Ana Sayfa Blog Sayfa 3814

İran’da voleybol maçı izlediği için tutuklanan kadın serbest

İran’da erkeklerin oynadığı bir voleybol maçını izlediği için hapiste olan 25 yaşındaki Gonçeh Gavami, kefaletle serbest bırakıldı. Gavami ailesinin yaptığı açıklamaya göre Gonçeh Gavami, sağlık nedenleri ile serbest bırakıldı ve Tahran’da ailesi ile kalıyor. 1 yıl hapis cezası alan Gavami, temyiz mahkemesinin sonuçlanmasını bekliyor.

Gonçeh Gavami, 20 Haziran'dan beri tutuklu bulunuyordu
Gonçeh Gavami, 20 Haziran’dan beri tutuklu bulunuyordu

İngiliz vatandaşlığı da bulunan Gavami, 20 Haziran’da bir grup kadınla beraber voleybol maçı izlemek istediği için gözaltına alınmıştı.Savcılar Gavami’yi muhalefetle ilişkili olmakla suçladı.

Serbest bırakılması için yüzbinlerce imza toplanan Gavani tutuklanmasını protesto etmek için açlık grevi yapıyordu. Gavami’nin ağabeyi İman Gavami, kardeşinin bir yıllık cezanın 5 ayını doldurduğunu ve serbest bırakılmasının kendileri için “beklenmedik ancak mutluluk verici” olduğunu söyledi.

İran’ın Şark isimli gazetesi Gavami’nin serbest bırakılması için ödenen kefaletin 38 bin dolar olduğunu yazdı.

İran’da 2012 yılında bu yana erkek takımlarının voleybol maçlarını kadınların izlemesi yasak. Aynı yasak futbol maçları için çok uzun süredir uygulanıyor.

(BBC Türkçe)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Kadın erkek eşitliği bu işin fıtratında yok”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Kadın ve Demokrasi Derneği ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın İstanbul ‘da düzenlediği KADEM 1. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi’nde konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan ” Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir. Tabiatları bünyeleri fıtratları farklıdır. İş hayatında hamile bir kadını erkekle aynı şartlara tabii tutamazsınız. Çocuğunu emzirmek zorunda olan bir anneyi, bir erkek ile eşit konuma getiremezsiniz” diye konuştu.

Eşitlik kadın kadına ya da erkek erkeğe olur

11Konuşması sırasında bazen erkek kadın eşitliği diyorlar ancak doğru olan kadın kadına eşitlik ve erkek erkeğe eşitliktir diyen Erdoğan, “Kadınların ihtiyacı olan eşitlikten ziyade eşdeğer olabilmektir. Yani adalettir. Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir. Tabiatları bünyeleri fıtratları farklıdır. İş hayatında hamile bir kadını erkekle aynı şartlara tabii tutamazsınız. Çocuğunu emzirmek zorunda olan bir anneyi, bir erkek ile eşit konuma getiremezsiniz. Kadınları erkeklerin yaptığı her işi yaptıramazsınız, komünist rejimlerde olduğu gibi. Eline ver kazmayı küreği çalışsın, olmaz böyle bir şey. Onun narin yapısına ters düşer” dedi.

“Feministler anneliği kabul etmiyor”

İslam dininin kadına annelik makamını verdiğini, cenneti de ayaklarının altına serdiğini dile getiren Cumhurbaşkanı, “Babanın değil annenin ayakları altına koymuş. Annenin ayağının altı öpülür. Ben anacığımın ayağının altını öperdim. Anam nazlanırdı, anacığım çekme ayağını derdim, çünkü burada cennetin kokusu var. Bazen ağlardı. Anne başka bir şey. Ve makamların o ulaşılamazdır. Ama bunu anlayanlar olur anlamayanlar olur. Bunu feministlere anlatamazsın mesela, onlar anneliği kabul etmiyor” şeklinde sözlerini sürdürdü.

Kadına karşı erkek şiddeti konusuna da değinen Erdoğan, barış dini İslam’da bunun söz konusu olamayacağını ifade ederek, “Kadın cinayetleri oluyor değil mi? Gerçek olarak düşüneceğiz işi. İnançlı bir insan, böyle sapıklardan bahsetmiyorum. Gerçekten bu işin değerini bilenden bahsediyorum. Bir kadın cinayeti kadına şiddet böyle bir şeye girebilir mi? Mümkün mü? Giremez. Niye? Çünkü bir Müslüman olarak konuşuyorum, dinimiz İslam. Biz bir barış dininin mensuplarıyız. Bunun mensupları olarak bizim dinimizde kadına bu şekilde bir zulmü asla yapamazsın. Şiddet uygulayamazsın. Hatta evlatları için kesin hüküm nedir? Yanınızda yaşlanırlarsa annenize babanıza öf bile demeyiniz diyor. Çekeceksin nazını. Ana bu. Ona öf bile dedirtmeyeceksin. Bizim değer ölçülerimiz bu kadar hassas” şeklinde görüşlerini dile getirdi

 

İngiltere’de elektrikli cihazlar için geri dönüşüm projesi

Rebecca Smithers’ın The Guardian’da yayınlanan haberini, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Bahar Baştüzel‘in çevirisiyle sunuyoruz.

* * *

Ellinin üzerinde şirket, İngiltere hükümeti tarafından desteklenen, kullanılmayan elektrikli cihazların yenileştirilme ve yeniden satışı projesine imza attı.

Salı günü açıklanan İngiltere Ulusal Girişim Planı’nın bir parçası olarak, tüketiciler ellerinde bulunan kullanmadıkları elektrikli cihazları peşin para karşılığında satıcılara geri vermeye teşvik edilecekler.  Bu malların yenileştirmesi ve yeniden satışı sağlanacak.

Old computers at recycling depot : Consumers offered cash for old gadgets in new recycling scheme

Elektronik atıkları değerlendirmeye yönelik devlet destekli bu plan, 51 firma ve organizasyon tarafından destekleniyor.

İngiltere’deki evlerde yaklaşık 1 trilyon pound değerinde,  takastan sonra muhtemel pazar değeri 3 trilyon pound’a ulaşabilecek, kullanılmayan ama belirli bir ticari değere sahip elektrikli ve elektronik cihaz bulunduğu tahmin ediliyor.

Devlet Atık Danışmanlık Birimi Wrap, sadece eski televizyonların takasının teşvik edilmesinin bile Birleşik Krallığın gayri safi milli hasılasına 2020 yılına kadar senede 750 milyon pound katkısı olacağını söyledi. Projeye imza atan şirketler ise İngiltere’deki televizyon satışlarının %66’sını temsil ediyor.

Tüketicilerin yarısından çoğu (%55’i), kullanılmış ama kaliteli marka ürünlerini, bilinen tanınmış bir bayiden alabileceklerini belirtirken, Wrap araştırmacıları tüketicilerin üçte ikisinin kullanmadıkları elektrikli cihazları memnuniyetle takas edebileceğini açıkladı.

Wrap’in CEO’su Dr. Liz Goodwin “Şirketlerle birlikte ekonomiye ve tüketiciye fayda sağlamak için ürün ve hizmetleri en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyoruz. Elektrikli ve Elektronik Cihaz Sürdürülebilirlik Eylem Planı (ESAP) ve diğer platformlarla birlikte yeni anlayışlar ve en iyi uygulama uzmanlıklarını paylaşarak, takas planı benzeri iş modellerinin önümüzdeki 3-5 yıl içinde gerçekleşeceğine inanıyoruz’’ dedi.

ESAP’a imzasını atan 51 şirketin eylem planı şunları içeriyor: Bu ​​tür geri alma ve satma benzeri yeni iş modellerini uygulamak, ürün dayanıklılığını uzatmak ve yeniden kullanım ve geri dönüşüm ile bu ürünlerin daha fazla değerler kazanmasını sağlamak.

