birini seçmem gerekirse Güneş Gürle olurdu. Sahneye hâkimiyet, duruş, şan tekniği, yorum, farklı dillerin telaffuz nüanslarına hâkimiyet, eh biraz da, endamdan avantajlı olarak, toplam puanı benim için en yüksek olan sanatçımızdı bu özel gecede. Tuncay Kurdoğlu’nu, Rusça icra ettiği eserlerin olduğu konser programlarında yakalarsanız kaçırmayın, derim. Özellikle genç operacı arkadaşların Bilgili’nin “komik” karakterleri sahnelemekte becerisinden öğrenebileceklerinin çok olduğunu düşünürüm. Erdaş’ı zaman zaman kullandığı keyif veren parlak tınısıyla aklımda tutarken, birçok eleştirmenin beğendiği performanslar sergilemiş olan Gökhan Ürben’i değerlendirmek için biraz daha fazla dinlemeyi bekleyeceğim.

13 Ayhan Baran
Ayhan Baran

Son sözü “Sedat Gürel Güzin Gürel Bilim ve Sanat Vakfı” için ayırmak istiyorum. Böyle bir zengin prodüksiyon her zaman nasip olmuyor sanatseverler için. Bu nedenle kendilerini canı gönülden tebrik ediyorum. Öte yandan, temsil esnasında program [20] edinememiş olmamız nedeniyle biraz üzülmüştük. Ancak kendileriyle temsil sonrasında yazıştığımda hem bana bir elektronik kopya paylaşma nezaketini gösterdiler hem de durumu izah ederek, basımevleri ile ilgili engellenemeyen bir talihsizliğin söz konusu olduğunu aktardılar. Bu vesileyle bu durumu da açıklığa kavuşturmuş olarak huzurlarınızdan ayrılayım.

Sanatla ve barışla kalın…

[1] Ayhan Baran: http://tr.wikipedia.org/wiki/Ayhan_Baran
[2] Sedat Gürel Güzin Gürel Bilim ve Sanat Vakfı : http://sggurelvakfi.org/vakif_bilgi.html
[3] Burak Bilgili: http://en.wikipedia.org/wiki/Burak_Bilgili
[4] Güneş Gürle: http://tr.wikipedia.org/wiki/G%C3%BCne%C5%9F_G%C3%BCrle
[5] Tuncay Kurdoğlu: http://www.dobgm.gov.tr/opera2013/wsan2013.aspx?SicilNo=401
[6] Gökhan Ürben: https://secure.dobgm.gov.tr/opera2013/wsan2013.aspx?SicilNo=1237
[7] Laura Poe: http://www.laura-poe.com/home/bio.html
[8] Händel: http://tr.wikipedia.org/wiki/George_Frideric_Handel
[9] Franz Schubert: http://tr.wikipedia.org/wiki/Franz_Schubert
[10] Loewe: http://en.wikipedia.org/wiki/Carl_Loewe
[11] Çaykovski: http://tr.wikipedia.org/wiki/Pyotr_%C4%B0lyi%C3%A7_%C3%87aykovski
[12] Ibert: http://en.wikipedia.org/wiki/Jacques_Ibert
[13] Massenet: http://tr.wikipedia.org/wiki/Jules_Massenet
[14] Saygun: http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmet_Adnan_Saygun
[15] İlhan Baran: http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0lhan_Baran
[16] Gaetano Donizetti: http://yesilgazete.org/blog/2014/02/22/ask-iksiri-komik-bir-operadan-bugune-minik-dokundurmalar-kiziltan-yuceil/
[17] Verdi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Giuseppe_Verdi
[18] Mozart: http://tr.wikipedia.org/wiki/Wolfgang_Amadeus_Mozart
[19] Rossini: http://tr.wikipedia.org/wiki/Gioacchino_Rossini
[20] Program: AyhanBaranAnmaKonseri.pdf

 

Manzum S.

