Avrupalı Alevilerin, 7 Haziran seçimlerinde HDP’yi destekleyeceğini söyleyen, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Genel Başkanı Turgut Öker, “12 yılda olduğu gibi kapkara olmaması için, çocuklarımızın sokaklarda öldürülmemesi için HDP’nin barajı aşmasının ülkemiz açısından ve geleceğimiz açısında son derece önemli bir sınav olduğunu görüyoruz” dedi.
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ile HDP Genel Merkezi’nde seçimlere ilişkin toplantı gerçekleştiren Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Genel Başkanı Turgut Öker ve yöneticiler, toplantı sonrası açıklama yaptı. Görüşmenin seçimlere ilişkin olduğunu belirten Öker, “7 Haziran’da gerçekleşecek seçime dair Avrupa’da yaşayan Alevilerin ve onu temsil eden kurumumuzun sürece dair görüşlerini kendileriyle paylaştık. Tahminen bir buçuk milyon Alevi yaşıyor Avrupa’da ve ilk kez genel seçimlerde Türkiyeli göçmenler oy kullanacaklar. Dolayısıyla da 7 Haziran’da gerçekleşecek seçim bizim de gündemimizin bir parçası oldu. Avrupa’da yaşamamıza rağmen” dedi.
Seçimlere dair Avrupa’da yaşayan Alevilerin beklentisini ortaya çıkarmak amacıyla da bundan 2 gün önce toplantı yaptıklarını söyleyen Öker, şunları aktardı: “Cumartesi günü Avrupa’da 265 şubemizin başkanlarını temsilcilerini Frankfurt’a bir toplantıya çağırdık. Tek gündemdi bu toplantı. Aleviler ve 7 Haziran seçimlerinde tavrımızın ne olduğuyla ilgili bir günlük toplantıya katılan delegelerimizin ve temsilcilerimizin yüzde 99.9’u seçimler sürecinde HDP ile stratejik iş birliği yapılması ve HDP’nin barajı geçmesi noktasında Alevilerin bütün gücüyle HDP’nin yanında olması gerektiği noktasında bir karar çıktı.”
Öker, Türkiye’de tüm sol, sosyalist, demokrat, özgürlükçü güçleri eylem birliği yaparak, seçimlerde HDP’ye destek vermeye çağırdı.
Perşembe günü, Kraliyet Hollanda Shell Şirketi, ABD hükümetinden zamanında onay çıkması hâlinde bu sene Kuzey Kutbu‘nda petrol arama sondajlarının başlayacağını açıkladı.
Shell’in 2012 yılındaki ön sondaj çalışma programı, karaya vuran bir platform,
2012 yılında Shell’in ön sondaj çalışmaları petrol platformunun sahaya varmadan kıyıya vurması sonucu ertelenmişti.
aşılan hava kirliliği sınırları, bir römorkörde motor arızası ve tatbikat sırasında hasar gören bir sızıntı kuşatma aparatı dahil bir çok sorundan mustaripti.
Shell yöneticisi Ben van Beurden, yayınlanan yıllık raporda, ABD İçişleri’nin Çukçi ve Beaufort Denizleri’ndeki faaliyetlere dair ek bir Çevre Etki Değererlendirme (ÇED) bildirimini incelemekte olduğunu, ve Bakanlık’ın çalışmasını 2015’te şirketin faaliyetlerine devam edebilecekleri şekilde tamamlayacağına inandığını ifade etti.
Seattle Limanı, geçtiğimiz ay şirketin iki sene boyunca limanı üs olarak kullanmasına imkân verecek bir mukavele imzaladı. Seattle Timesgazetesine göre, konu hakkında yapılan bir kamu istişare forumunda 60 kişi limanın kararına karşı itirazlarını dile getirdi.
Doğa ve hak savunucuları, kutup ekolojisine, gezegen iklimine ve bölgede yaşayanların sağlık ve güvenliğine ciddi risk içerdiği gerekçesiyle şirketin planlarına karşı çıkarken destekçileri ekonomiye hareketlilik getireceğini umuyor.
Van Beurden, Kuzey Kutubu sınırlarının işletilmesinin önünde hâlâ “teknik, mali, idari ve siyasi” sorunların olduğunu ve “mevcut kanıtlanmış reservleri ikame edememenin ileride daha düşük üretim, nakit akışı ve kazanca” neden olabileceğini dile getirdi.
Shell, Alaska kıyısında Çukçi ve Beaufort Denizlerinde petrol arama çalışmalarına 5 milyar dolar ve sekiz yıl ayırmış vaziyette.
Küresel ısınma sonucu daha çok ve daha uzun süre için eriyen buzullarla Kuzey Denizi altındaki petrol ve diğer mineral varlıklar son yıllarda dev şirketler ve, başta Rusya ve ABD, ekonomik hak iddia eden devletlerin iştahını kabartıyor, ancak bu hırçın, uzak ve narin denizlerde yaşanması çok muhtemel sızıntı ve felaketler, ve bu sulardan çıkacak petrolün zaten küresel ısınmayı azdırmaya yetecek, kullanmamamız gereken mevcut rezervlere eklenmesi ciddi bir endişe sebebi.
Bir sorunun varlığını inkâr etmenin birkaç yolu vardır. Böyle bir sorun yoktur ve geçmişte olmamıştır diye açıkça ilan edersiniz. Örneğin Yahudilere yönelik nefretleri Yahudilerin maruz kaldıkları soykırıma rağmen dinmemiş olan bazı tarihçiler bugün hâlâ Nazi Almanya’sının toplama kamplarında Yahudileri kitlesel katliama maruz bıraktıklarını inkâr etmeye devam ederler. Bir kısmı daha ince bir inkârcılığı benimseyip, örneğin toplama kamplarında fırınlarda insan yakıldığının kanıtı olmadığını iddia ederek, buradan hareketle Yahudilere soykırım uygulanmadığını, bunun abartılı bir ifade olduğunu ima eder.