 

Haberin İngilizce Orjinali

Haber: Rebecca Smithers

Yeşil Gazete için çeviren: Bahar Baştüzel

(Yeşil Gazete, Guardian)

Nasıl bir çözüm? – Altan Tan

Son otuz yıldır Kürt sorununa değinmeyen bir radyo ve TV haber bülteni ile içinde bu konuyla ilgili yazı-haber-yorum bulunmayan bir gazete bulmak mümkün değil.

Son iki yıldır ise neredeyse “çözüm süreci” ile yatıp, “çözüm süreci” ile kalkıyoruz.

Peki, nedir bu “çözüm süreci?”

Kürt sorununun çözümü için neler yapılmalıdır?

Kısa, orta ve uzun vade de hangi adımlar atılmalıdır?

Öncelikle belirtmek gerekir ki devletin ve AKP’nin çözümden anladığı ile halkın yıllardır beklediği çözüm aynı değil. Kürt halkının ezici çoğunluğu demokratik (demokratikleştirilmiş) bir cumhuriyette birlikte yaşamaktan yana.

Bu birlikte yaşamanın sınırlarının Avrupa Birliği modelinde olduğu gibi tüm Ortadoğu’yu kapsaması ve 20. yüzyılın başında cetvelle çizilen sınırların ortadan kaldırılması ise en büyük arzu.

Demokratik bir cumhuriyette eşit ve özgür bir Kürdün bireysel ve kamusal hakları ile ilgili taleplerini birkaç ana başlık altında toplamak mümkün:

1. Ana dilde eğitim (radyo, TV, gazete, dergi, kitap, müzik, kaset, camide vaaz, köy-kasaba, şehir adlarının iadesi…)

2. Kürtçenin kamusal alanda kullanılması (2. resmi dil)

3. Bölgesel yönetim (etnik, dini, mezhebi değil coğrafi olarak)

Tüm bu haklar sadece Kürtler için değil Kürtlerle birlikte dini, mezhebi, ideolojisi ve etnik kimliği farklı (Alevi, seküler, dindar, gayrimüslim, Arap, Boşnak, Arnavut, Gürcü…) herkes için geçerli olmalıdır. Ancak bu yeni “demokratik cumhuriyet”in önündeki en büyük engel mevcut tekçi, laikçi ulus devlet anlayışıdır.

‘Tam demokratik Türkiye’ ve ‘Avrupa Birliği hedefi’ ile iktidara gelen AKP hükümeti ise 12 yıllık pratiğiyle bu konuda kendine bağlanmış umutları büyük oranda tüketmiş bulunmaktadır.

Tükenmiş, iflas etmiş ve son kullanma tarihi geçmiş mevcut paradigmayı değiştirerek, demokratik yeni bir cumhuriyet inşa etmek yerine YÖK, Diyanet İşleri ve Milli Güvenlik Kurulu gibi mutlaka kaldırılması gereken kurumları bile yerinde bırakarak; mevcut sistemi ufak tefek tadilatlar ve makyajlarla boyayarak yola devam etmek istemekte; ancak Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki sorunlar karşısında bocalamaktadır.

Böyle giderse bir müddet sonra sorunları kontrol edemez ve yönetemez bir duruma düşecektir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti (MGK-MİT-Asker-Polis…) ile maalesef iktidara yerleştikçe “devletleşen/devletleştirilen” AKP’nin çözümden anladığı silahların susması, tabutların gelmemesi, PKK’nin silah bırakması/bıraktırılması, gerekirse bir genel afla PKK’nin dağdan inmesi/indirilmesi, Kürtlerin bireysel hakları ile ilgili ise (şarkı, türkü, kaset, kurs, seçmeli ders…) kısmi birtakım düzenlemelerin yapılmasından ibarettir.

Özetle ifade etmek gerekirse, Kürtlerin çözümden anladığı Türklerin sahip olduğu hakların aynısını elde etmek, AKP’nin çözümden anladığı ise öncelikle silahların susması, Kürtlerin de mevcut hâllerine razı olup daha fazlasını talep etmemeleri ve “defteri” kapatmalarıdır.

Silahları susturacak/susturabilecek tek irade PKK olduğundan birinci muhatap olarak PKK (Kandil-İmralı) seçilmiş, kimlik hakları ise ötelenmiştir.

Bu yanlış anlayışın göstergeleri açıkça ortadadır. Ağıtlara, hoyratlara, destanlara konu olan 12 Eylül’ün Diyarbakır Cezaevi hâlâ kapatılmamış, bir günde çıkarılabilecek seçim barajının düşürülmesi kanunu çıkarılmamıştır. Yasal, anayasal düzenlemelere gerek duymadan çok kolay ve basit bir şeklide yapılabilecek köy-kasaba-şehir adlarının iadesi yapılmamış, alay-ı vâlâ ile ilan edilen Kürtçe seçmeli ders için ancak binbir badireden sonra mezun olabilen 1.500 Kürtçe öğretmeninin ise açlık grevlerine kadar uzanan büyük mücadelelerden sonra ancak 18’inin ataması yapılabilmiştir.

Savaşın durması, “dağda silahla gezileceğine, ovada siyaset yapmanın/yapabilmenin” sağlanması şüphesiz ki çok önemlidir ve çözümün olmazsa olmaz mütemmim cüzüdür.

Ancak insani, vicdani, İslami…  Demokratik haklar asla silahların susmasına rehin tutulamaz.

Velev ki olaylarda her gün 100 kişi hayatını kaybetse bile temel hak ve özgürlükler yok sayılamaz, inkâr edilemez, ertelenemez.

Kaldı ki dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde rastlanılmayan yüzde 10’luk seçim barajı için “PKK dağdan inmezse seçim barajı kaldırılmaz” veya “Silahlar susmazsa ana dille eğitim olmaz, cem evleri, tekke ve zaviyeler açılmaz” denilemez.

Demokratikleşmenin her şart ve ortamda sağlandığı bir yerde bu konularla ilgili hiç kimse ile herhangi bir pazarlığa da gerek kalmaz.

Demokratik hakların tanınması ile silahların susması/susturulması (sebep sonuç ilişkileri açısından birbirleri ile ilintili olmakla beraber) birbirine karıştırılamaz.

Demokratikleşme ile silahların susturulması siyaseti aynı anda birlikte yürütülebilir/ yürütülmelidir.

AKP’nin (devletin) bütün bu yanlış ve olumsuz tavırlarına rağmen “çözüm yoksa savaş” yaklaşımını da doğru bulmuyorum.

Irak, Suriye ve Lübnan örnekleri bütün korkunçluğu ile gözler önündedir. Toplumu iç savaşa kadar sürükleyebilen şiddet eylemleri çok büyük acılara ve perişanlıklara yol açmaktadır.

Bu gibi kavgaların-savaşların taraflar açısından “kazananı” olmamaktadır.

Türkiye’nin son 30 yıllık tarihinde Türkler ve Kürtler başta olmak üzere herkes için büyük dersler bulunmaktadır.

2013 Newroz’unda ilan edilen “Bugünden itibaren Kürtlerin Türkiye içindeki hak arama mücadelelerinde silahlı mücadele taktik olarak değil, stratejik olarak sona ermiştir, bundan sonraki mücadele fikri, siyasi ve demokratik olacaktır” beyanı tarihidir ve çok önemlidir.

Altan Tan – www.t24.com.tr

Mücadeleye bu yolda devam edilmelidir.

En doğru ve en kestirme yol budur.

