Antalya 2’nci İdare Mahkemesi, daha önce yürütmeyi durdurma kararı verdiği, Akseki ve Manavgat ilçeleri sınırlarını kapsayan ve köylünün büyük direniş gösterdiği Ahmetler Kanyonu Karpuz Çayı üzerinde yapılması planlanan Kanyon Regülatörü ve HES projesi için açılan davada şirketin ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararını iptal etti.
Antalya’nın Akseki İlçesi’nden başlayıp Manavgat İlçesi’ne devam eden Karpuz Çayı ve bu çayın geçtiği Ahmetler Kanyonu’nda inşa edilmesi kararlaştırılan Kanyon Regülatörü ve HES projesi hakkında Antalya Valiliği, 31 Aralık 2009 tarihinde ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir’ kararı aldı.
Valiliğin ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararının Manavgat’ta sadece bir kütüphanede asıldığını belirleyen köylüler, çözüm yolu aramaya başladı. Irmağın karşı yakasında da Akseki İlçesi’ne bağlı Güçlüköy olduğundan yola çıkan köylüler, duyurunun sadece Ahmetler Köyü üzerinden yapıldığını, Akseki’de bir duyuru yapılmadığını belgeledi.
Güçlüköy’den Ertuğrul Tosun ve Mustafa Er tarafından bölgedeki tüm köylüler adına Antalya 2’nci İdare Mahkemesi’ne başvuruda bulunuldu ve dava kabul edildi.
2013 yılında, HES yapılacak sahada inceleme yapılmadığı, yapılacak tesisin o bölgede yaşayan canlılara zarar vereceği ileri sürülerek iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle açılan davada köylüleri sevindirecek karar çıktı. Bilirkişinin hazırladığı, ‘Projenin çevresel etkilerinin yeterince incelenmediği, projenin gerçekleştirilmesi durumunda doğal hayatın sürekliliği ve bölgedeki ekoturizm potansiyelinin olumsuz etkilenebileceği, bölge halkının su kullanım haklarının ihlal edilebileceği düşünüldüğünden, ÇED raporu hazırlanması gerektiği’ raporu doğrultusunda karar veren mahkeme, yürütmeyi durdurdu.
Mersin’in Gülnar İlçesi Büyükeceli Mahallesi’ne yapılacak Akkuyu Nükleer Güç Santrali için hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna nükleer karşıtları, topladıkları yaklaşık 3 bin dilekçe ile itiraz etti.
Aralarında CHP Mersin Milletvekili Prof. Dr. Aytuğ Atıcı, Nükleer Karşıtı Platform (NKP) Dönem Sözcüsü Seyfettin Atar, Tabip Odası Başkanı Ful Uğurhan, Jeoloji Mühendisleri Odası İl Temsilcisi Erkan Demir ve çeşitli oda ve sivil toplum örgütlerinin bulunduğu NKP üyeleri, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü önünde bir araya geldi.
Nükleer Karşıtları ile birlikte itiraz dilekçesi imzalayan Milletvekili Aytuğ Atıcı, 3 bin 730 sayfalık rapor hakkında, halkın görüş ve önerilerini sunması için 10 günlük süre verilmesinin yetersiz olduğunu belirtti.
Mersin’de benim gibi binlerce arkadaşım dilekçeleri imzaladılar. Akkuyu’da yaşayanlar da buraya nükleer santral yapılmasını istemiyorlar. Onlar da ÇED’e itirazlarını bildirdiler diyen Atıccıi, “Yaklaşık 4 bin sayfalık bir raporun da bu kadar kısa bir sürede okunmasının çok da mümkün olmayacağını biliyoruz. Bu sürenin de yetersiz olduğunu biliyoruz. Yangından mal kaçırır gibi binlerce sayfalık raporu önümüze koyup da 10 gün içerisinde bunun değerlendirilmesini istemek doğru olmayacaktır” şeklinde konuştu.
Açıklamaların ardından nükleer karşıtları topladıkları yaklaşık 3 bin itiraz dilekçesini Çevre ve Şehircilik il Müdürlüğü’ne teslim etti.
Çin’de devam eden Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesinde ABD Başkanı Barack Obama ile Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping, ABD ve Çin arasında iklim değişikliği ile mücadeleye yönelik bir anlaşmaya varıldığını açıkladılar. Anlaşmaya aylardır devam eden çift taraflı diyalog ve gizli görüşmelerin ardından ulaşıldığı açıklanıyor.
ABD Başkanı Barack Obama ve Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping en büyük iki emisyon oranına sahip ülkelerinin iklim anlaşmasını bugün Beijing’de açıkladılar.
Anlaşmaya göre Çin, 2030 yılında veya bu tarihten önce sera gazı salımlarında pik değere ulaşacak. Ülke, ayrıca yine ayni seneye kadar enerji üretiminin %20’sini sıfır karbon salımlı kaynaklardan sağlayacak. ABD ise 2025 senesinde sera gazı salımlarını 2005 seviyelerinin %26-%28 altına çekmiş olacak. Amerikalı yetkililer, bunun ülkeyi 2050 yılına kadar sera gazı salımında %80 indirim istikametinde tutacağını açıklıyor.
Başkan Obama, açıklamasında iki ülkenin ekonomik liderler olarak mesuliyetine dikkat çekti ve Xi’yi ve takımını Çin’in emisyonlarını yavaşlatmak, sınırlamak, ve sonra azaltmak üzere vaadleri için tebrik etti. ABD’nin hedeflerini ise hırslı olarak tanımladı, ve hedeflerin mevcudun iki katı hızla azaltmayı içerdiğini söyledi. Diğer önde gelen ekonomileri de bu konuda hırslı olmaya çağıran Başkan, gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomileri bu konuda işbirliğine çağırdı.
Xi ise konuşmasında 2015’te Paris’te anlaşmaya varacağız dedi ve iklim haricinde temiz enerji ve çevre konusunda pratik işbirliğini derinleştirme vaadinde bulundu. Çinli yetkililer, ayrıca her iki ülkenin hedefleri yükseltmesine yer olduğunu açıkladılar; Beyaz Ev de açıklamasında bu işbirliğini detaylandırıp altını çizdi.
Son ara-seçimlerde ABD Temsilciler Meclisi’nin ardından Senato’da da çoğunluğu ele geçiren Cumhuriyetçilerin Obama’nın sera gazı salımlarını iki kat hızla azaltma vaadine karşı çıkması bekleniyor. Cumhuriyetçi senatörler seçimlerin ardından ilk konuşmalarında kömür santrallerinin emisyonlarına getirilen sınırlama başta, enerjide deregülasyon ve Kanada’dan katran kumulları petrölü taşıyacak Keystone XL boru hattının gerçekleşmesi için çalışma sözü vermişlerdi.
