Ana Sayfa Blog Sayfa 3815

[Çocuk Kitapları] HavHav Kardeşliği – Cemil Kavukçu

Büyükler için yazdığı romanları ama özellikle de öyküleriyle geniş bir okur kitlesi tarafından beğenilerek okunan Cemil Kavukçu bu kez de kalemini çocuklar için eline almış. Kitap Bobo, Pamuk ve Topik adında üç köpeğin maceralarını anlatıyor. Adını da zaten köpeklerin ilk hecelerinin birleşiminden alıyor: Bopato. Serinin ilk kitabı köpekleri tanıdığımız ve bir araya gelişlerini anlatan Havhav Kardeşliği.

hav hav kardeşliği - cemil kavukçu

Topik evcil hayvan satan bir dükkânda, kendisini sahiplenecek birini beklemektedir. Burcu adında çok tatlı bir kız onu satın alır. Topik ilk başlarda korkudan biraz etrafı batırsa da zamanla eğitimli cici bir köpek olur. Bu arada sahibiyle de aralarında çok güçlü bir dostluk kurulur. Topik iyidir hoştur, çok sevimlidir ama ev köpeği olduğu için bir tırsak, biraz da şımarıktır. Topik’in yediği önünde yemediği arkasındayken, Burcu’nun bir kardeşinin olacağının öğrenilmesi üzerine kendini bir anda hayvan barınağında buluverir.

Bobo, yaşlanmış bir çoban köpeğidir. Sahibine gönülden bağlıdır ve koyunları canı pahasına korumaktadır. Ancak artık yaşlanmıştır ve yerine çocukları yetişmiştir. Çobanın kendisini artık gereksiz bir boğaz olarak gördüğünü ve yanında istemediğini öğrenince üzüntü içinde evini terk eder. Yolu sonunda büyük şehrin kenar mahallerine düşer. Burada başka köpeklerle karşılaşır. Çok iri olduğundan köpek çetesinin başına getirilir.

havhavkardesligi(1)

Pamuk, bir inşaatta doğmuş sokak köpeğidir. Annesinin koruyuculuğu altında kardeşleriyle birlikte yaşarken, birden belediye ekiplerinin ailesini götürmesi üzerine bir başına kalır. Sokaklarda çaresizce dolaşırken Bobo ve çetesiyle karşılaşır. Bobo, Pamuk’u himayesine alır. Yemek bulmak için üst mahalleye gittikleri bir gün belediye ekipleri onları yakalar ve hayvan barınağına kapatır. Burada Topik’le karşılaşırlar ve kardeşlik tamamlanır. Bopato ismini alırlar, birlikte hayvan barınağından kaçmaya karar verirler. Kitabı 8 – 9 yaş grubuna önerebilirim.

Not: Bu yazının videosunu aşağıdaki linkten Uzman Tv’den izleyebilirsiniz.

http://www.uzmantv.com/cemil-kavukcunun-havhav-kardesligi-bopato-kitabinin-konusu-nedir

Nehir ve Mehmet Fırat Pürselim

Mehmet-Fırat-ve-Nehir-Pürselim

‘Yıldızlararası’ kişisel dağılma durumu üzerine oldukça öznel bir değerlendirme – Alper Akyüz

Nolan kardeşlerin (Jonathan ve Christopher) sinemayı ne kadar etkili kullanabildiklerini daha önce defalarca filme de uyarlanmış Batman karakterinden ‘Dark Knight’ gibi bir film çıkardıklarında görmüştük; hatırlarsanız o dönem Heath Ledger’ın muhteşem oyunculuğuyla asıl karakterin bile önüne geçen Joker karakteri efsane olmuştu. Heath Ledger’ın film gösterime girmeden hayatını kaybetmiş olması ise Nolan kardeşlerin başarısının yeterince konuşulamamasına neden olmuştu. Şurası bir gerçek ki kardeşlerin en büyük gücü izleyenin en başta kendisini sorgulamasını sağlamaları; kendinizi Joker gibi bir karaktere hak verirken ve sempati olmasa bile empati duyarken bulmanızı sağlamak her babayiğitin harcı değil. Christopher Nolan aynı başarıyı (yine her biri ayrıca güzel seyirlik olsalar da) serinin kendi çektiği diğer iki filminde veya Inception’da gösterememişti.

22...

Ama şu anda gösterimde bulunan ‘Yıldızlararası’ [Interstellar] filmine gelince… Herhangi bir yorumda bulunmadan önce bile bir durmak lazım. Sıcağı sıcağına (filmden çıkalı henüz iki saat olmadı) bunları yazmam ne kadar doğru bilemiyorum, ama yazmazsam çoğunun yok olacağını hissediyorum. Öncelikle eğer kara deliklerin göbeğinde bir”tekillik” (singularity) varsa oraya kadar gerçekten gitmemize gerek kalmadan o tekilliğin içine çekildim. Tabii ki fiziksel gerçekliğe uygunluğundan değil, yarattığı hissiyattan bahsediyorum. Fizikle uygunluğu konusunda bir sürü tartışma var, ancak açıkçası bir saf bilimkurgu okuyucu/izleyicisi olarak sanırım ilk defa fizikle uygunluğunu sorgulamıyorum ve o kadar da önemli olmadığını düşünüyorum. Önemli olan bir nokta varsa şu: O tekilliğin içinden aynı insan olarak çıkamazsınız, ve ben de üç saat öncesinde sinema salonuna girenden farklı bir insan olarak çıktım o salondan. Öykünün evrensel düzeyden küresele ve bireysel düzeye kadar sürekli burnuma dayadığı ikilemler ve seçimler nedeniyle boğazımda bir yumruk, göğsümde bir tuğla ile izledim ve yarattığı fizik gerçekliği anlayabilmek için de beynim sürekli çalıştı. Benim için şimdiye kadar ki en önemli film olabilir mi acaba? Bilmiyorum, zaman ve etkisinin kalıcılığı gösterecek.