Gençlik Köprüsü Türkiye-Almanya’ya başvurular bugün sona eriyor

0

Stiftung Mercator girişimi Gençlik Köprüsü Türkiye-Almanya’nın, spor aracılığıyla Almanya ve Türkiye arasındaki toplumsal ilişkileri arttırmayı hedeflediği proje, (Get Things Moving between Germany and Turkey – Sport as a Tool to Foster Education and Social Dialogue) 26 – 30 Kasım tarihleri arasında Antalya’da gerçekleştirilecek. Almanya ve Türkiye’den toplam 20 gencin katılımcı olarak yer alacağı atölyeler, 16 ila 25 yaş arasındaki gençleri hedef almaktadır. Projeye başvurmak için son gün ise 10 Kasım.

logo

Gençlik Köprüsü Türkiye-Almanya, Deutsche Sportjugend (Alman Spor Gençliği) işbirliği ile hevesli ve istekli gençleri spor alanında bir araya getirmeyi ve spor metotlarının değişimi ile ortak toplumsal konularda bu gençlerin duyarlılıklarını arttırmayı arzulamaktadır.

Spor ile Eğitim

Proje, atölyelerin ve tecrübe paylaşımlarının yapılacağı konferansların yer aldığı iki farklı aşamadan oluşuyor. Spor ve Toplum konusunu içeren 3 gün sürecek atölyelerin amacı spor ile eğitim alanında genç çoğaltıcılar yaratmak ve Almanya-Türkiye arasındaki spor odaklı gençlik değişim projelerinde görev alarak, bu konuda gönüllü elçilik yapacak gençler yetiştirmektir.

Tecrübe paylaşımlarının yapılacağı konferanslarda ise spor aracılığıyla yaygın eğitim potansiyelini tartışmak ve gelişimini sağlamak amacıyla gençlik çalışanlarını, sosyal yardım uzmanlarını ve eğitimcileri bir araya getirmek hedefleniyor. Konferansa gençlik organizasyonları, devlet temsilcileri, farklı spor disiplinlerinin antrenörleri ve spor kulüpleri, fan kulüp temsilcileri, çatı organizasyonlar, spor gazetecileri ve (Gelişim) bilimcileri davetlidir.

Başvuru koşulları

Başvuranların konuyla olan ilişkisi ve daha da önemlisi atölye çalışmaları ve konferanstaki tecrübelerini aktarabilmek ve pratiğe geçirmek konusundaki fikirleri ve olanakları göz önünde bulundurulacaktır.

Almanya’dan gelecek katılımcıların Türkçe ve\ veya İngilizce kullanabiliyor olmaları bir avantaj olmakla birlikte katılım için bir kriter değildir. Program, Türkçe ve Almanca’ya simultane tercüme edilecektir. 

Karşılanan Harcamalar

  • Türkiye’den katılımcılar için Antalya’ya ekonomi sınıf gidiş geliş uçuşları,
  • Antalya‘da iki kişilik odalarda konaklama,
  • Çerçeve Program için yapılan harcamalar,
  • Gençlik Köprüsü Türkiye-Almanya ekibi aracılığıyla seyahat organizasyonu desteği,
  • Katılımcılar için kompakt sigorta

Herhangi bir katılım bedeli talep edilmeyecektir. Vize ücretleri (sadece yabancı ülke vatandaşları için) ve şahsi harcamalar programda karşılanacak bedeller içinde yer almamaktadır.

Başvuru

Başvuru formu için http://www.jugendbruecke.de/form1/bewerbung

Sayfanın sağ üst köşesindeki dil seçeneğinden Türkçe seçeneğini bulabilirsiniz. Başvuru son tarihi 10 Kasım 2014. Başvuru sahipleri başvuru sonuçları hakkında E-posta ile bilgilendirilecekler.

Proje Almanya Dışişleri Bakanlığı tarafından finanse edilmektedir.

Haber: Volkan Ağır

(Yeşil Gazete)

 

Küller ve Kökler (1) – Yüzde 5 için

26 Kasım 2014’de Açık Radyo‘ya konuk olan Gözde Kazaz; Ümit Şahin ve Ömer Madra’nın hazırlayıp sunduğu, Açık Yeşil programında “Küller ve Kökler” yazı dizisini anlattı. Program kaydını buradan dinleyebilirsiniz 

* * *

Afşin – Elbistan bölgesi, Türkiye’nin kömüre dayalı enerji politikalarının dünü ve bugününe dair çok şey anlatıyor. Ülkenin belki de en kemikleşmiş çevre sorunun yaşandığı bu topraklarda, özelleştirme, denetimsizlik, kömüre bağımlılık ve çevre etkileriyle bir santralin nelere mal olduğu gören gözler için apaçık ortada.

