Manisa’ya bağlı Turgutlu ilçesinde bulunan Çaldağı’nın sekiz senelik kabusu tekrar gündeme geldi. Aslında genel olarak Manisa ve ilçelerinin doğasına karşı gerçekleşen savaş ise hiç gündemden düşmüyor. Nasıl bir konum almaysa bu, Manisa’nın ilçelerinin toprağın üstünde sundukları ve bozulmadan ilerlendiğinde de yüzlerce yıl sunabilecekleri yetmiyor. Toprağın altına değer veriliyor ve yeryüzünü altüst ediş, doğal olarak yaşamın da altüst edilmesini getiriyor. Zaten havası çok kirli, nefes almanın çok zor olduğu bir kent ve çevre ilçelerinde yaşam iyiden iyiyce yok oluyor.
Çaldağı’nın sekiz senelik kabusu nikel madeni. Geçtiğimiz günlerde Çaldağı Nikel Madeni projesinin çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) raporu onaylandı. Böylece madene doğru bir adım daha atılmış oldu. 1970’lerde bulunan büyük rezerv sonrasında toprak altında kalması ekonomik olarak daha uygun bulunan nikel, gerekli ekonomik koşulların oluşmasıyla birlikte ve şirketlerin, hatta prenslerin (İngiltere Prensi Charles, son Türkiye ziyaretinde Çaldağı’nı da ziyaret etti.) baskılarıyla çıkarılmak isteniyor. İşte bu isteğin gerçeğe dönüşme süresi bu sekiz yıl. Fakat Çaldağı ve Çaldağı’nın bulunduğu Gediz Havzası hem bölge için, hem de Türkiye için çok önemli bir yer. Nikel diye bir element bilinmeden önce de yaşamı besliyordu; Çaldağı’nda yerin altında nikel bittiğinde yerin üstünde bir yaşam kalırsa o zaman da beslemeye devam edecek. Tarımla gelen bu önemin yanında değeri uluslararası düzlemde de kabul edilen bir yer. Örneğin, Ramsar Sözleşmesi (Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme) ile koruma altına alınmış bir bölge. Ege Bölgesi’nde bu sözleşme ile koruma altına alınan başka bir nokta yok. Türkiye’de ise 15 kadar nokta var ama onların da ismini vererek tehlikeye atmak doğru olmaz.
Gediz Havzası’nın, Çaldağı’nın değerine karşılık nikel madeninin ederini koyanlar için ise bu bilgilerin hiçbir önemi yok. Orman dediğimiz odun rezervi, kuş dediğin baş ağrıtan bir canlı. Maden için 12.5 milyon metrekarelik bir alanda yer alan ormanın temizlenmesi planlanıyor. Bu son rakamlara göre 2 milyon ağaç demek. Bunun yanında milyonlarca kuş, binlerce yaban hayvanı demek. Fakat bu rakamları okuyup da şirket doğa düşmanı diye düşünmeyin diye madenci şirket Turgutlu’nun girişinde bir çöplük alanı ağaçlandırdı. Bir tarafta bir ormanı yok etmek isteyip, 50 yıllık, 100 yıllık ağaçları kesmek isteyip; diğer taraftan en görünen yere şöyle güzelce çizilmişinden bir peyzaj çalışması yaptılar. Yani aslında Türkiye’nin orman ve ağaç politikasının ufak bir özetini geçtiler.
Madenin nasıl bir yapı olacağı da önemli. Son dönemde gündeme gelen kömür madenlerinden farklı bir yapısı olacak. Bir kere çok geniş bir alanı kapsıyor. Sadece bu projenin hazırlık aşamasında 200 bin ağacın kesilmesi gibi bir gerçek var. Şirket, sadece Türkiye’de izin verilen bir yöntemle zenginleştirme gerçekleştirecek: Atmosferik (açık hava) yığın liçi (asit). Avrupa Birliği ülkeleri bu yöntemi ülkelerinde kabul etmiyorlar. Bu da yetmiyor, maden için bir asit fabrikası kurulması gerekiyor. Bitti mi? Hayır! Madenin bir de su ihtiyacı var. Yıllık 4 milyon metreküpün üstünde bir ihtiyaç bu. Gediz Nehri bu ihtiyacı en iyi ihtimalle 8 ay karşılayabiliyor. Kalan 4 ay ise bu ihtiyaç yeraltı sularından karşılanacak. Tabi tamamen ağaçsız bir bölgenin su dengesinin de değişeceğini hesaba katmakta yarar var. O nehrin beslediği bir havza var ve o havzaya nehre geri pompalanan asitli suyun verilme ihtimali var.
Tüm bunları toplayınca bir durum net olarak ortaya çıkıyor. Çaldağı’nda kusursuz bir katliam planlanmış. Hiçbir canlı kalmasın, tüm ekosistem darmadağın edilsin diye en ince ayrıntılar bile düşünülmüş. Böyle böyle Türkiye kusursuz katliamların ülkesi oluyor. Sadece Manisa’da son bir yıl içerisinde olanlar bile buna örnek. Yeşil mücadeleye olan ihtiyaç kendisini en net şekilde hissettiriyor. Doğrudan yaşama yönelik katliam planlarına karşı, doğrudan yaşamdan ayağa kalkan bir mücadele.
İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Önemli bir davete geç kalmamak için kalabalığın içinde koşturuyorum. Dedim ya önemli bir davet, ee her önemli davete giden insan gibi süslenip püslenmişim tabii. Makyaj yapmışım mesela, saçımı yapmışım, yetmemiş üstüne Türkiye standartlarında kısa bir etek giyme gafletinde bulunmuşum, hatta o da yetmemiş topuklu ayakkabıları çekmişim altıma. Şimdi makyajdır, efendim saçtır, etek artı topuklu ayakkabıdır bunlar bir yere kadar zorlarsak belki sıradanlaştırılabilir; ama bunlara ek olarak taşıdığım bir aksesuar sıradanlaşma çabalarımı cevapsız bırakacaktı. Neydi sizce o aksesuar? Kafam kadar, üstelik gözleri kamaştıracak parlaklıkta bir yüzük? Tabii ki hayır. Rengarenk kocaman bir gerdanlık? I ıh, o da değil. Yok artık, kolumu altın bileziklerle mi doldurmuştum acaba? Neyse uzatmayayım. Bastondu efendim baston, bildiğiniz beyaz baston! O gün İstiklal Caddesi’nde hayatımda körlüğüm adına duyduğum en tuhaf yoruma, yirmi yaşlarında bir delikanlı sayesinde şahit olmuş oldum. “Cık cık cık, hem kör hem mini etek giyiyor…”. Bu yorum karşısında istem dışı bir şekilde yavaşladım, bir şeyler söylemek istedim ama ne söylemeliydim bilemedim, saniyeler içinde kafamdan birkaç senaryo geçti, sonra hemen afakanlar bastı, içimden he dedim, dışımdan hiç duymamış gibi yapıp tabakhaneye bir şeyler yetiştirme hızıma geri döndüm. Düşünüyorum, benim yerime bir erkek olsaydı bu minvalde bir şey duyabilir miydi acaba? Hem kör hem şort giyiyor? Hem kör hem askılı tişört giyiyor? Hem kör hem takım elbise giyiyor?