Dersim: Salonda tatlı sözler, sokakta (yine) biber gazı

Başbakan Ahmet Davutoğlu bugün partisinin il kongresine katılıp, sivil toplum örgütleri temsilcileriyle görüşmek için Dersim’e gidip cemevini ziyaret etti.

Davutoğlu’nun ziyaretini protesto etmek isteyen bir gruba polis gazla saldırdı. Alevi dernekleri ise ziyaret öncesinde açıklama yaptı.

Davutoğlu eşi Sare Davutoğlu ile yaptığı Dersim ziyaretinde önce valiliği ziyaret etti.

Ardından kent merkezinde bulunan Tunceli Hacı Bektaş-ı Veli Kültürünü Yayma ve Yardımlaşma Derneği Cemevi’ni ziyaret etti.

Başbakan Davutoğlu, cemevi bahçesinde bulunan Pir Sultan Abdal’ın heykeli önüne geçerek, eşi Sare Davutoğlu ile fotoğraf çektirdi. Davutoğlu, daha sonra beraberindekilerle, cemevinde, dernek yetkilileri ve Alevi dedeleriyle görüştü.

Davutoğlu: Resmi ideoloji ile gelecek inşa edilemez

Davutoğlu, Tunceli Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada şöyle dedi:

“Herkesin Dersim olaylarıyla ilgili kanaatleri farklı olabilir. Bunları tarihi araştırmalar içine sokabiliriz, o tarihi araştırmaların neticesini de bekleyebiliriz.

“Oğlumu benden sonra asın” diye yalvaran bir babanın göz önünde oğlunu asan bir zihniyet zalim bir zihniyettir. Biz yüzleşiyoruz ve söylüyoruz. Size zulmedildi ve ayıp edildi.

“Aslında herkes bir şeyleri sakladı, onlarca yıl bu topraklarda. Şimdi saklanma vakti değil, şimdi herkesin onurla, gururla öne çıkıp ne düşüncedeyse, ne ideolojideyse, hangi etnik veya mezhebi veya dini arka plandan gelmişse gururla, onurla bunları dile getirme vaktidir.

“İskilipli Atıf Hoca ile Seyit Rıza’nın idama yürüyüşlerindeki temel ortaklık, devletin resmi ideolojisinden farklı düşünmekti. Resmi ideolojinin dayattığı tarih anlayışıyla da gelecek inşa edilemez. Hepimizin yaşadığı acıları paylaşarak konuşacağız.

“Artık zihnimizdeki duvarı yıkalım. Bir daha kimse bir duvar örme cesareti göstermesin. Madımak dediğimizde, Başbağlar’ı, Berkin Elvan dediğimizde Yasin Börü’yü Burak Can’ı da hatırlayalım.

Tunceli Üniversitesi Munzur Üniversitesi olacak

“Dersim’de eski kışla müzeye dönüştürülecek ve adı Dersim Müzesi olacak. Bunu için 10 milyon liralık ödeneğin talimatını verdik. Ziyaret ettiğimiz bütün yerlerin yolları yapılacak. Rektörümüz üniversitenin adının Munzur Üniversitesi olmasıni istedi biz de kabul ettik. Empati yapıp psikolojik eşiği aştıktan sonra hepimizin üzerinde durması gereken eşit vatandaşlık bilincini geliştirmektir.”

Protestoya gazlı saldırı

Ziyaret öncesinde kentte çok fazla polis görevlendirildi. Davutoğlu’nun valilikte bulunduğu sırada kent merkezinde toplanan bir grup “Gezi şehitleri ölümsüzdür”, “Ali İsmail ölümsüzdür”, “Dersim’den defol” sloganları attı. Göstericiler, Başbakan Davutoğlu’nun cemevinin ardından ziyaret edeceği Tunceli Belediye binası önüne gitmek için yürüyüşe geçince polis gazla müdahale etti.

Davutoğlu yaşanan protestolar nedeniyle Dersim Belediyesi ziyaretini iptal ederek Tunceli Üniversitesi’ne geçti.

Alevi derneklerinden ziyaret öncesi açıklama

Alevi-Bektaşi Federasyonu, Alevi Dernekleri Federasyonu ve Alevi Vakıflar Federasyonu, Davutoğlu’nun Dersim ziyareti öncesinde yaptığı ortak açıklamada Aleviler muhatap alınmadan Alevilerin sorunlarının çözülemeyeceği belirtilerek hükümetin uzun süredir sorunları çözmek yerine oyalama taktiği uyguladığı belirtildi.

“Geçmiş tarihimizle yüzleşilmeli, özellikle Alevilere yönelik  katliamlarda devletin gizli arşivleri açılmalı, karanlıkta kalan noktalar aydınlatılmalı, gerçek sorumlular açığa çıkarılmalı. Alevi toplumunun acıları giderilmeli.

“Tek taraflı olarak, sorunun muhatapları bilgilendirilmeden, sorunlar müzakere edilmeden, yapılacak açıklamaların bizler için bir bağlayıcılığı olmayacaktır. Sayın Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun inancımızın kutsal toprağı Dersim’de yapacağı açıklamaları bu çerçevede değerlendirmekteyiz. Çözümün adresi bellidir. Biz muhataplar olarak hazırız.”

BİANET

Sabri Ok: Silahsızlanma PKK’nin gündeminde yok

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, Kürt Özgürlük Hareketi’nin çıkış gerekçesinin ortada durduğu bir sırada silahsızlanmanın da, geri çekilmenin de mümkün olmadığını ifade etti.

HDP’yi safiyane olarak gördüğüni belirten Ok PKK’nın silah bırakmasının da gündemlerinde olmadığını belirterek “Hiç kimsenin silah iradesi elinde olan bizler adına konuşması doğru değildir. Bizim böyle bir şeyden haberimiz yok. Gündemimizde de böyle bir şey yok.” diye konuştu.

ANF’de yer alan habere göre KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, Kürt meselesinin çözümü, silahsızlanma, görüşmeler ve siyasi soykırım operasyonları konusunda açıklamalarda bulundu.

Kürtlerin ve kamuoyunun yaşanan gelişmelerle ilgili doğru bilgilendirilmesinde AKP’nin ciddi şekilde dezenformasyon yarattığını kaydeden Sabri Ok, “Ortada büyük bir manipülasyon ve büyük bir yönlendirme var. Kendine göre bir algı yaratma çabası var. Bu, AKP’nin stratejisidir” dedi. Ok, şunları söyledi: ‘’Ortada büyük bir manipülasyon ve yönlendirme var. Algı yaratma çabası var. Bu, AKP’nin stratejisidir. AKP Kürt sorununun çözümüne ve Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda ne hareketimizin ve halkımızın ne de Türkiye halkının tanık olduğu, gördüğü ve tatmin olabildiği hiçbir adım atmamıştır. Önder Apo hala kendi avukatları ile görüştürülmüyor. Uzun zamandır heyet ile de görüştürülmüyor. Bu, AKP’nin tamamen keyfiyetçi, üsttenci ve Kürt halkının varlığını kabul etmeyen tutumundan kaynaklanıyor. Kürt halkının varlığını ve temel haklarını anayasal ve yasal güvenceye almadan Kürt sorununun çözülmesi zaten mümkün değildir.’’