Beyaz Ev’in açıklaması, Çin’in %20 sıfır karbon kaynaklı enerji vaadinin, ülkenin 2030’a kadar 800-1000 GWh, yani mevcut kömür altyapısından fazla, yenilenebilir veya diğer karbon dioksit salmayan enerji kapasitesi geliştirmesi anlamına geleceğini söyledi. Çin, 2013 yılında 11 GWh güneş enerjisi, 16 GWh rüzgâr kurulu gücü eklemişti. Ülkenin 2030’a kadar nükleer enerji planları 150GWh kurulu güç eklemeyi içerdiğine göre, 650-850 GWh yenilenebilir enerji altyapısı geliştirmesi gerekecek.
Çin ve ABD’nin ortak emisyonları, dünya emisyonlarının yaklaşık %40’ına tekabül ediyor. Çin, şimdiye kadar gelişme hakkını gerekçe göstererek gelişmiş ekonomilerden büyük maddi katkı sağlanmadan bir anlaşmaya yanaşmıyordu, ve diğer gelişmekte olan ülkelerin bir kısmı bu politikada onu takip ediyordu. Bu bağlamda Çin’in açıklaması, küresel bir anlaşmaya doğru hâyli ümit veren bir adım. ABD’nin vaad ettiği rakamlar 1990 seviyelerinin %22.3-%24.1 altına tekabül ediyor. Küresel salımların %11’inden sorumlu AB’nin 2030 yılına kadar %40 indirim vaadiyle birlikte değerlendirildiklerinde, 2020 sonrası süreç için anlaşma sağlama hedefiyle toplanacak ve anlaşma çıkması elzem 2015 Paris BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 21. Taraflar Konferansı (COP21) öncesi bu anlaşma, gerek salımlarda gerekse uzlaşma siyasetinde eğilimi değiştirebilecek müsbet bir gelişme.
World Resource Institute’ten (Dünya Kaynak Enstitüsü) Andrew Steer de bu anlaşmanın Paris’te kürsel bir anlaşmaya yönelik bir ivme hareketi olacağına inandığını söyledi. Greenpeace Doğu Asya’dan Li Shou ise anlaşmayla, en büyük iki salıcının göbekten bağlı olduklarının ve birlikte eyleme geçmeleri gerektiğinin farkına vardıklarını söyledi. Yine de, Uluslararası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son Değerlendirme Raporu’ndaki (AR5) riskli ve mütavazı (450 ppm CO2 bazlı) senaryolar için bile 2050 yılına kadar 2010 değerlerinden %40-%70 indirim öngörüldüğü dikkate alınırsa, çok daha kuvvetli eylemle devamının getirilmesi şart.
Diğer taraftan, Türkiye, küresel emisyonların %1.1’i ile ilk 20 büyük emisyoncu arasında. 2012 yılında Türkiye’nin salımları 1990 seviyelerinin %133 üstünde idi, ve bu, ayni konumdaki EK-1 ülkeleri arasında en yüksek artış. Hükümetin henüz bir salım indirimi politikası yok, enerji politikası da bunun tersi istikamette. Son olarak bu Eylül’de BM İklim Zirvesi’nde Erdoğan, kritik kütleye ulaşılırsa Türkiye’nin Paris anlaşmasına taraf olacağını açıklamıştı.
Beyaz Ev, açıklamasında “ilan edilen eylemler dünya ekonomisini derin bir şekilde karbonsuzlaştırmaya yönelik daha uzun vadeli bir çabanın parçası. Bu eylemler ayni zamanda küresel iklim müzakerelerine önümüzdeki sene Paris’te başarılı bir yeni iklim anlaşmasına varmaya doğru ivme kazandıracak” dedi.
İzmir, Bayındır’a bağlı Çınardibi Köyü ile Dernekli Köyü’ne bağlı Marmariç Mahallesi sakinleri bölgede yapımı planlanan RES’lere (Rüzgar Enerji Santralleri) karşı hukuki mücadele başlattı.Bölge, Soma Yırca Köyü’nde olduğu gibi acele kamulaştırma tehdidi ile karşı karşıya.
Marmariç’in çevresine kanatlarıyla birlikte 100 metreyi geçen dev direkler dikecek olan Yander Elektrik Mühendislik Müş. İnş. Turz. ve Tic. A.Ş.’nin hazırladığı proje tanıtım dosyasında, Marmariç’te yaşayanlar yok sayılıyor ve santral sahasının yerleşim yerlerinden, orman ve tarım alanlarından uzaklaştırıldığı belirtiliyor. Oysa aynı dosyada yer alan haritalarda Marmariç, santral sahasının içinde görünüyor ve direklerin dikilmesi için, ormanda 16,2 km’lik bir koridor açılacağı belirtiliyor.
Marmariç
Dokuz şirketin bölgede RES yapmak üzere lisans aldığını öğrenen Marmariçliler, bir yandan projenin iptali için Yander A.Ş.’ye dava açarken , diğer yandan da projenin durdurulması için bir imza kampanyası başlattılar. Change org üzerinden başlatılan ve Marmariç Ekolojik Yaşam Derneği üyesi ve Türkiye Permakültür Araştırma Enstitüsü’nün kurucusu Mustafa Fatih Bakır tarafından kaleme alınanİmza kampanyasında Yander A. Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Bayram Kınay’a, “Köyümüzden ve doğamızdan elini çek” deniyor. İmza kampanyasına change.org/restcek adresi üzerinden ulaşmak mümkün.
“Şirket bize haber verme gereği dahi duymadı”
HES’lerde olduğu gibi, RES’lerin de doğru ve duyarlı yapıldığında temiz ve iyi bir enerji üretim yöntemi olduğunu savunan Marmariçliler adına imza kampanyasını başlatan Mustafa Fatih Bakır, “Ekibimizden birisinin fark etmesi ve uyarısı üzerine konuyu derinlemesine araştırmaya başladık. Okuduk, izledik, dinledik ve çok kısa sürede başımıza gelmek üzere olan felaketi kavradık. Bırakın bize olumsuz taraflarından bahsedilmesini, yaşadığımız yerde böyle bir yatırım yapılacağını dahi bilmiyorduk. Yatırımı yapacak ve hemen dibimize, önümüzdeki aylarda 100 küsur metre boyunda ve kanat uzunluğu 60 küsur metre olan dev, endüstriyel rüzgâr türbinlerini dikmeye başlayacak olan Yander adındaki şirketi temsilen kimse gelip ‘selamünaleyküm…’ demediği gibi, muhtarımız ya da herhangi başka bir resmî kurum tarafından bir tebligat da elimize ulaşmadı.”Şimdi Marmariçliler, mülklerinin, topraklarının ”acele kamulaştırma” ile ellerinden bir gecede alınma ihtimaliyle karşı karşıya,” şeklinde konuşuyor.