Bu militan inkârcılığın yanında, bir de sorunun adını açıkça koymadan, müphem ifadelerle, benzetmelerle, ikame kelimeleriyle sorun hakkında konuşarak inkâr etme yöntemi vardır. Halk tabiriyle karnından konuşmak da denir buna.
Türkiye’de Kürt sorunu yıllarca adı yok ama kendi var olan bir sorundu. Türkiye’de Kürtler yoktu ama bir sorun vardı. Kürtçe diye bir dil yoktu ama Kürtçe konuşan insanlar vardı ve o olmayan dilde yayın yapmak, türkü söylemek yasaktı. Hatta bir ara olmayan dilde sokakta konuşmak bile yasaktı.
Sonra Kürt tabirinin hamal, askerde fazladan nöbet yazılan er, kuyruklu bir insan türü, karlı dağlarda yaşayan Türkler ve benzeri şeyler olmadığını yarım ağız kabul etti okumuş yazmış Türkler ve devlet büyükleri. Türkiye’de ve civar ülkelerde kendilerine Kürt diyen milyonlarca insanın var olduğu gerçeğini de kabul ettiler. Ama Kürde Kürd deyince iş bitmiş olmalıydı bu görüşe göre. Türk çoğunluk yeteri kadar fedakârlık yapmıştı. Kırmızı çizgiyi aşmamak gerekiyordu. İnkârcılık biçim değiştirdi.
Kürt sorunu deyince kırmızı görmüş boğa gibi eşinmeye başlayan sağ ve soldan Türk milliyetçilerini bir kenara bırakalım. Bugün Kürt sorununda inkârcılığın iki türü de iktidarda temsil ediliyor.
Birinci inkârcılık, Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır, diyor. 15 Mart’ta Balıkesir’de Cumhurbaşkanı Erdoğan yeniden bunu dile getirdi. Kendisini dinleyelim:
Hâlâ bakıyorsunuz varsa, yoksa Kürt sorunu. Kardeşim ne Kürt sorunu, artık böyle bir şey yok. Biz 2005’te, Diyarbakır konuşmamda bunu açıkladım. Ne dedim? Bu ülkede her etnik unsurun kendine has sorunları var. Dün Roman kardeşlerimle yaptığım buluşmada da söyledim. Roman kardeşlerimin de sorunu var. Türk’ün de sorunu var, Laz’ın da sorunu var, Abaza’nın da sorunu var. Boşnak’ın da sorunu var. Hepsinin sorunu var. Ama bu sorunları gidermek kimin görevi, şüphesiz ki hükümetlerin, yönetimlerin görevi. Bunları yapıyor muyuz, yapıyoruz. Kardeşim neyin eksik senin? Bir Kürt olarak sen bu ülkede cumhurbaşkanı oldun mu, oldun. Başbakan çıkardın mı, çıkardın. Bakan çıkardın mı, çıkardın. Devletin en üst kademelerine yönetici gönderdin mi, gönderiyor musun, var. Türk Silahlı Kuvvetlerinde var mısın, var. Ne istiyorsun daha? Ne istiyorsun? Allah aşkına bizden farklı neyiniz var. Her şeye sahipsiniz. Yıllar yılı yolunuz yoktu yolunuzu yaptık. Havaalanı yapıyoruz Hakkari’ye havaalanı yaptırmıyorlar. Bunları biz yaptık. İşadamlarının, müteahhitlerin makinelerini yakıyorlar. Niye yakıyorsun. Hani hizmet istiyordun. (…) Bu devlet bir ayrım yaptı mı? Batı’ya ne yaptıysa Doğu’ya da Güneydoğu’ya aynısını yaptı, yapıyor. Kardeşlerim dert başka.
Bu uzun alıntının kilit cümlesi, “ kardeşlerim dert başka”dır. Başka olan dert, olmayan Kürt sorununu bahane edip bu ülkeyi bölmek, parçalamaktır. O değilse AKP ve Erdoğan iktidarını yıpratmaktır. Erdoğan’ın 2005’de Diyarbakır’da yaptığı konuşmayla sorun bitmiştir, “artık böyle bir şey [Kürt sorunu] yok”tur.
İnkâr politikalarını ayaklar altına aldığını iddia ederken, inkârcılığın mümtaz örneği tam böyle verilir. Asimilasyon politikalarını ayaklarının altına aldığını iddia ederken, bu politikanın on yıllardır dile getirdiği argümanları tek tek sayıp, bunlara sahip çıkarak asimilasyonculuk yapılır. Tayyip Erdoğan, Balıkesir’de MHP’ye kaymasından korktuğu oylarının peşinde “Kürt sorunu yoktur” derken, Kürt sorununu var eden en önemli neden onun ağzından konuşuyordu.
İnkârcılığın diğer türü daha ince. Sorunun var olduğunu ima edip, bunun açıkça adını koymaktan kaçınmaya dayanıyor. Bunu da gene 15 Mart’ta bu kez Başbakan Davutoğlu’nun konuşmasında buluyoruz:
İki hafta önce ilan edilen silahları bırakma çağrısıyla çözüm süreci yeni bir aşamaya geldi. Çözüm süreci en fazla annelerin malıdır. Ben isterim ki o dağlara çıkanlar ve ateş hattına sürülen gençlerle, şehitlerimizin anneleri, şehitlerimizin anneleriyle Diyarbakır anneleri el ele versinler, yeter bu fitne desinler.