Başka bir gün, hiç bilmediğim bir yerdeki bir işimi halletmeye gidiyorum. Kelli felli bir adama, gideceğim yere varabilmek için caddenin sağından mı yoksa solundan mı yürümem gerektiğini sordum. Kendisinin de o tarafa gittiğini, gideceğim yere kadar bana eşlik edebileceğini söyledi, peki dedim. Yürüyoruz, adam tabii bir şeyleri merak ediyor, cümlelere girişlerindeki vurgulardan çok kolay anlaşılıyor bu durum. “Böyle zor olmuyor mu”dan başlıyor merakını gidermeye, “Nasıl” diyerek kıvrandırıyorum kendisini. “Görmüyorsunuz ya, kız başınıza, onu diyorum” diye devam ediyor, “Alıştım artık” diyerek bu soruya verilebilecek en sıradan cevaplardan birini veriyorum. İşte sonra öyle bir laf ediyor ki bey efendi, afakanlardan afakan beğenme anlarımdan birine daha şahit olmuş oluyorum: “Senin annen baban, bir yakının yok mu?”. “Anlamadım…” diyorum ne diyeyim. “Kız başına, İstanbul gibi yerde, görmüyorsun da.” Gibi birbirinden alakasız nedenleri sıralamaya başlıyor. Bir yerden sonra dinlemedim nedenleri, ne yalan söyleyeyim; ama dünyanın en ilgili ailelerinden birine sahip olmamın da etkisiyle fena kızmıştım bu lafa. “Senin anan baban yok mu!”. Kızmıştım mızmıştım ama bastım da kahkahayı. Gideceğim yere kadar, gözünde bir kızcağız olduğum adamcağızı ikna etmeye çalıştım bir körün, hatta kör bir kadının, üstelik İstanbul gibi bir şehirde, annesi babası, yakınları olduğu halde, yalnız başına gitmesi gereken yerlere gidebileceğine, yapması gereken şeyleri tek başına yapabileceğine.
Bunlara benzer örnekleri çoğaltabiliriz, ben şimdilik örnek verme faslını burada kesiyorum. Kabul etmeliyiz ki, bu ülkede “kadın” olmak hala tuhaf karşılanan bir şey. Kadının vajinası, memesi, poposu, bacağı, eli, gözü, saçı, dudağı tuhaf, alışılmamış, üzerinde tartışma hakkını erkeklerin üstlendiği şeyler. Kadının hamile hamile sokağa çıkması, her ayın belli günlerinde kullanmak zorunda olduğu pedin reklamının televizyonlarda gösterilmesi, kahkaha atması tuhaf ve kadınlar tarafından yapılmaması gereken binlerce eylemden birkaçı. Kadın mıdır kız mıdır bilememler, vajina kelimesinden utandımlar, kadın iş aradığı için işsizlik yüksekler, kadın erkek eşitliğine inanmıyorumlar, kadına şiddet abartılıyorlar da işin sokaktan çıkıp deri koltukların, büyük toplantı masalarının, çelik kasaların bol bulunduğu yerlere yansımış versiyonları. Kadını, çoğu zaman yapıldığı gibi, şöyle bir kenara bırakırsak, işin bir de engelli boyutu var. Başarılı engelli, okumuş etmiş engelli, kültürlü engelli, zeki engelli, güzel/yakışıklı engelli, gezip tozan engelli, makyaj yapan engelli, saçını boyayan engelli, mini etek giyen engelli, sevgili yapmış engelli, parası olan engelli de genelde tuhaf karşılanan engelli versiyonlarından birkaçı. Bunun deri koltuk yumuşaklığındaki kalplere ve çelik kasa sertliğindeki kafalara yansıması ise; biz engellileri insan yerine adam yerine koyduk, gözlerin görmüyor sana iş vermişiz, engelliler kısırlaştırılsın gibi laf-ü güzaflar olarak karşımıza çıkıyor.
Kadın olmak tuhaf dedik, engelli olmak da tuhaf dedik, hem kadın hem engelli olmak ultra tuhaf bir şey demek farz oldu artık. Kadının tuhaflıkları ve engellinin tuhaflıkları birleşince, affedersiniz hem kadın hem engelli diye bir hilkat garibesi çıkmış oluyor karşımıza. Cinsiyetsiz olarak kabul ettiğimiz engelli kadınlar, cinsiyetlerini daha görünür kılan bir şey yaptıklarında hem kör hem mini etek giyiyor oluyor ve cinsiyetsiz olarak kabul ettiğimiz aynı kadın tek başına bir yerlere gittiğinde kız başınalı sözcükler serpiştiriliyor konuşmaların arasına.
Engelli kadınlar olarak biz neler yapalım; mesela böyle tepkiler aldıkça daha da görünür olalım, hem bastonumuzu hem topuğumuzu farklılıklara ve kör gözlere daha çok sokalım, görmezden gelinen, ötekileştirilen her özelliğimizi sahiplenelim, kimliğimizin en büyük parçalarından olarak benimseyelim. Engelliyse engelli, kadınsa kadın, inadına isyan inadına isyan inadına özgürlük ulan!
IŞİD’in, Halep’te tuttuğu rehinelerin kafalarını keserek topluca infaz ettiği belirtildi. Öldürülenler arasında ABD’li yardım görevlisi Peter Kassig de bulunuyor.
Örgütün Halep’te aralarında Suriyeli asker ve pilotların da bulunduğu 100’e yakın kişiyi kafalarını keserek infaz ettiği öğrenildi.
Peter Kassig’in infazına ilişkin videoda IŞİD, Kassig’in ABD’nin askerlerini çekmemesi nedeniyle öldürüldüğünü belirtiyor.
Videoda IŞİD üyeleri lacivert renkli elbise giydirdikleri rehineleri önce enselerinden tutarak yürütüyor, ardından sıralar halinde her militan tahta kutu içerisinden birer bıçak alıyor. Rehineleri önlerinde diz çöktüren IŞİD militanları, arkalarında durdukları rehinelerin eş zamanlı olarak kafalarını kesiyor.
IŞİD tarafından rehin alındıktan sonra İslam’ı seçen ve Abdülrahman ismini alan 26 yaşındaki Kassig, 1 Ekim 2013’te yakalanmadan önce Irak ’ta sağlık görevlisi olarak çalışıyordu.
Bisiklet sektörü 2020 yılına kadar 1 milyon istihdam yaratma potansiyeliyle maden ve taş ocaklarındaki istihdamın önüne geçiyor
Avrupa bisiklet sektörü üzerinde yapılan ilk kapsamlı araştırmaya göre sektör maden ve taş ocaklarından daha fazla ve demir-çelik sektörünün neredeyse iki katı kadar istihdam yaratmış durumda.
Yeni araştırmaya göre Avrupa bisiklet sektörü, maden ve taş ocaklarından daha fazla ve demir-çelik sektörünün neredeyse iki katı kadar istihdam yaratmış durumda. Fotoğraf: Leon Neal/AFP/Getty Images
Önümüzdeki ay yayımlanacak olan ‘Avrupa Bisiklet Sektöründeki İstihdam Yaratımı’ raporuna göre, Avrupa’da yapılan yolculukların %3’ünü oluşturan bisiklet yolculuklarının ikiye katlanması durumunda 2020 yılına kadar sektörde istihdam edilen insan sayısı bir milyona ulaşabilir.
Raporu yayımlayan Avrupa Bisikletçiler Federasyonu (ECF)’nun gelişim direktörü Kevin Mayne, bu raporun merkezi ve yerel hükümetlere çok basit bir mesaj verdiğini söyledi: “Ulaşım, çevre ve sağlık bütçeleri göz önüne alındığında bisiklete olan yatırımın anlamlılığı dikkat çekici. Açıkça görülüyor ki her bir yeni bisikletçi ve yapılan her bir bisiklet yolu istihdamın artmasına olumlu etkide bulunuyor. Bisiklete olan yatırım, neredeyse herhangi bir başka ulaşım biçimine olan yatırımdan daha fazla ekonomik getiri sağlıyor.”