“Biz RES’e karşı değiliz ama”
Marmariç’te yaşayan Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği üyesi Oya Ayman da Yeşil Gazete’de bugün yayınlanan, “Temiz enerji için, sadece karbon salmıyor olmak, yeterli mi?” başlıklı yazısında, “Bacasından saldığı gazlarla, kuraklıktan sellere ve gıda kıtlığına kadar yıkıcı tahribatlara yol açan iklim değişikliklerinin en önemli nedenlerinden kömürlü termik santraller ya da yüzbinlerce insanın ölmesine, sakat kalmasına ve yerinden yurdundan olmasına neden olan kaza risklerini taşıyan nükleer santrallerin yanında RESlerin yapılması tercih edilebilir. Zaten Marmariçliler de ”Biz RES’e karşı değiliz” diyorlar ama ardından ekliyorlar: ”RES’lerin, insanın da parçası olduğu yaşamın bütününü tehdit eden ölçeklerde yapılmasını istemiyoruz. Kilometrelerce ötedeki insanların adeta sınırsızmış gibi kullandıkları enerji için, burada, insanın, kurdun, kuşun, ağacın yaşamını altüst eden RES’ler yerine, yerelin ihtiyacını karşılayan küçük ölçekli rüzgar türbinlerinden yanayız. Aynen sadece yerelin ihtiyacını karşılayan küçük ölçekli nehir santrallerine karşı olmadığımız gibi…” görüşünü dile getiriyor.
Bir an için, huzurla yaşadığınız evinizin az ötesine, dev bir pervane yerleştirildiğini; evinizin, tek geliriniz olan tarlanızın, bağınızın, bahçenizin aniden elinizden alınıp, kapı dışarı edildiğinizi; neşenizi, acınızı paylaştığınız dostlarınızdan, komşularınızdan ayrılmak zorunda bırakıldığınızı düşünün…
Ne yaparsınız?
Çoğunuzun ilk tepkisi muhtemelen ”Bunu yapamazlar” olacak. Sonra muhtemelen termik santral yüzünden kesilen zeytin ağaçlarını, HESler yüzünden suyundan, toprağından olan insanları, otoyollar ve yerleşimler yüzünden yaşam alanları giderek daralan yaban hayatını düşünecek ve ”Bunun gerçekleşmemesi için elimden geleni yaparım,” diyeceksiniz.
Marmariç
İzmir, Bayındır’daki Çınardibi köylüleri ve Marmariç sakinleri de öyle yaptılar…
Ekip biçtikleri yerler ”acele kamulaştırma” tehdidinde…
Bir gün, Yander A.Ş. ve Borusan EnBW tarafından, yaşadıkları bölgeye Rüzgar Enerjisi Santralleri yapılacağını, bu santraller için çevrelerindeki ormanlarla kaplı tepelere kanatlarıyla birlkte 100 metreyi aşacak yükselikteki rüzgar türbinleri dikileceğini öğrendiler. Bu şirketler, önümüzdeki yıllarda potansiyel olarak belki de 100’ün üstünde endüstriyel türbinle civar tepelere çökmüş olacaktı.
Konuyu incelediklerinde, Borusan EnBW’nin dikeceği türbinlerin, yakındaki Çınardibi köylülerinin evine 400 metre kadar yaklaşacağını, aralarından bazılarının evinin ve tarlasının santral sahası içinde kalacağını, bu nedenle -yasalara göre, sadece savaş halinde uygulamaya konulabilen- ”acele kamulaştırma”yla hükümetin, ekip biçtikleri arazilerini ellerinden alarak RES şirketine verebileceğini öğrendiler. Bazıları da, -arazileri santral sahası içinde kalmasa da- türbin kanatlarını taşıyan dev tırların geçmesi için, evlerinin yanıbaşında ya da tarlalarında 3 km yol açılacağını fark ettiler.
Devasa türbinler ve onların geçeceği yollar için kuşların, kelebeklerin, tilkilerin, sincapların ve onlarla birlikte pek çok canlının yaşam alanı tahrip olacak ve çok sayıda ağaç kesilecekti…
Ve yaşamlarının alt üst olmaması için her aklı selim insan gibi, mücadele etmeye karar verdiler.
Çınardibi köylüleri, Borusan EnBW’ye ait Fuat RES projesi için Başbakanlık, Maliye Bakanlığı ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na karşı açtıkları davayla, dekarlarca alanı kaplayan geçimlik tarlalarını ”acele kamulaştırma”dan kurtarmaya çalışırken, yakınlarındaki Dernekli Köyü’nün Marmariç Mahallesi sakinleri de Yander Elektrik A.Ş.’ye ait Mersinli RES projesine karşı hukuki mücadele başlatarak, İzmir Valiliği tarafından verilen ”ÇED gerekli değildir” kararının iptali için dava açılar.
Her iki davada Çınardibi köylülerinin ve Marmariçliler’in avukatlığını üstelenen Cem Altıparmak ve Hande Atay, “Son yıllarda Ege Bölgesi rüzgar potansiyelini kullanmak iddiası ile bölgenin kaldıramayacağı sayıda rüzgar santrali projeleri gündeme geliyor ve bu projeler hakkında ciddi ve kapsamlı bir ÇED değerlendirmesi yapılmaksızın, onay ve izinler veriliyor. Bu süreçler, halkın bilgiye erişim ve itiraz hakkı dikkate alınmaksızın tamamlanıyor” diyor ve ardından da ekliyorlar: ”Dava konusu yaptığımız projeler de böyle bir sürecin sonunda, kamu yararı kavramı tartışılmaksızın ortaya çıkmış projeler. Bir yatırımı üstlenen ticari işletmenin çıkarı ile kamunun çıkarı bir ve aynı şey değil. Bir işletme, kendinin kâr elde etmesinden fazlasını düşünmek zorunda değil. Kamu idaresi ise bir faaliyetten elde edilecek ticari gelirle, bu faaliyet sonucunda ortaya çıkacak ekolojik zarar arasındaki farkı gözetmek zorunda. Oysa iktisadî gelişme sadece ekonomik büyüme değil, aynı zamanda kültür varlıklarının ve doğal kaynakların korunmasıdır. Bu nedenle, bir faaliyetin ekonomik olup olmadığına, kamu yararı taşıyıp taşımadığına yönelik değerlendirme, sadece elde edilecek gelirin düzeyi veya yatırımın büyüklüğü ile ölçülemez. Bu anlamda, ekonomik olan, ekolojik de olmak zorundadır.”