Bir sorun var ki o sorunun çözüm süreci devam ediyor. Belli ki yeni bir süreç değil, epeydir sürüyor. Şimdi yeni bir aşamaya gelmiş. Ama sorun ne? Silahları bırakma çağrısı yapıldığına göre, ortada bir çatışma olmuş. Silahlı çatışmaya kadar bu sorunun ortaya çıkış nedeni olarak Davutoğlu “fitne”ye işaret ediyor. “Fitneye yeter denilsin”, sorun bitecek. Çünkü adı telaffuz edilmeyen sorunun esas kaynağı fitne çıkaranlar.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın aynı gün yaptıkları konuşmalarda, Kürt sorununa açık veya örtük inkârcılık yöntemiyle değinirlerken, sanki anlaşmış gibi, birinin açtığı sözü diğeri tamamladı. “Dert başka” dedi Cumhurbaşkanı, Başbakan da o derdin adını koydu: “fitne”.
Açık veya örtük inkârcı ve asimilasyoncu tavra sadık kalarak, Kürt sorununda “asimilasyon ve inkârı ayaklar altına almak” tam böyle bir şey.
Kürd hareketi bir zamandır demokrasiden yana siyasi ve toplumsal gruplarla bir koalisyon içinde Türkiye demokrasisini derinleştirmenin peşinde. Kürdleri ve Kürdistan’ı Kürdlerin enerjisiyle özgürleştirmenin imkansızlığına ve bu imkansızlık durumunda işleri zorlamanın büyük sıkıntılar yaratabilir olduğuna kanaat getirilmiş olsa gerek, Kürd hareketi bir zamandır Kürdlerin ve Kürdistan’ın özgürleştirilmesi işi olarak Kürd meselesini Türkiye demokrasisini derinleştirerek çözmenin imkanlarını arıyor. Türkiyelileşme, çatı partisi olarak HDP’nin kurulması ve son olarak seçimlere parti olarak girilmesi kararı, hepsi Kürd hareketinin Öcalan’ın teklifiyle takip etmeye koyulduğu bu genel siyasi stratejinin parçaları olarak karşımızda.
İlk önerildiğinde (ben de dahil) çok kişinin şüpheyle baktığı bu genel strateji ilk kez cumhurbaşkanlığı seçimlerinde test edildi ve başarılı oldu. 2015 seçimleri bu strateji için ikinci ve kesinlikle çok daha önemli bir test anı olacak, bu belli. Ancak, şimdiye kadar gelen işaretler, yapılan kamuoyu yoklamaları, işin kamuoyunda konuşulma halleri, bu ikinci testten de başarıyla geçilebileceğini gösteriyor.
HDP’nin hem Kürdistan’da hem de Türkiye’de takip ettiği kuşatıcı seçim siyaseti, Kürdistan’da Kürd hareketine uzak kalmış kesimlerle ve dindar Kürdlerle kurulan ilişkilerin oluşturduğu olumlu atmosfer vb., HDP’nin Kürdistan’daki performansının geçmişten belirgin bir biçimde daha iyi olacağına işaret ediyor. Ancak malum, Kürdistan’da eskisinden daha iyi bir seçim performansı ikinci testin de başarıyla geride bırakılabilmesi için gereken yüzde on oya ulaşmak için yeterli olmayacak. Muhakkak Kürdistan haricinde de eskisinden çok daha iyi performans gösterilmesi gerekiyor ve bunun için de yapılması gereken, daha doğrusu, ilk etapta yapılabilecek olan, CHP memnuniyetsizi sekülerleri, Alevileri, şehirli gençleri, kadınları profesyonelleri HDP’ye çekebilmek. Bu minvalde de olumlu işaretler alınmış olmakla birlikte, burada durum henüz çok net değil.
Nitekim, HDP’nin ve bilhassa da Kandil’in Birleşik Haziran hareketiyle tartışma ve müzakereler etrafında gösterdiği alttan alan, birçoklarına abartılı gelen, özenli tutum filan da bu halle ilgili olsa gerek. BHH’nin hacmiyle uyumlu görünmediğinden HDP fikri etrafında hareket bir kısım Kürd ve solcunun pek bir yere koyamadığı bu özen, aksine, bence çok yerinde. BHH bir başına seçim sonuçlarına etki edecek bir hacimde olmamakla birlikte HDP ile birlikte hareket etmesi ya da HDP karşısında pozisyon almaması CHP memnuniyetsizi bir kısım sekülerin ve Alevinin HDP’yi tercih etmesini kolaylaştırabileceğinden sözünü ettiğim özenin eksik edilmemesinde fayda var.
Haddizatında, seçim barajını aşabilmesi için Kürdistan’da siyasi aktörlerle kurduğu sabırlı ilişkiyi ve BHH’ya gösterdiği özeni HDP’nin bir de Türkiye’nin batısında, CHP memnuniyetsizi Aleviler ve sekülerlerlere karşı da tekrar etmesi gerekiyor. Seçimlere çok zaman kalmadığından bu minvalde uzun uzadıya çalışma yapmak imkanı yok; ancak sözünü ettiğim özen bir kısmıyla bilhassa Batı illerinde gösterilecek aday profiliyle hissettirilebilir. Örneğin, Şafak Pavey, Binnaz Toprak, Arif Sağ imgelerine denk düşecek profillere sahip adaylar HDP listelerine davet edilebilir ve bu yolla CHP’den HDP’ye bir geçiş kanalı açılabilir.
Şu ortada: Kürd hareketinin başta sözünü ettiğim Türkiyelileşme ve Kürdleri ve Kürdistanı demokrasiyi derinleştirerek özgürleştirme stratejisinin başarılı olabilmesi için HDP’nin geleneksel yüzde 6-7’lik Kürd tabanının yanına, Kürdistanlı ve Türkiyeli dindarları, CHP memnuniyetsizi sekülerleri ve Alevileri, yeni bir Türkiye arzulayan gençleri, kadınları, profesyonelleri katması gerekiyor. Bunu becerebilmek için de HDP’yi bütün bu kesimlerin kendilerini özdeşleştirebilecekleri bir parti kılmak gerekiyor elbette.