Konuyu herhangi bir sinema sitesindende okuyabilirsiniz, ancak spoiler vermemeye çalışarak beni neden bu kadar etkilediğini anla(t)maya çalışayım. Öncelikle atmosfer tanıdık: ismini doğrudan vermese de iklim değişikliğinin bildiğimiz haliyle uygarlığı (yok etmediği ama) çürüttüğü ve zorlu koşullarda kalan nüfusa yiyecek sağlamanın, yani çiftçiliğin en öncelikli iş olduğu bir dünyadayız. O kadar ki çiftçi gereksinimi yüzünden ordular dağılmış, mühendislik gibi meslekler geri plana düşmüş, teknoloji artık kullanılsa da hayran olunan bir olgu değil, ve tabii ki uzay araştırma ve görevleri kamuoyu nezdinde herhangi bir kaynak ayırılması tepki çekecek kadar gözden düşmüş. Buna rağmen giderek ve hızla ağırlaşan kriz 1920’lerin ABD’sinde yaşanan ve içinde bulunduğumuz bir kaç sene içindeki kuraklıkla yinelenen ‘Toz Çanağı’na (Dust Bowl) da referans veriyor ve yetiştirilebilen tek tahıl olarak mısır kalıyor. Bunun dışındaki bütün ürünler giderek yetiştirilemez hale geliyor ve tarlalar yakılıyor; bu arada mısırın da sonunun yakın olduğunu öğreniyoruz. Bu ortamda -dünyanın geri kalanını bilemiyoruz ama- ABD hala kurumsal örgütlenmesini korumuş. Ama o kurumlar bünyesinde bile örneğin 20.yüzyılın uzay görevlerinden olumlu bir şekilde bahsetmek neredeyse suç; hatta Ay’a gidilmediği ve bunun Sovyetler’e karşı dönemin propaganda savaşının bir parçası olduğu yaygın bir kanı. NASA ise gizli bir örgüt gibi çalışmak durumunda kalan küçük bir kuruluş sadece. Dünya artık insanlık için yaşanmaz hale geleceği kesin bir gezegen, ve alternatif başka bir gezegen de yok…ta ki!

Evet, o NASA Satürn yörüngesinde açılmış bir solucan deliğinden geçilebilecek başka bir galakside yaşanabilir olması mümkün gezegenler olduğunu keşfediyor ve Lazarus adını verdiği ailesi olmayan 12 bilim insanını kendilerini daha sonra izleyecek bir ekip için önveri toplamaları için önden göndermiş. Mühendislik becerilerini tarım aletlerini programlamak için kullanan eski uzay test pilotu kahramanımız ise izleyecek ekip için önde gelen bir aday, ancak olası 3 gezegeni barındıran sistemin merkezindeki kara delik, görelilik kuramı, yerçekimi ve bir boyut olarak zaman bundan sonrasında filmin başrolünde. Bu konulara biraz aşina olmayanların anlamakta oldukça zorlanacağı bölümün özü ise pilotun geride bırakacağı oğlu ve özellikle kızı ile bir daha görüşme olasılığının çok az olması, geri dönse bile uzayda ve dünyada zamanın ilerleyişindeki fark nedeniyle kendisi fazla yaşlanmazken dünyada kalanların yaşlanacağı (yani kızının kendisinden daha yaşlı olacağı), daha da önemlisi belki dünyanın çoktan yaşanmaz bir yer haline gelmiş olup insanlığın yeryüzünden silineceği gerçeği. Ve sonunda biraz insanlığı kurtarma görevinin, biraz da merak ve heyecanının ağır basıp gitmeye karar verdiğinde kızının kendisine veda etmeyi ya da Satürn’e kadar uzay aracında geçen iki yıl boyunca mesaj bile göndermeyi reddetmesinin yarattığı ağırlık filme hakim oluyor. Küçük yaşta bir kız babası olmak da beni bu kadar etkileyen ikinci boyut sanırım. Çok hakim olmasam da uzay yolculuğu ve yukarıda adı geçen bütün kozmolojik konular ve felsefi sonuçlarıyla ilgileniyor olmam da üçüncü boyutu. Sonuçta kendileri mesaj gönderemeseler de dünyada kalanların yıllar içinde gönderdiği mesajları alabiliyorlar ve bu arada onların kendilerine göre hızla akan hayatlarına giderek kötüleşen dünya halinde eşlik edememenin yükünü taşıyorlar. Pilotun daha sonra NASA’da çalışmaya başlayan kızı ancak pilotun kendisini terkettiği yaşa girdiği doğum gününde bir mesaj göndermeye karar veriyor, ancak hala terk edilmişlik psikolojisini aşabilmiş değil.Özellikle ilk gezegene inip birkaç saat içinde kendilerini bekleyen uzay istasyonuna döndüklerinde aslında 24 sene geçmiş olduğunun farkına varmaları ve arada gelen mesajları izleyerek yakınlarının yaşlanmalarını ve yaşamlarındaki trajik gelişimeleri izlemeleri oldukça travmatik bir etki yaratıyor.Başka bir ikilem ve güçlük ise insanlığın soyunu sürdürmek için yine kendilerinin karar vermeleri gereken Plan A ve B olarak kurgulanmış seçenekler; ilki dönüp geride kalan insanları yeni dünyaya taşıma, diğeri ise beraberlerinde getirdikleri döllenmiş yumurtaları yetiştirme senaryosu, ve tabii buna karar vermeleri için ellerindeki kaynakların (zaman, yakıt,…) sınırlılığı ve  yanlış seçimleriyle de daha da sınırlı hale gelmesi. Yine düşündürücü (ama umutlu) bir son seçilmiş olsa da gerçek dünyada başka bir gezegen seçeneğimiz yok, bizim için kaygılanan ve bize doğru yolu gösterecek uzaylılar da varsalar bile henüz ortaya çıkmadılar.

Film çok sayıda başka film ve öyküye referans veriyor. Yukarıda değindiğim ekolojik kriz distopyası dışında “2001: Bir Uzay Macerası”na gerek robotlar TARS ve CARE, gerekse de uzay boşluğunda tek başına kalan ve yeniden doğan astronot temaları yoluyla çokça gönderme var. Bunun ötesinde Uzay Yolu serisinin hem TV, hem sinema versiyonlarında ve başka bir çok bilim kurgu eserde çokça kullanılan akıllı robotlar, solucan deliklerinden geçişler, zaman yolculuğu, kara delikler ve tekillik temaları çok daha yalın halde ve sade görsel efektlerle resmedilmiş, ancak beraberinde getirdiği felsefi sorunlar yerli yerinde, tam da bu nedenle daha etkili. Ekolojist akımların temel yaklaşımı olan ‘uzay gemisi dünya’ temasına ve dünyayı dünya dışından gören astronotların yaşadığı aydınlanmaya (Overview Effect) konu ve görsel olarak bolca referans veriliyor. Kurtuluş senaryolarında çeşitli ‘yeni dünya yaratma’ (terraforming) girişimleri ve hatta bir ara formül olarak ‘Elysium’benzeri uzay istasyonuna taşınma karşımıza çıkıyor. Ve daha önce bu kadar çok işlenmiş tema ve motiflerden özgün bir yapım çıkabiliyor (ki çok sevilen ve çığır açan Matrix serisini benbu yüzden bir türlü sevememiştim). Arada heyecanın arttığı hareketli sahneler de yok değil, özellikle baş dönmesinden yakınanlar rahatsız olabilirler.