‘Oslo’dan beri oyalıyorlar’

HDP heyeti ile hükümet yetkililerinin yaptığı görüşmeleri de değerlendiren Sabri Ok, AKP’nin son derece politik ve kurnazca yaklaştığını kaydederek, HDP heyetinin ise daha öngörülü ve eleştirel olması gerektiğinin altını çizdi. Ok, şöyle konuştu: “AKP’nin son derece politik ve kurnazca hareket ettiği açıktır. Her zaman bazı adımlar atacağını söyler, göstermelik bazı şeyler yapar ama iş esasa geldiğinde hiçbir adım atmaz. Zaman kazanma ve oyalama bugüne kadar izlenen tutum olmuştur. Bu bugün değil sadece Oslo ve Oslo’dan önce yapılan bütün görüşmelerde görülen bir durumdur. HDP heyetinin de safiyane olmaması lazım. Biraz daha öngörülü, eleştirel ve politik olmalı. Hem Kürt halkının hem de Önderliğimizin duruşunu Türkiye kamuoyuna ve halkımıza daha güçlü ve iyi yansıtabilmelidir. Yani devlet ve AKP karşısında daha güçlü tartışan bir konumda olmalıdır.”

HDP heyetinin iyi niyetli bir yaklaşımla bazı açıklamalarda bulunduğunu söyleyen Ok, ancak karşı tarafın iyi niyetli olmadığına dikkat çekerek, “HDP istiyor ki iyi şeyler olsun. Ama karşı taraf hiç de iyi niyetli değil ve hiç de iyi şeylerin olmasını istemiyor. Devlet zaten yaptıklarıyla da söylediklerini boşa çıkarıyor. Ankara hükümetinde söz çok ama ciddi hiçbir adım yoksa, sadece göstermelik bazı şeylerle zaman kazanma politikası izliyorsa bu iyi niyetli olmamalarından kaynağını alıyor” dedi.

Silahsızlanmayı tartışmak Kürtlerin iradesine saygısızlıktır

Geçen hafta HDP heyetinden gelen, ‘’Sayın Öcalan silahsızlanma konusunda çağrı yapabilir’’ sözlerini doğru ve yerinde bulmadıklarını söyleyen KCK Yürütme Konseyi üyesi Sabri Ok şöyle konuştu: “Hiç kimsenin silah iradesi elinde olan bizler adına konuşması doğru değildir. Bizim böyle bir şeyden haberimiz yok. Gündemimizde de böyle bir şey yok. Önderlik silahların bırakılması için çağrı yapacak, PKK bunu yapacak şunu yapacak gibi bir durum bilgimiz dahilinde değildir. Gündemimizde de böyle bir şey yok zaten. Bunlar hareketimizin yönetiminin bilgisi dahilinde ancak olabilecek şeylerdir. Kaldı ki biz daha önce de söyledik: Kürt sorununun çözümü konusunda ciddi adım atılmadan, Önder Apo özgürleşip bizzat gerillayla görüşmeden bu tür şeyler tartışılamaz. Gerilla da hiçbir biçimde silah bırakmaz.”
Bu koşullarda silahsızlanmayı tartışmanın Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürt halkının iradesine saygısızlık olduğunu ifade eden Ok, “Daha titiz ve daha duyarlı konuşmaları ve dikkat etmeleri lazım’’ uyarısında bulundu.

Sabri Ok, “Biz sömürgeciliğe, zorbalığa karşı nasıl silahlandığımızı ve bunun ne büyük zorluklarla gerçekleştiğini çok iyi bilen bir hareketiz. Çıkış gerekçemiz ortada dururken böyle bir silahsızlanma mümkün olamaz ve gerçeğimize aykırıdır” şeklinde konuştu.

“Hareketimizin gündeminde silahsızlandırma ve silahlı güçlerimizin bir yerlere çekilmesi gibi bir şey kesinlikle yoktur” diyen Sabri Ok, Kürt halkının varlığının tehlikede olduğu, Ortadoğu’da altüst oluşların yaşandığı bir süreçte silahlı gücünü tartışma konusu yapılamayacağını ifade etti.

Bu tartışmanın gündem saptırmak amacıyla yapıldığını söyleyen Ok, “Üzerinde tartışmaya değer bir durum bile değildir. AKP’nin gündem yaratma çalışması ve çabasıdır. Seçim öncesi bir propaganda argümanı olarak ortaya atılmıştır. AKP seçim öncesi sanki bunları yaptırabilirmiş gibi bir hava yaratarak seçim ortamını etkilemeye çalışmaktadır. Türkiye demokratikleşmiş, Kürt halkının varlığı ve özgür yaşamı güvenceye alınmış değildir. Üzerimizde böyle baskı ve tehditlerin hiç eksik olmadığı bir dönemde Kürt halkının, PKK’nin silahsızlandırılması asla söz konusu olamaz” dedi.
Türk ordusu ve polisinin Kürdistan’dan çekilmesi gerektiğini ifade eden Ok, şöyle konuştu: “Eğer Kürdistan’da çekilmesi gereken bir güç varsa o da işgalci güç konumunda olan ordu ve polistir. Türkiye demokratikleşip Kürt sorunu çözülmediği müddetçe de ordu ve polisin konumu böyle olacaktır. Bizim silahsızlanmamız değil olacaksa Türk devleti ve ordusu Kürdistan’da yaptığı operasyonları, saldırıları ve tutuklamaları durdurmalıdır. Karakol, baraj ve güvenlik bahaneli yol yapımları durdurulmalı. Nerdeyse Kürt nüfusunun yarısı kadar Kürdistan’da sayısı olan polis ve asker gücü geri çekilmeli. Tartışılacaksa bunlar tartışılmalı.”

Üçüncü bir gözlemci heyetin gerekliliğine dikkat çeken KCK Yürütme Konseyi üyesi, “Önderliğimiz daha önce de ‘bir kadın-erkek evliliğinde bile şahitler olur’ demişti. Kürt sorunu gibi tarihsel ve köklü bir sorun çözülmek isteniyorsa ve taraflar arasında ciddi güven sorunları varsa üçüncü bir gözlemci heyetin olması şarttır. Üçüncü bir gözlemciyle pratik sahadaki durumu izleyecek kurumlar aynı role sahip değildir. Birincisi, müzakereyi, ikincisi, pratik sahada müzakerenin gereklerinin yerine getirilip getirilmediğini gözetler” dedi.

AKP neden gözlemci heyet istemiyor?

Üçüncü göz ve gözlemci heyet konusunda da açıklamalarda bulunan Sabri Ok, AKP’nin neden üçüncü göz veya gözlemci heyet istemediğini şu sözlerle açıkladı: “Başbakan Davutoğlu’nun daha dün Irak’ta yaptığı görüşmeler dahil bütün uluslararası arenadaki diplomatik çabaları PKK karşıtlığı üzerinedir. Dolayısıyla AKP’nin kafasında ve zihniyetinde bir çözüm yoktur. Gerçekten bir üçüncü gözlemci güç olsaydı AKP’nin yaptığı karakollar, barajlar, siyasi soykırım operasyonları, Kobanê karşıtı tutumu ve Önderliğe yaklaşımı gibi hususların çatışmasızlığı çoktan bitiren tutumlar ve yaklaşımlar olduğunu gözler önüne serecekti. Biz kim hatalı, kim doğru, kim üzerine düşeni yapıyor kim yapmıyor? Bunun görünür olması için üçüncü bir gözlemci heyetin olmasını gerekli ve doğru görüyoruz. Fakat AKP’nin ısrarla ret ettiği budur. Kendisi üçüncü bir gözlem heyetini istemiyor. Dolayısı ile daha rahat, daha keyfiyetçi ve kendine göre hareket etmenin zeminini korumaya çalışıyor.”

