Ana Sayfa Blog Sayfa 3709

Birleşmiş Milletler Yeşil İklim Fonu adım adım ilerliyor

BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) dahilinde kurulan ve gelişmiş ekonomilerden gelişmekte olan ekonomilere iklim değişikliğiyle mücadele ve buna uyum için kaynak aktarmanın temel mekanizması olacak Yeşil İklim Fonu kurumsallaşmasında bir adım daha attı. Fon’un yönetim kurulu, yedi kurumu teklif verebilmeleri üzere akredite etti. World Resource Institute‘tan  konuya dair yazan  kreditasyonların devam etmesi bekleniyor.

112_gcfblgrnlogorgb

Kurumların gerek yolsuzluktan uzak sıkı mâlî idareye yetkin, gerekse fonlandıracakları projelerin beklenmedik çevresel ve sosyal etkileri olmayacağını öngerebilecek deneyimde olduklarından emin olabilmek için bu akreditasyon Fon için çok önemli. İlk akredite edilen yedi kurum birbirlerinden farklı nitelikte ve boyutlardalar, ve Fon yönetiminin umudu kaynak dağıtımına başlanmasının ardından bu seçimin alıcı taraftaki gelişmekte olan ülkeleri düşük-karbon büyüme ve iklim değişikliğine dayanıklı bir yola yönlendirebilmekte daha başarılı olması.

Akredite edilen kurumlar şunlar:

  • Ekolojik Gözlem Merkezi (Centre de Suivi Ecologique – CSE): Senegal’de katılımcı çevre ve kaynak yönetimi üzerine çalışıyor.
  • Peru Milli Parklar ve Koruma Alanları Vakfı (PROFONANPE): Peru’da, koruma odaklı çalışıyor.
  • Pasifik Bölgesel Çevre Programı Sekreteryası (SPREP): İklim değişikliğinden ilk etkilenecek bu bölgede doğa koruma ve sürdürülebilir gelecek için çalışan hükümetlerarası kuruluş.
  • Acumen: Gelişmekte olan ülkelerde yatırım yaparak sürdürülebilir gelişme ve fakirliği azaltmayı hedefleyen, kâr gütmeyen bir girişimci sermaye fonu.
  • Asya Kalkınma Bankası (ADB): Büyük ve tanınmış bir hükümetlerarası banka, büyük projeleri fonlaması bekleniyor.
  • Alman Kalkınma Bankası (KfW): Yine ADB gibi, KfW’nun da büyük projeleri fonlaması ancak geniş çaplı bir coğrafyaya erişebilmesi bekleniyor.
  • BM Kalkınma Programı (UNDP): 170 ülkede çalışan BM kurumu.

2009’da Kopenhag‘da yapılan başarısız UNFCCC 15. Taraflar Konferansı’nda (COP 15)

Hela Cheikrouhou
Hela Cheikrouhou

fikir olarak ortaya atılan Yeşil İklim Fonu, resmen 2010’da Cancun‘da COP 16‘da kuruldu, yönetim detayları ise 2011’de Durban‘da COP 17‘de belirlendi. Hükümetlerce, 2020 yılından itibaren senede 100 milyar dolar kaynak aktarması üzerine anlaşılan Fon’un hacmi 10 milyar dolara ancak 2015 başında ulaşabildi. Fon’un genel merkezi hâl-i hazırda Güney Kore‘de ve genel sekreteri daha önce Afrika Kalkınma Bnkası ve Dünya Bankası‘nda çeşitli görevler almış Tunus asıllı Héla Cheikhrouhou. Aktivistler, Yeşil İklim Fonu’nu tepeden inme yaklaşımı ve büyük yatırımcılar dahil özel sektöre de açık malî aygıtlar kullanması sebebiyle eleştiriyor.

 

(Yeşil Gazete, World Resource Institute)

Erdoğan, “Parlamenter sistem artık bekleme odasına girmiş bulunuyor”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 10 Ağustos 2014 tarihindeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde yeni bir dönemin başladığını belirterek, parlamenter sistemin artık bekleme odasına girmiş bulunduğunu söyledi. Erdoğan, “Şimdi önümüzde 7 Haziran’da bir seçim var. Bu seçimi yeni Türkiye yolunda yeni anayasa ve başkanlık sistemi için bir fırsata dönüştürmeliyiz.” dedi

51.recep tayyip erdoğan

“Parlamenter sistem artık bekleme odasına girmiş bulunuyor”

Sinan Erdem Kapalı Spor Salonu’nda yapılan ‘Tokatlılar Buluşması’nda konuşan Erdoğan, Türkiye’nin darbe dönemlerinde geri gittiğini ve bu süreçte milletin pek çok fırsatı kaçırdığını belirterek, “10 Ağustos 2014 tarihindeki Cumhurbaşkanlığı seçimi ile Cumhuriyet tarihimizin yeni bir dönemine ilk adımı attık. Artık Cumhurbaşkanını, Cumhurbaşkanımızı siz seçtiniz. Millet seçti. Parlamenter sistem artık bekleme odasına girmiş bulunuyor. Yeni Türkiye’nin ilk işareti 10 Ağustos’tu. Şimdi önümüzde 7 Haziran’da bir seçim var. Bu seçimi yeni Türkiye yolunda yeni anayasa ve başkanlık sistemi için bir fırsata dönüştürmeliyiz. Ben bu seçimde milletime sesleniyorum. Diyorum ki 400 milletvekilini vermeye hazır mıyız?” diye konuştu.

Yeni anayasa ve ardından gelecek başkanlık sistemi ile Türkiye’nin hız kazanacağını söyleyen Erdoğan, “400 vekil ile istenen, beklenen arzulanan ne gelecek? Yeni anayasa gelecek. Yeni anayasa yeni Türkiye’nin temel taşlarını oluşturuyor. Yeni anayasa ile ne gelecek? Onunla beraber de inşallah başkanlık sistemi gelecek. Bizim hıza ihtiyacımız var. Çok başlılık asla ve karar sürecini hızlandırmamız lazım. Karar sürecini ne kadar hızlandırabilirsek şunu bilin ki Türkiye nasıl ki 12 yılda 230 milyar dolardan 820 milyar dolara yükseldiyse ben diyorum ki 30 yıllık bir sürece, bunun 12 yılı geride kaldı otuz yıla bunu tamamlamamız lazım. Ama 3-4 trilyon dolarlık milli geliri de yakalamamız lazım.” dedi.

Başkanlık sistemini kendisi için istemediğini söyleyen Erdoğan şöyle devam etti: “Bunu kendi adıma, herhangi bir paye peşinde olduğum için istemiyorum. Bunu, son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini, ancak bu şekilde garanti altına alabileceğimize inandığım için istiyorum. Zaten kapanmış olan darbeler ve vesayetler dönemini tamamen tarihin tozlu sayfalarına gömmek, milli iradeyi en üste çıkarmak için bunu istiyorum.”

Diyarbakır Ezidi kampından notlar – Hamide Bezirci

ezidi kampıSavaşın görünen en yakıcı acı yüzü mülteci kamplarıdır. Savaşın kayıplarının ardından, yerinden edilmiş sağ kalanların çileli yaşam içinde var olma mücadelesi içindeki dramdır. Diyarbakır Ezidi Kampı da  bu dramın yaşandığı yerlerden yalnızca birisidir.

Bu yıl Nusaybin’den başlayan “4.Dünya Kadın Yürüyüşü” nün Mardin-Nusaybin ve Diyarbakır ayağında ben de bulundum.

Bu gezimin içinde Diyarbakır -Yenişehir’de kurulmuş olan Ezidi Kampı’nı  ziyaret imkanı buldum. Çoğu doktor ve sağlıkçı Yunanlı  kadınlarla birlikte kampı ziyaretimizde,kampın sorunlarını kamp koordinatörlerinden dinledik.