Sonuç olarak film oldukça derinlikli bir öykü ve çok başarılı kurgulanmış. Nolan kardeşler de yarattıkları karakterlere (ve tabii asıl biz izleyiciye) çok acımasız davranmış. Ne kadar anlatsam da izlemeden anlamanız mümkün değil. Ancak uyarmam da gerekiyor: filmden ya çok etkilenirsiniz, ya da hiç sevmez ve çok sıkılırsınız.Özellikle de benim gibi küçük (kız) çocuk babası, ekolojik krizden kaygılanan ve uzay-zaman konuları ile ilgilenen bir izleyici iseniz gerçekten arası yok, ancak bu durumda her halukarda izleyeceğinizi de varsaymaktan başka çare yok. İyi seyirler…

Alper Akyüz

 

 

Alper Akyüz

[Sürdürülebilir Yaşam Filmleri] Gringo Trails / Turistin Ayak İzi

7-8-9 Kasım tarihlerinde 11 ilde gerçekleştirilen Sürdürebilir Film Festivali kapsamında gösterilen Gringo Trails/Turistin Ayak İzleri büyük bir endüstri haline gelen turizm sektörünün son 30 yılda nasıl değişimlere uğradığını ve bu değişikliğin başta doğaya ve ekosisteme ne kadar zarar verdiğini anlatan bir belgesel olarak izleyicinin karşısına çıkıyor.

32...

Antropolog Pegi Veil’in imzasını taşıyan Gringo Trails/Turistin Ayak İzleri, Bolivya Amazonlarından başlayıp, Tayland’ın parti sahillerine, Timbuktu çöllerinden, Mali’ye, Bütan’ın nefes kesici güzelliklerine kadar uzanıp Turistin Ayak İzi’nin doğayı nasıl tahrip ettiğini gözler önüne seriyor.

İnternet çağının sınır tanımadığı küreselleşen dünyada insanların el değmemiş doğal güzellikleri bulup, keşfetmesi ve tahrip etmesi kaçılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

Gringo Trails/Turistin Ayak İzleri, 1981 yılında Bolivya ormanlarında kaybolan Israil asıllı gezgin Yossi Ghinsberg bu deneyimini kitaplaştırdıktan sonra Bolivya ormanlarını merak edip gelen turistlerin eko sisteme farkında olmadan ne kadar zarar verdiklerini anlatarak başlıyor. Sonrasında Tayland’ın takım adalarının yıllar önce eşsiz güzelliklerine tanık oluyoruz. Zamanla insanlığın doymak bilmeyen bilinçsizce şekillenen keşfetme merakıyla el değmemiş sahillerin bir çöplük haline nasıl dönüştüğüne içimiz burkularak tanıklık ediyoruz.

Sürdürebilir Turist Olmak Mümkün!

İnsanların yaşarken gözden kaçırdığı küçük detaylar, gezerken yeni yerler keşfederken de bilinçsizce hareket ettiğini, tüketme alışkanlığın frenleyemediğini belgesel boyunca gözlemleyebiliyoruz.  Diğer taraftan ise doğal güzellikleri koruma, yaşatma konusunda ise alternatiflerin olması gerektiğini mesajını alıyoruz. Belgeseli izlerken, turist olarak keşfetmek istediğimiz yerlerin kültürüne de doğal güzelliklerine en az zararı vererek (iz bırakmadan) gezebilmenin mümkün olduğunu düşünebiliyoruz.

Gringo Trails/Turistin Ayak İzleri belki de bugüne kadar gözden kaçırdığımız turist kimliği ile gezdiğimiz, keşfettiğimiz yerleri doğal yapısını farkında olmadan değiştirdiğimizi, tahrip ettiğimizi etkili bir şekilde vurguluyor. İzlenmesi gereken bir belgesel olan Gringo Trails/Turistin Ayak İzleri belgeselini yakında yayın hayatına başlayacak olan Sürdürebilir Yaşam TV internet sitesinden izleyebilirsiniz.

[Vegan Gökkuşağı Sofrası’ndan] Pizza Günü

Şehir yaşamında henüz işgal edilmemiş parkları ve evlerimizi saymazsak her yer tüketim toplumunun ortalama alışkanlıkları ile işgal edilmiş durumda. Ne yiyeceğimize bile karar veren bu ortalama alışkanlıklara direnmek mümkün mü bilmiyorum. Ama direnişin sırlarından biri de keyifli alışkanlıklar edinmek. İstanbul’da yaşayan Amerikalı arkadaşım Brooks Emerson ile birlikte belli günler görüşüp Vegan yemekler yapmaya karar verdik. Konuklarımız olursa onları da davet ettiğimiz soframızda kendi yaptığımız yemekleri yiyip keyifli sohbetler de yapıyoruz. Asıl Vegan olanımız Brooks ama ben de vegan yemekleri o kadar seviyorum ki, yakındır Vegan olmam.

Yemek hazırlarken Brooks’un temel ilkesi ‘’her gün sofraya gökkuşağını getirmek’’. Şanslı bir ülkede yaşıyoruz her mevsimin kendine ait rengarenk sebzelerini ne zaman istesek bulabiliyoruz. Brooks’un mutfağında takvime eklenmiş bir listesi var. Listede hangi mevsimde hangi meyve ve sebzeler yetiştiriliyor kolaylıkla takip edebiliyorsunuz. Yemek yaparken vazgeçilmez temel ilkelerimizden biri de, mutfağı olabildiği kadar dağıtmak ve yemek yaparken asla temizlik yapmamak. Kirli tabakları yıkamak, tezgahı silmek falan gibi yemek yapmanın kutsallığını bozacak işleri mutfağımızdan uzak tutuyoruz. Becerebildiğimiz her şeyi evde yapmaya çalışıyoruz. Örneğin mayalanmış hamur her an kullanılmak üzere önceden hazırlanmış olup, buzdolabında saklanıyor. Aynı hamuru bir hafta bozulmadan saklamak ve çeşit çeşit lezzetler yaratmak için kullanmak mümkün.

Bugün pizza yapmaya karar verdik

Bizimki önceden hazırlanmıştı ama öncelikle size hamuru nasıl hazırladığımızı anlatayım. En iyisi bir gün önceden hazırlamak

291) Yedi litrelik bir kabın içine üç bardak sıcak su (ama kaynar olmayacak), 1.5 yemek kaşığı maya ve 1 yemek kaşığı tuzu koyuyoruz.

2) Altı buçuk bardak unu da ilave ettikten sonra tüm un ıslanıncaya kadar karıştırıyoruz.

3) Kabın üstünü strec filmle kapatıp iki saat oda ısısında tutup, ardından da buzdolabına kaldırıyoruz. Buzdolabında en az üç saat tuttuktan sonra kullanılabilir olan hamurumuzun mayalanıp kabardığını göreceğiz. Yedi gün buzdolabında tutabileceğimiz bu hamur her geçen gün biraz daha ekşir. Aynı hamuru pizza yapmak için olduğu gibi gözleme ya da ekmek yapmak için de kullanabiliriz.