Derviş Ata'nın santralin önündeki evinde küçük bir bahçesi var.

Temizlik işçisi Derviş Ata, termik santraldeki işinden üç ay önce haksız yere çıkarılmış. Kendisi gibi 60 taşeron işçisi de aynı kaderi paylaşmış. Biraz önce çocuk parkında ters taklalar attığına şahit olduğumuz bıcır bıcır iki çocuğu da hasta. Ata, onların bırakın hastane parasını, servis parasını bile ödeyememekten dert yanıyor. İlkokul mezunu olduğu için başvurduğu işyerlerinin hiçbiri onu kabul etmemiş. ‘Buranın sahibi yok, kaldırsalar kurtuluruz. Tarlası olanlar sattı gitti. Zenginler gitti, bizim gibi beş on gariban kaldı anlayacağın. Biz de burayı bekliyoruz” diyor. Derviş Ata, Afşin Elbistan’da bulunan 30 yıllık A termik santraline en yakın evde yaşıyor. Çoğulhan Kasabası’nın girişindeki evi, küllerin ve dumanın ilk adresi. Fakat Ata yalnız değil; yakasını kurtarabilenin gittiği, imkanı olmayanın kaldığı Afşin Elbistan’da insanlar yıllardır santralin külüne ve tozuna bulanıyor.

Yerin altında hala 9 işçi yatıyor

Kahramanmaraş İline bağlı Afşin ve Elbistan ilçelerini içine alan bölge, Türkiye’nin dördüncü büyük ovası. Kendine özgü iklimiyle bir tarım cenneti olabilecek bölgenin kaderi 1984 yılında değişti. Çünkü tıpkı üstü gibi yerin altı da çok bereketliydi; Afşin Elbistan havzasında bulunan kömür, ülkedeki 14 milyar tonluk toplam linyit rezervinin yüzde 46’sına eşit. Bu yüzden de linyit kömürü temelli enerji politikasında başrole çıkan havzada 1984 yılında ülkenin ilk santrali açıldı. Devlete bağlı Elektrik Üretim A.Ş. (EÜAŞ) tarafından işletilen bu A santraline 2004 yılında B santrali de eklendi.

30 yıllık A santrali uzun bir süredir desülfrizasyon, yani baca gazı arıtma tesisi olmadan çalışıyor. Bu da; yıllardır bölgeye filtreden geçirilmemiş kükürt ve azot oksit salındığı anlamına geliyor. Görece yeni olan B santrali de baca gazı arıtma tesisi ve elektromanyetik filtre olmasına rağmen sağlıklı çalışmıyor. İkisi de 1440 MW kurulu güce sahip olan bu santrallerin kömür ihtiyacını sağlamak içinse bölgede kömür rezervleri açıldı. A santralini beslemek için Kışlaköy’de açılan devasa maden havzasını AEL (Afşin-Elbistan Linyitleri İşletme Müdürlüğü) işletirken, yeni yapılan B santralinin ihtiyacını karşılamak için Çöllolar havzasında, Ciner’e bağlı Park Tek tarafından bir havza açılmıştı. Özel işletmede 2011’de gerçekleşen heyelanda 11 işçi hayatını kaybetti. 9’u halen Çöllolar’ın altında yatıyor. Maden ise hukuki süreç devam ettiği için halen kapalı bekliyor.

Devasa büyüklükte bir alana yayılan Çölollar maden havzası, hem A hem de B termik santralinin kömür ihtiyacını karşılıyor.
Devasa büyüklükte bir alana yayılan Kışlaköy maden havzası, hem A hem de B termik santralinin kömür ihtiyacını karşılıyor.