Yenişehir Ezidi kampı iki kısımdan oluşuyor. Kampın giriş-çıkış kapıları ile kamp sorumlu ve görevlileri de farklı. Birinci kampın girişindeki görevliler, gezilmesine uygun değil gerekçesiyle kadın grubunu içeri almak istemediler. İkinci kamp girişi az bir yürüme mesafesinde. 2. Kampın girişinde görevliler bizi karşıladı. Bir kadın arkadaşımızın bir tanıdık vasıtasıyla kamp müdürünün telefonuna ulaşmasıyla, kampa girişimiz zor olmadı.

Kamp içinde ne ile karşılaşacağımızın heyecanıyla dıştan görünüşünün birkaç kare fotoğraflarını çektim. Eski Kızılay çadırlarına benzer,çok da dayanıklı olmayan beyaz branda çadırlar sıra sıra ve aralıksız olarak araziye yerleştirilmiş vaziyette.

Kampın girişinde bizi ilk olarak görevlilerin dışında çocuk kalabalığı karşıladı. Sanki biz onların kendi evlerinin misafiriymişiz gibi, her birisi bizlere sarılmak istedi. Çocuklara sarılırken bir suçluluk duygusuna kapıldığımı hissettim. Onların bu koşullarda yaşamak zorunda kalmasından ötürü kendimi de sorumlu sayarak suçluluk hissettim. Çadırlarının önünden bizi izleyen kamp kadınlarına bakarken sanki yapmacık bir sevgi gösterisi sunuyormuşuz gibi utanıp, sıkıldım doğrusu.

Kampta kalan kadınlar naylon leğenlerde çamaşır yıkıyor, kamp duvarlarına ve çadır aralarına gerilmiş iplere çamaşır asıyorlardı. Belli ki sıcak su o gün verilmişti. Zira kampta her gün sıcak suyun akmadığını kamp koordinatörü ile görüşmemizde öğrendik.

Yanımızda bulunan ve Yunanlı Doktor kadınla birlikte evinde misafir olduğumuz Diyarbakırlı İngilizce öğretmeni kadın arkadaşımız, Türkçe Kürtçe ve İngilizce bilgisiyle kamp kadınları ile aramızda tercüman oldu. Hasta kadınları Yunanlı doktor kadınlar çadırlarda muayene etti. Yunanlı doktorlar kadınların mikrop almaktan veya kadının kendi deyimi ile şeker hastalığından yara açmış bacağı için, çantasında taşıdığı ilaçlardan verdi.

Çevrede çocuklar koşuşturuyorlar. Oyun alanları yalnızca çadırların arasındaki dar yollar. İki kamp arasında birkaç kaydırak ve salıncak yerleştirilmiş. Muhtemel ki,çadırlara uzak kaldığından,aileleri çocukları söz konusu oyun alanına göndermeye cesaret edemediğinden salıncaklar ve küçük oyun alanı boştu.

Kadınlar gündelik işlerini yapıyorken kamp sakini kimi erkekler çadırlar arasındaki yolda volta atıyor, bazıları çadır alanının yanındaki masalarda oturmuş sohbet ediyor ve kağıt oynuyorlardı.

Kampı ziyaret eden epey kalabalık bir kadın grubu olmamıza rağmen kamp kadınlarının çoğu yanımıza gelmeyip, bizi uzaktan seyrediyordu. Bu da bana kampı bizden önce ziyaret edenlerden, beklentilerine bir cevap alamamış olduklarını düşündürdü. Belki de kamp kuralları içinde böyle bir uzak duruş gerekiyor, kim bilir..

Kamp çadırlarının bitim noktasında bulunan Kamp Koordinasyon Merkezi’ne gittik.Orada bizleri kamp koordinatörleri karşıladı. Koordinasyon Merkezinin önünde sebze, meyve  ve çeşitli kuru erzak çuvalları bulunuyordu.Gerektiğinde çadır sakinlerine sıra ile ihtiyaçları kayıt tutularak teslim edildiği bilgisi verildi.

Kampın sorunları üzerine bir kadın ve bir erkek kamp koordinatörü bize bilgi verdiler.

Kampta ilk başlarda 7000 kişi barındırılmış. Şimdilerde bu sayı yarı yarıya düşmüş. Bu düşüşün çeşitli nedenleri var. Geri dönenler, başka yerlere göç edenler, başka kamplara yerleştirilenler ve kampta ölenler vs.

Koordinatörler Kamptaki en büyük sorunu oluşturan sağlık sorunları olduğu üzerine  bazı bilgiler verdi.

Yenişehir kampı Birleşmiş Milletlere kayıtlı olmadığından kaçak göçmenler statüsünde yer alıyor. Bu insanlara bir çok hastane bir çok bölümünü kapatmış durumda. Hastanelere 7000 başvuru yapılmış ve tedavi olabilmelerinin önündeki engeller aşılabilmiş değil. Ortopedi, beyin cerrahi, nöroloji bölümlerine başvurnun neredeyse imkansız olduğu söylendi. Kampın hastanelere yığınla borcu var ve bunu nasıl ödeyecekleri konusunda bilgileri yok. Özel hastaneler Kamp sakinlerine tamamen kapılarını kapatmış.

Kronik hastalıklar ölümle sonuçlanıyor olduğu bilgisi iç acıtıcı.Pahalı tedavi gerektiren diyaliz hastalarından en uzun yaşayabilenin dört ay yaşayıp öldüğü söylendi.

Kamptaki kadınlara korunma tedbirleri bilgisi düzenli olarak verilmesine rağmen 70 kadın kürtaj yaptırmak zorunda kalmış. Zor kamp koşullarında, hastanelerle yaşanan zorluklarda doğum yaptırmak ve bebek bakımının zorluğu göz önüne alındığında, en kısa yol olan kürtaj için destek yolu açılmış.

Kampın çadırları arasındaki dar yollardan akan atık sularda çocuklar oynuyor. Hijyen koşulları sağlanmış değil. Çadırlar tek odalı ve içinde kullanılacak eşya yalnızca çadır tabanını kaplayan hasır, kilim, battaniye, sünger yatağı, minderi, elektrik ocağı ve ısıtıcısı dışında fazla bir kullanım eşyası yok.

Bu insanların orada olma nedeni gerçekte savaş sanayiini elinde bulunduran savaş baronlarının, etnik ve din ayrımcılığı üzerine devletler ve halklar arası körüklenen savaşlardır.

Devletler, savaşları körükleyecek nedenleri ortadan kaldırmadıkça, insanların tüm farklılıklarına rağmen birlikte yaşama bilinci ile hareket etmeleri sağlanmadıkça, yerinden edilmiş insanların insanlık dramı da sürüp gidecek.

Kampı dolaşırken, bilgi alırken ve kamptan ayrılırken o insanlar için bir şey yapamamış olmanın ezikliği içindeydik. Kamptaki çocuklar bizi çıkış kapısına kadar el sallayarak uğurladılar.

Gömen kamplarındaki bütün insanların evlerine ve kamp çocuklarının kendi ana dillerindeki okullarına dönebilmeleri için koşullar sağlanmalıdır. Bu konuda her birimize büyük görevler düşüyor.

Savaşların son bulması için, barış ortamının ülkemizde, Ortadoğu’da ve tüm dünyada sağlanması için devletler hükümetler ve bireyler olarak, herkes elini taşın altına koymalıdır.

 

Hamide Bezirci

Fukuşima izlenimleri(3): Nükleer Felaket sonrasında gidenlerle kalanların değişen hayatları

 

Fukuşima Daiichi Nükleer santral felaketinden etkilenen alan ilk günlerde 10 kilometrekare olarak ilan edilmişti, 6 ay sonra ise bu alan 20 kilometrekareye kadar  genişletildi.  Sözkonusu 20 kilometrekare içerisinde her biri yaklaşık 20 bin nüfuslu  Namie, Futaba, Okuma, Tomioka, Naraha  adında  kasabalar olup bu kasabaların sakinleri  yine Miyagi Eyaleti içerisinde Fukuşima ve Fukuşima’ya komşu  şehirlere yerleştirildi.