Şimdi de pizza sosunu hazırlayalım

Yapacağımız pizza kesinlikle vegan olacağından peynir kullanmayacağız. Aslında vegan peyniri diye bir sey olmadığından, hazırlayacağımız içeriğin peynir lezzetini aratmayacak bir sos olduğunu vurgulamak isterim.

1) İhtiyacımıza göre miktarlarını dengeli bir şekilde ayarlayabileceğimiz, iki diş sarımsak birer adet iri olanlarından kırmızı biber, yeşil biber ve soğanı iki yemek kaşığı zeytinyağı ile soğanlar pembeleşene kadar tavada kavuruyoruz.

2) Hemen ardından bir iri yeşil kabak ve  havucu dilimleyip tava içine ekliyoruz.Yeşil kabakların dış katlarını özel kesici bir rende ile spaghetti gibi kesip bir sonraki aşama için saklıyoruz. Bu aşamada tavaya koyduğumuz dış katları kesilmiş kabakların gövdelerini kullanıyoruz. Bu sırada biraz pul biber ve kekikte ilave ediyoruz. Pizzadaki miktarlar biraz da göz kararıyla yapılıyor.

3) Kabukları soyulmuş iki domatesi da tavaya ekleyip, domatesler eriyinceye kadar tavada çeviriyoruz.

4) Hemen ardından da iki yemek kaşığı un ilave edip sosu karıştırıyoruz. Ocakta pişmekte olan karışıma ¾ bardak hindistan cevizi sütü ekliyoruz. Karışımın köpüklendiğini görünce de önceden ince uzun spaghetti gibi kestiğimiz yeşil kabakları ilave ediyoruz. Bu aşamada sosu tadıp özellikle baharat açısından eksiklerini denetliyoruz.

5) Artık sos hazırlığının finaline geldik, elimizle böldüğümüz bir avuç dolusu ıspanağı ekleyip ocağın altını kapatıyoruz.

Şimdi de Pizza yapalım

28 pizza3

1) Şimdi de önceden hazırladığımız hamurdan bir dolu avuç alıyoruz. Ama öncesinde pizza hamurunu açacağımız masa üstünü bir avuç unla sıvayıp hamuru kolaylıkla işleyeceğimiz bir zemin oluşturuyoruz. Merdane ile dilediğimiz ölçüde açtığımız hamurun kenarlarını kıvırıp üstüne koyduğumuz sosun taşmasına engel oluyoruz.

2) Bu arada fırınımızı 350-400 santigrat dereceye ısıtıyoruz. Fırınınızın içinde bir ısı tuğlası yoksa ki yoktur. Komşu inşaattan zemin döşemesinde kullanılan geniş bir graniti ödünç alıp, fırının içine yerleştiriyoruz.

3) Ahşap paletinizin üzerine mısır unuyla sıvayıp, masada hazırladığımız açılmış pizza hamurunu palete yerleştiriyoruz. Hazır olan sosumuzu ortadan kenara doğru yayarak pizza hamurunun üstüne yayıp fırının ısını kontrol etmeye gidiyoruz. Eğer ısı 350 santigratı bulmuşsa paletimizin üzerindeki pizzayı fırının içine yerleştirdiğimiz granitin üstüne fırıncı hareketiyle bırakıyoruz.

4) Yaklaşık 25 dakika sonra parmaklarınızı yiyecek kadar lezzetli (bizim yaptığımız öyle oldu) pizzanız hazır olacak.

 

Son dönemin Yeşil Kitapları

Türkiyede Yerel Yönetimler ve Çevre

39 yerel
Çevre sorunları günümüz toplumlarının önemli sorun alanları arasında yer almaktadır. Çağdaş toplumların karmaşık yapısı nedeniyle çevre sorunlarının ortaya çıkması ve çözümü sürecinin oldukça farklı seviyelerden oyuncuları ilgilen-dirdiği ve bu oyuncuların müdahale ve etkisine konu olduğu görülmektedir. Bu oyuncular merkezi yönetimlerden, gönüllü kuruluşlara, uluslararası kuruluşlardan yerel yönetimlere ve özel sektörden bilim insanlarına kadar oldukça geniş bir yelpazede faaliyet gösteren oyunculardır. Günümüzün karmaşık sorunlarının çözümü sürecinde merkezi yönetimler ve ulus üstü oyuncular etkili olmakla birlikte bu alana farklı seviyelerdeki oyuncuların ve özellikle de yerel yönetimlerin dâhil olması artık bir seçenek değil bir zorunluluktur.

Çevre sorunları bir yerden ortaya çıkan, yayılan ve çözümü için yerelde müdahaleyi gerektiren sorunlardır. Özellikle de kentlerin küresel iklim değişikliği başta olmak üzere muhtelif çevre sorunlarına yaptıkları katkıları hesaba kattığımızda bu alanların yönetiminden sorumlu yerel yönetimlerin hem sorunların ortaya çıkmasını önleme hem de var olan sorunların çözümü sürecinde önemli bir rol oynama potansiyelleri mevcuttur. Türkiye’de yerel yönetimlerin çevre sorunlarının önlenmesi ve çözümü sürecindeki yerini belirleyen yasal ve kurumsal çerçeveyi betimleyen bu çalışma, aynı zamanda bu çerçevenin başarısını değerlendirmekte ve bu alanda son dönemde gözlemlenen değişmeleri ortaya koymaktadır. Bu çerçevede bir yandan yerel yönetimlerin artan merkezileşme karşısında karşılaştıkları sorunlar tartışmaya açılırken diğer yandan iklim değişikliği örnek olayı üzerinden yerel yönetimlerin ve yerel yönetim ağlarının küresel sorunlara müdahale potansiyeli incelenmiştir. (Tanıtım Bülteninden)

Türkiyede Yerel Yönetimler ve Çevre
Küresel Sorunlar, Yerel Çözümler ve Yeniden Merkezileşme Tartışmaları
Gökhan Orhan
Seçkin Yayıncılık
2014

* * *

Ormanda Yaşam

38 Orman
Sivil itaatsizlik anlayışının öncülerinden sayılan Amerikalı yazar, filozof ve şair Walden Gölü kıyısında, şehirden ve modern hayattan kopuk bir biçimde geçirdiği yıllara ait deneyimlerini okurlarıyla paylaşırken sosyal ve ekonomik hayata dair, bugün için bile marjinal sayılabilecek fikirlerini öne sürmekten geri durmuyor.Amerika Birleşik Devletleri’nin henüz emekleme çağında olduğu bir dönemde, sanki insanların hırslarının ve ihtiraslarının varabileceği noktayı o günde görmüşçesine, yalnızca doğanın nimetlerinden ve kişinin kendi emeğinden faydalanarak yaşayacağı bir dünyadüzeni tasarlayan Thoreau aynı zamanda tasarladığı düzenin ilk uygulayıcısı. İflah olmaz bir münzevi olan Thoreau ile Walden Gölü kıyısında geçireceğiniz saatler düşünce dünyanızda yepyeni kapılar açacak. “Kedere bir övgü yazmak değil niyetim, sadece seher vaktinde tüneğinde dikilen bir horoz gibi kuvvetle ötmek ve komşularımı uyandırmak. (Tanıtım Bülteninden)