Avrupa Ticaret Birliği Konfederasyonu sözcüsü Julian Scola da bu raporun yeşil, düşük-karbonlu ekonomiye geçişte uygun yatırımlar ile istihdam yaratılmasının örneklerinden birisini ortaya koyduğunu belirtti ve bisiklet de dâhil olmak üzere çeşitli ulaşım altyapılarına yatırım yapılmasının gerekliliğinin altını çizdi.
Rapor, bisikletle ulaşımın diğer ulaşım alt-sektörlerinden daha yüksek istihdam yoğunluğu olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin, bisiklet ekonomisindeki büyüme, her bir milyon avro ciro için, otomotiv endüstrisinden üç kaç daha fazla iş olanağı sağlama potansiyeline sahip. Bu olanaklar arasında bisiklet turizmi 524,000 iş olanağı sağlayarak ilk sıraya oturuyor.
ECF’e göre e-bisikletler, yol güvenliği kampanyaları, yeni altyapı projeleri gibi örneklenebilecek inovasyonlar, bisiklet ekonomisinin gelişmesine katkıda bulunabilir. EVS, Avrupa ulaşım bütçesinin %10’unun bisiklet sektörüne ayrılmasını talep ediyor.
Leuven Ulaşım ve Hareketlilik Araştırma Enstitüsü’nin de akademik danışmanlığını üstlendiği rapora göre bisiklet sektöründeki istihdam genelde diğer sektörlere göre coğrafik olarak daha istikrarlı ve düşük vasıflı işgücü için de kapsayıcı ve kolay erişilebilir işler sunuyor.
Rapor, ayrıca, bisikletle ulaşımın yerel ekonomiye olan zincirleme olumlu etkilerinin de üzerinde duruyor. Diğer ulaşım biçimleriyle karşılaştırıldığında bisikletçilerin bölgedeki dükkân, restoran ve kafeleri daha çok kullandığı, böylece yerel ekonomiye olan katkılarının daha çok olduğu görülüyor.
Aralarında Dolmabahçe Bezm-i Alem Cami’ne sığınan göstericiler ile eylemcilere gönüllü sağlık hizmeti vermeleri gerekçesiyle yargılanan 2 doktorun da bulunduğu 255 sanıklı Gezi Davası’nın ikinci duruşması dün görüldü. İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde görülen duruşmayı izleyenler arasında CHP’li vekiller, İstanbul Tabip Odası Başkanı ile Uluslararası Af Örgütü temsilcisi de vardı.
Duruşmaya katılmayan 3 sanık hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Hâkim, avukatların bilirkişi raporuna itiraz etmek için süre talebini kabul etti. Duruşma 6 Mart 2015’e ertelendi.
Duruşmada, geçtiğimiz aylarda gündemi oldukça meşgul eden ‘camide bira içtiler’ iddiası, tanık olarak dinlenen Bezm-i Alem Camii güvenlik görevlilerinden Naif Uçar ve Camii müezzini Fuat Yıldırım’ın birbiriyle çelişen ifadeleri üzerine yanıtsız kaldı. Uçar, eylemcilerin camiye girmesiyle ilgili “Akşam saat 6 sularında cami önünde kalabalık gittikçe artmaya başlayınca cami imamı Halil Neciboğlu camii kapılarını kapatmamı istedi. Eylemciler camii kapısında birikmeye başladılar ve kapıyı açmaya çalıştılar, camii imamının isteği ile kapıları açtık” dedi.
Bir diğer meşhur iddia ‘camiye ayakkabıyla girdiler’ ise yanıtını buldu; eylemciler camiye ayakkabılarıyla girmişlerdi. Uçar’ın ifadesine göre eylemciler önce ayakkabılarını çıkararak, yaralılar gelmeye başlayınca da ayakkabılarını çıkarmadan camiye girdiler. Bu iki iddia iddianamenin asıl konuları olmamakta birlikte duruşma sırasında geniş yer buldu. Duruşma, sık sık avukat, sanık ve tanıkların ifadeleri tutanağa aktarılırken yapılan Türkçe hatalarına itirazlarla bölündü.
Duruşma sırasında ifadesi alınan sanıklardan Celal Akgün, gözaltına alındığı sırada işkence gördüğünü, Haseki Hastanesi’nden de raporu olduğunu belirtti. SanıklardanAlper İşler, okul ödevi için fotoğraf çalışması yaptığı sırada polisler tarafından işkence edilerek gözaltına alındığını söyledi. Başka bir sanık Yusuf Cengiz Sarıçiçek ise polisin kullandığı yoğun gaz sebebiyle kendinden geçmiş haldeyken polisin kendisine küfür ederek gözaltına aldığını ifade etti.
Dava avukatlarından Meriç Eyüboğlu, olay mahallinde gönüllü sağlık hizmeti veren doktorlar hakkındaki ‘suçluyu kayırma’ suçlaması hakkında sağlıkçıların asıl eylemcilere yardım etmeme halinde suçlu bulunmalarının gerekeceğini belirtti.
İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlanan iddianamenin konusu Dolmabahçe’deki Bezm-i Alem Valide Sultan Camisi’ne girilmesi olayı ve Taksim çevresinde 31 Mayıs ve 1 Haziran tarihlerinde yaşanan eylemler. İddianamede yer alan suçlamalardan bazıları “2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet”, “görevi yaptırmamak için direnme”, “kamu görevini usulsüz üstlenme”, “kamu malına zarar verme”, “özel kıyafetleri usulsüz kullanma”, “suçluyu kayırma”, “ibadethaneyi kirletmek suretiyle zarar verme” ve “hırsızlık”. Sanıkların 1 yıldan 11 buçuk yıla kadar değişen hapis cezasıyla cezalandırılmaları isteniyor.
AKP, deprem riski nedeniyle Bursa’nın Gemlik ilçesini, dünyaca ünlü Gemlik zeytinlikerinin bulunduğu alana kaydırmak istiyor.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Dağ taş zeytinlik. Gemlik birinci sınıf deprem kuşağında” derken, ilçedeki binaların yüzde 90’ının riskli olduğunu söyleyen AKP’liGemlik Belediye Başkanı Refik Yılmaz “İlçede o kadar sıkışmış durumdayız ki, ölülerimize mezar yeri yok. Diriye konut yapacak yer yok. Hastalarımız için hastane yapacağımız yerde zeytin ağacı var, hastane yapamıyoruz” dedi. Ancak Jeoloji Mühendisleri Odası Bursa Şubesi, Gemlik’i ovadan zeytinliklere taşımanın sorunu çözmeyeceğini, zeytinliklerin kaldırılmasıyla heyelan riskinin yaşanacağını vurguladı.