Fukuşima  şehir merkezinden Nükleer santralin bulunduğu  noktaya 9 kilometre kala turumuzun  da sonuna geliyoruz. Sırada 55 kilometre uzaktaki 330 bin nüfuslu Koriyama şehrindeki geçici konutlara(prefabrik evlere) yerleştirilen Namie  sakinlerine yapacağımız ziyaret var. Kar yağıyor. Oysa Namie bugün günlük güneşlikti . İnsanların sadece evlerini değil yaşam ortamlarını, alıştıkları atmosferi  bıraktığı aşikar. Burada  589 hane yaşıyor.  Aklıma Eylül 2013 tarihinde hazırlanmış olan youtubeda  izlediğim bir video geliyor. O kayda göre  Koriyama’daki, radyasyon seviyesi (oranını) 22 ,3 microsivert civarındaydı. https://www.youtube.com/watch?v=z4_ve1H11Wg

Nükleer  santralden 20 kilometre mesafe kapsamındaki bu  insanlar,  tahliye edilmişti edilmesine ama, santralin 55 kilometre batısında yer alan yerleştirildikleri şehir de radyoaktiviteden etkilenmemiş değildi.  Bu durum, rüzgarın estiği yönün, değişen hava şartlarının, felaket mahalinden uzaklık öngörülerek yapılan tahliyeleri   bir çözüm metodu olmaktan çıkardığını gösteriyor.  Nitekim  Japonların bugün Fukuşima’dan aldığı dersler arasında tahliye planlarının bir önemi olmadığı da yer alıyor. Yani havadan bir radyoaktif kirlilik sözkonusuysa insanları korumak için en önemli aksiyon hava şartlarına, rüzgarın estiği yönün aksine hareket etmektir ki bu durum ezbere uygulanan  tahliye planlarının anlamsızlığını ortaya koyuyor. Öte yandan düşük doz radyasyonun izleyen dönem kanser oranlarını arttıran bir faktör olduğu Türk Tabipler Birliği tarafından ülkemizde Çernobil’in insan sağlığına etkilerini araştıran çalışmalarla ortaya konmuş, ülkemizde Çernobil’den sonra  kanser oranlarının arttığı anlaşılmıştır.

namieden (3) (2)

Geçici konutların girişinde  Namie  Muhtarı  Yamamoto Bey ile aynı  yerleşkeden  Kawamura Hanım bizi karşılıyor. Burada kendilerinden Namie’den çıkış öykülerini dinleyeceğiz zira bunu anlatmak için izleyenlerin beğenisini toplayan  2 renkli yol  benimsemişler. Biri görsel hikaye anlatımı diğeri de çizgi film gösterimi. Görsel hikaye anlatımında, bir kuşun gözünden şiirsel bir dille  Fukuşima’da yaşananlar anlatılıyor.  İnsanlar  birden nasıl yok oldu nereye gittiler? Tarladan çıkan ürünler niye imha ediliyordu? O beyaz kıyafetli maskeli adamlar da kimdi ? Fakat biz kuş ne yapacak, ne zaman uçup başka diyarlara gidecek derken kuşun öldüğüne şahit olacaktık.

kuş 3

Sunumun ardından çizgi film başlıyor. Çizgi filmin senaryosunu 22 Haziran 2012’de 72 yaşında yaşamını yitiren  Yasuko Sasaki Hanım yazmış. “Göze Görünmeyen  Bulutun Altında Memleketimin  Mavi Gökyüzü” adlı  çalışması onun anısına çizgi film haline getirilmiş. Çizgi filmde,  birden yaşlı kadının evinin kapısı çalınır, nükleer santralin patladığı haberi verilir kendisine: hemen evini terketmesi gerekiyordur.”…milisivert radyasyon vardır havada, yaşlı kadın anlamaz “milisivert mi o da ne? bekerel mi hiç duymadım…” Sasaki Hanım fazlasıyla hayatın içinden kaleme almış senaryoyu, zaten daha sonrasında  yerleştirildikleri geçici konutlardaki hayatı da anlatıyor: insanların tanımadığı birileriyle ortak bir hayatı sürmesinin zorluklarını,  ilişkileri çok başarılı bir şekilde yansıtmış.

Sunum sonrasında otobüsümüze geçerek  şehir merkezindeki otelimize dönüyoruz . Fukuşima şehir merkezi Daiichi nükleer santralinden 40 kilometre uzaklıkta. Facianın üstünden 4 yıl geçmişken  şehirde bir hareketlilik var, gidenlerin bir kısmı devletin yaptığı çağrılara kayıtsız kalmayarak geri dönmüş,  bir kısmı ise  hiç gitmemiş . İnsanların tüketim  yaklaşımında sıradışı bir şey var mı diye süpermarkete gidiyorum, herşey normal, balık reyonu  dolu ,insanlar rahatça alışveriş yapıyor. Gıdadaki radyoaktivite  oranı başından beri ilgi odağım olduğundan daha önceki bi yazımı size hatırlatarak:   http://yesilgazete.org/blog/2014/06/16/japonyanin-yeni-ve-sasirtici-sektoru/  Bu haberde bahsi geçen ölçüm istasyonunun bir benzerine giderek  bilgi aldığımı da belirtmek isterim.

Bu merkezi,  Üçüncüsünün  Sendai’de yapıldığı Dünya Risk Konferansına katıldığımız son günü  ziyaret ediyorum. Çok şanslıyım, Fukuşima’da tanıştığım ve size geçen yazımda bahsettiğim Yazar Mutou Hanım ve  arkadaşı  Chiba Hanım, her ikisi de Fukuşima Nükleer felaketinden itibaren nükleer santrallerin tekrar açılmaması ve hayatımızdan tamamen çıkıp gitmesi için uğraş veren sivil toplum örgütleri içerisinde mücadele eden idealist kadınlar, talebimi unutmamış ve benim için tanıdıklarıyla bağlantıya geçerek merkezlerini ziyaret etmek istediğimi aktarmışlar.

inori
Tohoku Yardım Derneği üyeleri

Ölçüm Merkezinin adı İnori (anlamı: yürekten dilemek, dua ). Naoya Bey bir rahip, bu ölçüm merkezinin kurulmasında Belediye Meclisinden Higuchi Hanım’ın katkısı büyük, her ikisi de Touhoku Yardım Derneği’nden. Aslında Ölçüm merkezi daha önce şehir içindeymiş ama kira gibi ödenek problemleri çıkınca kilise içerisinde bir odada kaliteyi düşürmeden gönüllü faaliyetlerini sunabileceklerine kanaat getirmişler. Bu ölçüm istasyonu  yine bağışlarla kurulmuş olan, ekipmanlarının  Almanya’da  bir firmadan temin edilmiş . Naoya Bey toplum içerisindeki baskıdan da söz ediyor,  bölgeden kaçmayı başka yerlerde yaşamayı tercih edenlerin  aileleri tarafından “Sen  Japonya’nın gelişmesine engel olmak istiyorsun” gibi iddialara maruz kaldığını, radyoaktif kirliliğin inkarının  teşvik edildiğini söylüyor .

ölçüm uzman2

Ölçüm istasyonunda sistemin nasıl işlediğine gelecek olursak ölçümü yapılan  bir numune örneğin 3 kiloluk prinç için 50 gramı  test ediliyor(test edilen oran hep aynı), bu ölçüm ekipmanı bilgisayara bağlı ve veri sonucu ordan çıkıyor . Numune üzerinden yapılan ölçümler ücretsiz olurken bu hizmet  ticari amaçlı olarak restaurant veya  market işletenlerin  sundukları gıdalarda radyoaktivite olmadığını belgelemek için ise ücretli : 5000Yen (40 dolar ).  Lakin  radyoaktivitede inkar politikası izleyen bir kısım  Japon halkının bu sertifikayı alan yerlerden gıda temini gibi bir çabası da yok.  Aslında bu ölçüm istasyonunun takipçileri belli, zira şehir merkezinden taşınıp biraz daha uzaktaki kiliseye yerleşmeleri ziyaretçilerinin sayısında bir değişikliğe sebep olmamış .