RES Tanıtım Dosyası’nda Marmariç sakinleri yok!
Her biri 2,5 MW gücündeki 22 türbini kapsayan Yander A.Ş.’nin Mersinli RES projesinin 16,2 kilometrekarelik bir alanı kaplayacağı belirtiliyor. Projenin tanıtım dosyasında Mersinli Mevkii’nde yer alan Dernekli Köyü’ne bağlı Marmariç’ten söz edilmiyor, yokmuş gibi davranılıyor. Marmariç Ekolojik Yaşam Derneği üyesi ve Türkiye Permakültür Araştırma Enstitüsü’nün kurucusu Mustafa Bakır bu konuda şunları söylüyor:
Acele kamulaştırma kararı çıkarsa Marmariç sakinleri de topraklarını terketmek zorunda kalacak
”Ekibimizden birisinin fark etmesi ve uyarısı üzerine konuyu derinlemesine araştırmaya başladık. Okuduk, izledik, dinledik ve çok kısa sürede başımıza gelmek üzere olan felaketi kavradık. Bırakın bize olumsuz taraflarından bahsedilmesini, yaşadığımız yerde böyle bir yatırım yapılacağını dahi bilmiyorduk. Yatırımı yapacak ve hemen dibimize, önümüzdeki aylarda 100 küsur metre boyunda ve kanat uzunluğu 60 küsur metre olan dev, endüstriyel rüzgâr türbinlerini dikmeye başlayacak olan Yander adındaki şirketi temsilen kimse gelip ‘selamünaleyküm…’ demediği gibi, muhtarımız ya da herhangi başka bir resmî kurum tarafından bir tebligat da elimize ulaşmadı.”Şimdi Marmariçliler, mülklerinin, topraklarının ”acele kamulaştırma” ile ellerinden bir gecede alınma ihtimaliyle karşı karşıya. Bir yandan haklarını arayabilmek için hukuki yolları denerken, diğer yandan da karar vericilerin projeyi iptal etmesine yönelik olarak change.org’da bir imza kampanyası başlattılar: www.change.org/restcek
Mustafa Bakır, ”Şu anda yerimizde yurdumuzda, evimizde barkımızda sağlığımız, huzurumuz, üretimimiz, ağaçlarımız, bahçelerimiz, hayvanlarımız ve bütüncül bir şekilde baktığımızda da tüm yaşamımız tehdit altında,” diyor ve ekliyor: “Bize bu kadar yakın ve bize bu kadar büyük bir zararı olacak bir endüstriyel yatırımı yaparken bizden bir selamı bile esirgeyen, bizi bilimsel raporlarında da yok sayan bir zihniyetle elimizden gelen bütün yollarla mücadele etme ve bu projeyi ve başlarsa inşaatı ne pahasına olursa olsun durdurma kararı aldık.”
Rüzgar Türbini Sendromu
Mersinli RES için hazırlanan yeni Proje Tanıtım Dosyası’nda yer alan başka bir çelişki de, gürültü seviyeleriyle ilgili. Mersinli Mahallesi için eski projede 45 dBA olan gürültü seviyesinin, yeni projede 35 dBA’ya düşürüldüğü belirtiliyor. Ancak direkler yerleşim alanına 160 metre yaklaşırken, gürültü seviyesinin nasıl düştüğü merak konusu.
Elektrik Mühendisleri Odası’ndan Dr. Özgür Salih Mutlu, ”RES’lerin Çevreye Olumsuz Etkileri” raporunda rüzgar santrallerinin genellikle ormanlık alanlara kurulmadığını belirtiyor ve Rüzgar Türbini Sendromu’na dikkat çekiyor: ”Kanat sesleri ve gölgeleri, yakındaki yerleşim yerlerini etkileyebilir. Türbinin çok yakınında uzun süre kalınması durumunda akustik travma oluşabilir, iç kulakta işitme ve denge merkezleri etkilenebilir. Bunun sonucunda kulak çınlaması, baş dönmesi atakları, dengesizlik, bulantı ve asabiyet gibi rahatsızlıklar meydana gelebilir.” Dr. Mutlu, türbinlerin en az 1 km uzaklıkta olması gerektiğini söylerken, bazı tıp ve araştırma otoritelerinin desteklediği, Dr. Nina Pierpont’un yaptığı bir deney raporuna göreyse, yeni nesil türbinlerin yaşam alanlarından, ova gibi düz alanlarda en az 2 km, tepelik alanlarda ise en az 3,2 km uzakta tesis edilmesi gerekiyor.
Gerek Borusan EnBW’nin planladığı Fuat RES gerekse Yander A.Ş.’nin Mersinli RES projelerinin bulunduğu coğrafya aynı zamanda ormanlık alan. Proje sahasının kuş göç yolları ile ilgili ciddi sorunu var.
Mustafa Bakır, Karaburun Yarımadası’ndaki Yaylaköy ve çevresine dikilen rüzgâr türbinlerinden etkilenen köylülerin anlattıklarının kendileri için uyarı niteliği taşıdığını söylüyor: ”Kendi ağızlarından keçilerinin düşük yaptığını, erken sütten kesildiğini, türbinlere yaklaşmadıklarını ve dolayısıyla otlaklarının daraldığını, bal arılarının, zeytin sinekleriyle beslenen yarasaların ve kuşların o çevrede artık uçmadığını, şantiyelerden ve açılan yollardan kalkan tozun nasıl bütün ürünlerini ve her yeri kapladığını, hayvanlarını hasta ettiğini dinledik. Bunların hiçbirini bilmesek, duymasak, okumasak ve sadece Yaylaköy muhtarının “Eğer yerleşiminize yakın böyle birşey yapmak isterlerse canınızı verin, dağınızı vermeyin!” sözleri dahi yeterince uyarı olurdu.”
Temiz ve doğa dostu olması için karbon salmıyor olması yeterli mi?
Torbalı, Bayındır, Ödemiş, Tire hattında RES yapımı için dokuz şirkete lisans verildiği belirtiliyor. Ancak bölgede planlanan RES projeleri, İzmir’i plansız ve kontrolsüz bir enerji üretim merkezi haline getirebilir. Örneğin, İzmir Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Müdürlüğü, planın uygulama hükümlerine ilişkin görüşünde, bölgedeki RES yoğunluğuna dikkat çekiyor ve bütün bu projelerin etkileşim alanlarının birlikte değerlendirilmesi gerektiğini, bölgede bu kadar çok RES’in halkın tepkisine neden olacağını, bu nedenle projelerin yöre halkı, flora ve faunayla birlikte bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor.