Bütün bu kesimlerin parlamentoda temsilini mümkün kılacak bir aday profiliyle seçimlere girmek HDP’yi böyle bir parti olarak inşa etmenin önemli adımlarından biri olabilir. HDP, özgürlüğünün peşine düşmüş Kürdlerin, dindar Kürdlerin ve Türklerin, sekülerlerin, Alevilerin, gençlerin, kadınların ve profesyonellerin bir diğerinden rahatsız olmadan, Türkiye demokrasisini derinleştirmek üzere bir diğeriyle birlikte olabildiği genişlikte ve enginlikte bir parti kılınabilirse, Türkiyelileşme, Kürd meselesini demokrasiyi derinleştirerek çözme ve yüzde on barajı aşma, her üçü de başarılabilir görünüyor.
Dünyanın güneş enerjisiyle çalışan en geniş köprüsü Londra’daki Thames Nehri üzerindeki Blakfriars Köprüsü. Köprü, tren istasyonunun harcadığı enerjinin yarısını karşılayarak yıllık karbon emisyonlarını 500 tondan fazla azaltacak.
Dünyanın ilk güneş enerjisi üreten bisiklet yolu Solar RoadAmsterdam’da. Proje tamamlandığında elde edilen elektrik sokak aydınlatması, elektrik sistemi, elektrikli arabalar ve evlerin ihtiyacını karşılayacak.
İspanya, güneş ve rüzgâr enerjisiyle çalışan ilk özel/kamu sokak aydınlatma sisteminin evsahibi oluyor. Şehirlerarası yollar, parklar ve kamu alanlarının aydınlatılacağı proje, kamunun işi sahiplenmesi açısından dünyada bir ilk.
Dünyanın en gözde tarihî ve turistik yapılarından biri olan Paris’teki Eyfel Kulesi, yenilenebilir enerji kullanan dünyanın en ikonik yapısı. İhtiyacı olan enerjinin bir kısmı artık rüzgâr türbinleriyle elde ediliyor.
Apple, yeni üssüne 850 milyon dolarlık güneş enerji sistemi kuruyor. “The California Flats” projesiyle Apple, California’daki tüm Apple komplekslerinin ihtiyacını karşılayacak.
Google, güneş enerjili evlerin ABD’de teşvik edilmesini hedefleyen SolarCity’nin projesine 300 milyon dolar yardım yaptı. 25 bin haneye güneş paneli yerleştirilmesini hedefleyen projede Google, güneş panellerinin yerleştirilmesi dâhil 20 bin dolarlık masrafları karşılayacak.
ABD’de güneş enerjisi sektöründe istihdam son dört yılda yüzde 80 artışla 174 bin olmuş.
Almanya’nın 2050 hedefi elektrik tüketiminin yüzde 80’ini yenilenebilir enerjilerden sağlamak.
İngiltere, dünyanın en büyük açık deniz rüzgâr santralini inşa edecek.
Çin, 2014’te dünya rüzgâr enerjisi kurulu kapasitesinin yüzde 40’ını tek başına gerçekleştirdi.
Japonya, uzaya güneş enerjisi santrali kurmanın yollarını arıyor. Uzayda kurulacak güneş enerjisi santrallerinden dünyaya elektrik aktarmanın yolunu açan kablosuz bir enerji iletimi projesi gündemde.
Deutsche Bank raporu, gelecek 15 yılda dünyada enerji piyasasına güneş hâkim olacak diyor. Güneş panelleri 15 yılda 10 kat artacak, beş yılda enerji saklama teknolojisi çok ucuzlayacak.
Ortadoğu’nun petrol yoksunu Ürdün, enerjisinin yüzde 40’ını ithal ediyor. Şimdi yüzünü güneşe dönüyor. Ülke genelinde ciddi enerji tüketimi olan 6000 cami güneş enerjisi panelleriyle donatılacak. Proje 120 camiyle başlamış bile.
Uruguay, elektrik ihtiyacının yüzde 100’ünü ağırlıklı rüzgâr olmak üzere yenilenebilir enerjiden sağlayacağını açıkladı.
Türkiye’de yoksullara kömür dağıtmak ötenden beri, AKP siyasetinin tabana yönelik en güçlü silahlarından biri ama bakın Peru’da hükümet, iki milyon yoksulun evine ücretsiz güneş enerjisi kuruyor.
Örnekler o kadar fazla ki…
Başta su olmak üzere doğal kaynakların kıtlığı, enerji güvenliği ve iklim değişikliği birbirinden ayrılmaz sorunlar artık geleceğin değil tam da günümüzün sorunları.
Dünyanın pek çok yerinde yenilenebilir, temiz, doğayla uyumlu enerjide yükseliş var, fosil yakıtlarda gelecek olmadığını giderek daha fazla insan fark ediyor. Gelecekte kazananlar sürdürülebilir, erişilebilir ve rekabetçi enerji sunanlar olacak.
Bu bize aynı zamanda enerji arzı güvenliğinin, enerji verimliliğinin, çevre dostu enerji kullanımının, ekonomilerin karbondan arındırılmasının ve rekabetçi bir enerji piyasasının ekonomik olarak nasıl vazgeçilmez olacağını da gösteriyor.
Düşük karbon toplumuna geçiş için yerel olarak üretilen enerjinin şebekeye aktarımının sağlanması, yeni nesil yenilenebilir teknolojilerinin geliştirilmesi bu meselede kritik rol oynayacak.