Peter Drucker’ın  yönetim bilimlerinde  “ölçemediğinizi yönetemezsiniz” sözü aklıma geliyor. Şüphesiz bu sözün tersi de doğru,  nükleer facianın etkilerinin yönetilebilirliğinin zor oluşundandır ki  Japonlar ölçmeyi reddediyor : göze görünmeyen radyasyonu inkar politikası  alıştıkları hayatı terketme niyetinde olmayan Japonların hayatını kolaylaştırıyor. Bir tarafta bırakın kasabayı, şehri ülkeyi terkeden Japonlar, bir başka tarafta kendini mücadeleye adayanlar varken tam karşılarında alıştıkları hayatı bırakamayan,  hayatını değiştirmeyi reddeden kitleler de var ki tercihlerinin sonucunun önümüzdeki on yıl içerisinde artan kanser oranlarının verileri olarak karşımıza çıkmamasını diliyorum.

Sonraki yazı, Fukuşima İzlenimleri(4): Onagawa Nükleer Santrali tanıtım ofisini ziyaret & Dünya Risk Konferansından Notlar

Pınar Demircan

(Yeşil Gazete)

Mersin’de Zihinsel Engelli çocuk annesi kadınların sosyal entegrasyonu konferansı

Engelli Hakları ve Engelsiz Gelecek Derneği, MTSO’da (Mersin Ticaret ve Sanayi Odası) 27 Mart Cuma günü Zihinsel Engelli Çocuk Annesi Kadınların Sosyal Entegrasyonu projesi kapsamında bir konferans düzenledi.

140.engelli-haklari-ve-engelsiz-gelecek-dernegi-yesil-gazete

Mersin Vali Yardımcısı Eyüp Sabri Kartal, Mersin Büyükşehir Belediyesi Engelliler Dairesi Başkanı Mustafa Saçıkara‘nın da katıldığı konferansta Toros Üniversitesi Psikoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kamuran Elbeyoğlu, Mersin Kadem (Kadın Emeği Kollektifi) üyesi ve HDP aday adayı feminist aktivist Özlem Şen ve psikolojik danışman Hadise Yalçın engelli çocuk annelerinin sosyal entegrasyonuna ilişkin sunum gerçekleştirdi.

Konferansın açılışını yapan Engelli Hakları ve Engelsiz Gelecek Derneği başkanı Alper Tolga Akkuş, İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi destekli proje kapsamında dernek üyesi 24 zihinsel engelli çocuğun annesine 4 ay müddetince Mersin Tabip Odası’nda psikolojik destek eğitimi verildiğini, psikolojik danışman Hadise Yalın ile KADEM üyesi kadınlar tarafından verilen bu eğitimde annelere hem toplumsal cinsiyet konusunda hem de engelli çocuk ile yaşam konusunda destek verildiğini aktardı.

139.engelli-haklari-ve-engelsiz-gelecek-dernegi-yesil-gazete

Konferansta ilk sözü alan Toros Üniversitesi Psikoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kamuran Elbeyoğlu, toplumumuzda anne olmak kavramını ele aldığı sunumunda, anne olan kadının artık bambaşka bir kavram içine hapsedildiğini, kendisinden önce çocuğunu, evini, ailesini, eşini vsr düşünmesi gereğinin bir toplumsal kabul haline gelmiş olduğunu aktardı.

Psikolojik danışman Hadise Yalın ise kendi hayatından deneyimleri aktararak başladığını sunumunda Türkiye toplumunu tandığını varsayan bir birey iken engelli aileleri ile iletişime geçtikten sonra bu düşüncesinin tamamen değiştiğini belirtti. Özellikle zihinsel engelli çocuk ailelerinin temel endişesinin kendileri hayattan ayrıldıktan sonra çocuklarının durumu olduğunu anımsatan Yalın, ayrıca engelli çocuk aileleeri için çocuklarını kısa dönem bırakabilecekleri dinlenme tesislerinin hayata geçirilmesi gerektiğini vurguları.

Son sözü alan KADEM üyesi ve HDP aday adayı Özlem Şen, “Engelli Bakımında Toplumsal Cinsiyetin Rolü” başlıklı sunumunda engelli çocukların bakımı ile ilgili modellere değindi. Evde bakım modeli üzerinde duran Şen, toplumsal cinsiyetin her alanda olduğu gibi bu alanda da baskın olduğunu söyledi.

141.engelli-haklari-ve-engelsiz-gelecek-dernegi-yesil-gazete

Sunumların ardından Engelli Hakları ve Engelsiz Gelecek Derneği yönetim kurulu üyesi Hatice Özenler, “Bir engelli çocuğunuz mu var?” şiirini okudu. Engelli çocuk ailelerinin en yakınları tarafından bile dışlandığını, toplumun her alanaında zihinsel engelli çocuk sahibi ailelerin zorluk yaşadığını şiiri ile dile getiren Özenler.”Bir engelli, çocuğunuz mu var?/ Akraba ziyaretine gitmek istersin, malum aynı kandan/ Ne zaman kalkacağız diye gözünüze bakılır./ Biz gidince sanki vebalı gibi/ Her taraff kırklanır…” dizeleri ile zihinsel engelli birey sahibi ailelerin yaşadığı sıkıntının boyutunu gözler önüne serdi.

 

Fotoğraflar: Mustafa Özsaygı

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

Küçülme: Yeni Bir Dönem İçin Söz Dağarcığı – Ali K. Saysel

Bu yazı, G. D’alisa, F. Demaria ve G. Kallis tarafından derlenen çok yazarlı, katılımlı yeni bir kitap, Degrowth: A Vocabulary for a New Era (Routledge, 2015) hakkındadır [1]. Bu yazının (ve kitabın) başlığındaki “degrowth” kavramını, büyümenin aksi anlamında, küçülme olarak çevirdim. Fransa, İtalya ve Katalonya’da doğup büyüyen, İngilizce’ye büyük ölçüde akademik literatür üzerinden taşınan “décroissance” (Fr.) , “decrescita” (İt.), “decreixement” (Kat.), ilk kullanımı 1970’lerin başına uzanan (A. Gorz), 2000’lerde Lyon merkezli bir tartışma ortamında canlanan, 2000’lerin sonlarında aktivist entelektüel bir hareketi ifade etmeye başlayan bir kavram.

137.Degrowth-A Vocabulary for a New Era

 

Kitabı derleyen ve giriş bölümünü yazan D’alisa, Demaria ve Kallis’in hatırlattığı bir uyarıyı burada en başa almakta yarar var. Kendi sözcüklerimle özetliyorum: Küçülme, yalnızca Küresel Kuzey’deki aşırı kalkınmış ülkelere uygulanabilir olduğu için eleştiriliyor; kuzeyin küçülmesinin güney ülkelerinin büyüyebilmesi için ekolojik alan yaratacağına şüphe yok. Fakat kuzeyde küçülme, güneyin bilinen büyüme yörüngesini takip edebilmesi için değil, farklı toplumların “iyi yaşam” olarak tanımladıkları şeye ulaşmak üzere kendi kavramlarını oluşturabilmeleri, kendi yörüngelerini takip edebilmeleri için savunuluyor. Örneğin, Latin Amerika’da “Buen Vivir” (iyi/güzel yaşam), Güney Afrika’da “Ubuntu” (insanlık/insan olmak), veya Hindistan’da Gandici Devamlılık Ekonomisi benzer bir şekilde, büyüme ve kalkınmaya alternatif sosyo-ekonomik yörüngeleri ifade eden kavramlar.