Rüzgar türbinleri her ne kadar ”temiz” ve ”doğa dostu” olarak kabul edilse de, gerek türbin direklerinin, gerekse açılan yolların insan yerleşimleri ve geçim alanları ile orman ve yaban hayatının yoğun olduğu alanlarda planlanması bu nitelemeleri geçersiz kılabiliyor.
Örneğin Yander A.Ş., yerleşim ve geçim alanlarını santral sahası içine alan Mersinli RES’i planlarken ve permakültür tasarımına dayalı doğayla uyumlu bir yaşam için aileleriyle birlikte Marmariç’e göç eden yerleşimcilerin, barınmasını olanaksız kılarken, nasıl ”doğa dostu” bir proje yaptığını iddia edebilir? Kendi güneş panelleri ve yağmur suyu depolama sistemiyle enerji ve su ihtiyacını karşılayacak; taşla, kille, saman, su ve binbir emekle yapılan ekolojik evleri, doğa dostu tarımın yapıldığı bahçeleri, santral sahası içine alıp, kamulaştırırsa doğa dostu enerji üreteceğini nasıl iddia edecek? Bu yerleşim ve tarım alanları santral sahası içinde yer almasa da türbinlere bağlı olacak yüksek gerilim hatları tarımsal üretimi ve hayvancılığı nasıl etkileyecek?
Marmariç’te yaşayan Selen Akhuy, ”Santral sahasını Marmariç’in göbeğinden geçirerek orada barınmamızı imkansızlaştırırlarsa, bin bir nedenle kendi topraklarında yaşayamayıp göç etmek zorunda kalan yüz milyonlarca insan kervanına 15 kişi daha katılacak. Ama bu kadarla kalmıyor. Sadece Marmariçlilerin değil oraya yıllardır gelen onlarca gönüllü ve yüzlerce doğal yaşam savunucusunun ’başka bir hayatın mümkün olduğunu görebilme’ hayalleri de bir darbe daha yemiş olacak,” diyor.
Ölçek büyüdükçe sorunlar artıyor
Bacasından saldığı gazlarla, kuraklıktan sellere ve gıda kıtlığına kadar yıkıcı tahribatlara yol açan iklim değişikliklerinin en önemli nedenlerinden kömürlü termik santraller ya da yüzbinlerce insanın ölmesine, sakat kalmasına ve yerinden yurdundan olmasına neden olan kaza risklerini taşıyan nükleer santrallerin yanında RESlerin yapılması tercih edilebilir. Zaten Marmariçliler de ”Biz RES’e karşı değiliz” diyorlar ama ardından ekliyorlar: ”RES’lerin, insanın da parçası olduğu yaşamın bütününü tehdit eden ölçeklerde yapılmasını istemiyoruz. Kilometrelerce ötedeki insanların adeta sınırsızmış gibi kullandıkları enerji için, burada, insanın, kurdun, kuşun, ağacın yaşamını altüst eden RES’ler yerine, yerelin ihtiyacını karşılayan küçük ölçekli rüzgar türbinlerinden yanayız. Aynen sadece yerelin ihtiyacını karşılayan küçük ölçekli nehir santrallerine karşı olmadığımız gibi…”
RES kurma kriterleri gözden geçirilmeli
2000’li yılların sonunda, isteyen herkese denetimsizce dağıtılan üretim lisanslarının da etkisiyle, son yıllarda özellikle Ege Bölgesi’nde sayısı giderek artan RESlerin yerleşim ve üretim alanlarına yönelik tehididiyle, sağlık riskleri, RES planlama ve yapım kriterlerinin düzenlenmesi gerekliliğini ortaya koyuyor.
İster rüzgar ister güneş olsun, bir enerji üretim tesisinin sadece karbon salmaması yeterli değil. Planlama aşamasının hiçbir aşamasında, santral konusunda çevrede yaşayanların görüşünün alınmaması ve inşaatın çevrede yaşayanları nasıl etkileyeceği konusundaki umursamazlık karşısında, bir enerji üretiminin ”temiz” sayılabilmesi için ekolojik değerlerle birlikte, sosyal ve etik değerleri de içine alan daha fazla koşulun yerine getirilmesi ihtiyacı ortaya çıkıyor.
26 Kasım 2014’de Açık Radyo‘ya konuk olan Gözde Kazaz; Ümit Şahin ve Ömer Madra’nın hazırlayıp sunduğu, Açık Yeşil programında “Küller ve Kökler” yazı dizisini anlattı. Program kaydını buradan dinleyebilirsiniz
* * *
Afşin-Elbistan B Termik Santrali için kömür üretimi yapılan Çöllolar Açık Kömür Üretim Sahası’nda 10 Şubat 2011’de bir göçük meydana geldi. 10 kişinin kaldığı göçükten sadece bir işçinin cenazesi çıkarıldı; 9 işçinin cenazesi ise halen yerin altında. Bu göçükten tam 4 gün önce ise madende bir göçük daha meydana gelmiş, 1 işçi yaşamını yitirmişti. Bu iş cinayetleriyle ilgili açılan davadan halen sonuç alınamadı. ‘Bilinçli taksirle birden çok kişinin ölümüne sebebiyet vermek’ suçlamasıyla 23 kişiye açılan kamu davasının 17 Ekim 2014’te görülen son duruşması da avukatların eksik evrakları giderme talebi üzerine ertelendi. Bu ‘kazada’, Ermenek madenindeki ölümlere neden olan ihmallerin benzerlerinin izini sürmek mümkün. Maden işçileri anlattı.
Çoğulhan kasabasında hem sokaklar hem de binaların çoğu boş. Dükkanlar yıllar önce kapanmış, gidenlerin evleri çürümeye yüz tutmuş, belediye binalarının önünde inekler otluyor. Dışarıdan gelen biri için kasaba distopik bir film atmosferini andırıyor. Sanki nükleer bir felaket sonrası terk edilmiş gibi duran Çoğulhan’ın başına gelense 30 yıl önce topraklarına kurulmuş olan termik santral.
Baba toprağı
50 yıl önce çeltik ekecek kadar sulu arazilere sahip olan Çoğulhan toprağının bir kısmı, 1973’te başlayan istimlaklarla önce santrale sonra da Ciner grubunun işlettiği Çöllolar açık maden havzasına verildi. Yusuf Korkmaz da tarlasını verenlerden; “Geçen sene babadan kalan 57 dönüm araziyi 9 bin 300 liraya sattım. Akrabalarımla beraber bin üç yüz dönüm toprağımız gitti. Çiftçiydim, tarlam gitti. Tarlanın parası bitene kadar yiyeceğim. Sonrası için Allah büyük.”
Yusuf Korkmaz.