Durumun farkına varıp yol almaya başlayanların hepsinin bir hikâyesi var. Biz aylık elektrik faturası 700 bin liraya ulaşan elektrik faturasına sahip saray yaptık. Bir aylık elektrik tüketimi 1 milyon 800 bin kilovat saat olan Aksaray, 10 bin ton karbonu atmosfere bırakıyor. Meseleyi şu an olduğundan daha da kötü yapansa, bu israf abidesinin güneşten enerji elde etmek gibi geleceğin dünyasına dair en ufak bir vizyonunun olmaması… Bizim hikâyemiz de böyle…
Avrupa Birliği, Rus devlet şirketi Rosatom’un Macaristan’da yapacağı nükleer santral projesini reddetti. AB Macaristan’ın ‘nükleer yakıtı yalnızca Rusya’dan alacağı’ gerekçesi ile anlaşmayı onaylamadığını duyurdu. Rosatom, Mersin Akkuyu’da da bir nükleer santral inşa etmeyi planlıyor. 2020 yılında devreye gireceği iddia edilen nükleer santral için de Rosatom, Macaristan’a benzer bir anlaşma yaptı. Burda tek fark AB’nin reddettiği anlaşmanın Türkiye hükümetince kabul edilmiş olması.
Avrupa Birliği Rusya’nın Macaristan’da kurmayı planladığı 12 milyar dolardeğerindeki nükleer santral projesini reddetti. Kararın Kremlin ile Brüksel arasındaki gergin ilişkilerden dolayı alındığı da ifade ediliyor. Projenin onaylanmamasına neden olarak Macaristan’ın ‘nükleer yakıtı sadece Rusya’dan alması’ gösterildi. Rusya ve Macaristan geçer sene 1.200 megawatt’lık iki nükleer reaktörün inşaası için anlaşma imzalamışlardı. Macaristan’ın Paks şehrine yapılması planlanan santral Budapeşte’nin yaklaşık 120 kilometre güneyinde.
Söz konusu Nükleer santral Rus kamu şirketi Rosatom tarafından yapılacaktı. Rosatom Türkiye’de ise Mersin Akkuyu’ya nükleer santral yapacak olan şirket. Avrupa Atom Enerjisi Kurumu (EURATOM) projeyi reddederken Macaristan’ın kararı itiraz edeceği belirtiliyor.
Konuyla ilgili olarak açıklamalarda bulunan Avrupa Parlamentosu’nun Macar Yeşiller üyesi Javor Bedenek, “Eğer Rusya nükleer santral anlaşmasını değiştirmek istemezse bu proje için yolun sonu olur” diye konuştu.
Tokat’ın Zile İlçesi’nde toplanan yaklaşık 2 bin kişi ilçede yapılması planlanan 3 hidro elektrik santraline (HES) karşı yürüyüş yaptı. Yaklaşık 10 kilometre Zile-Çekerek yolunda yürüyüş yapan köylülere jandarma zaman zaman biber gazı ile müdahale etti.
Zile’den geçen Çekerek Irmağı üzerine özel bir firma tarafından yapılması planlanan HES’e karşı çıkan köylülere destek için çeşitli yerlerden gelen kişiler Yapalak Köyü girişinde toplandı.
İstanbul ‘dan otobüslerle gelen dernekler eyleme katıldı. CHP Tokat Milletvekili Orhan Düzgün ve İstanbul Milletvekili Melda Onur ve CHP İl Başkanı Dursun Aytaç da köylülere destek verdi.
‘Bu vadide satılık su yok’ pankartı taşıyan grup ‘Bu daha başlangıç mücadeleye devam’ sloganı attı. Burada yapılan konuşmaların ardından eyleme katılanlar, firmanın yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta bulunan şantiyesine gitmeye başladı. Zile-Çekere yolunda çok sayıda jandarma ve polisin önlem alması sonrası eyleme katılanlar tarlaların içerisine yürüdü.
Tokat İl Jandarma Komutanının gruba seslenerek, “Sayın Valimizle görüştük. Bu konuda tekrar değerlendirme yapacağını bizlere iletti” demesine karşın doğa savunucuları bölgeden ayrılmadı. Aynı esnada köy muhtarları ile firma yetkilileri görüştüğü öğrenildi. Yapılan görüşme sonrası köy muhtarları vbölgede toplananlara ‘Proje bekletilmeye alındı’ bilgisini iletti. Bunu alkışlarla karşılayan gruptakiler bölgeden gitmeyeceklerini belirtti.
Eyleme katılan CHP Milletvekili Orhan Düzgün ise, köylülerin toprağına sahip çıktığını bildirerek, “Bu insanların doğal hakkı. Zile halkı bu HES’i istemiyor ve bunu yaptırmayacak” şeklinde konuştu.
HSYK, Mersin Akkuyu’daki nükleer santrale ilişkin davalara bakacak hakimleri değiştirdi. Kritik çevre davalarına bakacak mahkemelere 4 ay önce atanan yeni hakimler atandı.
Bugün Gazetesi’nden Metin Arslan’ın haberine göre yeni HSYK kurulu 5 Şubat tarihli kararnameyle Mersin’deki nükleer santrale ilişkin açılan davalara bakan idare mahkemesi heyetini değiştirdi.
Daha önce bu davalara bakan hakimler Şenol Coşkun ile Metin Sarıkurt görevli bulundukları mahkemelerinden alınarak tenzili rütbe ile vergi mahkemesi üyeliklerine atandı. Yerlerine ise 4 ay önce göreve başlayan tecrübesiz hakimler görevlendirildi.
Akkuyu’daki nükleer santrale ilişkin Çevresel Etki Değerlendirme(ÇED) raporuna karşı Mersin İdare Mahkemesi’ne yürütmeyi durdurma davası açılmıştı. HSYK’nın mahkeme heyetlerine yaptığı müdahale sonrası nükleer santrale ilişkin açılan davalara da bundan sonraki süreçte kıdemli hakimler yerine tecrübesiz hakimler bakacak.