Ormanda Yaşam
Henry David Thoreau
Zeplin Kitap 2014

* * *

İklim Değişikliği ve Kuraklık

40 kuraklık
Ümit Şahin ve Levent Kurnaz’ın “İklim Değişikliği ve Kuraklık” kitabı ilk bakışta fizikî dünyanın temel özelliklerine eğilen ve genel gidişâta dair eğilimleri ele alan bir kitap gibi gözükebilir. Ama, aldanmamalı! Kitabı 4 bin ikiyüz yıl öncesindeki Akad’ın Laneti’nden gelip sadece 35 yıl sonrasının muhtemel su kıtlığına, dev mülteci dalgalarına ve “din” savaşlarının kaotik manzaralarına uzanan cehennemî bir panorama olarak okumakta çok yarar var. Yazarların, önlemler konusuna da ciddiyetle eğildiğini dikkate alırsak, karar alıcılar başta olmak üzere hepimiz için önemli uyarıları olduğunu söylemeliyiz! (Ömer Madra)

İklim Değşikliği ve Kuraklık
Ümit Şahin&Levent Kurnaz
İstanbul Politikalar Merkezi
2014

Profesör ve Hizmetçi – Yoko Ogawa

Burada ne adınızın ne soyadınızın önemi var, siz sadece rakamlardan ibaretsiniz, aşağıdaki soruları cevaplayın yeter .

“Ayakkabı numaran kaç?”

“Kaç kilo doğdun?”

“Boyun kaç?

“Doğum tarihin nedir?

Profesör ve Hizmetçi : Japonca orijinal adının tam Türkçe karşılığı ile Profesörün Aşık Olduğu  Matematik Formülü. Türkiye’de ilk defa Pegasus Yayınevi aracılığıyla orijinal dilinden çeviriyle okurlarıyla buluşuyor. Böylece yazarın İngilizce ve Fransızca dillerine yapılmış çevirileri arasına Türkçe çevirisi de eklenmiş oldu. Eser Japonya’da sinemaya da uyarlanmıştır.

Sinemaya uyarlanmış eserden bir sahne
Sinemaya uyarlanmış eserden bir sahne

Roman, geçirdiği trafik kazası sebebiyle günlük hayatında 80 dakikada bir bellek kaybına uğrayan profesör, ona yardımcı olmak için işe alınan tek çocuklu yalnız bir kadın ve çocuğunun arasında şekilleniyor.  Üniversitede çalıştığı yıllarda başarılı bir matematik bilim insanı olan profesör, 1975 yılında bir trafik kazası geçirmiş ve bellek kaybına uğramıştır. Yardımcıya ihtiyaç duyduğu bir hayata başlamışken göreve gelenler birbiri ardına işi bırakmaktadır. Bunda şüphesiz profesörün rolü büyüktür  çünkü ya alınan yardımcıları bir sonraki gelişlerinde tanımaz ya da onları ayakkabı numaralarıyla telefon numaralarından tanımaya çalıştığı için korkutup kaçırtır. Oysa kafasının içinde adeta “80 dakikalık film kaydı” bulunan profesör başkalarına garip gelse de insanlarla sadece matematik üzerinden bağ kurabilmektedir.

Profesörün “unutma” merkezli hayatında kıyafeti  üzerine iğneyle iliştirdiği not kağıtları da büyük önem taşır. Belleğinin ışığı sönünce, “Benim belleğim 80 dakikalık ” yazan notlara tutunur. Kahvaltıda ne yediğini hatırlamıyor olsa da  matematiksel denklemler sözkonusu olduğunda beyni mucizevî bir şekilde çalışmaktadır.Bu yöntemlerden korkmadan Profesöre hizmet eden, ona uyum sağlayabilen tek kişi profesörün sorularını sabırla sıkılmadan cevaplayan yeni yardımcısı olacaktır. İşe alınan yardımcının 10 yaşında rakamların sihirli dünyasıyla henüz  tanışan bir de oğlu vardır ki Profesörün  ona matematik  sevgisini aşılaması zor olmaz. Profesörün karekök çağrışımıyla “Kök” adını verdiği babasız büyüyen çocuğa ilgi ve şefkati aritmetikle harmanlayarak sunması, kendisi de babasız büyümüş olan yardımcısının kalbini kazandıracaktır.

Bir çoğumuz için korkulu rüya haline gelen matematiğin Profesörün tutunduğu yegane dal olduğunu, ondan nasıl beslendiğini, hayatla matematiğin zaten iç içe geçtiğini, sabır ve sevginin o hayatı nasıl besleyip büyüttüğünü gayet güzel anlatan roman aynı zamanda okuyucularına beyzbol  talimi yaptırıyor.

Profesör ve Hizmetçi  (Pegasus Yayınevi)
Profesör ve Hizmetçi
(Pegasus Yayınevi)

2002 yılından beri Japonca’dan Türkçe’ye çeşitli çeviriler yapıyor olsam da  Japonca’dan çevirdiğim ilk kitap olarak Yoko Ogawa’nın bu eserinin hayatımda ayrı bir yeri  vardır. Çeviri süresince matematik ve beyzbol terminolojisiyle uğraştım. Matematikteki Artin teoremi, Mersene asal sayıları, Fermat teoremi, Euler teoremi ile bu kitap sayesinde tanıştım. Üstelik bu terimleri bir de Japoncadan çözmem gerekiyordu. Diğer bir sıkıntı da yoğun çalıştığım bir dönemde bu çeviriyi zamanında teslim etmekti. Hedefe varmanın yolu  Profesöre layık, planlı bir çalışma ve  matematikten geçecekti. Kendime her gün için 3 sayfa çeviri hedefi koydum. Kitaba dair heyecanımı yitirmemek adına çevirirken okuma yoluna gittim fakat bu sefer de  kitabı daha çok okumak için çevirmeye devam etmem gerekiyordu. Sonuç olarak  çeviri boyunca satırların arkasından sürüklendiğim gece ve gündüzlerim çok olmuştur.

Evet ben kitabın çevirisini  zamanında bitirdim ama gerek ekonomik  krizler gerekse farklı yayınevlerinin farklı tutumları neticesinde kitabın sizlerle buluşması  hayli zaman aldı. Bu durumda geç olsun güç olmasın diyorum, size iyi okumalar !