Gemlik
AKP, deprem riski gerekçesiyle Bursa’nın Gemlik ilçesinde 900 hektarlık zeytinliği yok etmenin peşinde. AKP, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç koordinasyonunda yapılan çalışmada Gemlik’in deprem riski nedeniyle yamaçlara taşınması için sadece Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerin Araştırılması Hakkında Kanun’la birlikte Toprak korum ve Arazi Kullanımı Kanunu, Mera Kanunu’nu değiştirmeyi planlıyor. Böyle bir değişiklik yapılamazsa “Afet riski” gerekçesiyle Bakanlar Kurulu kararıyla zeytinliklere el konulması ve Gemlik’in buraya kaydırılması planlanıyor. Arınç’ın hafta içi bakanlar kurulu toplantısının ardından “Dağ taş zeytinlik”diyerek başlattığı tartışmaya dün de Gemlik Belediye Başkanı AKP’li Refik Yılmaz dahil oldu. Yılmaz, “binaların yüzde 90’ı deprem riski taşıyor. Deprem yönetmeliğinde yer alan şartların hiçbirini taşımıyorlar. Çoğu deniz kumu ile yapılmış. Beton kalitesi çok kötü. Gemlik halkının 50 bini tabut üzerinde yaşıyor. Zaten zemin kötü. İlçede o kadar sıkışmış durumdayız ki ölülerimize mezar yeri yok. Gıda, tarım ve Hayvancılık İl Müdürlüğü’ne, ‘zeytin ağaçlarının olduğu bir bölgeye, ağaç kesilmeden gömü yapalım’ diye başvurduk. Oradan da cevap alamadık. Ciddi bir sosyal problem. Ölüye yer yok, hastaya hastane yeri yok. Diriye konut yok” diye konuştu.
Jeoloji mühendisleri: heyelan riski var
Eski Jeoloji Mühendisleri Odası Bursa Şubesi Başkanı Engin Er, “Gemlik’te ova 1. derece deprem bölgesi. Tehlikesi var ama deprem tehlikesinden kaçıp, heyelan tehdidi altındaki yamaçlara zeytin ağaçları kesilerek imar planı yapılması büyük yanlış olur. Gemlik’in yamaçlarında heyelan tehlikesi çok büyük” diye konuştu. Zeytinlikler sökülerek yapılaşmaya açılan Gemlik’in, Manastır bölgesindeki yüksek katlı binaların yaklaşık 10 tanesi geçtiğimiz yıllarda heyelan nedeniyle kullanılamaz hale gelmişti.
Afet riskini bahane ediyorlar
Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi Başkanı Hakan Karademir ise “Gemlik Belediyesi, imara açmak istediği bu alanlar için deprem tehlikesini bahane ederek bir yol arıyor. Çünkü yapılan çalışma sadece kuzeyi imara açmak için yapılıyor. Merkezde yaşayanların oraya taşınacağına ilişkin hiçbir çalışma yapılmamış. Özellikle bu soruları sormamıza rağmen hiçbir cevap alamadık. ‘Dağ taş zeytinlik oldu’diyerek Gemlik’teki zeytinlik alanların gözden çıkarıldığını düşünüyoruz. Süreci izliyoruz ama zeytinliklerin imara açılmasına izin vermeyeceğiz” diye konuştu.
“Kainatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo” şiarıyla yola çıkan kalp, gönül (ikisi çok ayrıdır), dimağ ve bittabi kulak hırsızımız Açık Radyo, 13 Kasım 2014 itibarı ile 20. yaşını doldurdu. Şu gün itibarı ile 21. yaşından gün almakta.
3 haftadır her [[ha-ki] hazırlığı sırasında benzer şeyleri yazıyorum Yeşil Gazete ekibindeki arkadaşlara.
[ha-ki] yazılarını alelacele girer ve girilen her yazı sonrası mail grubumuza (ki adı “yggil” olur) bilgi geçerken, “Bakın diyorum 2 hafta (1 hafta, Yarın vsr) sonra Açık Radyo’nun 20. yaş günü, bunları bitirdikten sonra ben onu yazacağım, haberiniz olsun”
Ama işte evdeki hesap ve çarşı sorunsalı hep bağlıyor bir yerde elimi, ayağımı
Açık Radyo’muza Yeşil Gazete’miz (tamam Ömer abi, tamam, İyelik ekleri ayraç ile ayrılmaz, sana latife olsun diye doğum günü özel yaptım bu seferlik) üzerinden “İyiki doğdun, Nice Yıllar ve Hep Açık Radyo” diyebilmek işte bugüne nasip oldu. Bugün ve şu an (15 Kasım Cumartesi saat 08:49) bu satırları karalarkende öyle harala gürele yazıyorumki anlatılır gibi değil
Haklısınız
Katılıyorum
Bize ne senden, sen bize Açık Radyo’ndan (Ömer abi, biliyorum, ok) bahset dediğinizi duyar gibiyim
Açık Radyo Günlüğü
Ama işte Açık Radyomuz öyle derya öyle engin öyle okyanuski, bu soru her sorulduğunda, yani, “Açık Radyo’yu anlat” dendiğinde veya hep sorulageldiği gibi, “Hmm, demek öyle bir radyo var, Peki ne çalıyorlar?” diye sual edildiğinde apışıp kalıyor insan
“Her şeyi” diyorum ben de cevabımın ne kadar manasız kaçtığını kendimde farkederek
“Nasıl yani, “Herşey”” soru dolu bakışlarını, “Abi/Abla bak sen aç bir (İstanbul ve yakın çevresi için fm 94.9 frekansını), tuşla bir (İnternet erişimi olan Tüm Kainat için) www.acikradyo.com.tr sitesini, bir iki gün dinle, farklı programları tecrübe et, ondan sonra konuşalım” diye ekliyorum üstüne
Biliyorum yetersiz, biliyorum “Açık Radyo Okyanusu” kaale alındığında minik bir hamsi balığı kadar manasız (Hamsi balığı değil tabi, benim blog) ama benim adım Hıdır değilse bile elimden gelen maalesef budur
Çok cüz-i bir azınlık dışında kimselere de haber etmiyorum aslında 288 haftalık Açık Radyo Günlüğü’mden (Ömer abi, tamam, farkındayım abi, “İyelik ekleri ve Ayraç”, evet abi)
En fazla, “İşte bu da benim Farmville’ım, benim oyunum” diyorum açıklama zarureti hasıl olduğunda.
20. yaşında ve 40. Yayın döneminde
Beni ve Aciz blogumu geçip tekrar asıl anlatmak istediğimze, doğum günü çocuğu “Açık Radyo”ya geçeyim
Efenim, bilenler bilir, Açık Radyo, her altı ayda bir yeni yayın dönemine geçer. İşte 27 Ekim itibarı ile 20. ylında 40. yayın dönemine geçti “Kainatın Tüm Sesleri”ne bizi meftun eden radyomuz.
Ben size kendimce bu yayın döneminde “Amman haa, kaçırayım demeyin”lerimi salık vereyim kısaca
Şimdi 40. yayın dönemi programına baktım ve bunun da manasızlığını farkettim arkadaş
Çünkü yayınlanan her programı öneresim var
O halda var mısınız şöyle yapalım.
20. Yıl Şerefine Yeşil Gazete’de Açık Radyo Yazı Dizisi
Ben de Açık Radyo’nun 20. yaşı şerefine bir süre daha Yeşil Gazete [ha-ki] köşesinden Açık Radyo yazıları kaleme almaya devam edeyim.