Çernobil felaketinin yirmi dokuzuncu, Fukuşima felaketinin dördüncü yılında Türkiye nükleer santrallere sahip olmak planlarına gözü kapalı bir şekilde devam ediyor. Yaklaşık kırk yıldır gündemde olan Akkuyu nükleer santral projesi için verilen ÇED onayı uzmanlar tarafından sert bir şekilde eleştirilirken santralın temelinin gelecek yıl atılması bekleniyor. Ancak Akkuyu’nun Türkiye’nin en uzun mücadelelerinden biri olduğunu unutmamak gerekiyor. Yani mücadele saha bitmedi ve bu iş o kadar da kolay değil.
Gazeteci Filiz Yavuz, yeni yayımlanan kitabı Beni “Akkuyu”larda Merdivensiz Bıraktın”da işte bu mücadeleyi anlatıyor. Can Yayınları inceleme serisinden çıkan kitabı ben bir solukta okudum. Türkiye’de yıllardır süren nükleer karşıtı mücadeleyi konunun aktörlerinin değerlendirmeleriyle ele alan ve bilim insanlarının görüşlerine yer veren kitapta, kendinizi bir Akkuyu’da bir Sinop’ta buluyorsunuz. Hatta ilk kez 2014’te Fukuşima kazasının yıldönümünde Yeşil Düşünce ve Nükleersiz.org davetiyle Türkiye’ye gelen, benim de gönüllü tercümanlığını yaptığım Fukuşima Tanığı Japon gazeteci Toshiya Morita da kitapta karşıma çıkıyor: “Biz nükleer santralı hiç istemedik, fakat söz hakkını siyasetçilere bıraktık. İşte bu yüzden bütün bu sorunları yaşadık. Ama artık kendi kaderimizi kendimiz tayin etmek istiyoruz.”
Bu kitabı yazdığı için Filiz’e bir kez daha teşekkür ediyorum. İşte Filiz Yavuz’la Yeşil Gazete için yaptığımız söyleşi…
…
Beni “Akkuyular”da Merdivensiz Bıraktın’ı oluşturan koşullar neydi? Niçin bu kitabı yazmaya ihtiyaç duydunuz?
Beni “Akkuyu”larda Merdivensiz Bıraktın, Filiz Yavuz, Can Yayınları, 2015
Aslında ilk neden gazeteci olarak Nükleer enerjiyle ilgili haber yaparken takıldığım noktalarda sayfalarını karıştırıp aradığım bilgiyi bulabileceğim bir kaynağa ihtiyaç duymamdı. Bu kaynağın bilim insanları ya da teknik insanlar tarafından değil de gazeteci gözüyle yazılmış olması, anlaşılırlık ve akıcılık açısından tercihimdi. İnternet ortamında elbette pek çok makaleye erişim mümkün olsa da elimin altında meselenin tüm yönlerini anlatan, geçmişe referans veren, saha çalışması içeren ve nükleer karşıtı harekete de az da olsa değinen bir kitap yoktu. Ekoloji gazetecisi arkadaşlarım da ısrarlarıma rağmen böyle bir kitap yazmayınca, mecbur kaldım. Yani aslında bu kitabı öncelikle kendi ihtiyaçlarımdan yola çıkarak yazdım.
İkinci neden ise AKP dönemindeki nükleer politikaları ve bunun paralelinde nükleer karşıtı hareketi dili geçmiş zamanla değil, tam da bu dönem bitmeden şimdiki zamanla anlatmak istememdi. Çünkü bir dönemi ancak yaşandığı zamanda değiştirme şansına sahip olabiliriz.
Üçüncü neden ise yürütülen nükleer enerji tartışmalarının verimli olmadığını düşünmemdi. Bence bu tartışmalar iktidar diliyle, onun sunduğu argümanlarla ve onun çizdiği sınırlar içinde yapılıyor. Zira nükleer gibi teknolojik bir mevzuyu yaşama hiç değmeyen argümanlarla tartıştırmak fayda sağlamıyor, bu da iktidarın işine geliyor. Kitap tam da bu sebeple nükleer meselesini istihdam, dışa bağımlılık, pahalılık vs. üzerinden değil de yaşam üzerinden; yani kaza riski, bir türlü çözülemeyen atık sorunu ve demokrasi meselesi üzerinden tartışmayı öneriyor.
Bu kitabı yazarken amacım meseleyi oldukça şeffaf bir biçimde ortaya koymaktı. Çünkü nükleer meselesinde ancak gerçekler olduğu gibi anlatıldığı zaman, siyasetçilerin ve siyasete soyunmuş bilim insanlarının yönlendirmelerinden, nükleer karşıtlarının bilerek ya da bilmeden kullandığı abartılı cümlelerden kurtularak “nükleere evet mi hayır mı” ikileminde karar verilebileceğine inanıyorum.
Oldukça değişik bir kitap ismi, meseleyi niçin “kuyu” üzerinden aldınız?
Kitabın ismini Münir Nurettin Selçuk’un “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” eserine atıfla seçtim. Zira bence tam anlamıyla bir kuyuda merdivensiz bırakılma halidir yaşanan. Üstelik balçık dolu bu kuyunun dibini de görmek mümkün değil. Akkuyu için 40 yıldır süren ve kelimenin tam anlamıyla ömür tüketen bir nükleer ısrardan ve nükleer karşıtı süreçten söz ediyoruz. Sanırım bunu anlatabilecek en iyi metafor kuyuydu.
Peki sizce kimler bu kitabı okumalı ya da bu kitap kimlere hitap ediyor?
Nükleer enerji teknik olarak algılandığı için insanlar bu meseleye karşı önyargılılar. Öyle ki kitapta formül bulacağını düşünen bile olmuş. Oysa nükleer teknolojik bir mesele değil, yaşamsal bir kararın ta kendisi. Dolayısıyla kitap nükleer meselesini merak eden herkesin anlayabileceği bir biçimde yazıldı ve öncelikle bu meseleyi merak eden herkese diyecek bir sözü var. Zaten bu topraklarda yaşayan insanların yabancı olduğu konular değil bunlar. İnsanlar Çernobil’i, Çernobil’den sonra kameraların karşısında çayların radyasyonsuz olduğunu ispatlamak için çay içen dönemin sanayi bakanı Cahit Aral’ı hatırlar. İşte onlar var kitapta. Hiç şüphesiz nükleer karşıtlarına da hitap ediyor, zira kitap biraz da tartışma ve algı biçimini değiştirmeyi öneriyor.