Enerji sektörünün fasit dairesi

Afşin Elbistan, Türkiye’nin kömüre dayalı enerji politikalarının dününe ve bugününe dair çok şey söylüyor. Ülkenin belki de en kemikleşmiş çevre sorunun yaşandığı bu topraklarda, özelleştirme, denetimsizlik, kömüre bağımlılık ve çevre etkileriyle bir santralin nelere mal olduğu gören gözler için apaçık ortada. Yöre insanları içinse hikaye ‘klasik’ seyrinde ilerliyor: istihdam umuduyla, açılan maden ocaklarını ve santralleri dört gözle bekleme, santraller için aceleyle kamulaştırılan bereketli topraklar, arazisi olanlar için bu istimlaktan gelen ‘hiç yoktan iyidir’ bir gelirle büyükşehirlere başlayan göç, çiftçilik ve hayvancılığın günden günden değer kaybetmesi, gittikçe artan kanser ve solunum hastalığı vakaları, santral ve madende taşeronalaşmanın getirdiği güvencesizlik ve bugün gidecek başka yeri olmadığı için memleketinde yaşamak zorunda bırakılmış, üstelik santralde kendilerine iş imkanı verilmediği için hala istihdam bekleyen insanlar.. işte enerji sektörünün fasit dairesi.
140 bin nüfuslu Elbistan’ın çeperlerinde yeni betonarme binalar yükseliyor. TOKİ’nin de el attığı bu inşaat furyası artık Elbistan’ın gittikçe büyüyen ekonomisi haline gelmiş. Binalar, maden havzasındaki arazileri istimlak edilen köylüler ve başka şehirlerden santrale çalışmaya gelmiş işçiler tarafından dolduruluyor. Şehir merkezinde herkes ağız birliği etmişcesine aynı şeyi söylüyor: “Siz buraya asıl kışın gelecektiniz. Dumandan, isten göz gözü görmez. Pencere açamazsın.’ Bir de herkes karın kapkara yağdığından bahsediyor.

Elektrik üretiminin yüzde 5’i için

Afşin Elbistan’da, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı hava kalitesi izleme istasyonlarından üç tane bulunuyor. Fakat istasyonlardan alınan sonuçlar o kadar yüksek ki bazen listede görünmüyor bile. Kömürün yanmasıyla ortaya çıkan kükürtdoksit dünya normlarına göre havada en fazla 150 mg/m3 olmalı. Geçen temmuz ayında ise Elbistan’da yapılan ölçüm sonucunda bu değerin 1441 mg/m3 olduğu saptandı. B santralinin işletme müdürü Mustafa Has ise normal değerin 200 mg/m3 olduğunu, o değerin aşılmadığını belirtiyor. Has, neyse ki santrallerin etkisi konusunda gerçekçi: “Çevreye hiç zarar vermeyen bir işletme olduğumuzu söyleyemeyiz. Kahramanmaraş Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü her sene baca gazı analizi yapıyor. Yasal sınırın üstüne çıktığında cezası var. Vatandaşların şikayetleri doğrultusunda da savcılık tarafından işlemler tesis ediliyor.”

A santralindeki teknik aksaklıklardan dolayı dört üniteden ikisi çalışmıyor. Aynı şekilde B santrali de, bir ünitesinde iki yıl önce çıkan yangın nedeniyle yarı kapasitesinde çalışıyor. B santraline kömür sağlayan Çöllolar madeninin de kapanmasıyla iki santralin kömür ihtiyacını Kışlaköy madeni karşılar hale gelmiş. Velhasıl, uzun bir süredir iki santralden bir santrallik performans bekleniyor. İki santral birlikte, Türkiye’nin toplam elektrik üretiminin yüzde 5’ini karşılıyor.

_MG_9808

Santral rehabilitasyonu özelleştirmeye takıldı

B santraline göre daha büyük sorunları bulunan 30 yıllık A santralinin işletme müdür yardımcısı Mehmet Kahraman ise 2014 Eylül sonu itibariyle santralın 1 milyon 800 bin kilowatt saat üretimde bulunduğunu, bunun da öngörülen üretim planını aştıkları anlamına geldiğini söylüyor. Santralde rehabilitasyon yapılması gerektiğini, baca gazı arıtma sisteminin de bu süreçte hallolacağını belirtiyor Kahraman; fakat 1994’ten beri konuşulan, santralin özelleştirme süreci nedeniyle devlet rehabilitasyon masrafının altına girmiyor. Kahraman, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı ve özelleştirme ihalesine giren Erk firması arasında görüşmelerin devam ettiğini, baca gazının da anca özelleştirme sonrası yapılacağını söylüyor. İşetme müdür, ‘Santralin çevreye zarar vermediği ve kapasitesine uygun çalıştığını söyleyebilir miyiz?’ sorusuna ise yanıt vermek istemiyor. Türkiye’nin bu en eski termik santraliyle ilgili kimsenin umudu yok denebilir mi?