Hatta buna sizi de katayım
Siz de kendi Açık Radyo anılarınızı, Açık Radyo ile ilgili aklınıza gelenleri, yüreğinize işleyenleri “[email protected]” ve/veya “[email protected]” üzerinden bize gönderin biz de Yeşil Gazete [ha-ki] köşemizden paylaşalım tüm Kainat ile
Şimdilik son verirken Ömer abimize yürek dolusu teşekkürler
Hamiyetten gözlerimizi her daim yaşartan Açık Radyomuzu bizimle buluşturduğu, buluşturmaya 20 yıldır devam ettiği için
Geçtiğimiz sezon Tiyatro Boyalı Kuş’un repertuarına katılan, Jale Karabekir’in rejisörlüğünü üstlendiği, Yeşim Koçak’ın oynadığı “Melek”, Ekim ayı içinde yeniden seyircileri ile buluştu. Rüstem Ertuğ Altınay tarafından yazılan tek kişilik oyun, 1930lu yılların hareketli sanat ve magazin dünyasında, yaşamı trajik bir şekilde sona eren Melek Kobra’nın hastane günlerinden bir kesit sunuyor. Melek Kobra’nın kitaplaştırılan anılarının yanı sıra, Altınay’ın dönem gerçekliklerine dayandırdığı kurmacalarıyla zenginleşen metin, erken Cumhuriyet dönemindeki kültürel dönüşümün boyutlarını da gözler önüne seriyor. Dramaturjisi Nelin Dükkancı, koreografisi Gökmen Kasabalı tarafından üstlenilen oyundaki performansıyla Koçak, “Ekin Yazın Dostları 2014 Tiyatro Ödülleri” kapsamında “yılın küçük salon kadın oyuncusu” ödülünü kazanmıştı.
Tiyatro Boyalı Kuş, Melek Kobra’nın hayat öyküsüne dair yorumunu, “Operet kralının kızı, dublaj kralının karısı, güzellik kraliçesinin kuzeni… Melek prensesin sonu muğlak masalı” olarak sunuyor. Son nefesini verdiğinde henüz sadece 24 yaşında olan bu genç ve hızlı kadının yaşadıkları, bize dönemin fay hatlarını birer birer aktarıyor. Bir yandan önceden batılılaşmışlar pudralarını tazelerken, diğer yandan yeni burjuvalar servetlerini kullanarak muasır medeniyetle aralarını yapmaya ve kapamaya çalışıyor. Tüketen bir aşkın acısı yetmezmiş gibi, hastalığın pençesindeki Melek, önce ilgi odağı bir kadın olarak kalabalığın içinde, sonra ölüme yürüyen genç bir insan olarak dört duvarın arasında, yalnızlığını demliyor. Sadece dönemini değil bugünü de fısıldıyor bizlere…
Minimal bir sahne tasarımı tercih eden Jale Karabekir, kostüm tasarımında Burcu Rahim, ışık tasarımında ise Erdem Çınar’ın estetik dokunuşlarıyla “az ile çok” vermeyi başarıyor. Kendisiyle oyun hakkında biraz sohbet ettik:
Sayın Karabekir, Tiyatro Boyalı Kuş olarak Melek eserinin repertuarınıza kazandırılma hikâyesinden kısaca bahsedebilir misiniz?
“Feminist bir tiyatro olarak yıllardır farklı çalışmalar ve etkinlikler yapıyoruz. Melek oyununun yazarı Rüstem Ertuğ Altınay ile Tiyatro Boyalı Kuş’ta yıllardır farklı projelerde çalışıyoruz. Ertuğ, Türkiye modernleşmesinde beden politikaları üzerine yıllardır akademik olarak çalışıyor. Melek kendisinin yıllardır yazmak istediği bir oyundu. Bize yıllar içinde bir kaç kere teklifte bulundu. Ancak tek kişilik bir oyun prodüksiyonu için, bu rolü başarıyla canlandırabilecek bir oyuncuya ihtiyacınız var. Yeşim Koçak ile arkadaşlığım eskilere dayanıyor. İlk olarak “Ophelia’yı Kim Öldürdü?” adlı performatif oyunumuzda onunla çalışma şansına sahip oldum. Daha sonra Strindberg’in “Matmazel Julie” adlı oyunuyla birlikte çalışma pratiğimiz daha da gelişti. Yeşim gibi yetenekli bir oyuncunun Melek Kobra rolünün üstesinden hakkıyla geleceğini düşündüm ve Ertuğ’un teklifini bu kez gerçeğe dönüştürdük. Tiyatro Boyalı Kuş’un diğer oyunlarından farklı olarak, bu oyun repertuarımızda kalıcı bir yere sahip… Melek umuyoruz yıllarca sahnelerde olacak.”
Jale Karabekir
Melek Kobra’nın hikâyesini 2014 Türkiye’sinin kadın ve kadın sanatı sorunları açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Eseri yorumlamanıza bu ilişkinin yansımaları nasıl oldu?
“Melek Kobra 24 yaşında hayata gözlerini yummuş bir sanatçı. 1939’da tüberküloz hastalığına yenik düşüyor. Kısacık hayatında yaşadığı birçok hayal kırıklığı var. Tarihsel açıdan baktığımızda o dönemin diğer kadın sanatçıları gibi hayattaki zorlukların üstesinden gelebilmek için bağımlı bir kişiye de dönüşüyor. Bu, bizim yorumumuz tabii. 1920 ve 1930lar ile ilgili çok fazla kaynağa ulaşamıyoruz sanat camiasında. Gökhan Akçura’nın çalışmaları ve Melek Kobra’nın hasta iken tutmuş olduğu günlükler biraz o döneme şık tutuyor. Ancak Afife Jale’nin morfin bağımlılığı, Cahide Sonku’nun alkol bağımlılığı da tesadüf olamaz sanırım. Kadın olmak bu ülkede ezelden beri zor, hele kadın sanatçı olmak çok zor. 2014 ile karşılaştırdığımda çok büyük farklar var elbet, ama benzerlikler de var. Erkeklerin egemenliği sanatta hala söz konusu. Melek Kobra’nın da zaten hatıratında kendine “Kobra” soyadını alması da ilginç. Şunu söylemek istiyorum: Babasının ya da eşinin soyadını taşımış bir kadın sanatçı olarak hayatının son evresinde kendine ‘Kobra’ soyadını alıyor. Aslında hatıratını Akçura bulmasa biz hala kendisine babasının soyadıyla hitap ederdik herhalde, belki de zaten kendisini tanımazdık bile. Bence Melek’in kendi hayatıyla ilgili yapabildiği, duruş sergileyebildiği tek şey “Kobra”. 2014’te biz kadınlar için her şey kolay işlemiyor. 1930’lara nazaran tabii ki bir çok şey değişti. Ancak hala toplumda ciddi bir kadın düşmanlığı var. Zaten bu ayrıca hükümet politikası da. Kadının toplumdaki statüsü hızla değiştirilmeye çalışıyor, bunun tabii olumlu yönde olmasını bekliyorduk ancak tam tersi söz konusu. Melek oyununun bize kattığı en önemli olgu, sanırım tarihle ilişkimiz. Kendi tarihimizle kurduğumuz ilişki. Kadınlar olarak… Ertuğ, oyunu dönemin gerçeklikleriyle birlikte harmanladığı için Cumhuriyetin ilk yıllarının sanat camiasını da anlamaya çalışıyorsunuz. Sanırım o çok da değişmemiş! Birbirinin ayağını kaydırmacalar, dedikodular… Biz Melek ile başaramayan bir kadını anlatmaya çalıştık sahneden, Cumhuriyet’in başaramayan bir kadınını… Bu anlamda da ideolojik eleştirileri de var Melek’in…”
***
Değerli yorumları için Jale Karabekir’e teşekkür ederek yüzümüzü başarılı oyuncu Yeşim Koçak’a çevirelim.