Yoko Ogawa kimdir?

Aslında Türkiye Japon Yazar Yoko Ogawa’nın adını ilk kez 2005’te vizyonda olan Türkçe adı Esrarengiz Sevgili  “The Ringfinger (Yüzük Parmağı)” adlı filmin  uyarlandığı romanla duydu.  Yoko Ogawa 1962 yılında Okayama’da doğdu. Waseda Universitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezundur ama kitabı da okuyunca esas Yoko Ogawa’nın bir matematik dehası olduğunu anlayacaksınız. 1988’den beri yazmış olduğu 20’den fazla romanı 12 civarında hikayesi bulunmaktadır. Yazarın Japonya’da basılan birçok kitabı vardır bunlardan bazıları Japonca adlarının Türkçe karşılıklarıyla aşağıdaki gibidir :

Mükemmel Hastane Odası (1989), Çay Soğuk Olmayacak (1990), Hamile Takvimi (1991), Kenar Sevgisi (1991), Şeker Zamanlar(1991), Angelina(1993), Otel Iris (1996), Buz Kokusu (1998 ,bu kitap Profesör ve Hizmetçi’den hemen sonra Türkçe’ye çevirdiğim kitaptır dolayısyla o da  2008’den beri okuyucularla buluşmayı  bekliyor) , Göz Kapağı (2001) , Profesörün Aşık olduğu Formül (2003,  Türkçesi, 2014 Pegasus Yayınevi, eser Japonca olarak sinemaya da uyarlanmıştır ) , Unutulup Bulunan Masallar (2006), Küçük Kuş (2012), Onlar Her zaman Herhangi Bir Yere (2013).

 

Pınar Demircan (Yeşil Gazete)

@pnrizumi

Velev ki Seyretmek İstedin… (Vol 1)

Doğruya doğru… Öyle denk geldi ve elimde “high-art” malzeme kalmadı. O nedenle, saati normale çekilmiş kasvetli kış akşamlarında ve karantinaya alınmış mutsuz grip inzivalarında kullanmak üzere filmlerden bahsedeceğim, bu hafta. Ama hiç öyle vizyona yeni düşmüş filmleri beklemeyin benden! Dün gala yapan filmi, ertesi gün evinde seyredebilen indirme canavarlarından değilim. Zaten, anacağım filmlerin hepsini köhne DVD arşivimdeki yasal kopyalarından izledim, efendim…

Gelelim filmlerimize…

The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford” (Tür. Ödlek Bob Ford’un Jesse James’i Esaslı Mıhlaması)

28“Jesse James” adını duyduğunuzda aklınıza ilk gelenin bir vahşi batı aksiyonu olduğuna ihtimal veririm. Ama durum öyle değil. Diyalogları yoğun ve ağır tempoda ilerleyen bir “psikolojik drama” ya da “gerilim/drama denemesi” diyebiliriz. Jesse James’in, çetesindeki genç bir arkadaş tarafından nasıl vurulduğunu anlatıyor bize bu film, tam 2 saat 33 dakika boyunca… Spoiler Alert: Jesse James filmin sonunda ölüyor…

İyi özellikler: 1) Süzme salak ile zeki, naif ile hain arasında sürekli çizgi değiştiren harika bir oyunculuk sergileyen Casey Affleck… 2) Brad Pitt… Her zamanki gibi iyi… 3) 1880’ler Birleşik Amerika’sına belgesel bir bakış. Üstün bir mekan ve kostüm gerçekçiliği… 4) Nick Cave…

Kötü özellikler: 1) Bu güney aksanı ne menem bir şey yahu? 2) Eee? Ne kazandık şimdi?

IMDB: 7.6 Yapım yılı: 2007

 

Margot at the Wedding” (Tür. Kızkardeşim Margot Evliliğimin İçine Ne Etti?)

29İki depresif kız kardeş birbirleriyle ölesiye çekişmektedirler. İkisi de birbirinin mutluğundan tiksinmektedir. Elbette biri başarılı ve korumacı diğeri mütevazı ve sıra dışıdır. Bu yetmezmiş gibi, etrafta çoluk çocuk birbirini cinsel obje olarak gören bir sürü ergen de vardır. Tüy dikmek üzere; çakal entelektüel bir yayınevi sahibi ve kaybedenler kulübü müdavimi bir bohem damat da işin içine girince, pirincin taşı ayıklanamaz hale gelecektir. Olaylar gelişir…

İyi özellikler: 1) Sadece 93 dakika 2) Jack Black (!) karakter oyuncusu oynamak istemiş… Ayy! Yazık kız!

Kötü özellikler: 1) Nicole Kidman en son sahnede çantasını falan bırakıp bileti bile olmadan nasıl bindi o otobüse?

IMDB: 6.0 Yapım yılı: 2007

 

The Queen” (Tür. Tony Blair sadece Bush’un mu ellerini öptü sanıyorsunuz?)

30Yakın tarihe ilişkin seyrettiğim sanırım en yakın film. Hellen Mirren kendisine Oscar kazandıran performansında bir oyuncu olarak çok geniş bir palet kullanmıyor açıkçası. Eh, bir İngiliz kraliçesinin ne kadar geniş bir palette duygu sergilemesini bekleyebilirsiniz ki? Ama zaten ona altın heykelciği kazandıran da bu duygusuz ifadeciliğindeki beceri olmuş. Yoksa benim favorim, Tony Blair’i hem yüz benzerliği hem de karakter uygulamasıyla çok iyi tasvir eden Michael Sheen idi. Hikaye de hikaye ama…

İyi özellikler: 1) Hellen Mirren 2) Michael Sheen 3) Prenses Diana ve Buckingham Palace ve Siyaset arasındaki üçgenler

Kötü özellikler: 1) Abi bu adamın nesi Prens Charles’a benziyor ya? Off! 2) Kraliçenin kocasının çayı soğudu!

IMDB: 7.4 Yapım: 2006

 

The Three Burials of Melquiades Estrada” (Tür. Meksikalı bir adam var. Yine o ölüyor.)

31Tommy Lee Jones ustamızın, tabii ki, çok güzel bir işi daha. Bizim güney hudutlarına benzetmek gibi olmasın, kevgire dönmüş olan Meksika-ABD sınırında yaşanan küçük bir cinayet hikâyesi… Amerikalı devriye, gariban kiremit suratlı Melquidas’ı “kazara” İsa’sına kavuşturur. Ahını yerde bırakmak istemeyen can dostu, göğsü yıldızlı bu sakar gringoyu kaçırır. Olaylar gelişir…

İyi özellikler: 1) Tommy Lee Jones canım ya… 2) “İşimdeyim gücümdeyim” tadındaki ruhsuz bir devriyeden, inanılmaz bir Stockholm sendromu dönüşümü çıkaran, çok başarılı Barry Pepper.