Gazeteci gözüyle gerek Akkuyu’da gerekse Sinop’ta görüşmeler yaparken nükleer mücadelesinin Türkiye medyasına doğru ve eksiksiz yansıdığını ya da aksini düşündünüz mü?
Nükleer enerji siyasi bir mesele. Dolayısıyla gazetelerin nükleer enerjiye bakış açıları iktidarın konumuna göre zaman içinde değişiyor. Ama son dönemde, özellikle ana akımı temsil eden gazetelerde ekonomi sayfalarında yer alan nükleerle ilgili haberlerin hep iktidarın diliyle yazıldığını söyleyebilirim. Nükleer karşıtlarının eylemleri ve söylemleri, yapılan eylemin ve üretilen söylemin çarpıcılığına göre ya da sayfanın editörünün nükleer hassasiyetine göre zaman zaman kendine yer buluyor. Genellikle kısa haberler oluyor bunlar. Ama Greenpeace’in eylemleri renkli olduğundan genellikle iki satır yazıyla fotoğraf açılıyor. Yerellerde süren mücadeleyle ilgili ise basını takip ederek fikir sahibi olmanın pek kolay olmadığını düşünüyorum. Zaten kaç gazetenin ekoloji muhabiri var ki? Ya da kalmış ki?
Ama şunu da unutmamak gerek ki Çernobil’den sonra Doğu Karadeniz’de üretilen çaylardaki radyoaktivite oranının yüksek olduğunu, ODTÜ’den Prof. Dr. İnci Gökmen ve arkadaşlarının raporuyla birlikte kamuoyuna duyuran da basın olmuştu.
Kitabı yazarken veya yazdıktan sonra nükleer karşıtlarından herhangi bir tepki aldınız mı?
Kitabı yazarken gerek yerellerde gerek metropollerde pek çok nükleer karşıtıyla konuştum. Hepsi destekledi bu çalışmayı. Yerellerde “bu işleri fazla kurcalama bak, mesele yukardan bağlanmış. Biz ne desek sen ne yazsan faydasız” diyenler oldu. Yazıldıktan sonra da herhangi bir olumsuz tepkiyle karşılaşmadım, en azından şimdiye kadar.
Kitabın hayatımızda neyi değiştirmesini arzu ediyorsunuz?
Bir kelebeğin kanat çırpışının kilometrelerce ötede fırtınaya neden olabileceğine dair teoremler var elbet ama, ben tek bir kitabın koca nükleer meselesini çözmeye muktedir olacağını düşünmüyorum açıkçası. Keşke kendi yaşamlarını ilgilendiren kararların saray tarafından değil de kendileri tarafından alınmasını talep eden, bunun için baskı yapan insanların sayısı artsa da bunda da kitabın ufacık bir payı olsa! Ama öncelikle nükleerin teknolojik ve anlaşılmaz bir mesele olduğuna dair önyargıların kırılması benim için yeterli. Elbette iki nükleer santral yapılması planlanan memlekette nükleer enerji tartışmalarının daha yüksek sesle, ama doğru bağlamlarla yürütülmesine katkı sunmasını isterim.
FİLİZ YAVUZ, 23 Kasım 1981 yılında Eskişehir’de doğdu. Nükleerin ne demek olduğunu 1999’da girdiği İstanbul Üniversitesi’nde öğrendi ve nükleer karşıtı oldu. Belki de bu yüzden ekoloji alanında çalışmayı seçti; çeşitli dergi, gazete ve televizyon kanallarında muhabirlik ve editörlük yaptı.
2008’de Marmara Üniversitesi’nde gazetecilik yüksek lisansına başladı. İstanbul ve Madrid örnekleri üzerinden kent kültürü ve gazetecilik ilişkisini inceledi. Tezin Madrid ayağını yazmak üzere “Universidad Complutense de Madrid”den davet aldı. Yaklaşık 1 yıl Madrid’de kaldı. Tezini 2011’de savundu. 2012’de yine Marmara İletişim’de gazetecilik doktorasına başladı. Halen “AKP döneminde nükleer karşıtı hareketin gazetelerdeki yansıması” konulu doktora tezini yazmakla, bir de Deniz’e bakmakla meşgul.
Bundan yüzlerce yıl önce, dünyanın ilk güzellik yarışması Kazdağları’nda yapılır. Mitolojiye göre, Tanrı Zeus; Athena, Hera ve Afrodit arasından en güzel Tanrıçayı seçmesi için Paris’i görevlendirir. Paris, Afrodit’i seçer; altın elmayı ona verir. Yıllar geçer, elma artık sadece güzelliğin değil; artık o bölgenin de simgesidir. Geçmişi gibi zengin endemik bitki türleri, biyolojik çeşitliliği, eşi benzeri olmayan renkleri, havası, bereketli suları, güneşin yansımasıyla başlayan ışık oyunlarıyla masalları andıran Kazdağları; sadece Türkiye’nin değil dünyanın da en önemli miraslarından biridir.
Günün birinde, Homeros’un bin pınarlı İda’sının yüzlerce yıllık hikayeler saklayan bereketli topraklarında, doğanın mucizevi şifasına tanık dağlarında siyanürle altın aramak isteyen madenci şirketler çıkagelir. Köylüler ne sularını, ne topraklarını ne de elma ağaçlarını vermeye niyetlidir. 7’den 70’e bütün köy halkı, altın şirketlerinin karşısına dikilir. Masal bu ya; “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlarken, bir gün gerçekten “yok olmasın” diye, Kazdağları’nın anlattıklarına kulak vermek gerekir. Ne de olsa İda’nın bin pınarı tılsımlı; elması altından değerlidir.