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü mezunu Koçak, 11 yıl Kenter Tiyatrosu’nda çalıştıktan sonra, 5 yıldır da Şehir Tiyatroları’nda görev alıyor. ”Yeşim Koçak, hızlı geçişlere sahipti ve oldukça zengin bir palette performans sergiledi. Bu açıdan etkileyiciydi.” Bu sözler, oyunun 2014-2015 sezon prömiyerini izleyen Dünya Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Genel Sekreteri Michel Vaïs’e ait. Biz de ödüllü sanatçıya başarısının sırlarını sorduk:
Melek Kobra rolüne bir oyuncu olarak nasıl ve ne sürede hazırlandınız? Gerçek bir karakter olması itibarıyla döneme ve karakterin özelliklerine dair araştırmalarınız oldu mu?
“Yaz provası yaptık. Temmuz’da başladık provaya, Eylül’de perde açtık. Önce bulabildiğimiz döneme ait belgesel özellik taşıyan kaynakları okuduk. Elbette bana en çok malzeme çıkaran kaynak, Gökhan Akçura’nın gün yüzüne çıkarttığı, Melek Kobra’nın hatıratı oldu. Melek’in kişiliğine, hayata bakışına, kadınlığına, mesleğine hissettiklerine dair çok ipucu yakaladık oradan. Ve özellikle de hastalığının seyriyle birlikte yaşadığı ruhsal değişimi kavramak açısından çok faydalıydı hatırat. İnternetten edindiğimiz daha genel bilgiler de vardı. Fotoğraflarda, dönem kadınlarının saç ve makyaj tercihlerini, duruş, bakış ve jestlerini inceledik.”
Yeşim Koçak
Üç Melek Kobra’dan bahsedebiliriz: Tarihte yaşamış gerçek bir Melek Kobra. Ertuğ Altınay’ın oyunlaştırdığı metinde bir idea olarak var edilen Melek Kobra ve Jale Karabekir’in rejileri ve sizin oyunculuğunuzla yorumladığınız bir Melek Kobra. Üçü arasında sizce farklılıklar var mı?
Ne yazık tarihte yaşamış aktris, operet sanatçısı Melek Kobra’ya dair elimizde çok az belge var. Hatırat tesadüf eseri Gökhan Bey’in eline geçmese, Melek, neredeyse bu dünyadan hiç geçmemiş sayılacakmış. Ertuğ’un metinde yarattığı dünya ise Ertuğ’un o döneme hâkimiyetiyle birlikte çok kanlı canlı bir hal aldı. Onun fantazisi ile oluşturduğu mesleki ilişkiler, döneme ait sahip olduğu bilgiyle çizdiği sosyal hayat… Bütün bunların içinde, kendisini terk etmiş fakat hala âşık olduğu kocası ve onu adım adım ölüme götürdüğünü bildiği tüberküloz hastalığıyla mücadele eden, anası babası tarafından bir kenara itilmiş bir kadın… Bir yandan cemiyet hayatında, kürkler, inciler, şampanyalar ve ahbaplarla mutlu hissetmek isterken, bir yandan çıplak bir hastane odasına mahkûm bir kadın… Kocasının, babasının, “başarmış” kuzininin ismiyle anılan bir kadın… Jale’yle ben de, bu camiada ayakta durmaya çalışan iki tiyatrocu kadın olarak Melek’le empati kurmaya, onun koşullarında onun penceresinden bakmaya çalıştık oyuna… Bahsedilen üç Melek Kobra birbirini besledi galiba.
Günümüzde ağırlıklı olarak dizi endüstrisi nedeniyle tiyatro oyuncuğu yeniden yükselen bir kariyer tercihi olmaya başladı. Göz önünde bu kadar çok oyuncu olması, magazin dünyasının da iştahını kabartıyor olmalı. Melek Kobra’nın hikâyesinden bir oyuncu ve bir kadın olarak bugüne taşınabilecek mesajlar var mı?
Bir kadın tiyatrocu olarak işimi, Melek’in döneminin koşullarıyla karşılaştırılmayacak kadar rahat yaptığım muhakkak. Fakat bugünün kendine göre zorlukları olduğu da su götürmez bir gerçek. Şu an sahneye çıkabiliyor olmamızı borçlu olduğumuz kadınlar çok ağır bedeller ödemişler. Ancak sahneye çıkma, kendini öne çıkarma iddiasındaki kadın, her dönem, her kültürde, her coğrafyada, kendine ait zorluklar yaşamış ve yaşıyor. “Kadın yönetmenle” çalışma mutluluğunun sık rastlanır bir şey olduğu günlere bir an önce kavuşmayı, mesela, öyle isterim ki.
***
Melek, yeni sezonunda, 29 Kasım Cumartesi Saat 20.30 ve 10 Aralık Çarşamba Saat 20.30’da Cihangir’deki Tatavla Sahne’de sergilenecek. Temsillerine Anadolu yakasında devam edecek Tiyatro Boyalı Kuş, Melek’i, 25 Aralık Perşembe Saat 20.30’da Kadıköy Belediyesi Halis Kurtça Kültür Merkezi’nde oynayacak.
Klişelerin ötesinde bugün pek de vakıf olmadığımız bir döneme genç bir kadının gözünden şahitlik etmek ve zengin bir oyunculuk performansının keyfine varmak için öneririm.
1886 yılında tamamlanan ve tüm dünya dillerine çevrilen Çocuk Kalbi, eğitim uzmanları tarafından dünyanın en yararlı çocuk kitabı olarak kabul edilmektedir.
Çocukluğumda okuduğum annemden kalan kitap gibi kızıma hediye ettiğim kitap da aynı kalpli kapağın arkasında okunmayı beklemekte. Edmondo De Amicis’in oğlunun günlüklerinden esinlenerek yazdığı bir kitaptır. Üçüncü sınıfa giden Enriko adında İtalyan bir çocuğun günlüğü üzerinden bir eğitim yılı boyunca, arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle ve etrafındaki insanlarla yaşadıkları anlatılmaktadır. Arada ders verici mahiyette babasının ya da annesinin mektuplarının yanı sıra her ay milli ve ahlaki duyguları güçlendirici hikâyeler de yer almaktadır. İtalya milli birliğini 1870’lerde tamamlamıştır, Amicis de İtalyan Birliği kuşağının temsilcisidir. Kitabın yazıldığı yıllar İtalyan ulusunun oluşturulduğu yıllardır. Bu sebeple kitap bir yanıyla İtalyan çocuklarına vatanseverliği, milli birlik ve bütünlüğü aşılamak için yazılmıştır.
Kitap 300 sayfalık kalınlığıyla çocuklar için göz korkutucu gibi gözükse de dili oldukça yalın ve anlatımı basittir. Bu sebeple kolay okunmaktadır. 1880’lerin İtalya’sını, çocukların oyunlarını, giysilerini, okul, aile, sosyal yaşantılarını öğrenmek, anlatılanlardan dersler çıkartmak için okunabilecek bir çocuk klasiğidir. Ancak sürekli öğüt veren bir tarzı sebebiyle bu günün çocuklarına biraz uzak geleceği muhakkaktır.
Kitabın yazarının aynı zamanda bir seyahatname yazarı olduğu ve 1878 yılında İstanbul’a yaptığı gezisini Constantinopoli adıyla iki cilt halinde yayınladığı, o dönemin İstanbul’unu büyülü bir kent olarak gördüğü ve etkileyici biçimde anlattığını hatırlatmakta fayda var.
Not: Bu yazının videosunu aşağıdaki linkten Uzman Tv’den izleyebilirsiniz.
“Şimdi gelmemen gereken bir yerdesin, burası Onkalo Nükleer Atık Deposu !”