Kasabanın kahvesinde bizi maden işçileri bekliyor. Çöllolar madeni kapatıldıktan sonra A santralinin kömür ihtiyacını karşılayan Kışlaköy madenine giren bir işçi konuşmaya başlıyor ama ismimi vermemekte ısrarlı: “bu kazadan sonra Enerji Bakan Taner Yıldız, kazayı depremin tetiklediğini söylemişti. Bakan bunu söyledikten sonra ben ne söyleyebilirim ki, işimden olurum..” 2011’deki kazanın ardından kapatılan madende çalışan işçiler, tazminatları verilerek işten çıkarılmış, ‘maden açıldığında gelin çalışın’ diye ağızlara da bir parmak bal çalınmış elbette. Şimdi işçilerin bazıları Ciner grubunun Konya ve Silopi’de bulunan diğer madenlerinde çalışmak için göç etmiş durumda, bazıları da Kışlaköy’e girdi. Madencilerin aktardığı kadarıyla, tehlike çanları 2010 yılından itibaren çalmaya başlamış; “ 2010 Şubat ayına, batıdan kuzeydoğu yönüne doğru çapraz bir çatlak oluştu. O çatlak ilerlemeye başlayınca doğu kısmına destek olarak iç döküm yaptılar.”
“Madeni susuzlaştırmadan açtılar”
Çoğulhan kasabasına yakın olan Karahöyük köyünde konuştuğumuz iki madenci de, söz konusu kazadan sonra Afşin Elbistan Linyitleri’nin (AEL) işlettiği madende çalışmaya başlamıştı. Bir tanesi özel maden ve devlet madeni arasındaki farkı şöyle anlatıyor: “Devlet kömüre ulaşmak için yılda yaklaşık 30 kuyu vuruyor. Biz özel madende ayda 20 kuyu vuruyorduk. AEL’de dört metrede bir alttaki su alınır. Burada bir an önce kömüre inelim diye suyu tam temizlemeden kuyu açıp durdular. 12 saat çalışıyorduk. Susuzlaştırmadan giriştiler. Sonra da kaza oldu zaten. “
Makina mühendisi ve enerji analisti Haluk Direskeneli, Çöllolar madenindeki kazanın öngörülebileceğini belirtiyor; “Hurman Çayı dogal yataginda kömür madeninin ortasından geçiyor, bu durum da kömürün ıslanmasına sebep oluyor. Çayın, kömür madeninin ortasından geçmesi engellenmeli, madende susuzlaştırma yapılmalı. Ermenek’te de aynı durum vardı; madene suyun girmesi onceden önlenmeliydi.”
“Büyüklerimizin anıları gitti”
Çoğulhan kasabasının bir önceki muhtarı Güngör Şahin, kasabanın üçte ikisinin gittiğinden bahsediyor. Çoğulhan’ın kaldırılması için imza kampanyası başlatmışlar, 912 imza toplanmış; “Milletvekillerine, Kaymakama, siyasi partilerin ilçe başkanlarına teslim ettik. Verdiğimiz imzalarla ilgili yazı bile yazmadılar bize.” Fakat herkes aynnı görüşte değil. İsmini vermek istemeyen bir başka madenci, yaşamının geçtiği toprakları geri istediğini anlatıyor: “Burada büyüklerimizin anılarının geçtiği yerlerin hepsi gitti. B santralinin yapıldığı yerde bir sürü insanın geçmişi var. Burada yaşadım diyeceğim bir ev, bir toprak kalmayacak burada. Ben istimlak olmasını, buradan gitmeyi istemiyorum.”
Tedirgin bekleyiş
Fakat istimlak bitecek gibi görünmüyor. Sinekliköy gibi bazı köyler tamamen alınmış, Karahöyük köyü gibi bazı köylerin ise bir kısmıgitmiş, tedirginlikle yeni gelecek istimlak furyası bekleniyor; “Çöllolar maden işletmesi köyün bir kısmını aldı, bir kısmını almadı” diye anlatıyor bir köylü; “Hep bir bekleyiş içindeyiz. Kimse çivi çakamıyor. Bu köy ekonomik olarak Afşin’in en birinci köyüydü. Şimdi çöl oldu. 135 haneydik, 70-80 haneye düştük. 2-3 yıl sonra daha da azalır.”
‘Kirletme’ izni
Afşin-Elbistan bölgesindeki A ve B termik santralleri, çevreye verdiği zarar dolayısıyla defalarca Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından idari para cezasına çarptırıldı. Geçtiğimiz 10 yılda çevreye 38,7 milyon ton kül, 117,4 milyon ton karbondioksit, 5,8 milyon ton kükürt gazı, 0,28 milyon ton azot gazı yaydı. 23 milyon ton toryum ve 56,7 ton uranyum bırakan A Termik Santrali’ne Ocak 2013 tarihinde kesilen son cezanın miktarı ise 160 bin TL.
Santraller 2013 Mart ayında yürürlüğe giren Elektrik Piyasası Kanunu çerçevesinde, çevre kirliliği dolayısıyla ceza kesilebilecek kurumlar listesinden çıkarımış, her iki santrale de çevreyle ilgili mevzuatlara uygunluğu sağlanması için 2018 yılına kadar süre tanınmıştı. Ancak bu değişiklik Anayasa Mahkemesi’nce Mayıs ayında iptal edildi. Santrallerin bu durumda ne yapacağı ise halen belirsiz.
Bürokratik engeller
Öte yandan, Afşin Elbistan B Santrali’nin Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu, Afşin A Termik Santrali’ne baca gazı desülfürizasyon yapılması şartı ile alınmıştı. Bu süre 2012 yılında bitti ve baca gazı uzatması olmadığı için 2017′ye uzatılması yapıldı. Afşin A Termik Santrali için şart olan rehabilitasyon ihalesi ise uzun zamandır sonuçlandırılamadı. Dünya Bankası, ihaleyle ilgili sorunlar nedeniyle verdiği 280 milyon Euro’luk krediyi iptal etti. Velhasıl, baca gazı sistemi olmayan, rehabilitasyonu yapılamayan A santrali ve teknik olarak sorunlu B santralinin alması gereken önlemler konuşulurken belli ki süreç yeni kararnamelere, kanunlara takılıyor.
Afşin-Elbistan’ın altı da üstü de bereketli olan toprakları, o topraklarda yaşayan insanların laneti olmuş gibi görünüyor. Üzüm bağlarıyla ünlü havzanın artık çoraklığında, kuraklığında termik santralin izi var. Santralse bütüncül planlanmayan enerji ve çevre politikalarının abidesi gibi dikiliyor. 30 senenin ardından neredeyse hurdaya dönen olan bir santralin kurulduğu bu topraklar yüzyıllarca çiftçilik yapan insanları yaşatmıştı. Şimdiyse insanların köklerinin üzerine ancal kül ve duman savruluyor.
