Nolan kardeşlerin (Jonathan ve Christopher) sinemayı ne kadar etkili kullanabildiklerini daha önce defalarca filme de uyarlanmış Batman karakterinden ‘Dark Knight’ gibi bir film çıkardıklarında görmüştük; hatırlarsanız o dönem Heath Ledger’ın muhteşem oyunculuğuyla asıl karakterin bile önüne geçen Joker karakteri efsane olmuştu. Heath Ledger’ın film gösterime girmeden hayatını kaybetmiş olması ise Nolan kardeşlerin başarısının yeterince konuşulamamasına neden olmuştu. Şurası bir gerçek ki kardeşlerin en büyük gücü izleyenin en başta kendisini sorgulamasını sağlamaları; kendinizi Joker gibi bir karaktere hak verirken ve sempati olmasa bile empati duyarken bulmanızı sağlamak her babayiğitin harcı değil. Christopher Nolan aynı başarıyı (yine her biri ayrıca güzel seyirlik olsalar da) serinin kendi çektiği diğer iki filminde veya Inception’da gösterememişti.
Ama şu anda gösterimde bulunan ‘Yıldızlararası’ [Interstellar] filmine gelince… Herhangi bir yorumda bulunmadan önce bile bir durmak lazım. Sıcağı sıcağına (filmden çıkalı henüz iki saat olmadı) bunları yazmam ne kadar doğru bilemiyorum, ama yazmazsam çoğunun yok olacağını hissediyorum. Öncelikle eğer kara deliklerin göbeğinde bir”tekillik” (singularity) varsa oraya kadar gerçekten gitmemize gerek kalmadan o tekilliğin içine çekildim. Tabii ki fiziksel gerçekliğe uygunluğundan değil, yarattığı hissiyattan bahsediyorum. Fizikle uygunluğu konusunda bir sürü tartışma var, ancak açıkçası bir saf bilimkurgu okuyucu/izleyicisi olarak sanırım ilk defa fizikle uygunluğunu sorgulamıyorum ve o kadar da önemli olmadığını düşünüyorum. Önemli olan bir nokta varsa şu: O tekilliğin içinden aynı insan olarak çıkamazsınız, ve ben de üç saat öncesinde sinema salonuna girenden farklı bir insan olarak çıktım o salondan. Öykünün evrensel düzeyden küresele ve bireysel düzeye kadar sürekli burnuma dayadığı ikilemler ve seçimler nedeniyle boğazımda bir yumruk, göğsümde bir tuğla ile izledim ve yarattığı fizik gerçekliği anlayabilmek için de beynim sürekli çalıştı. Benim için şimdiye kadar ki en önemli film olabilir mi acaba? Bilmiyorum, zaman ve etkisinin kalıcılığı gösterecek.
Konuyu herhangi bir sinema sitesindende okuyabilirsiniz, ancak spoiler vermemeye çalışarak beni neden bu kadar etkilediğini anla(t)maya çalışayım. Öncelikle atmosfer tanıdık: ismini doğrudan vermese de iklim değişikliğinin bildiğimiz haliyle uygarlığı (yok etmediği ama) çürüttüğü ve zorlu koşullarda kalan nüfusa yiyecek sağlamanın, yani çiftçiliğin en öncelikli iş olduğu bir dünyadayız. O kadar ki çiftçi gereksinimi yüzünden ordular dağılmış, mühendislik gibi meslekler geri plana düşmüş, teknoloji artık kullanılsa da hayran olunan bir olgu değil, ve tabii ki uzay araştırma ve görevleri kamuoyu nezdinde herhangi bir kaynak ayırılması tepki çekecek kadar gözden düşmüş. Buna rağmen giderek ve hızla ağırlaşan kriz 1920’lerin ABD’sinde yaşanan ve içinde bulunduğumuz bir kaç sene içindeki kuraklıkla yinelenen ‘Toz Çanağı’na (Dust Bowl) da referans veriyor ve yetiştirilebilen tek tahıl olarak mısır kalıyor. Bunun dışındaki bütün ürünler giderek yetiştirilemez hale geliyor ve tarlalar yakılıyor; bu arada mısırın da sonunun yakın olduğunu öğreniyoruz. Bu ortamda -dünyanın geri kalanını bilemiyoruz ama- ABD hala kurumsal örgütlenmesini korumuş. Ama o kurumlar bünyesinde bile örneğin 20.yüzyılın uzay görevlerinden olumlu bir şekilde bahsetmek neredeyse suç; hatta Ay’a gidilmediği ve bunun Sovyetler’e karşı dönemin propaganda savaşının bir parçası olduğu yaygın bir kanı. NASA ise gizli bir örgüt gibi çalışmak durumunda kalan küçük bir kuruluş sadece. Dünya artık insanlık için yaşanmaz hale geleceği kesin bir gezegen, ve alternatif başka bir gezegen de yok…ta ki!