Benzer antikapitalist vizyonun Türkiye’de nasıl ifade bulacağına ayıca karar verilmeli. Örneğin Kürt hareketi tarafından yaygın bir şekilde kullanılan civaka ekolojîk demokratîk (ekolojik demokratik toplum) veya modernîteya ekolojîk (kapitalist moderniteye alternatif olarak ekolojik modernite) kavramları Kürdistan ve Türkiye şartlarına özgü bir antikapitalist vizyon çabasının ürünü. Bu kavramların Kürdistan’da ne kadar karşılık bulduğu ve içinin nasıl doldurulduğu mutlaka incelenmeli. Türkiye’nin batısına döndüğümüzde ise 2008 küresel krizinin ardından maden-enerji-inşaat üçgeninde yükselen ekstraktivist (talan) ekonomisinin yarattığı yaygın hoşnutsuzluk ve doğa koruma arzusunun Türkiye’ye özgü antikapitalist bir vizyon tanımladığını söylemek zor. Muhafazakâr toplumu da kucaklayacak bir iyi yaşam projesini nasıl kurup adlandıracağımız önemli bir konu; fakat şimdi küçülme hareketinin ne istediğine bakalım.

Küçülme hareketi yeryüzünün ekonomik, toplumsal ve ekolojik, iç içe geçmiş çoklu bir kriz içerisinde olduğu tespitinden yola çıkıyor. “Kullandığımız dil söylenmesi gerekeni ifade etmekte yetersiz kaldığında, yeni bir söz dağarcığına ihtiyaç duyarız”. Kitaba katkıda bulunan elli kadar araştırmacı ve aktivist tarafından kısa ve kolay okunur makalelerle açıklanan bazısı tanıdık, bazısı yepyeni olan bu söz dağarcığı, “kökleri radikal gelenekte yatan çeşitli fikirlerin birbiriyle diyalog içinde gelişmesine hizmet ediyor”. Bu anlamda küçülme, bir vizyon veya stratejiden önce, çok boyutlu sistem kriziyle yüzleşmeye hazır devrimci fikirler için bir çerçeve olarak tarif ediliyor. Nedir bu söz dağarcığı? Entropi, emerji, metabolizma gibi biyoekonomik kavramlar; müşterekler, şenlik, basitlik, bakım gibi toplumsal vizyonla alakalı; çevre adaleti, politik ekoloji, meta sınırları gibi çevre mücadelesiyle; kararlı denge ekonomisi, Jevons paradoksu, yeni-Malthusçuluk, petrol tepe noktası gibi ekolojik iktisatla ilgili kavramlar. Bunun yanında topluluk para birimleri, kooperatifler, iş paylaşımı gibi eylemsel fikirler ve Buen Vivir, Ubuntu gibi ittifaklar.

Küçülmenin bu çerçeve için dar ve yetersiz bulunan, ekolojik-iktisadi tanımı “üretim ve tüketimin toplumun madde ve enerji kullanımını azaltacak şekilde hakkaniyetli bir şekilde küçültülmesi.” Halbuki bir hareket olarak küçülme sadece daha küçük bir toplumsal metabolizma değil, aynı zamanda daha farklı işleyen, farklı işlevler gören bir toplumsal metabolizma arayışında. Tüketimin ya büyüdüğü ya da çöküşe sürüklendiği kapitalist sistemin temellerini sorguluyor.

Küçülme hareketinin, kitabın G. D’alisa, F. Demaria ve G. Kallis tarafından yazılan giriş makalesinde özetlenen ana temalarından birincisi büyümenin sınırları. Büyüme (gayrı safi yurtiçi hasılanın büyümesi olarak okunmalı) ekonomik değil, çünkü GSYH yalnızca yararlı değil, zararlı ekonomik faaliyetleri de hesaba ekliyor. Gelişmiş ülkelerde GSYH artmaya devam ederken Hakiki Gelişme Göstergesi (GPI) gibi indisler durağan veya azalıyor. Büyüme adaletli değil çünkü emek sömürüsüne, görünmez emeğe ve doğal kaynakların eşitsiz mübadelesine dayanıyor. Belirli kişi başına gelir seviyesinin üzerine çıkıldığında büyümenin mutluluk getirmediği görülüyor, çünkü fazla gelir doymak bilmeyen “statü mallarına” yatırılıyor. Büyüme ekolojik olarak sürdürülebilir değil (madde enerji kullanımının büyümesi şeklinde okunmalı), çünkü gezegenin taşıma kapasitesini aşıyor. Ve gelişmiş ekonomilerde büyüme belki de şu anda zaten sistemik olarak, uzun vadede sona eriyor.

138.Degrowth-A Vocabulary for a New Eraİkinci tema özerklik olarak küçülme: Belki de büyümenin sona ermesi o kadar kötü değil. Ivan Illich’in önerdiği anlamda büyük ölçekli teknik altyapılardan, merkezi bürokratik kurumlardan özgürleşme imkânı sunabilir. Andre Gorz’un söz ettiği anlamda ücretli emekten özgürleşmek, Castoriadis’in söz ettiği anlamda demokratik, katılımcı karar mekanizmalarını harekete geçirmek için bir fırsat olabilir. Örneğin petrolsüz bir dünya kullanıcıları tarafından anlaşılır, yönetilir convivial (şenlikli) araçların, özerkliğin önünü açabilir. Küçülme hareketi, GDO’lara, yüksek-hızlı trenlere, enerji verimli akıllı high-tech binalara yalnızca sürdürülemez olası yan etkileri nedeniyle değil, özerkliğin altını oyduğu için de şüpheyle yaklaşıyor. Büyümenin (zorunlu) sınırlarından ziyade kolektif (gönüllü) öz-sınırlamaya vurgu yapıyor.

Üçüncü tema, sürdürülebilir kalkınma gündemi altında salt teknik bir soruna indirgenen bilim ve teknoloji alanının politikleştirilmesini savunuyor. Dördüncü tema büyüme ve kapitalizmin ilişkisini sorgularken, kapitalist bir toplumun gönüllü olarak küçülmeyi tercih etmesinin imkânsızlığını vurguluyor. Son tema küçülme ve geçiş hakkında: Büyüme mecburiyetine dayanmayan hakkaniyetli bir topluma geçişte yerel ekonomiler, müşterekler, kooperatifler gibi ekonomik pratiklerin; iş garantisi, temel yurttaşlık geliri, iş paylaşımı gibi alternatif refah kurumlarının; topluluk para birimleri, yurttaşların borç denetimi gibi alternatif para ve kredi kurumlarının; sivil itaatsizlik gibi siyasi pratiklerin önemine değiniyor.

Bir kavram olarak “büyümeyi” bir çırpıda tanımlamak ve anlatmak oldukça zorken, küçülmeyi anlatmak ve savunmak daha da zor. Küçülme aktivistleri tüm eleştirilere karşın, “küçülme araştırmacıları”, “küçülme aktivistleri”, “küçülme toplumu” gibi kavramlara ısrarlı bağlılar. Çünkü “ister beğenin ister beğenmeyin, küçülmenin önceden kapalı olan pek çok gündemi araladığını inkâr edemezsiniz. Uyandırdığı duygular küçülmenin hiçbir zaman ikincil önemde bir mesele olamayacağını gösteriyor.” Küçülme kışkırtıcı olduğu için, genel sürdürülebilirlik hareketi tarafından kolaylıkla aşırılamayacağı, kazan-kazan çözümler için malzeme olamayacağı, sulandırılamayacağı için de tercih ediliyor. Ve kitabın editörlerine göre “toplumsal değişim önceden tahmin edilmesi mümkün olmayan bir yaratım. Küçülme hakkındaki akademik çalışmaların yapabileceği, geçiş siyasetini canlandıracak argüman ve anlatılar kurmak”.