Mitolojide ilk güzellik yarışmasının yapıldığı yer olarak geçen Çanakkale’nin Bayramiç İlçesi, Evciler Köyüne 5 km mesafedeki Ayazma; güzelliğinde bu kez yaşam savunucularını bir araya getiriyor. 2. Kazdağları Buluşması için geri sayım başladı. İlki hafızalarda oldukça renkli görüntüler, çevre sorunlarına ve mücadelesine dair önemli bilgiler, Kazdağları’nın altından daha değerli olduğuna vurgu yapan mesajlar bırakan buluşmanın ikincisi; 8 – 9 – 10 Mayıs’ta Ayazma’da. Kazdağları’na has göknarları, baharın gelişini müjdeleyen coşkun suları, şehir telaşından, gürültüden uzak temiz havası ve mitolojiden günümüze taşıdığı masallarıyla Ayazma; şimdi yeniden keşfedilmeyi bekliyor doğa tutkunlarınca. Her neredeysen 8 Mayıs’ta Ayazma’ya doğru düş yola; doğanın elinden tutup korumaya, onunla arkadaş olmaya… Duyuyor musun? Seni çağırıyor İda ! Kalbini ve heyecanını al, gel çadırınla…
İda ateşini birlikte yakıyoruz
Çanakkale Çevre Platformu’nun organize ettiği büyük buluşmaya Türkiye’nin dört bir yanından ve yurt dışından çevre için mücadele eden gruplar, doğa dostları katılacak. Yüzlerce yaşam gönüllüsü, siyanürlü altıncılığa ve her türlü doğa talanına karşı Kazdağları’nın gür sesi olacak. 8-9-10 Mayıs 2. Kazdağları Buluşması’nda kamp ateşi sabaha kadar yanacak. Ateşin etrafında toplananlar, Kazdağları Buluşması’nın gönüllü, heyecanlı, paylaşımcı, maceraperest, doğadan ve yaşamdan yana ruhuyla yeni bir masal yazacak. İda’nın baş döndüren güzelliğinin ortasında, büyük forumda herkes geldiği yerdeki çevre sorunlarını ve verilen mücadeleyi anlatacak. Kazdağları’nın bin pınarından bu kez dostluklar ve doğadan, yaşamdan yana bir dil doğacak. Kamp boyunca İda sofraları kurulacak, Kazdağları’nın mucizeleriyle birlikte yiyecekler ve kamp işleri de paylaşılacak. Kazdağları’nın göknarlarına, bin pınarına, meşe, kestane ağaçlarına doğru yürüyüşler, tırmanışlar yapılacak. Kazdağları buluşanları üç gün boyunca doğanın uyumunda, onun kadim bilgisini arayacak. Her mevsim bir başka masal diyarına dönüşen İda; kulağını kalbine dayayanlara sırlarını fısıldayacak.
Kazdağları Buluşması’na Çanakkale’deki doğa talanına, köylerinde yapılmak istenen altın madenciliğine, termik santrallere, kirli sanayilere, HES’lere direnerek büyük bir dayanışma başlatan köyler de katılacak. Şirketlere geçit vermeyen köylüler; yüzlerce yıllık geçmişlerine ekledikleri direniş hikayelerini anlatacak. Kamp alanında eğlencenin dozu da yüksek olacak. Her türlü yaratıcı fikre açık programda atölyeler, masallar, tohum takas şenliği, müziğin doğaya uyumlu halleri ve daha pek çok sürpriz var. Etkinlikler büyük buluşmanın günü yaklaştıkça http://www.kazdaglaribulusmasi.com ve http://www.facebook.com/kazdaglaribulusmasi adreslerinde duyurulacak.
Köylülerle kalp kalbe
Kazdağları Buluşmasıyla bütünleşen Evciler Sokak Şenlikleri; kampın son günü Evciler köy meydanında geçen yıl olduğu gibi. Altın madeni şirketlerine karşı büyük bir dayanışma halinde olan köy halkı; Kazdağları’nın kollarından kalkıp Evciler’e varan misafirlerini ağırlayacak. Köylülerin el emeği, göz nuru doğal ürünleri, cömert ilkbaharın taze meyveleri, Evciler köyünün altından değerli elmaları tezgahlarda satışa çıkacak. İzmir’in Urla ilçesinin Bademler köyünün köy tiyatrosu için meydanda bir sahne kurulacak. Altın madencilerine geçit vermemeye kararlı Evciler Köyü kadınları; Kazdağları’nda hiç kimsenin altının adını dahi anamayacağını, en önemli geçim kaynakları olan elma üreticiliğinden ve dünya mirası geçmişlerinden asla vazgeçmeyeceklerini bir kez daha yüksek sesle haykıracak. Kazdağları’nda altına izin vermeyecekler ama, 2. Kazdağları Buluşması’nın adı, geleceğe altın harflerle kazınacak.
8-9-10 Mayıs’ta Kazdağları’ndayız
Eğer sen de “oradaydım” demek istiyorsan; İda’nın kamp ateşinde ısınmak, İda sofrasında oturmak, yıldızların altında uyumak, doğaya karışmak, kendinle bağ kurmak, başka bir dünyanın mümkün olduğuna senin gibi inanan insanlarla tanışmak, doğa talanına izin vermeyeceğini herkesle birlikte anlatmak, soruları yaşamdan yana yanıtlamak, ağaçların bilge gövdesine dokunmak, doğaya ait olduğunu hatırlamak ve fısıldadığı masallarda saklı sırra varmak istiyorsan; sadece çadırını, yanında kalbini ve heyecanını al, gel. Kazdağları seni çağırıyor. Sen yoksan, masal bir eksik başlıyor.