Yukarıdaki replik, bilimkurgu bir filmden değil, bir belgeselden alıntı; gerçek dünyanın ta kendisine ait. Hani sabah kalktığınızda kahvenizi veya çayınızı elinize alıp algılamaya çalıştığınız, gazetelerde haberlerine göz attığınız dünya var ya, işte o dünyaya! Senarist ve yönetmeni Michael Madsen olan 2010 yılı Danimarka ve Finlandiya ortak yapımı belgesel, nükleer atık meselesine dair can alıcı bir noktaya; nükleer atık depolarının dünya yüzeyindeki canlı yaşamı açısından yüz bin yıl belki daha fazla bir süre için yarattığı tehditin boyutlarına parmak basıyor.
Finlandiya’nın Olkiluoto Adası’ndaki Onkalo arazisi, yerin altını kazmaya değer herhangi bir madeninin, tarıma elverişli topraklarının bulunmadığı yargısından hareketle, 2002 yılı itibariyle Finlandiya hükümeti tarafından dünyanın unutması gereken bir bölge olarak ilan edildi. Depo, yerin üstündeki değişimlere nazaran altının daha güvenli olabileceği varsayımına dayanarak granit kayalık zeminin 520 metre altında yüksekliği 6,5 m genişliği ise 5 m bir tünel açılarak olarak inşa ediliyor. Öngörülen maliyeti ise sadece 818 milyon avro.
Belgesel filmde bilgisine ve görüşlerine başvurulan merciiler arasında Onkalo Nükleer Atık Deposu’ nun Başkan yardımcısı ve İletişim Müdürü de yer alıyor. İkisi de dünyada halihazırda 250-300 bin ton nükleer atık bulunduğunda hemfikir. Onkalo’nun misyonu 2020 yılında faaliyete geçmesiyle başlayacak, 2100 yılında atıkların depolanması bittikten sonra kapısına mühür vurulacak. Atıkların 100 bin yıl saklanması ki bu süre nükleer atıkların tehlike arz etmeyi sürdürdüğü süreye eş. Öte yandan, bu süre zarfında Onkalo’nun yerin altındaki bu dev depoyu gelecek kuşaklar bulur mu, bulur da uzak durulması gereken bir yer olduğunu anlar mı, işte orası tam bir muamma. Belgeselde yetkililere gelecek nesillerin bu depodaki tehlikeyi anlamasını sağlayacak şekil ve işaretler düşünüp düşünmedikleri de soruluyor .Dolayısıyla “unutmaya mecbur olduğumuzu hep hatırlamamızı (hatta gelecek nesillere hatırlatmamızı) gerektirecek” bir yeden bahsediyoruz.
“Onkalo’yu kurcalayıp kurcalamayacakalarına dair gelecek nesillere güveniyor musunuz?”
“Ne güveniyorum ne güvenmiyorum diyebilirim; en doğru cevap kimsenin bunu bilemeyeceği olabilir.”
Belgesel, 7-8-9 Kasım 2014 tarihlerinde İstanbul, Adana, Ankara, Antalya, Balıkesir, Bodrum, Çanakkale, Diyarbakır, Hopa, İzmir ve Trabzon’da eş zamanlı olarak gösterimi gerçekleştirilen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali içerisinde izleyicilerle buluştu, cok yakında yönetmeninin izniyle de Türkiye’de yalnızca surdurulebilir yasam.tv‘ de Türkçe altyazılılı olarak seyredilebilecek.
Belgesel filmden hemen sonra izleyicilerin soruları olabileceğini düşünen sevgili festival sorumluları, bir de sunum ve soru-cevap kısmı organize etmiş . Bu bölümde emekli gazeteci İbrahim Günel’den nükleer santrallar ve atıkları hakkında bilgilendikten sonra, biz de kendisine Yeşil Gazete olarak ilave birkaç soru yöneltiyoruz :
İbrahim Günel
YG : Film hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
İbrahim Bey: Filmde nükleer atık meselesi konunun uzmanlarına başvurularak ele alınıyor. Söz konusu atık deposunun 2020 yılı itabariyle faaliyete başlayıp, o zamana dek oluşan Finlandiya’daki nükleer atıkların 2100 yılına kadar depolanacağı ve sonrasında da 100 bin yıllığına kapatılarak mühürleneceği anlatılıyor .
Beni düşündüren yüzlerce belki bin yıl sonra birinin gelip orayı kazarsa ne olacağı ki zaten filmde de bu sorgulanıyor. O dönemde gelecek nesillerle dilimiz aynı olur mu? Yoksa işaretle mi tehlikenin boyutlarını anlatmak gerekir? Günümüzden geçmişe bakınca yaklaşık 3 bin 400 yıl önce Anadolu’da yaşamış Hititler’i görüyoruz. Hititlerin dili 1900‘lü yılların başında çözüldü Yine yanılmıyorsam günümüzden yaklaşık 2 bin 500 yıl önce Anadolu’ da yaşamış olan ama hâlâ dilleri ve alfabesi çözülememiş olan Luviler var. Açıkçası, 1000-2 bin yıl önceki toplumların dilini bile bilmiyoruz, kaldı ki bu filmde 100 bin yıldan bahsediliyor. İnsan ömrü kısa, dil ise çok hızlı değişiyor, gelecek nesillere bırakacağımız atık mirasına dair neyi ne kadar anlatabileceğimiz, ciddi bir sorun .
YG: Nükleer atıkların depolanma işlemi nasıl gerçekleştiriliyor, anlatabilir misiniz?
İbrahim Bey : Öncelikle, dünya üzerinde halihazırda nihai bir nükleer atık depolama tesisi yok. Nükleer yakıt çubuklarının kullanım ömrünün sınırlı olduğunu belirtelim. Bir nükleer reaktörde tipine ve kurulu gücüne göre 50 ile 200 ton yakıt çubuğu vardır. Her yıl ya da 1,5 yılda yakıt çubuklarının dörtte 1’i çıkartılıp yenileriyle değiştirilir. Çıkartılan yakıt çubuklarının ise 5- 10 yıl soğutulması şarttır; bununla birlikte yerlerine yenileri eklenir. Kullanılmış yakıt çubuklarının soğutma işlemi ise reaktör binalarının içerisindeki havuzlarda gerçekleştirilir. Soğutma süresi tamamlanan yakıt çubuklarının havuzdan çıkartılarak içerisindeki gerekli elementlerin alınabilmesi için ayrıştırma tesislerine götürülmesi gerekir. Dünyada 13 ayrıştırma ve yeniden işleme tesisi bulunuyor olup bu tesislerde kullanılmış yakıt çubuğunun içindeki plutonyum ve uranyum, güçlü asitlerle sıyrılarak ayrıştırılır. Kalan kısım ise sıvılaştığı için hacmi artar. Bunlar özel çelik konteynerle geçici depolama alanlarına gönderilir ; örneğin, Almanya’daki Gorleben bu geçici depolama alanlarındandır.
YG: Peki Onkalo dünyada örneği başka olmayan bir yer midir ? Amerika’da Yucca Dağı’nda bir nükleer atık deposu kurma girişimi olmuştu yanılmıyorsam .
İbrahim Bey : Yucca Dağı’nda kurulma işlemi başlaynan tesis ABD federal hükümeti ile eyalet hükümeti arasında davalık oldu. Bir anlamda “rafa kalktı” diyebiliriz.
YG : Ülkemizde Akkuyu ve Sinop ’ta nükleer santral kurulması planlanıyor, hatta geçenlerde Akkuyu için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED)İzin ve Denetim Genel Müdürlüğü İnceleme ve Değerlendirme Komisyonunca yeterli bulunarak, ÇED izni için askıya çıktı, bunu nasıl yorumluyorsunuz?