26 Kasım 2014’de Açık Radyo‘ya konuk olan Gözde Kazaz; Ümit Şahin ve Ömer Madra’nın hazırlayıp sunduğu, Açık Yeşil programında “Küller ve Kökler” yazı dizisini anlattı. Program kaydını buradan dinleyebilirsiniz
Son 200 yıldır insanoğlunun atmosfere saldığı karbondioksit miktarının 4’de 1’ini okyanuslar absorbe etti. Ancak küresel ısınmayı dengelemek için yapılan bu yardımın okyanuslara bir bedeli oldu; okyanus asitlenmesi. 200 yıl önceye göre okyanuslar %26 daha asidik. Okyanus asitlenmesinin deniz yaşamına ve ekosisteme etkisinin boyutları her ne kadar tam olarak bilinmese de okyanuslardaki mercanlar, kabuklu deniz canlıları bu etkilere şimdiden maruz kalıyor.
İnsan kaynaklı bu asitlenmeyi küresel ölçekte net olarak ortaya koyan yeni bir harita yayınlandı. Columbia Üniversitesi Lamont-Doherty Dünya Gözlemevi’nden Taro Takahashi’nin liderliğinde, 40 yıl süresince yapılan ölçümlere dayanan araştırma, gelecek yıllardaki ölçümler için de temel teşkil ediyor. Marine Chemistry dergisinin Ağustos sayısında yayınlanan ve 2005 yılını referans alan harita; aylık olarak asitlenme seviyelerini, mevsimler arasındaki seviye farklılıklarını ve bölgelere göre farklılıkları gösteriyor.
Okyanusların Şubat 2005’deki PH seviyeleri
Harita, mevsimsel olarak asitlenme değişkenlik gösterse de Hint Okyanusu’nun Atlas ve Pasifik Okyanusu’na göre %10 oranında daha asidik olduğunu gösteriyor. Kış boyunca ise Bering Boğazı’nın dünyadaki en asidik bölge (haritadaki mor alan) olduğu görülüyor.
Araştırmalara göre Endüstri devriminden bu yana deniz yüzeyi ortalama PH’ı 8,2’den 8,1’e düştü. PH’daki 0,1’lik bir düşüş %30 oranında asitlenmeye denk geliyor. Bu durumun deniz yaşamına olan etkisini göstermek için ekip, deniz kabukluları için önemli olan mineral aragonit seviyesini de ayrı bir haritada gösteriyor.
Şubat 2005’deki mineral aragonit seviyeleri. Asitlenmenin fazla olduğu bölgelerde mineral aragonit seviyesinin düşük olduğu görülüyor.
Araştırma; İzlanda, Bermuda, Kanarya Adaları, Hawai, Drake Geçidi, Güney Amerika sularından toplanan uzun süreli verilere bakıldığında ise her on yılda asitlenme oranının %5 arttığını gösteriyor. Asitlenme aynı hızla devam ederse sıcak-su mercanları 2050 yılında %25 daha asidik sularda yaşayacak.
Birleşmiş Milletlerin yayınladığı bir başka rapora göre ise 2100 yılında okyanus asitlenmesinin küresel ekonomiye maliyeti yıllık 3 trilyon Dolar olacak.
Ekim ayı başında yaşadığımız cinnetin ardından cevabı merakla beklenen soru malum: Çözüm süreci devam ediyor mu, bitti mi? Sürecin taraflarından gelen açıklamalar, tarafların yapıp ettikleri, ‘ediyor gibi görünmüyor’ demeye olduğu kadar ‘bitirilmiş gibi görünmüyor’ demeye de izin veriyor. İşin aslı büyük ihtimalle şu: Muhtemelen iki cevap da doğru. Yani süreç bitirilmiş değil, ama devam da etmiyor. Bekliyor.
Sürecin bekliyor olmasının iki büyük sebebi olsa gerek. İlk sebep Ekim cinnetinin ardından oluşan psikolojik iklim. Devam etmek için bu iklimin değişmesi gerektiğine, bunun için de biraz beklemek gerektiğine kanaat getirilmiş olabilir. İkinci ve asıl sebepse sürecin kaldığı yerden devam etmeyeceğinin belli olmuş olması. Sürecin devam etmesi, belli ki tarafların bundan sonra nasıl devam edileceği üzerine bir uzlaşmaya varmasını gerektiriyor. Öte yandan bekleme halinin kendisi, bu uzlaşmanın inşa edilmesi için çalışıldığını gösteriyor olsa gerek. Bu çalışmanın sonuç verip vermediğini, hem PKK’nin hem de devletin hazmedebileceği bir devam senaryosu üzerine uzlaşılıp uzlaşılmadığını anlamak için İmralı görüşmesini beklemek gerekiyor.
Öte yandan, bu türden bir uzlaşmanın olmaması durumunda taraflar muhtemelen ne yapar sorusunun cevabı henüz açık değil. Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan hükümetin belli belirsiz bir senaryoya sahip olduğu anlaşılıyor. Uzlaşma gerçekleşmezse, daha doğrusu PKK cenahı hükümetin ‘kamu düzeninin tesisi’ mefhumu etrafında önerdiği ‘PKK’nin şehirlerdeki görünürlüğüne son vermesi’ teklifini kabul etmezse, hükümet süreçteki muhatabını yenilemeyi esas alan bir senaryonun peşine düşebileceğini ihsas ediyor. Buna göre, hükümet çözüm sürecini PKK’yi muhatap alarak sürdürmek yerine, PKK harici mahfilleri, kamuoyunu, ‘öteki Kürdleri’ muhatap alarak sürdürmeyi deneyebilir.
Bu alternatif senaryo ciddiyetle düşünülüyor mu emin değilim. Ama ümit edelim ki düşünülmüyor olsun, çünkü derde deva olma imkanı sıfır olduğu gibi, derdimizi azdırma ihtimali az değil. Şundan. Şimdi, bu senaryonun dayandığı mantık basit: Düşünülüyor ki, Kürdlerin tamamı PKK dairesinde değil, hatta PKK dairesindekiler Kürdlerin çoğunluğunu bile oluşturmuyor; bu da demek ki, PKK Kürdlerin temsilcisi değil, dolayısıyla da bu meseledeki esas muhatap olması da zorunlu değil. Mantıken doğru görünmekle birlikte bu tespit bir büyük arızayla malul. Arıza şu: PKK, doğru, Kürdlerin temsilcisi değil, ama Kürd meselesinin esas temsilcisi. Amaç da Kürd meselesini halletmek olduğuna göre PKK’yi muhatap almak elzem görünüyor.