Kötü özellikler: 1) Bu filmi sevmeyenler de var ve sadece bu nedenle bile, dünya kötü bir yer olmaya aday olabilir.

IMDB: 7.5 Yapım: 2005

 

Eldeki malzemeleri tek seferde tüketmek istemedim… Arkası bir ara gelecek… İyi seyirler…

Linkler:

http://www.imdb.com/title/tt0443680/?ref_=ttfc_fc_tt

http://www.imdb.com/title/tt0757361/?ref_=fn_al_tt_1

http://www.imdb.com/title/tt0436697/?ref_=nv_sr_1

http://www.imdb.com/title/tt0419294/?ref_=nv_sr_1

 

Pekin’in hava kirliliğini vurgulamak için her gün aynı fotoğrafı çekti

DL Cade’nin PetaPixel’de yayınlanan haberini, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Filiz İnceoğlu‘nun çevirisiyle sunuyoruz.

* * *

33...
İngiltere’deki evlerde, yaklaşık 1 trilyon pound değerinde, kullanılmayan ama belirli bir ticari değere sahip elektrikli ve elektronik cihaz bulunduğu tahmin ediliyor. Fotoğraf: Bernhard Classen/Alamy

Pekin’indeki hava kirliliği dünyaca biliniyor. İstatistikler ve  teknik veriler şok edici olsa da, Pekin’de yaşayan bir vatandaş, durumun gerçekte ne kadar vahim olduğunu göstermek için fotoğrafın gücünden faydalanmak istedi – ve bu iş için birkaç yüz fotoğraf kullandı.

Zou Yi Pekin’de yaşıyor ve geçtiğimiz bir sene boyunca her gün günün aynı saatinde, aynı binanın fotoğrafını çekti. Kendi başına fotoğrafların pek bir çekiciliği bulunmuyor. Ancak, 365 gün boyunca çekilen fotoğraflar bir araya getirilip bir tablo oluşturulunca, Yi’nin hava kirliliği konusunda vermek istediği mesaj açıkça ortaya çıkıyor:

34

Zou Yi, PM 2,5 partikül maddeleriyle ilgili yaptığı okumalardan bahsederken, “Birçok insan gibi, okuduklarımı kısa bir süre içinde unutuyorum” diyor. “Fotoğrafları gördükten sonra insanların yaşam alanlarımıza dikkat etmeye ve onları korumaya başlayacağını ümit ediyorum. Veriler ve varsayımlar soyuttur ama fotoğraflar çok daha canlı bir tabloyu gözler önüne serebilir.”

Yi’nin fotoğrafları çok ilgi görüyor ve amacına uygun olarak başka insanlara benzer projeler için ilham kaynağı oluyor. Yi, insanların Çin’in her şehrinde böyle fotoğraflar çekmeye başlayıp, ülkedeki hava kirliliği gerçeğine dikkat çekmelerini istiyor.

Çektiği diğer fotoğrafları görmek ve Yi ile temas halinde olmak için Weibo microblog sitesini ziyaret edebilirsiniz.

 

Haberin İngilizce Orjinali

Haber: DL Cade

Yeşil Gazete için çeviren: Filiz İnceoğlu

(Yeşil Gazete, Peta Pixel)

Demirtaş’tan Diyanet Başkanı’na: Hırsızlık dinimize uygun bir faaliyet midir?

Selahattin Demirtaş, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e, “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tek bir açıklaması var mıdır? Hırsızlık dinimize uygun bir faaliyet midir?” diye sordu.

Selahattin Demirtaş, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması gerektiğini söyleyerek, şöyle devam etti: “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi küçük bir bakanlık kadar. Gerçek anlamda Sünniliğe hizmet etmiyor, çarpıtıyor, ‘Devlet dini’ bakışıyla yaklaşıyor, dayatılıyor. Tam bir din devleti ve devlet dini algısı içerisinde operasyonel yaklaşıyor meseleye. Diyanet işleri alevilere hizmet etsin diye bir algı yok. Devletin bu işlerle alakası olmaması lazım.

Devlet din hizmeti vermez. Ermenek’te Diyanet İşleri Başkanı gidip cenaze namazı kıldı. Hükümete tek lafı yok. Patrona laf söylüyor, hükümete hiçbir şey söylemiyor.

‘Türkiye’nin bir numaralı din adamı işçi katliamının üstünü örtmeye çalışıyor’
Diyanet İşleri Başkanı Ermenek’e giderek hükümetin sorumluluğunu örtmeye çalışıyor. İşte Türkiye’nin bir numaralı din adamı Ermenek’e giderek işçi katliamını üstünü örtmeye çalışabiliyor ve bunu dini kullanarak yapabiliyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı, tümüyle sömürüyü meşrulaştırma, devletin zorunlu baskısını meşrulaştırma devletin pisliklerini örtme mekanizması olarak kullanıldı. Bu kadar hırsızlık, yolsuzluk üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tek bir açıklaması var mıdır? Hırsızlık dinimize uygun bir faaliyet midir?”

 

kaynak: www.t24.com.tr

Yırca’nın Ekonomi Politiği-2

Ahmet Atıl AşıcıHükümetin 2012 yılında açıkladığı Vizyon 2023 belgesi, Türkiye’ye 2023’te dünyanın en büyük 10. Ekonomisi olma hedefini koyuyor.  Kişi başına düşen gelirin 10 bin dolardan 25 bin dolara çıkarılacağı vaat ediliyor. Ne üreterek bunu başaracağız diye baktığınızda, otomotiv, demir-çelik gibi ilk sanayileşme döneminin ürünlerini görmek büyük hayal kırıklığı yaşatsa da, hükümet bu sürdürülemez ekonomik yapı altında elindeki tüm imkanları seferber etmekten geri durmuyor. Teşvik altında milyarlarca lira dağıtıyor, engel gördüğü kanunları değiştiriyor, denetlemiyor ve sonucunda fiyat sistemini bozuyor. Özel sektör kazanıyor ama Türkiye kaybediyor. Bugün yaşadığımız iş cinayetleri, doğa kıyımları Türkiye ve dünya gerçeklerine tamamen aykırı Vizyon 2023 hedeflerinden kaynaklanıyor. Yeri göğü betona boğan bir büyüme inadıyla demir-çelikte dünya lideri olma sevdasıTürkiye’ye hem ekonomik hem toplumsal hem de ekolojik olarak pahalıya mal oluyor. Bu politikalarla 2023 hedeflerine ulaşabileceğimize hükümet üyeleri dahil kimse inanmasa da, siyasi başarısını buna bağlayan hükümetin geri adım atmaya niyeti görünmüyor.