Ok, gözlemci heyette yer alacaklara ilişkin ise, “Böyle bir heyete katılanlar içerde de olabilir, Avrupa’da da, Amerika’da da, Asya’da da… Önemli olan saygınlığı kabul edilen ya da bu konuda politik rol üstlenen bir irade ve güç olmalarıdır. Bunlar illa da devlet yetkilileri olmalı gibi bir yaklaşım içinde değiliz. İtibarlı şahsiyetler, aydınlar, Birleşmiş Milletlerin bu tür sorunlarla ilgilenen kurumları ve aracıları böyle bir rol oynayabilir” şeklinde konuştu.
‘AKP’nin süreç iyi gidiyor‘ açıklamaları yaptığını ancak bu söylemlerin aldatmaya dayalı olduğunu söyleyen KCK Yürütme Konseyi Üyesi, ‘’Sadece Hükümet yetkilileriyle bazı görüşmeler yapmanın ve İmralı’ya bazı gidiş gelişler olmasının süreç iyi gidiyor biçiminde ifade edilmesi de yetersiz bir değerlendirmedir. Önemli olan, gidiş gelişler değildir; bu gidiş gelişlerin hangi karakterde ve içerikte olduğudur. Ciddi müzakere ve adımların olmadığı hiçbir gidiş geliş ve görüşme iyi olarak ifade edilemez. Zaten AKP hükümeti müzakere ve ciddi adımlar atmak için bu görüşmeleri yapmıyor. Bir buçuk yıldır süren konumu sürdürmek istiyor. Bunu ne Kürt Halk Önderinin ne de bizim kabul etmemiz söz konusudur’’ dedi.

“Misilleme hakkımız var”

Kürt legal siyasetçilerinin tutuklanmasının devam etmesi durumunda karşı tutuklama ve gözaltı yapacaklarını belirten Ok şunları ifade etti: “Siyasetçileri, gençleri, kadın aktivistleri, hatta üniversitelerde öğretim görevlilerini gözaltına alıyorlar, tutukluyorlar. AKP’nin tutuklamalar yaptığı bir yerde hareketimizin de tutuklama yapması ve bu tutuklamalara karşı misilleme hakkını kullanması meşrudur ve hiç kimse tarafından da tartışılamaz. Devlet tutuklarsa iyi ama Kürt halkının özgürlük ve demokrasi iradesi olan Özgürlük Hareketi ve gerilla tutuklarsa bu meşru değildir demek, olaylara böyle bakmak devletin ve sömürgeciliğin gözüyle bakmaktır. Herkes şunu bilmelidir ki, hareketimiz de halkımıza karşı suç işleyen kişi ve kesimleri gözaltına alma ve tutuklama hakkına sahiptir. Bunlar kimler olur? Nasıl ki Kürt legal siyasetçileri AKP nezdinde suç işliyor ve tutuklama gerekçesi var deniliyorsa; AKP’lilerden de suç işleyenler vardır. Resmi görevlileri vardır. Suçlu başka insanlar ve çevreler vardır. Biz de bu noktada kendi hukukumuzu uygulamak durumunda kalırız.’’

Büyük çapta tutuklamalar olduğunda ise Kürtlerin serhildanla yanıt vermesini isteyen KCK Yürütme Konseyi üyesi Ok, “Hiçbir şey karşılıksız kalmamalıdır. Halkımız tepkisini göstermeli ve direnişi büyütmelidir” dedi. “Aksi durum zulme ve keyfi uygulamalara boyun eğmek ve alışmak olur” diyen Sabri Ok, “40 yılık mücadele tarihimizde böyle bir gelenek ve kültür yoktur. Eğer linç biçiminde saldırı varsa halkımızın ve gençliğimizin buna misliyle karşılık verme hakkı vardır” şeklinde konuştu.
Kürtleri, siyasi soykırım uygulamalarına karşı birbirini sahiplenmeye çağıran Ok, sözlerini şu şekilde tamamladı: “Buna karşı direniş güçlü olmalıdır. Her tutuklama kesinlikle başkaldırı ve her tür direnişin sebebi olmalıdır. Kürtler ve direnenler birbirini sahiplenmelidir. Komşusu gözaltına alınıyorsa bütün mahalle ayağa kalkmalıdır. İş yerinde oluyorsa bütün çevre, esnaf ayağa kalkmalı ve tepki göstermelidir. AKP politikalarına mutlaka sert karşılık verilmeli, direnişle AKP’ye ve siyasi soykırım siyasetine geri adım attırılmalıdır.”

6 -8 Ekim serhildanları mücadele tarihinin en görkemli direnişidir

Sabri Ok, devamla şunları söyledi: “6-8 Ekim olaylarında onlarca Kürt yurtseveri katledilmiş, yüzlercesi de yaralanmıştır. Bunlardan da bizzat AKP hükümeti sorumludur. AKP hükümetinin bunların hesabını vereceğine, ‘HDP özür dilesin’ gibi bir psikolojik harekat yürütüyor. Özür dilemesi gereken bir kesim varsa o da Kobanê halkına düşmanca politika izleyen ve bu yetmez gibi Kobanê direnişine sahip çıkan halka saldıran Türk polisi, askeri ve kontra güçleridir. 6-8 Ekim olayları halkımızın serhıldan tarihindeki en görkemli serhıldanlardır. Halkımızın iradesinin en güçlü biçimde ortaya konulmasıdır. Eğer bugün Türk devleti dünya nezdinde teşhir olmuş ve Kobanê direnişi bugün IŞİD’i püskürten noktaya gelmişse, bunda 6-8 Ekim serhildanlarının rolü belirleyicidir. Hiç kimse demagoji ve psikolojik savaşla 6-8 Ekim serhildanların büyüklüğünü ve tarihsel önemini tersyüz edemez.”

Kaynak:Yüksekova Haber

Faşizme varan yolda kritik bir durak: Şaşırmamak – Murat Sevinç

Bir insan, neden şaşırır? ‘Yadırgama’nın ve peşi sıra gelecek ‘şaşırma’nın nedeni, herhalde ‘olan’ ile aramızdaki ilişkinin ‘geçmişiyle’ ilintilidir. Yani halihazırda var olan referanslarımızın dışında gerçekleşen bir ‘karşılaşma’dır, şaşkınlığımıza neden olan.

Bir gün, her gün geçtiğiniz yollarda tek bir trafik ışığı görmediğinizi hayal edin. Ya da iş yerinize geldiğinizde, yıllardır girdiğiniz kapının yerinin değiştirildiğini.

Yadırgamaya, şaşkınlık duygusu eşlik eder. Sonraki aşama, bizi şaşırtanın süregitmesiyle ilintilidir. Eğer trafik ışıklarının yokluğu bir iki hafta sürerse, yeni duruma alışır, ‘normal dışı’ bu durumu ‘kanıksarız.’

Yaşamımızı çekilmez hale getiren durum

Yaşamımızın yönünü belirleyen ise ‘kanıksadıklarımız’ın ya da bir başka değişle, ‘alıştıklarımız’ın niteliğidir. Trafik ışıklarının olmayışı , ‘karmaşa’ içinde ve muhtemel kazalarla yaşamaya ‘alışmak’ anlamına gelecektir. Kısa ya da uzun vadede, fark etmez; artık şaşırmadığımız şey, yaşamımızı çekilmez hale getiren bir ‘durum’a dönüşür. Hâl böyleyken ‘şaşırmamak’, olağanüstü durum ile aramıza koyduğumuz ve giderek azalacak bir ‘mesafe’nin yok olmasıdır aslında.

İlk tepki ‘yadırgamak’ ve belki de ‘korkmak’, peşi sıra ‘şaşırmak’ ve nihai olarak yeni durumu ‘kanıksamak.’

Bir fotoğraf

Tarih, büyük toplumsal kesimlerin bu sıralamayı takip ettiği olaylarla doludur. Tek bir örnekle: Beni, Nasyonal Sosyalizm ve faşizmin tarihine dair okumalarda en etkileyen ‘görseller’den biri, bir düğün sahnesidir. Gelin, damat ve son derece şık davetliler. Pasta kesme sahnesi. Gelin ve damat düğün pastalarını, gülücükler dağıtarak, birlikte tuttukları bir küçük ‘balta’yla kesiyorlar.