4 santral daha planlanıyor

Afşin Elbistan, yerin altında bulunan devasa kömür rezerveleri nedeniyle kömüre dayalı enerji politikasının gelecekte de baş aktörlerinden olacak gibi görünüyor. Zira bölgeye 8 bin megavat kurulu gücünde C, D, E ve G olmak üzere dört santralin daha kurulması planlanıyor. Bu santrallerden C, D ve E için Bakanlık, Birleşik Arap Emirlik’den TAQA firmasiyla 12 milyar dolara anlaşmış; 2013 yılında ise TAQA anlaşmanın ertelendiği açıklamıştı. Ertelemenin ardından sürecin ne aşamada olduğu henüz bilinmiyor.

_MG_2879

Ürün kaybı davaları Yargıtay’dan dönüyor

Özellikle A santralinin çevreye verdiği zarar yaklaşık 10 yıldır bölgedeki ürün kaybı ve tarım toprak özelliğinin yitirmesiyle ilgili köylülerin tazminat almasına neden oluyor. Borçlar Kanunu’nun ‘haksız fiil’ maddesine dayandırılan bu tazminat davalarında kullanılan bilirkişi raporları, topraktaki ve havadaki kirliliği belgeliyor. Fakat bu süreçten –şimdilik- geçmiş zaman kipiyle bahsetmek gerek; zira 2011’de Yargıtay’ın verdiği bir karardan beri ürün kaybı davalarında tazminat kararı çıkmıyor. EÜAŞ Genel Müdürlüğü’nün Yargıtay’da açtığı davada, “bilirkişi raporlarında bulunan toprak analizi sonuçlarında toprakta bulunan krom, nikel, arsenik, kobalt, bakır ve kurşun elementlerinin toprağın doğal yapısından kaynaklandığı, termik santral kaynaklı bir artışın belirlenmediği; uranyum ve sülfat değerlerinin de sadece santrale yakın topraklarda yüksek olduğu” iddia ediliyordu. Bilirkişi raporlarında sadece toprak analizinin yapıldığı, bitki örnekleriyle ilgili gözlem yapılmadığı da gerekçe olarak sunularak yeni bir bilirkişi kurulunun keşif yapması gerektiği savunuluyordu. Neticede Yargıtay 2011 yılında, bu iddiaları kabul ederek verim kaybıyla ilgili davaları durdurdu. Köylülerin davaları bekleyedursun, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın 2012’de açıkladığı kadarıyla, çiftçilerin açtığı kamu davalarında devlet, 21 milyon TL civarında tazminat ödemeye mahkum oldu.
Santralin çevreye ve sağlığa etkisiyle ilgili bilirkişi raporları ise adeta birer sır. Elbistan İlçe Tarım Müdürlüğü, davaya konu olan ürün verimsizliğiyle ilgili bilirkişi raporlarını açıklamak istemezken; İlçe Sağlık Müdürlüğü, kapsamlı bir sağlık araştırmasının yapılmadığından bahsediyor. Yani santralin zararları belgelerle değil deneyimle sabitleniyor. Öyleyse santralden sonra ne değişti, sağlık sorunları nedir, çiftçilik nasıl yok oldu gibi soruların cevapları için köylülere kulak vermek şart.

Yarın: Santrallerin civar köylerinde yaşayanlar anlatıyor.

26 Kasım 2014’de Açık Radyo‘ya konuk olan Gözde Kazaz; Ümit Şahin ve Ömer Madra’nın hazırlayıp sunduğu, Açık Yeşil programında “Küller ve Kökler” yazı dizisini anlattı. Program kaydını buradan dinleyebilirsiniz 

Haber: Gözde Kazaz
Fotoğraf: Gençer Yurttaş 

(Yeşil Gazete)