Yazıyı kendi değerlendirmelerimle bitireyim. Elli yıldır dünyanın gözü önünde çığ gibi büyüyen, az sayıda istisna dışında herkesin yüzleşmekten kaçındığı büyüme sorunuyla her cepheden çarpışmaya karar vermek, her türlü entelektüel kaynağı seferber etmek, bunu bir harekete dönüştürmek gerçekten çok etkileyici. Esin verici bulduğum yeni söz dağarcığını okumaya ve öğrenmeye devam edeceğim. Şimdilik küçülme denince aklımda kalan: Kapitalizmin ötesinde, doğaya saygılı, hakkaniyetli, şefkatli bir toplum imkânı hakkında her şey.

 

[1] Degrowth: A Vocabulary for a New Era, Giacomo D’Alisa, Federico Demaria ve Giorgos Kallis (ed.), Routledge, 2015.

136.Ali Kerem Saysel

 

Ali K. Saysel

Güney sanrıları – Nurdan Çakır Tezgin

Aynı mevsime denk gelen güruh halindeki seyahatlerden hoşlanmadığımdan, ara mevsimlerde yolda olmak bana iyi geliyor. Pamuk bulutların arasından gülümseyen güneşin koruyup kollamasıyla, yağışlı ılık bir cemre dönemiydi. Burnum uzamasın, kuzeye göre ılıktı demeliyim! İkinci cemrenin suya düşüşünü zor beklemiştim. Toprağa düşen son cemreyle bahar birdenbire geliverecekmiş düşüncesi Şubat’ın son günleri tüm benliğimi öyle esir almış ki, sanki “bir şeylere yetişmeliyim” ruh halindeydim!

Karmaşıktım yola çıkarken. İyidir tabi arada bir karışmak, sürekli olmasın da! Bu yıl, kışın uzun sürdüğü konusunda hemfikir olmadığım kimse yoktur herhalde…

Bozburun, Söğüt, Selimiye

 

132...
Sözün özü Mart başı birkaç gün güneydeydim. Döneli neredeyse on beş gün oluyor. Dalından kopardığım Datça bademleri henüz tırnak üzeri kadar bile büyümemişlerdi. Körpelikleri hala damağımda. İnsan dolu dolu yaşadığında pek çok yaşanmışlık bellekte dertop olup birbirini sıkıştırıyor. Her biri “git öte gel beri” kıvamında koyun koyuna demleniyor derinde! Yazma isteği başka isteklerin önüne geçmeyince de ‘yazmak’ olsun diye yazılmıyor haliyle…

İnsanın içindeki bam teline ilk dokunan ‘o şey’ genellikle ilk çıkış noktası oluyor. ‘Hah bunu yazmalıyım’ diyorsun, hatta hatırlamak için birkaç kare de fotoğraf çekiyorsun. Hele de bir iki satır not da aldıysam sökün etsin sözcükler değil mi? Etmiyor. Sözcüklerin yavan kalıp anlamını yitirdiği zaman aralıkları giderek çoğalıyor son günlerde. Bunu sık yaşıyorum, yaş almak bu olsa gerek! Heyecanlar yer değiştiriyor. Bazı coşkular uzarken bazıları saman alevi gibi anlık soluveriyor.

Bozburun, Söğüt, Selimiye arasındaki badem ağaçlarının altında sayısız arı kovanı ve binlerce vızıldayan arı, oraların başka bir gezegen olduğu hissine kapılmama neden olur hep. Yemyeşil otlaklar, çiriş ve sarımsak çiçekleri, ballıbabalar, kır papatyaları, ebegümeci çiçekleri, dağ laleleri adeta istilaya uğramıştı yine. Yenilebilir otların aromasına karışan bütün yaban çiçeklerinin kokusu, börtü böcek, doğanın ritmi, hepsi cennetin kendisiydi! Yazın kavrukluğunda asla görülemeyecek kadar rengârenk bir cennet.

Gelgelelim insanız işte, nerede görsel hazzı iliklerimizde hissetsek ağzımız da kımıldasın isteriz; “hadi Söğüt’de bir şeyler atıştıralım bir bardak çay içelim, ay yoksa kalamar rakı filan mı yapsak” deme gafletinde bulunduk. Yok. Mart ayında öyle bir yer yok. Selimiye’ye geçtik orada da yok. Önceki yıllarda da yoktu, ne bekliyordum ki! Turizm sezonu resmen başlamadan güneyde hayat başlamaz, hep unutuyorum işte… Bodrum’dan, Marmaris ve Fethiye’nin sahillerine kadar terk edilmiş kovboy kasabası havası bütün kıyılar için geçerli. Köy ve koycukları saymıyorum. Onların hizmeti okulların açılış ve kapanışına göre ayarlı zaten, hiç şaşmaz!

Tüket, yok et sarmalı

 

133
Hadi hizmetten vazgeçtim, şantiye gibi yıkık döküklüğüne ne demeli? Sahil kasabalarında yaz-kış yaşayan insanlara ne büyük haksızlık bu! Hem haksızlık, hem saygısızlık… Yazın üç dört ay her yer güllük gülistanlık, canlı, bakımlı, düzgün. Çoğu, İstanbul başta olmak üzere dışarıdan para kazanmaya gelen şipşak esnaf; sonbaharda otelini, restoranını ya da hediyelik vs. eşya dükkânını öyle bir kapatıp gidiyor ki, sanırsın arkasından atlı kovalamış! Şefini, müdürünü, aşçısını, komisini, tezgâhtarını alıp son sürat kaçmış adamlar. Buzdolaplarında yarısı dökülmüş yiyecekler, kopmuş kablolar, boşa akan sular, taşmış lavabo ve foseptikler, hayvan ölüleri, yıkık dökük duvarlar, uçmuş çatılar hepsi hak getire… Bir görüntü kirliliği ki orada sürekli yaşayanların makus talihi olmuş!

Bu turizm cennetlerinde yazın yükünü tutup para kazanan esnaf, yerleşik halka saygı duymak adına işletmesini derli toplu bıraksa, geride kalanları da düşünse ne iyi olacak…

Aklımın ermediği; bu sahillerin yerlileri yedi sekiz ay kış boyunca bu rezilliğe nasıl katlanıyorlar? Bir de ölü gibi sessizleşen konut ve otellerin ruhu esrikleştiren terk edilmişlik duygusu var ki en vahimi de bu. Ben de yıllardır kuzeydeki sahil kasabalarında yaşıyorum, kuzeyde de durum farklı değil, lâkin güneyin hali gerçekten içler acısı. Kışları hepsi birer ölü kasaba ve bahara karşı Haziran’a kadar adeta birer şantiye! Oteller boyanıyor, ustalar çalışıyor, binalar her sezon yeniden yıkılıp yeni baştan inşa ediliyor, her yer yeni sezonun tüket yok et sarmalı için.

Foça’dayken de, kapalı kepenkleriyle hayaletli ev görünümündeki yazlıklar canımı sıkardı kışın. Bakımsız bahçelerden, terk edilmiş evcil hayvanların hüzünlü bakışlarından çok rahatsız olurdum. Allahın sopası yok, güneydekileri görünce Foça gülsuyu kaldı!

Büyük şehirde yaşayanlar arasında tatlı bir güney ütopyası vardır; günün birinde, belki de emekli olunca yıllardır yaşanılan şehir kargaşasını terk etme cesareti gösterilecek, güneyde sakin bir sahil kasabasına yerleşilecektir. Küçük bir bahçeli ev satın alınıp, olmadı kiralanıp huzura erilecektir! Birkaç çiçek sebze filan ekilecektir, tavuk, kedi, köpek beslenip balık tutmaya gidilecektir, yörenin yerlisiyle ahbaplık edilecek onlardan kasabalı ruhu öğrenilecektir.