Malum, faşist sözcüğünün kökeninde çevresi çubuklarla sarılmış bir savaş silahı olan balta vardır. Faşizme adını vermiştir bu eski çağ silahı.

Çarpıcı olan, fotoğrafta yer alanların bunu yadırgamayan, mutlu bakışlarıdır. Faşizmin tarihi, halkların, kısa sürelerde belli insan gruplarına düşman hale getirilebilmesinin, en tuhaf sembollerin, davranış kalıplarının hızla benimsenmesinin de hikâyesidir. Korku ve yadırgama, yerini önce şaşkınlığa, yavaş yavaş kanıksamaya, ardından görmezden gelmeye ve muhtemel bir benimsemeye bırakmıştır.

Bir Ermeni yurttaş bakan oluverse…

Bu nedenle her birimiz, gün be gün hangi gelişmeleri kanıksadığımızı düşünmek zorundayız. Üç beş yıl önce şaşırtıcı bulduğumuz olayları, bugün kanıksadık mı yoksa hala şaşırıyor muyuz? Kanıksadıklarımızın niteliği nedir?

Bunların bir kısmı çok olumlu gelişmeler olabilir tabii. Kuşkusuz, yaşama baktığınız yerden. Eğer dünyaya, gelişmiş demokrasilerden bakmayı tercih ediyorsanız, örneğin bir Ermeni yurttaş bakan ya da başbakan oluverse, başta eğitim sistemi ve toplum tarafından zehirlenmiş ortalama insan olmak üzere, her birimiz açısından son derece yadırgatıcı olur.

Böylesi bir gelişmeyi ‘kanıksamak’ ise bazı yurttaş kesimlerini kızdıracaktır tabii. Buna mukabil burada söz konusu olan, demokratik sistem açısından ‘olumlu ve istenir’ bir ‘alışma’ halidir.

Tehlikeli eşik

Ancak Türkiye’de sonuçları olumlu sayılabilecek kanıksamaların sayısı pek az. Sorun şu ki Türkiye toplumu uzun bir süredir, demokrasiyle uzak yakın ilgisi olmayan anormalliklere alışmaya başladı. O anormalliklerin, tarihimizde belli ölçüde hep var olmuş olması başka bir konu. Güncel sorun, yadırgama eşiğinin giderek çok tehlikeli bir sınıra dayanmış olması.

Devlet adamı hüviyetiyle sağda solda demeç veren insanların sözleri, gizleme gereği dahi duyulmayan hukuk dışılıkların sıradanlaşması, kamu kaynaklarının ‘inatla’ çarçur edilmesi, hemen her gösteride izan dışı polis şiddetiyle karşılaşılması, korkunç yolsuzluk iddiaları, yeni gökdelenler, ihaleler, HES’ler, kanal projeleri, yargıya tehdit, önüne gelene ‘hain’ denilmesi şu bu…

Saymakla bitmeyecek bir ‘anormallikler’ yumağında yaşıyoruz ve çoğuna, şaşırmıyoruz.

Şaşıran kaldı mı?

Bugün Devlet Reisi, ‘Ay’a ilk olarak Müslümanlar çıkmıştı’ dese, şaşıracak kimse kalmadı. Ola ki tepki gösteren olsa, ertesi gün ‘Ne yani çıkamaz mıyız, Müslüman bunu yapamaz mı diyorsun?’ diyecek. Bir sonraki aşama ise din düşmanlığı ve vatana ihanetle suçlanmak olacak. Kim şaşırır böyle bu sıralamaya?

Ya da örneğin, ‘beraberindeki heyetle’ bir fakülteye gelse ve birimizin odasına dalıp ‘Böyle yazılar yazamazsın terbiyesiz’ diyerek yumruklamaya kalksa, ülkede şaşıracak olan kaldı mı?

Herhangi bir yurttaş, ölçüsüz polis ve özel güvenlik saldırısıyla karşılaştığında şaşırıyor muyuz? Geçen ay Cebeci Kampüsü’ne, küçük bir protestoyu fırsat bilip giren yüzlerce polis, insanları tartakladı, bağırıp çağırdı, küfür kıyamet, beş asistan ve 15 öğrenciyi gözaltına aldı. Saldırı, mağdurlar tarafından sorun yapıldı tabii ancak kimse şaşırmadığı gibi, hesap veren de olmadı. Ne polisten ne üniversite idaresinden.

Her gün okuduğumuz yandaş ihale haberlerine, gazetecilerin atılmasına şaşıran kaldı mı? Daha iki gün önce, İstanbul belediyesi bütçesi kabul edilirken, Taksim Kışlası adında bir ‘şey’ stratejik plana konuldu. Hayret eden var mı?

Bugün bir maden faciası daha olsa ve yüzlerce insan ölse, kim şaşırır? Milyonlarca insan, işin ‘fıtratında’ olduğuna inanmıyor mu?

Memleketin anayasası askıya alındı. Devlet Reisi mahkeme kararına uymayacağını, umursamadığını açıkladı ve kaçak bir ‘Saray’a yerleşti. Alışılmadı mı?

TÜBİTAK adlı kurum, tapeler için ‘Heceleri birleştirmişler’ şeklinde tek sayfalık bir rapor verip dünyayı kendine güldürdü. Ama kimse şaşırmadı.

Bir iki gün önce Diyanet, yayın organında, internette fotoğraf paylaşmanın dinen uygun olmadığını açıkladı. Herkes sakin, dinledi ve okudu. Aynı Diyanet, yarın bir gün kız çocuklarının 10 yaşında evlenebileceklerini ‘bildirse’ ve hükümetin bu konuya ilişkin bir yasa tasarısı hazırlığı içinde olduğunu duysak, çok şaşıracak mıyız?

Bu ve diğerleri gibi, aklınıza gelen en ‘anormal’ örnekleri şöyle bir düşünün. Hangisi, toplum ortalaması tarafından yadırganır? Porno lobisi, faiz lobisi, Otpor, paralel devlet vs. şaklabanlıklarına şaşırıyor muyuz?

Örneğin önceki yıl boyunca, Kabataş ve Cami yalanları tekrarlandı. Dizginlenemeyen bir fantezi dünyasının ürünü olabilecek ‘üstü çıplak deri pantolonlu onlarca erkek’ zırvası anlatıldı. Kimi soytarı gazeteciler nasıl ikna oldu, hatırlasanıza. Peki ne oldu? Kim hesap verdi? Şaşırdık mı?

Şu anda, İslam diniyle ilgili, bırakın hakareti, herhangi bir eleştirel söze cesaret edebilecek kaldı mı koca ülkede?

Polise bazı ağır silahların temini, yeni gaz siparişleri, toma alım ihaleleri… Şaşıran yok artık.

Aynı kapıya çıkıyorlar

Diğer rejimler gibi, faşizme giden yolda da yaratılması gereken duygulardan biri, alışkanlıktır. Faşizmin gereksinim duyduğu her anormalliğe, saçmalığa, sembole, özel ve kamusal yaşamdaki arsız devlet müdahalelerine, akıl dışılıklara ya da faşist akla. Alışmak. ‘Olay’ ile ‘insan’ arasında yer alan ‘mesafe’yi ortadan kaldırıp ‘kanıksatmaktır’ arzulanan.

Bir insanın başı gözünüzün önünde kesilirken gülümsemenizi ve hatta bir ucundan tutmanızı sağlamaktır, örneğin. Ya da yanıbaşınızdaki insan kelepçelenirken, suskunlukla izlemenizi. Ramazan’da, göz önünde bir şeyler atıştırdığınızda şiddete maruz kalacağınız bilgisinin belletilmiş olmasıdır.