Renk sevmezlik, Rant severlik, Bahçe isterdik, Ağaç keserdik (1) – Can Kazaz

1) Renk Sevmezlik

Çoğumuz farketmiyoruz belki ama toplumca çarpık bir estetik algımız var. Öyle ki neredeyse estetik algımız yok. Tartışılması dokunulmaz olan “renkler ve zevkler” bünyesinden zevkleri çıkartıp tektipleşiyor ve tektipleşmemize göre de toplumsal anlamda ayrışıyoruz. İnşa ettiğimiz
neredeyse tüm yapılar –ki bu yapılar bildiğimiz anlamda inşaat olmak zorunda değil- özensizlik ve el alışkanlığıyla sıradanlaşmış bir form barındırıyor. Elbette bu konuya, alıştığımız anlamdaki inşaatlardan da örnek verebiliriz. Kentsel dönüşüm diye giriştiğimiz rant cebelleşmesinden doğan sonuçlara bakabiliriz örneğin. Eski gri ve özensiz apartman tasarımlarının yerini, aynısının dışı fransız balkonlusu alıyor. Ben ne anladım o kentsel dönüşümden? Mahallemde aynı anda başlayan yirmi tane yıkım ve inşaat, olsa olsa kültürel dönüşüm olabilir ki bu kültürel şokun etkisi ilk ve net şekilde Sulukule’de karşımıza çıktı ve uzun uzun tartışıldı. Öte yanda nezih bir mahallede oturduğunu zannedenlerin oy verdiği muhalefet partilerinin belediyeleri bile, başımıza binaların yıkılmasını savunur oldu. Hem çarpık şehirleşme hem de kötü tasarım, bir kente yapılabilecek en kötü şeyler olsa gerek. El birliğiyle yapıyoruz bunu herhalde ki “yeni” diye kakalanan daireler hala
kapış kapış gidiyor. Belli ki bu kötü tasarıma ya alışıyoruz ya da onu seviyoruz ve pek de seçenek arayışında değiliz.

Renk sevmezlik ile kastımın anlaşılması açısından bariz örnek: Solda Porto-Portekiz, Sağda İstanbul-Türkiye
Renk sevmezlik ile kastımın anlaşılması açısından bariz örnek: Solda Porto-Portekiz, Sağda İstanbul-Türkiye

Tabii ki bu renk sevmezlik sadece inşaat sektöründe değil günlük hayatın farklı alanlarında da karşımıza çıkıyor. Büyük şehirliyseniz trafik yoğunluklarında bindiğimiz arabaların renklerine dikkat edin. Gri, siyah, lacivert, beyaz vesaire… Belki bir ihtimal en çılgın klişe renk olan kırmızı… Bilgisayar oyunlarında arabalarını rengarenk modifiye eden çocuklar, büyüyünce betona kamufle olmanın peşinde mi? Peki ya giydiğimiz kıyafetler? Renkler önce cinsiyete göre ayrılıyor. Erkeksen (!) yine siyah, gri, lacivert ve düz modeller… Kadınsan zaten dikkat çekme, umuma açık yerde kahkaha atman bile iffet sorunu biliyorsun ki. Sadelik anlayışımızın renksizlik haline gelmesi sosyolojik bir yanılma gibi gözüküyor. Belki de bu renk sevmezlik, bambaşka bir sosyal ayrışmaya da işaret ediyordur. Şu hep sözü geçen ama görmekte zorlandığımız, “farklı renklerin bir arada ahenkle yaşadığı ülke” olma iddiasından bahsediyorum. Bir arada değil, kümelenmiş halde yaşadığımız gerçeğini yadsımak ve vicdan rahatlatmaktan bahsediyorum.

Politik renk sevmezlik diye bir şeyden de bahsedebiliriz bu noktada. Nefret ve aşağılama kültürümüzün bizleri ne kadar zavallı bir hale soktuğunu göremeyişimizi de kastediyorum, Haziran 2013’teki direnişle belki bir bölümümüzün bunun farkına varmış olmasını da. İlk defa kümelenmemiş halde, bir arada olmayı keşfettiğimiz o günler, politik renkleri de daha belirgin kıldı. Erkek egemen kültürde yoğurulmamızın doğurduğu sonuçları ve farkında olarak veya olmayarak nefret içeren tüm davranışlarımızı farketmek durumundayız. Kaldı ki direniş öncesinde daha sık rastladığım ayrışmacı tutum, arkadaş ortamlarında “Kürt” ve “Laz” kelimelerinin aşağılama amaçlı kullanılmasına kadar varabiliyordu. Bu, kadınlar ve LGBT bireyleri aşağı görme üzerinden gelişmiş cinsiyetçi günlük dilin yanında nispeten yeni. Şakası bile yapılmaması gereken bu ırkçı kafayı uyardığımda çok ciddi olmakla etiketlendiğim olmuştur. Etnik kökenleri aşağılayanlardan başı kapalı olanları hor görenlere kadar en azından genç kesimde bir kırılma yaşadığımıza inanmak istiyorum artık. Mücadeleyi bırakıp kendi halimize kaldığımızda yeniden kümelendiğimiz gerçeğini de unutmadan…