Pek çok şehirliyi bu güney sevdası oyalar. Büyük çoğunluk hiçbir zaman yaşadığı şehri terk edemese de hayallere kim engel? Çift olanlar bahçelere sığmayan şehirli hayaller kurarlarken, yalnızların güney hayallerinde başka şeyler de vardır; kasabalı yağız bir balıkçıya aşık olmak gibi meselâ! Yine kendisi gibi kitap ve deniz sevdalısı biriyle tanışmak, günbatımlarının yalnızlığıyla romantik düşler kurmak, ufka dalan güzel şehirli bir kadının ruhundaki fırtınaları dindirmek…

Her şey soğuk ve karabasan kıvamında değil elbet

 

134
Kışları, kaloriferli şehir evlerinde Ege ve Akdeniz güneşinin hayaliyle yanıp tutuşanlar, bilmezler ki güneyde insanlar kış geceleri çok üşür. Kışlar sessiz, kışlar melankoli çiçeği kokar sahil kasabalarında. Poyraz vuuvv diye esti miydi üşüyen başlar hindi kafası gibi omuzlara gömülür. Bütün bedenler soğuk taş evlerin kapalı kepenkleri ardındadır artık. Çünkü kıştır, soğuktur. Kış kasabaları terk edilmişliğin o keskin hüznünü taşır hep. Hele de erken inen uzun kış gecelerinde…

Her şey soğuk ve karabasan kıvamında değil elbet. Pek çoğu da kışların sessizliğinde bulur kendini, orada olma nedenidir sessizlik. Bu kasabaların dingin mistisizmi içinde derinlere gömülü bazı yaralar yeniden kanamaya başlar. Yazar, çizer misiniz, sanatın belirli alanları yaşamınızın görünmez mührü mü? Ha, bakın o zaman her şey değişir. Ruhun fırtınaları anca susar kış sahillerinde, susar ve iç sesiniz konuşmaya başlar. Kendi kendisiyle konuşan, kendi tenini acıtan insanlar görürsünüz iskelede, denizin sesine karışır mırıltıları. Sonsuz hesaplaşmalardadır bilmem kaçıncı kez, deniz durulmadan sakinlemeyen…

Uzaklaşırsınız bilerek yanlarından. Ne şehirli ne kasabalısınızdır; salt arafta bir yabancı! Kavafis gibi ardınızdan gelen bir şehir de yoktur artık…

Of…

Bahar diyordum; yolda olmak, Mart uyanışı, cemreler diyordum, nevruz, yaşam enerjisi filan üç kuruşluk iyi hissetmelerden öteye geçemedim. Oysa ne çok güzel şey vardı yazılacak! Onlar kendilerini biliyorlar, hele şu can sıkıcı sahil şantiyeleri konusunu yazmış olmanın rahatlığını yaşayayım diyordum, asıl güzellikleri anlatmak zaten çok keyifli diyecektim.

Ruhumu çok üşüten bir sahil kasabası düştü yüreğime yine hiç yoktan. Susayım…

135.Nurdan Çakır Tezgin

 

Nurdan Çakır Tezgin

www.ascifok.com

“Taşra, Angara’dır” – Kerem Ünüvar

Youtube hitleri 20 milyonun üzerinde olan çeşitli “Angara” havaları var. Bunlar çeşitli isimlerde Angaralı sanatçılar tarafından seslendiriliyor. Bir bölümü Ankara ve civarındaki türkülerin deforme edilmiş hallerini söylüyor, bir bölümü kendi bestelerini. Youtube dışında en çok rastlanan mecraları Evlere Şenlik ve benzeri televizyon programları ve bir de uydudan izlenebilen yerel kanallar var. Bazı klipler birbirine çok benziyor; parlak kumaşlı koyu renk ceketlerin, takımların içinde, yabancı arabalara binen, karşılıklı eğilip bükülerek dans eden erkeklerin vuslata erememek, kadri kıymeti bilinmemişlik, müdanasızlık ya da hınzırlık hikâyelerini anlatıyor. Hayatı tespih yapıp sallayan da var, “neyin gafasını yaşıyorsun sen” diyen de, “la bize her yere Angara” diyen de… Bunların video klip ya da televizyon ratingleri popüler müzik eseri diye adlandırılan pek çok şarkının ratinglerine yakın, bazısı kıyas kabul etmez biçimde önde. Mahalle ya da salonlarda bu şarkıların olmadığı, çalınmadığı düğünler artık nadir. Millet karşılıklı şıkır şıkır dans ediyor, parmak şaklatmadan eller bilekten geç işaretini tekrarlar gibi sallanarak, bir zeybek gibi dönerek – belki Ankara zeybeğinden mülhem. Youtube kayıtlarının altındaki yorumlar Ankaralı sanatçıların delikanlılığından vatan millet tartışmalarına, Allah’ın varlığına, taraftarlığa, tam sohbet ederken savrulan bir küfürleşmeye geniş bir ürün çeşitliliği arz ediyor.

Bütün bu Angaralı şarkıların meşhur olduğu, yayıldığı, popülerleştiği yer ise elbette İstanbul. Çünkü tüketici sayısının yüksekliği, yaşamaya değil takılmaya odaklı hali ile İstanbul bu şarkıların daha fazla ve daha rahat tüketileceği bir alan. Taşrayı tüketme zevkinin sahibi de dolayısıyla İstanbul. Taşra kendisi tüketmeyi beceremiyor ama İstanbul onun elinden alıp keyfini çıkara çıkara, göbek ata ata tüketiyor, meşhur ediyor. Fatih-Harbiye ikilemi, karşıtlığı Ankara-İstanbul arasında konumlanıyor. Bitmeyen ezel ebed Doğu-Batı karşıtlığımız, çevre-merkez derdimiz; milli esnaf-kozmopolit kapitalizm, has kültür-efemine terkip, gerçek-riya, sadakat-ihanet… İstanbul bunların karıştığı, birbiri içinde eridiği yer, Ankara ise yiğidin harman olduğu yer haline geliyor. İmgede, zihinde öyle kuruluyor, öyle konumlanıyor. Oysa İstanbul’un plastikliğine karşı Ankara da cam değil nihayetinde. Yarışmayı seçtiği kent eski imparatorluk(lar) başkenti, hep kent… Ankara ise küçük bir kentti; sonradan başkent… Eğer ima edilen Anadolu’dan, taşradan gelen birlik ve beraberlik duygusunun Ankara’da bir kalıba döküldüğü ise herhalde aldığı göç miktarı ve çeşitliliği ile İstanbul’la kıyaslanamaz. Ama Ankara’yı ima eden olumlu özellikler hep bu noktada bir araya gelse de karışmayan, böylece bozulmayan, delikanlılığını koruyan kentin alt-kültürü. Oysa şarkıda geçen “gardaş deriz kankaya” lafı bile o yörenin lafı değil. Sivaslı, Adanalı der “gardaş” diye, Angaralı diye baskın bir kimlik, bir yiğit tipolojisi, bir erkek/erkeklik mitosu yok ki gırtlaktan bir “gardaş” deme gereği duysun; kim duymuş gardaş diyen bir Ankaralı? Ama zaten Cumhuriyet’in kurduğu Ankaralı tipine de karşı bir alt-kültürden, Angaralılıktan bahsetmek gerekiyor. Kendisini kendi varlığıyla ululayan, kutsallaştıran, menkıbe yazan bir kimlik. İstanbul’da Kasımpaşa, Zeytinburnu, Bayrampaşa, Cerrahpaşa, Kağıthane, Güngören, Fikirtepe’den olmak böyle anlatılabilir belki, bıçkınlık, delikanlılık, racon falan… Yani İstanbul’da olsa ancak bir semte denk olabilecek bir diklenme. Dolayısıyla o alt-kültürün hem kentin kuruluş imgesiyle hem kentte yaşayanlara dair tipolojiyle derdi var, onlara göre kenarda, köşede olmaklıkla… Ama alay, küçümseme, haset, öfke İstanbul’a yöneliyor, Ankara’ya değil. Çünkü büyük itilmişliğin büyük müsebbibi İstanbul. “Ulan İstanbul, sen mi büyüksün ben mi” diklenmesinden “gardaş der kankaya” küçümsemesine… Efendinin önünde eğilirken yellenmek gibi…