Yadırgamadığınız, bir gün çocuğunuza istemediğiniz bir dinin ezberletilmesi, beriki gün anadiliniz olmayan bir dilin zorla anadil olarak öğretilmesi oluverir.

Bu örnekler arasında yalnızca içerik ve ölçü farkı var. Çıktıkları kapı ise, aynıdır. Yadırgamadıklarımızın içeriği, nasıl bir sistem ile yönetildiğimizin ve geleceğimizin göstergesidir.

Faşizm, yol boyunca ‘fark edilebilen’ bir rejimdir. Gün be gün inşa edilir. Yaşamın her hücresinde. Yolun sonuna varıldığında, artık ne şaşılacak bir şey, ne de şaşacak insan kalır.

Başa gelen her neyse, alışmamak için inat etmekte, büyük fayda var…

 

Murat Sevinç – Diken.com.tr

Kutup ayısı kalmayacak

kutup ayısıİklim değişikliği kutup ayılarını tehdit etmeye başladı. Alaska’da ve Kanada’nın kuzeybatısındaki kutup ayılarının sayısı 900’e düştü.

Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı tarafından yapılan açıklamaya göre, 2004 yılında, ABD’nin Alaska eyaleti ve Kanada’nın kuzeybatısında bin 500 kutup ayısı yaşıyordu.

Son sayım, şu anda bölgede yaşayan kutup ayısı sayısının 900’e gerilediğini ortaya koydu.

Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı, söz konusu verileri Ecological Applications adlı dergide yayınlanan bir araştırmaya dayandırdı. Kanadalı ve ABD’li bilim insanları araştırmada, iklim değişikliğinin hayvanların yaşamını tehdit ettiğini vurguladı.

Dünya çapında kutup ayılarının toplam sayısının yaklaşık 20 bin ila 25 bin olduğu tahmin ediliyor.

Çevre örgütleri Kuzey Kutup Denizi’nde hava sıcaklığının son 100 yılda 5 derece kadar yükseldiğine dikkat çekiyor.

 

Deutsche Welle

Japonya’nın orta kesiminde 6,8 büyüklüğünde deprem

22 Kasım Cumartesi akşamı saat 10’da Japonya’nın orta kesimi 6,8 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Güvelik kuvvetleri ve NHK’den alınan bilgilere göre deprem sebebiyle evleri yıkılan 21 kişiden 13’ü  yaralandı .

Tokyo’ nun 180 km uzağında da hissedilen, derinliği 10 km olduğu bildirilen depreme bağlı olarak Tokyo Meteoroloji Ajansı’ndan yapılan herhangi bir tsunami uyarısı yapılmadı. Deprem Niigata Eyaleti’nde de 5 şiddetinde hissedildi.

Nagano merkezli deprem

 

Ulusal Polis Ajansı’ nın verdiği bilgilere göre ise deprem, Hakuba Köyü’nde 1998 Nagano Kış Olimpiyat oyunlarında kayak ve diğer bazı  etkinliklerin gerçekleştirildiği bölgede 5 eve ciddi zarar verdi,  evi yıkılan 21 köylü ise kurtarıldı.  Kurtulanlardan en az ikisinin yaralı olduğu bilgisi verilirken yaralanma derecelerine dair net bir şey söylenmediği bildirildi.

NHK ise 5’i ağır olmak üzere toplam 13 kişinin yaralandığı  bilgisini verdi.

Japonya Hükümeti Kabine Baş Sekreteri  Yoshihide Suga, gazetecilere Japon askeri birliklerinin bölgeye gönderildiğini ve bir kısım birliğin de bölgeye gönderilmek üzere hazır bekletildiğini aktardı.

Kyodo Haber ajansı yükek hızlı tren seferlerinin tekrar ilan edilene dek durdurulduğunu açıkladı.

Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) yetkilisinin yaptığı açıklamaya göre, bölgedeki Kashiwazaki Kariwa Nükleer Santali’nde herhangi bir  anormal durum saptaması bulunmuyor. Kashiwazaki Kariwa Nükleer Santrali dünyanın en büyük nükleer santrali ve 7 reaktörünün tümü halihazırda kapalı bulunuyor.

11 mart 2011’de Japonya 9 şiddetinde bir deprem Sendai’nin kuzeyini vurmuş büyük  bir tsunamiye sebep olmuştu. Toplam 20 bin kişinin öldüğü felakette Fukushima Daiichi Nükleer Santrali’nde yakıt çubuğu erimeleri olmuştu. Fukushima Daiichi Nükleer Santrali’ndeki kaza Çernobil kazasından sonraki 25 yıl içinde yaşanan büyük nükleer felakettir.

 

(Reuters, Mainichi shinbun)

 

Yıldızlararası (Interstellar): Yeni Dünya’nın kâşifi olmak

Bu yazı filmin bilimsel içeriği, mühendislik boyutu hakkında değil. Daha ziyade ekoloji politik ve kolonyalizm çerçevesinde eleştirel bir değerlendirme sunuyor. Filmin kısa hikâye örgüsü şöyle: Dünyanın yakın geleceği anlatılıyor. Söylenmiyor ama muhtemelen iklim değişikliğinden ötürü büyük bir dönüşüm yaşanmış. Bir anda bastıran büyük toz fırtınaları evlere-tarlalara zarar veriyor. Gıda üretimi insanlığın en büyük meselesi hâline gelmiş. Okullarda 20. yüzyıl, “insanlığın felaket çağı/ müsriflik” olarak anlatılır olmuş. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu süreçte çözüldüğünü anlıyoruz. (Ama bir tür devlet yapısı belli ki muhafaza edilmiş.) Geçmişi inkâr eden (misal aya aslında gidilmediğini telkin eden) yeni bir müfredat-tarih kaleme alınmış. Çiftçilik (en saygın değilse de) en yaygın meslek hâline gelmiş.

36Filmin ilk kısmı antropolojik bir deneysellik, pek çok farklı noktaya açılabilecek bir kurmaca potansiyeli içeriyor. Ancak bir macera filmi olarak “kurtuluş”, “umut” temalı ikinci kısım, bilindik mitolojik öğelere, bir klasik Amerikan hikâyesine dönüşüyor. Amerikan bayrakları (biraz değişmiş olmasına rağmen sembolü tanıyabiliyorduk) gözümüze sokuluyor; ama mesele bunla sınırlı değil. Filmin temel hikâye örgüsü Amerika’nın icat ettiği bir hayli problemli bir geçmiş anlatısına dayanıyor. Buna keşfedilmemiş toprak/frontier hikâyesi diyeceğim. Şöyle özetlenebilir: Geçtiğimiz 500 sene boyunca Avrupa’yı kasıp kavuran vebadan, savaşlardan, baskıdan kaçan milyonlarca insan, yeni (ve boş!) topraklar bulmuş ve Amerika’da kendilerine “beyaz” bir sayfa açmıştır. (Beyaz, evet, çünkü Siyahlara açılan sayfa bu değildir.) Bu esnada on milyonlarca yerli kılıçtan geçirilmiş, telef edilmiştir; ama tarih kitaplarında bunlar hâlâ bir detay olarak anlatılır. Hattâ kâşiflere övgüler düzülür, Kolomb’un anısı yad edilir, Amerika’nın kendine uydurduğu “Yeni Dünya” masallarına inanılır. Amerikan muhayyilesinin en derinlerine sinmiş bu yeni hayat arayışı, geçmişten kopuş, Yeni Dünya ütopyası vs. filmde de hemen her yerde vurgulanmış. Bu tarz filmlerin Amerika’dan çıkması, orada anlatılagelen tarih kurgusuna dayanması elbette tesadüf değil.