Gezi Parkı’nda renklendik ve bencillikten uzaklaştık: Solda Gezi Parkı Eczanesi, Sağda Gezi Parkı Filarmoni Orkestrası
Gezi Parkı’nda renklendik ve bencillikten uzaklaştık: Solda Gezi Parkı Eczanesi, Sağda Gezi Parkı Filarmoni Orkestrası

Bireylerin de yine devlet refleksleriyle tepki verdiğini görüyoruz aslında tüm bu renk sevmezlikle. Bireyler mi devleti besliyor yoksa devlet zaten en başta bireyleri mi kendine benzetiyor daha uzun ve başka bir tartışmanın konusu olabilir. Ancak sonuçta çoğumuz, o zevksiz dizayn edilmiş ve “sade” renklere boyanmış okullara gidip, kötü illüstrasyonlu ve renk yoksunu grafiklerin bezediği ders kitaplarına bakarak büyüdük. Algımız, içine doğduğumuz eğitim sisteminde çirkin bir hasara kesinlikle uğruyordur. Bu bağlamda yetişkin saydığımız ebeveynlerin renk sevmezliği, çocukları üzerinden okullarda çarpışıyor ve sosyal medya üzerinde de küfür, sinir, aşağılama, nefret etme, saldırma veya psikolojik şiddet halini alıyor. Medya organlarını saymıyorum bile.

Devletin, “politik renk” sevmezliği ise bir gelenektir biliyoruz ki. Öyle ki azınlıklar birer sorun ya da düşman, gayri müslimler ve gayri sünniler birer kafir olarak lanse edildi her zaman. Totaliter devlet yapısı sadece şekil, isim ve yöntem değiştirdi ama renk sevmezliği hep baki oldu. Zira “Yeni Türkiye” ismini takınan ve güya şekil değiştirme yolundaki devlet (özellikle hükümet demiyorum!), en sevmediği renk olarak da yeşil ve maviyi seçmiş durumda. Son olarak Yırca Köyü’nde binlerce zeytin ağacını vahşice katleden, korumak isteyenlere karşı şiddet uygulayan Kolin isimli şirketin mafyatik tavrını cesaretlendiren bir devlet örgüsü olduğunu açıkça görmek gerekir.

Tüm bunların birbirinden ayrı konular olmadığını, tepeden tırnağa renk sevmezlikle kuşatıldığımız gerçeğiyle yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Değişimi başlatmanın başka türlü bir yolu olamaz nitekim.

“Yalnızca kaçınılmaz olana ve var olma hakkına saygı gösterseydik müzik ve şiir caddeler boyunca yankılanabilirdi.” – Henry David Thoreau

Can Kazaz

 

 

Can Kazaz

Cem Özdemir: Türkiye’nin daha çok Yeşillere ihtiyacı var

Almanya Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Cem Özdemir Avrupa Yeşiller Partisi Konsey toplantısı ana tema konuşmasını yaptı.

Konuşmanın başlıkları şöyle:

  • En çok katılımcılı konseyimizi gerçekleştiriyoruz, şu an 300 kişi bu salonda. İstanbul’da Yeşiller Konseyi’ni yapmak oldukça özel. İstanbul tarihi farklı kültürleri bir arada bulundurmasıyla Avrupa tarihinin bir şablonu oldu, ama dini tahammülsüzlük ve ultra-milliyetçilik bu şablonu tekrar tekrar tehdit etti. İstanbul’u bir de gelecekte ebedi kalmak için üzerine anıtlar diken liderlerinin bazen büyük bazen çılgın hayalleri tehdit etti. Şu anki liderin hayalleri betondan ve plastikten  ibaret. Merak ediyorum gelecek nesiller İstanbul’un neyine hayran kalacak? Alışveriş merkezleri, sayısız havalimanları, ardı ardına açılan Boğazlara mı yoksa Ayasofya ve Haliç’e mi?
  • Bildiğiniz gibi cumhurbaşkanın medya imparatorluğunda manşetlerde pek  iyi yer almadım. Hatta o zamanın başbakanı, şimdi cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın istenmeyen kişi ilan ettiği benim için tekrar İstanbul’da olmak ayrıca güzel.
  • 2004’te İstanbul’da Yeşiller Partisi toplantımızı hatırlıyorum, o zaman Türkiye’deki reform süreci ve Avrupa Birliği için çok umutluyduk. Maalesef pek  umut kalmadı. İnanıyorum ki her iki taraf, Türkiye ve AB, birbirinden uzaklaştıkça kaybediyorlar. Bu Konsey toplantısı da gösterecek ki Türkiye ile ilişkilerimiz göz ardı etmek veya vazgeçmek için çok önemli.
  • Hepimize, özellikle dışarıda yanlış hikâyeleri anlatanlara hatırlatmak isterim ki Türkiye’de Müslüman nüfus olması AB sürecinde hiçbir zaman önemli olmadı. Açık konuşalım, Türkiye’nin problemleri demokrasi, ifade özgürlüğü ve sansür. Türkiye 2004’teki toplantımızdan beri yanlış yolu seçti.
  • Herkes Türkiye’nin çok yol aldığını kabul ediyor, ekonomik büyüme, altyapı, Kürtlerle barış süreci. Ama hepsinin bir bedeli oldu. Artan çevre hasarı, Türkiye’yi özgün yapan doğası ve biyoçeşitliliğinin kaybı, zengin ve fakirin arasındaki uçurumun büyümesi, işçilerin hakları ve güvenliklerinin hiçe sayılması, sivil haklar üzerindeki baskı ve artan kutuplaşma.
  • Gezi Protestoları artan beklentiler ve büyüyen sinirin dışa vurumuydu; daha çok demokrasi, yaşam hakkını savunma, protesto hakkını savunma isteğiydi. Partnerimiz Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi bu protestolarda kendi rolünü oynadı. Türkiye’nin daha çok ve daha güçlü Yeşillere ihtiyacı var!

Göçmen Krizi

  • Avrupa’da koltuklarımızdan oturarak yargılamak kolay, Ürdün ve Lübnan gibi Türkiye de ülkeye aldığı inanılmaz sayıda göçmen için saygıyı hak ediyor. Birleşmiş Milletler 1,6 milyon göçmenin Türkiye’de olduğunu raporluyor. Türkiye’nin yardımımıza ihtiyacı var. Sadece insani yardıma değil, daha çok göçmeni Avrupa Birliğine kabul etmemize de ihtiyaç var.

IŞİD

  • Türkiye IŞİD’e karşı Kürtlerle birlikte savaşma ve böylece Kürtlerle uzlaşma fırsatını tepti. Kürtler ve Türkler birlikte IŞİD’e karşı savaşsaydı, nasıl güçlü bir mesaj olurdu? Nesiller bunu konuşurdu. Olmadı. Düşmanımın düşmanı arkadaşımdır felsefesi Türkiye’yi hiçbir yere götürmüyor.

Sorunların köklerine inmeliyiz:

  • İklim değişikliğiyle savaşmalıyız!
  • Tarımsal ödenek sistemimizi değiştirmeliyiz!
  • Çatışma bölgeleri ve diktatörlere silah satmamalıyız!

Bizi bir araya getiren Yeşil Vizyonumuz:

  • Biz Yeşiller daha iyi bir çevre, hem insanlara hem de gezegenimizin geleceğine hizmet eden bir ekonomi için savaşıyoruz.
  • Biz insanların, nereden gelseler, neye insanlar ve her kimi sevseler de kendilerini ifade edebilecekleri katılımcılık istiyoruz
  • Avrupa Birliği her zaman barış, özgürlük ve refah projesi oldu. Eski milliyetçi tarfilere dönmek bir seçenek değil. Avrupa’da barış kırılgan, ama demokrasi de öyle. Birlikte bölücü ve gerici düşüncelere karşı duralım.
  • Bu konseyde bizim onlara karşı Yeşil cevaplarımızı konuşacağız, ve ben inanıyorum ki cevaplarımız hazır. Bu yüzden Türkiye dahil tüm Avrupa’da daha çok Yeşillere ihtiyacımız var.

(Yeşil Gazete)