Boş Vaatler Gerçek Kısıtlar

İçi boş vaatleri bir yana bırakıp 2023’te nasıl bir dünya ile karşı karşıya kalacağımıza bakalım. Yüzlerce saygın bilim insanının kaleme aldığı ünlü İklim Değişikliği raporlarına baktığımızda iklim değişikliği sonucu tarımsal üretimin ciddi biçimde düşeceği, bunun gıda fiyatlarını artıracağı ve dünya nüfusunun yaklaşık %20’lik bir kesimin yoksulluk sınırı altına iteleceği uyarısı yapılıyor. Türkiye coğrafi olarak iklim değişikliğinden ortalama bir ülkeden daha çok etkilenecek dolayısıyla bu uyarıları daha bir ciddiye almamız gerekiyor. Geçen yaz en kurak yıllardan biriydi, ama bu bir istisna olmaktan çıkmak üzere. Bunlar, içi boş hedefler güdümündeki politikaların eninde sonunda toslayacağı gerçek kısıtlar. Tarım, mera alanları gibi tatlı su kaynaklarımızı gözümüz gibi korumamız gerekiyor. İngiltere 1800’lü yılların ortasında mısır ithalatını serbest bırakarak sanayileşmesi için gereken şartları yaratmıştı. Tarım çökmüş çiftçiler fabrikalara ucuz işgücü olarak itilmişti. Aldıkları ücret yaşamlık ücretti, ve bir ayda alınması gereken kalori üzerinden hesaplanıyordu. Hububatın ithali fiyatları ucuzlatmış, sonucunda ekmek fiyatları düşmüş, aynı kalori için işçiye ödenmesi gereken ücret de böylelikle düşürülebilmişti. Artan artık-değer kapitalizmin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bu stratejiyi günümüzde tekrar etmek mümkün mü? Olmadığına ilişkin birçok kanıt mevcut. Bugün içinde Türkiye’nin de olduğubirçok ülke gıda güvenliğini sağlamak adına Afrika’da büyük toprak parçaları kapatıyor. Bu ülkeler ya Türkiye gibi varolan tarım alanlarını koruyamamış ülkeler ya da tarım üretiminin hepten yetersiz olduğu ülkeler. YSGP olarak Soma’nın Ortaya Döktükleri isimli raporda belirtildiği üzere 1995-2013 yılları arasında Türkiye’de tarım alanları yüzde 11.3, yani 3 milyon hektar azalmış. Hayvancılıkta da benzer bir çöküş yaşanmakta. Türkiye 1928’den günümüze sahip olduğu mera arazisinin üçte ikisini kaybetmiş durumda.Et fiyatları bu kadar yüksekken, yani normalde karlı olması gereken hayvancılıkta yaşanan çöküş, diğer faktörler yanında, meraların tükenişiyle de açıklanabilir. Bu yanlış politikalar sonucunda geçtiğimiz yıllarda ilk defa saman ithal etmek ve Sudan’dan 5 milyon hektar tarım arazisi kiralamak zorunda kaldığımızı bir kenara not edelim. Sanayileşme fetişi sadece o ülke insanını etkilemiyor artık. Bu uğurda tarımını yokedenler Afrika’da toprak kapatma yarışına girdikçe orada yaşayan yerli halklar açlıkla karşı karşıya geliyor. Bu da işin vicdani ve ahlaki yönünü oluşturuyor.

Türkiye Yırca zeytinlikleri üzerinde üretilecek enerjiye muhtaç değil.Elektrik üretimi için gerekli kömür madenciliğine muhtaç olmadığı gibi. Vizyon 2023 daha zengin değil daha yaşanılabilir bir Türkiye’yi hedeflemeli. Emeğin ve doğanın haklarına saygılı bir ekonomik yapı oluşturmak zor değil. Bu bir tercih meselesi. Elindeki araçları bu hedeflere yönelttiğinde hükümetin büyümenin yavaşlayacağından endişe etmesi yersiz, zira rant peşinde düşük katma-değerli üretim azaldıkça boşalan yeri dolduracak dinamik bir özel sektöre sahip bir ülke burası. Bu yeşil dönüşümde kamu sektörünün de rolünü unutmamak gerekir.

Yeşil dönüşümde bireylerin ve yerel yönetimlerin rolü

Modernitenin insana vaat ettiği özgürlük vahşi kapitalist düzen içinde giderek tüketimin içine tıkıştırıldı. Elimizde kalan son özgürlük kırıntılarını market raflarında ürün seçmekte kullanıyoruz, o da düzenli bir gelire sahipsek tabii. İçinde yaşadığımız şehrin nasıl düzenleneceği, hayatımızı hangi işi yaparak yaşacağımız gibi soruların yanıtları hep piyasa sistemi içerisinde belirleniyor. Yaşadığımız hayatı dönüştürmenin rolü piyasaların bu belirleyici gücünün sınırlandırılmasından ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden geçiyor. Akıldışı ekonomik büyüme modelinin bedelini sıradan insanlar ödüyor. Demir-çelikte dünya lideri olma hevesindeki merkezi hükümet bunun bedelini kesilen zeytinliklerle Yırcalılara, hayat sularından mahrum bıraktığı vadilerle tüm Karadenizlilere ödetiyor. Oysa o yörelerin böyle yüklü enerji yatırımlarına ihtiyaçları yok. Huzur içinde yaşarken israf ekonomisini ayakta tutmak için biranda dikilen rüzgar güllerine ve onun üreteceği elektriğe ihtiyacı olmayan Bozburunlu köylüleri de burada anmamız gerekiyor.

Peki ne yapacağız? Bireysel düzeyde yapılacakları bir başka yazıya saklarsak, yerel yönetim düzeyinde yapılabilecek çok şey bulunmakta. Öncelikle, merkezi hükümet yetkilerinin çoğunun yerel yönetimlere devrinin sağlanması, piyasa sistemi dışında ekonomik örgütlenmelere gidilmesi gerekiyor. Mevzuatın buna uygun hale getirilmesi için  merkezi hükümet üzerinde baskı oluşturulabilir. İhtiyaç duyduğu enerjiyi güneş panellerinden sağlayabilen enerji kooperatifleri ile birçok insan enerji piyasasına köle olmaktan kurtulabilmekte. Kendi enerjisini kendi sağlayan bir yöre, kalkınma adına deresine, tepesine, zeytinliğe dikilecek büyük-ölçekli santrallere karşı daha sağlam mücadele edebilecektir. Bir diğer örnek,  üretici-tüketici kooperatifleri oluşturarak aracıları ortadan kaldırıp daha kaliteli ve hem üreteni hem tüketeni koruyan örgütlenmeler. Yerel ekonomileri güçlendirecek bu örgütlenmelerde sahip oldukları kaynaklarla yerel yönetimlerin sorumlulukları yadsınamaz.

İlk bölüm: Yırca’nın Ekonomi Politiği 1