35Yeni ve boş bir dünya hayali, sömürgeci yayılmanın mitolojisi olarak da düşünülebilir. Aslında bir şiddet hikâyesidir. Örneğin Kristof Kolomb’un Arawak yerlileriyle ilgili ilk izlenimi şu olmuş: “Bunlardan harika hizmetkâr olur. Elli kişiyle bunların hepsini boyunduruğumuz altına alıp tüm istediklerimizi yaptırabiliriz.” Kendisine altın bulup getirmeyen yerlilerin ellerini kestirmiş. 1495 yılında sağlıklı ve iyi durumdaki kadın-erkek-çocuk 1500 Arawak yerlisini esir etmiş, bunlardan beş yüzünü İspanya’da sergilemek için zorla gemilere bindirmiş, yolda da iki yüzünü telef etmiş.

Fakat “keşfederken” açığa çıkan şiddet bu süreç anlatılırken geri plânda kalmış; yerini kutlamalara, kendine hayran bir Batı anlatısına bırakmış. Kolomb’un heykelleri dikilmiş. (Şimdi malum, bu şan-şöhretten pay almak adına “müslüman kaşif” tartışması başladı. Konuyla ilgili şu linke bakın: riyatabirleri.amerikaya-damga-vuran-muslumanlar)

Bu esnada Yeni Dünya denen yer de toplumsal muhayyileye farklı şekillerde sirayet etmiş, misal “el değmemiş cennet” olarak temsil edilir olmuş. Keşfedilen mekânlar yabanıl, insansız (yahut orada yaşayanlar insan bile olsa insanlıkları şüpheli, dolayısıyla köle etmeye ve katletmeye müsait) olarak görülmüş. Topraklar “boş” olarak telakki edilmiş, el konmuş. Sömürgeciliğin en çok zirve yaptığı dönemde bu dokunulmamış yeni cennetleri bulma dürtüsü de o oranda artmış. Dolayısıyla boş topraklara ulaşma, yeni yerlere yayılma, keşfedilmemiş olanı keşfetme, kötü olan eskiyi arkada bırakma gibi temalar zaten anlatılagelen, işin katliam kısmını hasıraltı ederek destansı özellikler kazanmış kolonyal hikâyelerin yeni bir ifadesi. Filme sirayet eden ve sorgulanmadan kullanılan hikâye kalıbı da bunlardan başka bir şey değil.

Filmde keşif, kutsal bir vazife ve yegâne çözümmüş gibi sunuluyor. Filmin baş kahramanının ağzından Amerika’yı Amerika yapan birtakım hasletler anılıyor. Örneğin ufkun ötesini merak etmek… Bu esnada geçmiş olduğu gibi terk edilebiliyor. Böylelikle ne eşitsizlikle ne zenginliğin kökenleriyle ne 3. Dünya ile ne de felaketin aslî sorumluları ile yüzleşmeye gerek kalıyor. Düşününce aslında rahat bir çözüm bu: Oyuncağı kırılınca onu olduğu gibi bırakıp yeni oyuncağına geçen bir büyük çocuk var karşımızda sanki.

Bu noktada bir durup başka hikâyelerle bağlantılar kurmak da mümkün. Örneğin bulunan yeni gezegende hayatın iki kişi ile başladığı gösteriliyor. (İkisi de Beyaz ve Amerikalı elbette, filmin Siyahî karakteri işin sonunu getiremiyor, şaşırtıcı değil, yine Beyaz Beyaza kalınıyor). Bu da bildiğimiz Adem ve Havva’nın hikâyesi. İşledikleri günah yüzünden cennetten kovulup dünyadaki hayatı başlatmışlardı onlar da. Bu, artık amellerinden sorumlu tutulacakları yeni bir hayatın başlangıcı olarak yorumlanabilir yahut işlenen suçun bedelinin ödenmesi olarak… Malum, cennetten kovulunca insanlar artık iyiyi-kötüyü ayırt etmekle yükümlü hâle gelmiş. Ama yine de ben geçmişe böyle set çeken “haydi bir daha” türkülerine pek sıcak bakamıyorum. O yüzden de şu ana kadar olanlarla yüzleşmektense yeni bir yere kaçarak paçayı sıyırma çabasını pek de masum bulmuyorum.

Bir de belki Nuh’un Gemisi’nden bahsedilebilir. Ancak Nuh’un Gemisi, insan soyunun nasıl hayatta kalabileceğine dair daha gerçekçi bir senaryo sunuyor. Malum, Büyük Tufan’dan sadece insanlar kurtarılmaz, hayvanlar da alınır gemiye. Bundaki amaç sadece gıda tedariki değildir üstelik, gıda hâline gelmeyecek canlılar da dahil edilir. Zira insanın (soyut ve ilişkisiz bir canlı olarak) tek başına olduğu bir dünya tasavvur edilmez. Filmde böyle bir boyut yok. Başka bir galaksiye kaçmak için kullanılan gemide hayvan-bitki (döllenmiş yumurta şeklinde dahi olsa) taşındığına dair bir emare görmüyoruz. Mısır, sadece gıda olarak var.

Ekolojik bir bakış, hiçbir türün “özerk” olmadığını söylüyor bize. Çiçeklerle arılar, ağaçlarla kuşlar, insanlarla bakteriler hayatı mümkün kılan bir ilişki içinde. Ortak bir yaşam ancak bu şekilde ortaya çıkıyor. İnsan bedeninde “kilolarca” bakteri yaşıyor mesela. Asalak değil bunlar, sindirim sisteminin bir parçası. Yani türler, birbirinden bağımsız bir “hayatta kalma mücadelesi” sürdürmüyor. 19. yüzyıldan kalma “sadece güçlü olanın hayatta kaldığı rekabet” anlatısı, evrimin var olan şekillerinden yalnızca biri; gücün başka hâlleri de var. Hayatta kalmak pek çok tür için (rekabetten ziyade) dayanışma ağları kurmak, ortakyaşamcı (symbiotic) ilişkiler geliştirmekle mümkün oluyor. Filmde bunun yerine ilişkisiz, daha doğrusu varlığını diğer türlerden bağımsız olarak hayal edebilen; Aydınlanma düşüncesine dayalı bir insan algısı çıkıyor karşımıza. Anlaşılan insan gittiği yeri tek başına fethedecek. Filmin posterleri de bu kanaati güçlendiriyor. Kendine aradığı yeni ev, diğer türlerle ilişki üzerine kurulu değil, tamamen insanlarla (ve insana tâbi robotlarla) sınırlı bir toplumsallıktan ibaret olacak.

Toparlayacak olursak, Yıldızlararası zaten aşina olunan mitolojik temaları pahalı bir bütçeyle yeniden işliyor; gişe başarısı da kısmen bu aşinalıktan geliyor. Sinemalar yeni hikâyeler anlatır gibi gözükse de eski masal temalarını tekrarlayabildiği oranda başarılı oluyor. Vladimir Propp‘un Masalın Biçimbilimi kitabında belirttiği şemalar (örneğin zor bir problemle uğraşan genç Murph’e babasından “sihirli” denebilecek bir yardım gelmesi) bu bilindik kalıpların ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Masalların, çocukların hayatta zorluk yaşadığı bazı meseleleri (büyümek olabilir, kötülükle baş etmek olabilir) yumuşatmak gibi, hâlleşilir kılmak gibi bir vazifesi var. O yüzden iyi sonla bitmeleri elzem. Bu film de o anlamda bize kendimizi iyi hissettirecek bir masal anlatıyor. Demek ki bir büyük felaketle karşı karşıya olsak da hayatta açılacak yeni sayfalar, her zaman gidilecek boş topraklar bulunur. God Bless America, ne diyelim!

Sezai Ozan Zeybek

 

 

Sezai Ozan Zeybek

ozanoyunbozan.blogspot.com/