İbrahim Bey: Maalesef öyle ama depolama ve atık risklerinden raporda hiç bahsedilmemesi kabul edilir gibi değil. Bir nükleer tesisin faaliyete geçmesi için 4 tane lisanslama aşaması vardır. Bunlar 1-Yer lisansı, 2-inşaat lisansı, 3-deneme üretimi lisansı, 4- İşletme lisansı… Her bir aşamadaki testlerden de geçilmesi gerekir . Halihazırda inşaat lisansı aşamasındayız.
YG: Çevre boyutuyla ele alırsak ki elbette çevreyle birlikte insan sağlığı da etkilenecektir; nükleer santralların teknik olarak bir kaza veya sızıntı olmasa dahi çevreye ve insan sağlığına olumsuz etkisi bulunur mu?
İbrahim Bey: Nükleer santrallar soğutma işlemi için yüksek miktarda suya ihtyaç duyar ki bu miktar saniyede 10 tondur. Nükleer reaktör içerisinde 2 kapalı devre vardır. Bunlardan birinci kapalı devre, reaktörün kalbinden, yani yakıt çubuklarının arasından geçerek buhar üretecine (jeneratör) gider. Üreteçteki suyu buhara dönüştürerek tekrar reaktörün kalbine döner. İkincisi ise buhar üretecinden çıkan kapalı devredir. Bu da elektrikli üretecinin tirbününü döndürmek içindir. Tirbünleri döndüren çürük buharın ise soğutulması santralın yakınındaki göl, akarsu ya da denizden sağlanır. Normalde, sızıntı, çatlama olmazsa; boru,tesisat bakımları düzgün yapılırsa, kapalı devrelerden geçen sulara radyasyon bulaşmaz. Ancak, çürük (kullanılmış) buharı soğutmak için çekilen soğutma suyu, tekrar dışarı denizlere, göllere ya da akarsulara gönderilir ve bu durum, bir süre sonra deniz, göl, nehir suyu sıcaklığında yükselmeye yol açar. Sıcaklık derecesi değişen deniz, canlı yaşamını tehdit edecek boyutta bioçeşitliliği tamamen değiştirecektir .
YG: Peki bacadaki filtrelerden radyoaktif izotopların dışarı çıkması mümkün müdür?
İbrahim Bey: Mümkündür. Nükleer reaktörlerde koruma kabının içerisinde işletme sırasında hidrojen oluşur. Hidrojen çok patlayıcı bir gazdır ve dışarı salınmazsa reaktör binasını patlatabilir. Bu yüzden belli aralıklarda nükleer reaktörlerde atmosfere izin verilen oranlarda gaz salınır. bu gazların içerisinde ksenon gibi radyoaktif gazlar da vardır.
YG: Peki nükleer santrallar insan sağlığı açısından bilimsel olarak tehlike yaratır mı?
İbrahim Bey: Almanya’dan Nükleer Silah Karşıtı Hekimler Birliği(IPPNW) üyesi ve şimdiki Başkanı Dr Angelika Claussen, kendisiyle 1998 yılında yaptığım söyleşide, Almanya’nın Hamburg kentinin kuzeyinde bulunan Krummel Nukleer Sanralı‘nın çevresinde ikamet edenlerle yapılan bilimsel bir araştırmada, çocuklardaki lösemi ve tiroid kanseri oranlarında artış oldugunun saptandığını anlatmıştı. Geçenlerde bununla ilgili yeni bir araştırma da bunu doğrular nitelikteydi.
YG notu : ( YG olarak IPPNW Yeni dönem Avrupa Başkanı Dr Angelika Claussen ile de bir söyleşi gerçekleştirmiştik, yakında yayınlamayı umuyoruz)
YG: Bu durumda kaza olmasa bile nükleer santrallarin insan sağlığı için zararlı olduğu sonucuna varabilir miyiz?
İbrahim Bey: Maalesef evet. Radyoaktif izotoplar, kararsız elementlerdir. Bunlar kararlı hale gelebilmek için atomlarından sürekli parçacık atar. Bu da iyonize edici radyasyonu oluşturur. İyonize edici radyasyon da öncelikle canlı DNA’sını kırar. Bizim DNA’larımızda yaşamımızla ilgili her şey kodlanmıştır. Örneğin o hücrenin yaşamımız boyunca kaç kez ve ne zaman bölüneceği bellidir. İyonize edici radyasyon DNA’mızı kırdığında bu kodlar da bozulur ve o hücremiz deli gibi çoğalarak kanser oluşmasına neden olur. Bir de her radyoaktif izotop vücutta farklı bir organa yerleşir. Örneğin iyot 131 tiroide, sezyum 137 kemik iliğine, plütonyum 239 ise akciğere yerleşerekçeşitli kanserlere neden olur. Bir de bu radyo izotopların her birinin farklı yarılanma ömrü vardır. Her biri en az 10 kez yarılanma ömrü geçirdikiten sonra kararlı hale gelir. Örneğin iyot 131’in yarılanma ömrü 8 gün, sezyum 137’ninki 30.4 yıl, plütonyum 239’un ise 24 bin yıldır. Yarılanma ömrü 240 bin yıl olan radyo izotop bile vardır .
YG: Peki güvenlik boyutu açısından nükleer santral yatırımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İbrahim Bey: Ülkemizde nükleer santral henüz olmamasına rağmen tarihe geçen bir kazayı tecrübe ettik. 1998 yılındaİstanbul İkitelli’de bir hastanenin röntgen kaynağı olan kobalt 60 radyoizotopunun bulunduğu kaynak, hurdacıda ortaya çıktı. Oysa bunun Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK)‘in kontrolünde yurtdışına gönderilmesi gerekiyordu. Bu kaynağı parçalamaya kalkan bir hurdacı ailenin birkaç ferdi, ani radyasyon zehirlenmesi sonucu kısa bir süre sonra yaşamlarına veda etti.
TAEK ülkemizde kurulması düşünülen nükleer santralları nasıl denetleyecek ve lisans verecek? Biz daha yakın zamana kadar Soma ve Ermenek’teki maden kazalarını önleyemedik ve yüzlerce insanımızı kurban verdik. Bunları düşündüğümüzde, bu nükleer santrallar nasıl denetlenebilecek? Öte yandan, 2012 yılının Aralık ayında, İzmir’in Gaziemir ilçesinde kurşun üreten bir fabrikanın yıllarca yurtdışından ithal ettiği radyoaktif atıkları kendi arazisindeki toprağa gömdüğü ortaya çıktı. TAEK’in durumu 2007 yılından beri bilmesine rağmen asla müdahale etmediği anlaşıldı. Oysa ülkemize radyoaktif atık ithal etmek yasalarımıza göre yasak.
YG: Ülkemizde nükleer santral yapılmasının istihdam artışı sağlayacağı görüşü hakkındaki değerlendirmenizi de alabilir miyiz?
İbrahim Bey: Nükleer santrallarda teknoloji yoğun üretim gerçekleştirilir. Teknik personel ihtiyacı olduğu üzere, yatırımı yapan ülkeler kendi teknik personellerini bu alanda değerlendirecektir. Dolayısıyla evet bir istihdam artışı olacaktır ancak bu durum bizim değil, tesisi kuran yabancı ülkedeki istihdama olumlu etkisi olacaktır. Belki şaka olacak ama bir nükleer santralda çalışan çaycının bile özel eğitimden geçmesi gerekiyor.