Evet, o NASA Satürn yörüngesinde açılmış bir solucan deliğinden geçilebilecek başka bir galakside yaşanabilir olması mümkün gezegenler olduğunu keşfediyor ve Lazarus adını verdiği ailesi olmayan 12 bilim insanını kendilerini daha sonra izleyecek bir ekip için önveri toplamaları için önden göndermiş. Mühendislik becerilerini tarım aletlerini programlamak için kullanan eski uzay test pilotu kahramanımız ise izleyecek ekip için önde gelen bir aday, ancak olası 3 gezegeni barındıran sistemin merkezindeki kara delik, görelilik kuramı, yerçekimi ve bir boyut olarak zaman bundan sonrasında filmin başrolünde. Bu konulara biraz aşina olmayanların anlamakta oldukça zorlanacağı bölümün özü ise pilotun geride bırakacağı oğlu ve özellikle kızı ile bir daha görüşme olasılığının çok az olması, geri dönse bile uzayda ve dünyada zamanın ilerleyişindeki fark nedeniyle kendisi fazla yaşlanmazken dünyada kalanların yaşlanacağı (yani kızının kendisinden daha yaşlı olacağı), daha da önemlisi belki dünyanın çoktan yaşanmaz bir yer haline gelmiş olup insanlığın yeryüzünden silineceği gerçeği. Ve sonunda biraz insanlığı kurtarma görevinin, biraz da merak ve heyecanının ağır basıp gitmeye karar verdiğinde kızının kendisine veda etmeyi ya da Satürn’e kadar uzay aracında geçen iki yıl boyunca mesaj bile göndermeyi reddetmesinin yarattığı ağırlık filme hakim oluyor. Küçük yaşta bir kız babası olmak da beni bu kadar etkileyen ikinci boyut sanırım. Çok hakim olmasam da uzay yolculuğu ve yukarıda adı geçen bütün kozmolojik konular ve felsefi sonuçlarıyla ilgileniyor olmam da üçüncü boyutu. Sonuçta kendileri mesaj gönderemeseler de dünyada kalanların yıllar içinde gönderdiği mesajları alabiliyorlar ve bu arada onların kendilerine göre hızla akan hayatlarına giderek kötüleşen dünya halinde eşlik edememenin yükünü taşıyorlar. Pilotun daha sonra NASA’da çalışmaya başlayan kızı ancak pilotun kendisini terkettiği yaşa girdiği doğum gününde bir mesaj göndermeye karar veriyor, ancak hala terk edilmişlik psikolojisini aşabilmiş değil.Özellikle ilk gezegene inip birkaç saat içinde kendilerini bekleyen uzay istasyonuna döndüklerinde aslında 24 sene geçmiş olduğunun farkına varmaları ve arada gelen mesajları izleyerek yakınlarının yaşlanmalarını ve yaşamlarındaki trajik gelişimeleri izlemeleri oldukça travmatik bir etki yaratıyor.Başka bir ikilem ve güçlük ise insanlığın soyunu sürdürmek için yine kendilerinin karar vermeleri gereken Plan A ve B olarak kurgulanmış seçenekler; ilki dönüp geride kalan insanları yeni dünyaya taşıma, diğeri ise beraberlerinde getirdikleri döllenmiş yumurtaları yetiştirme senaryosu, ve tabii buna karar vermeleri için ellerindeki kaynakların (zaman, yakıt,…) sınırlılığı ve yanlış seçimleriyle de daha da sınırlı hale gelmesi. Yine düşündürücü (ama umutlu) bir son seçilmiş olsa da gerçek dünyada başka bir gezegen seçeneğimiz yok, bizim için kaygılanan ve bize doğru yolu gösterecek uzaylılar da varsalar bile henüz ortaya çıkmadılar.
Film çok sayıda başka film ve öyküye referans veriyor. Yukarıda değindiğim ekolojik kriz distopyası dışında “2001: Bir Uzay Macerası”na gerek robotlar TARS ve CARE, gerekse de uzay boşluğunda tek başına kalan ve yeniden doğan astronot temaları yoluyla çokça gönderme var. Bunun ötesinde Uzay Yolu serisinin hem TV, hem sinema versiyonlarında ve başka bir çok bilim kurgu eserde çokça kullanılan akıllı robotlar, solucan deliklerinden geçişler, zaman yolculuğu, kara delikler ve tekillik temaları çok daha yalın halde ve sade görsel efektlerle resmedilmiş, ancak beraberinde getirdiği felsefi sorunlar yerli yerinde, tam da bu nedenle daha etkili. Ekolojist akımların temel yaklaşımı olan ‘uzay gemisi dünya’ temasına ve dünyayı dünya dışından gören astronotların yaşadığı aydınlanmaya (Overview Effect) konu ve görsel olarak bolca referans veriliyor. Kurtuluş senaryolarında çeşitli ‘yeni dünya yaratma’ (terraforming) girişimleri ve hatta bir ara formül olarak ‘Elysium’benzeri uzay istasyonuna taşınma karşımıza çıkıyor. Ve daha önce bu kadar çok işlenmiş tema ve motiflerden özgün bir yapım çıkabiliyor (ki çok sevilen ve çığır açan Matrix serisini benbu yüzden bir türlü sevememiştim). Arada heyecanın arttığı hareketli sahneler de yok değil, özellikle baş dönmesinden yakınanlar rahatsız olabilirler.
Sonuç olarak film oldukça derinlikli bir öykü ve çok başarılı kurgulanmış. Nolan kardeşler de yarattıkları karakterlere (ve tabii asıl biz izleyiciye) çok acımasız davranmış. Ne kadar anlatsam da izlemeden anlamanız mümkün değil. Ancak uyarmam da gerekiyor: filmden ya çok etkilenirsiniz, ya da hiç sevmez ve çok sıkılırsınız.Özellikle de benim gibi küçük (kız) çocuk babası, ekolojik krizden kaygılanan ve uzay-zaman konuları ile ilgilenen bir izleyici iseniz gerçekten arası yok, ancak bu durumda her halukarda izleyeceğinizi de varsaymaktan başka çare yok. İyi seyirler…
Alper Akyüz