Şunu görmek zor olmasa gerek: Mesele, PKK dairesinde olmayan Kürdlerin zaten alınmış rızasını teyit etmek değil. Çünkü, bu rıza teyit edilse de Kürd meselesi ve PKK orda durmaya devam edecek. Sebebi de basit: Kürd meselesi dediğimiz şey esas olarak HDP’ye oy veren, daha doğrusu PKK’nin silahlı faaliyetine itiraz etmeyen Kürdlerle ilgili bir mesele. Dolayısıyla da mesele bu Kürdlerin rızasını almak. Mevcut bağlamda bu rızayı almanın yolu da halen ve halen PKK’yle uzlaşmaktan geçiyor.
Çözüm sürecinde muhatap yenilemeyi esas alan senaryo ne kadar ciddi bilmiyorum ama makul olmadığını söylemek için alim olmaya gerek yok.
Çözüm süreci bitti mi? Buna evet diyenlerin sayısı az değildir. HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş düzenlediği basın toplantısında, “Süreç donmuştur. Devamına ya Erdoğan ya da Öcalan karar verecek,” dedi. Doğru yaklaşım budur. Süreç bir ihtiyacın ürünü olarak doğdu. İki yıl önce, taraflar “savaşın sürdürülemez” olduğunu gördüler ve barışa bir şans verilmesi gerektiğine karar verdiler. Yüz yıllık bir meselenin çözümünü iki yıla sığdıramayız. Otuz yıl boyunca devam eden ve büyük bir yıkıma yol açan savaşı kolay sona erdiremeyiz. Bu nedenle “sürecin devamı için” ısrarcı olmak çok önemlidir. Evet, süreç devam ediyor. Ancak hiçbir şey olmamış gibi de davranamayız. Sorulması gereken pek çok soru var.
Ne oldu da kendi ellerimizle yarattığımız “barış ve çözüm süreci” büyük bir yara aldı? Nasıl oldu da “umut” zaman içerisinde yerini “endişeye” bıraktı? Neden, iki yıl önce var olan güçlü toplumsal destek, gün geldi aşağılara doğru indi? Bazı sebepleri sıralayabiliriz:
1-Taraflar “çözümün içeriği”konusunda görüş birliğine sahip değildiler. Bu, başlangıç itibari ile normal bir durum olarak kabul edilebilir. Ancak zaman geçtikçe düşüncelerde bir yakınlaşma olmadığı gibi, görüş ayrılıkları daha da derinleşti.
2-Taraflar arasında sağlam bir diyalog oluşmadı, oluşturulamadı.
3-Hükümet, süreci birlikte başlattığı, Abdullah Öcalan’ın isteklerini gözardı etti. Görünür olmasını, dışarı ile rahat temas etmesini sağlayacak önlemler almadı. Örgütü ile kendisi arasında sağlam bir mekanizmanın kurulmasına izin vermedi. Çok şey yapmasını beklediği bir insanın elini kolunu bağladı.
4-İki yıl önce karşılıklı iyi niyet mesajları vardı. Zaman geçti; bunların yerini sert açıklamalar aldı. Çözüm dili yerine, çatışma dili kullanıldı.
5-Mesele, yeterince parlamentonun konusu hâline getirilemedi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin sürece katılması için gerekli çaba gösterilmedi. Sürece uygun yasaların çıkarılması gerekiyordu, bu yapılmadı.
6-Hükümet, atılması gereken adımları zamanında atmadı. Ayak diredi, işi ağırdan aldı.
7-Bazı PKK yöneticilerinin her anlaşmazlıktan sonra “savaşı yeniden başlatırız” yönündeki ifadeleri, gerilimi daha da artırdı.
8-Parlamentoda güçlü bir biçimde temsil edilen HDP, süreçte daha etkin rol oynayabilirdi. Bu sağlanmadı ya da sağlanamadı.
9-Bütün bunların sonunda zaten pamuk ipliğine bağlı olan “karşılıklı güven” daha da zayıfladı.
Ekim ayı içinde meydana gelen olaylar tahribatı daha da artırdı. Moralleri bozdu.
Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde üç askerin vurulması, çözüm sürecine büyük darbe vurdu.
Her olumsuz gelişme, ölümle sonuçlanan her olay sürece olan desteği azalttı.
Bu kötü gidişin önüne geçebiliriz. Öncelikle, süreci tekrar rayına oturtacak girişimlere başvurmak gerekmektedir. Burada en büyük sorumluluk hükümete düşüyor. Her olumsuz gelişmeden sonra sendeleyen bir hükümet, sorunları çözmeye muktedir olamaz. Yaşananlardan gerekli dersler çıkaran ve ne olursa olsun diyalog kapılarını açık tutan bir hükümet sorunların çözümüne katkı sağlayabilir. Bu nedenle Öcalan ve HDP’ye baskı yapmak yerine, diyalogu tekrar başlatacak ve ilişkileri güçlendirecek önlemler almaya yönelmelidir. Bunca yaşanmışlıktan sonra gerekli dersler çıkarmamız, yeniden “çözüm ve barış diline” dönmemiz gerekmektedir.
Açıktır ki, yeni bir plana ihtiyacımız var.
Bu plan, meydana gelen tahribatı onaracak, diyalog yollarını sonuna kadar açacak ve ileriye doğru adım atmayı sağlayacak bir özelliğe sahip olmalıdır. Aksi hâlde çözümün yerini, topyekûn bir çatışma alabilir.
İdari mahkemenin önce yürütmeyi durdurup ardından durdurma kararını iptal etmesiyle yapımına kaldığı yerden devam edilen Validebağ Korusu’nda Paazartesi gündüz saatlerinde yaşanan polis saldırısı, akşam saatlerinde de kaldığı yerden devam etti.
Cami inşaatı için beton dökümü yapıldığı esnada koruya geçmek isteyen mahalle sakinlerine polislerin biber gazıyla saldırması sonrasında vatandaşlar akşam saatlerinde yeniden direniş sürdürdükleri alanda toplandı. Halay ve şarkıların ardından mahalle sakinler adına açıklama yapan Avukat Can Atalay, “İstanbul’un kent merkezinde son deprem toplanma alanlarına göz diktiler” dedi.
Basın açıklamasının ardından polisler biber gazı, plastik mermi ve TOMA’nın tazyikli suyla vatandaşlara saldırdı. Mahalledikler ise “Bu daha başlangıç mücadeleye devam”, “Hırsız katil AKP” sloganlarıyla karşılık vererek korudaki direnişini sürdürdü.
Koruyu korumak isteyen vatandaşlardan bazıları plastik mermiler yaralanırken, gözaltına alınanlar olduğu da belirtildi. Mahalle abluka altına alınırken direniş alanındaki çadırlar zabıtlar tarafından söküldü.
Gözaltına alınan herkesin sabah saatlerinde serbest bırakıldığı öğrenildi.