Kentlerin çoğu gibi Ankara da göç alarak, kendi taşrasının etrafında konumlanmasını, kendisini kuşatmasını izleyerek değişiyor.  Bu değişimde, özellikle son 20-25 yıldır (çeyrek yüzyıl!), mahir bir taşra politikacısı olan Melih Gökçek’in damgasını göz ardı edemeyiz, kendisi hem belediye marifetiyle hem şahsi gayretleriyle adım adım yeni Angara’nın yaratılmasına hususi katkıda bulunmuştur, emeği büyüktür. Sürecin sonunda ise ortaya çıkan resim ise şudur: “Büyük taşra: Angara”! İstanbul’un temsil ettiği şımarıklığın; hak etmemişler, haramzadeler olarak kodlanan İstanbul sakinlerinin küçümsediği düşünülen taşra ve taşralıların çoğulluğunu gösteriyor bu “Angara” kalıbı. Tekil taşra isyanlarına, öfkesine karşı monoblok bir taşra heyheylenmesinin genel adı halini alıyor. Ankara’dan Anadolu’ya doğru genişleyen taşra çeperleri sanki konfederatif temsillerini Angaralılara vermiş gibi, Angara kodlaması Türkiye’nin tüm taşrasının vekâletini üstleniyor. Ama bu taşra sadece merkez Anadolu coğrafyasına meftun, onu öne çıkarıyor; temsilciliğini üstlendiği taşralılık içinde ne Ege’ye, ne Karadeniz’e ne de Güneydoğu’ya yer var gibi… Sorsak mutlaka sahiplenici bir havada ama kendi hakimiyetini kabul ettikleri oranda hüsnüniyetlerini dile getirebilir belki Angaralılar. Ama görüp duyduğumuz pek buna uygun düşmüyor.

Ontolojik bir taşra hülyası, bitmiş bir rüya ve bu nedenle “Angara” jenerik bir isim; kendi büyüklük vehmiyle, payitaht karşısındaki -üstelik taşraya danışılmadan alınıp sırta geçirilivermiş- taşranın jenerik ismi.

Ve bir memleket, tüm taşralılar bu nedenle Angara havalarında derman arıyoruz.

Kerem Ünüvar – birikimdergisi.com

BelgeleriNiz BelgeleriMizdir – Aris Nalcı

Ermeni soykırımının 100. yılında Türkiye’nin Cumhurbaşkanı sürekli yenilemekten çekinmediği eski söylemini “Tarihi tarihçilere bırakalım” devam ettirirken, bir yandan da kendini gülünç duruma düşürecek “ne kadar belgeniz var?” gibi yeni sorularla artık akademisyenleri ve tarihçileri bile bıktıracak bir soykırım siyaseti kurmaya çalışıyor.

Cumhurbaşkanı’nın bu açıklamalarının ardından bu onuda ne düşündüklerini öğrenmek için birçok tarihçi ile konuştum. Gelen cevaplar hep bıktırıcı ve yanıt ve yorum vermenin bile anlamsız olacağı yönündeydi. Haklıydılar da. Madem eldeki belgeler o kadar çok

“Neden Emval-i Metruke ile ilgili arşivlerdeki kataloglar kapalı?” diye soruyordu hattın diğer ucundaki genç tarihçi Ümit Kurt.
Bir diğer uçta ise İngiltere’deki Gomidas Enstitüsü Müdürü Ara Sarafian şunları söylüyordu: “Bu konuda ciddi bir yorum yapılamaz. Bunlar retorik cihazlar. Elimizde Ermenilerin haksız yere yerlerinden edildiği ve büyük katliamlara maruz kaldıklarına dair birçok belge var. Bu katliamların yaşandığı yerlerden birini Batman’da Nisan ayında ziyaret edeceğiz. Belki Cumhurbaşkanı Erdoğan da bize katılır.  Aslına bakılırsa Osmanlı kayıtları bile 1915’te Ermenilerin kayboluşunu açıklayamamaktadır. Resmi olarak yeniden yerleştirilmek için Der-Zor’a gönderildiler. Ama Osmanlı kayıtları bu insanın çöle yerleştirildiğini de gösteremiyor. Yüzbinlerce insan gönderildi oraya ve kimse sağ kalmadı.
1917’de Talat Paşa Osmanlı Ermenilerine yönelik bir anket talep etti, orada Der-Zor’da ve hemen hemen kimse kalmamıştı. 1917’de Der-Zor’da yapılan bu araştırmanın sonuçları da Başbakanlık arşivlerinde ve ulaşılabilir değiller.
Ancak Talat Paşa özel raporunda (Murat Bardakçı tarafından yayınlanan) tüm Der-Zor’da 6778 Ermeni kalmıştı deniyor.
Bu raporun ulaşılabilir olmasındaki ve “Talat Paşa’nın Ermeni soykırımı üzerine raporu” diyebilmemizin tek sebebi Talat Paşa’nın Berlin’de öldürülmüş olması ve raporun onun ailesine kalmış olması (Türk Arşivlerine değil) ve özel bir yayıncı tarafından yayınlanmış olması.
Yani Eğer Erdoğan ciddi ise (hatalı olsa bile) ona Der-Zor’a gönderilen yüz binlerce Ermeni’nin nerede olduğunu sormak gerek.”

Acaba Türkiye’nin Cumhurbaşkanı artık birçok entellektüelin, tarihçinin, akademisyenin ve hatta kendi halkının bile kendisini ciddiye almadığını farkında mı?

Tüm bunlar olurken Paris’te Ermeni soykırımının tartışıldığı, bu yıl düzenlenen belki de en geniş kapsamlı toplantıda mesleklerine aşık, tutkulu yüzlerce Türk, Ermeni, Kürt, Yahudi, Avrupalı ve Amerikalı tarihçinin katıldığı bir sempozyumun yapıldığını biliyor mu acaba Cumhurbaşkanı?
Paris’te Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın himayesinde düzenlenen sempozyum Birinci dünya savaşı sırasında Ermeni soykırımı” başlığını taşıyor. Bugüne kadar dünyada Ermeni soykırımı konusunda araştırma yapan neredeyse tüm tarihçiler burada. (İsimlerini saymakla bitmez ama merak edenler resmi programı şu linkten takip edebilirler http://centenaire.org/fr/espace-scientifique/colloquesseminaires/le-genocide-des-armeniens-de-lempire-ottoman-dans-la-grande)

Tarihi tarihçiler çoktandır konuşuyor zaten. Hatta Osmanlı arşivlerindeki belgelerle konuşuyor. O “milyonlarca” dediğiniz belgelerle…
Erdoğan’ı unuttuğu bir şey var. Osmanlı arşivleri aynı zamanda Ermenilerin arşivleridir. Soykırımın en büyük kanıtı da bu arşivlerdeki belgelerdir.

7 Haziran seçiminin anlamı – Arif Ali Cangı

0

Türkiye gerilimlerle ve kriz yaratabilecek gelişmelerle seçime gidiyor. Son gelişmeler 7 Haziran seçimlerini daha bir önemli kıldı, aynı zamanda demokratik siyaset iddiasında olanların ve seçimini barıştan, demokrasiden ve yaşamın savunulmasından yana yapanların sorumluluklarını daha da artırdı.

Demokratik Çözümden Polis Devletine

Kürt meselesinin çözümünde ağır aksak da olsa kimi zaman çok güven vermese de iki yıldır silahların susmuş olması çok değerlidir. Diyalog sürecinin demokratik müzakere sürecine evrileceği son altı aylık dönem içinde, bu süreci baltalayacak gelişmeler yaşanıyor.

Bunun en başında, polis devleti özlemi içinde yanıp kavrulan demokrasiden nasibini almamış bir zihniyetin ürünü olan İç Güvenlik Paketi yer alıyor.  Meclisteki muhalefetin dört yıllık yasama döneminde en başarılı karşı duruşuna rağmen dün gece yasalaştı. Tasarı yasalaşmadan iktidar kanadından “çözüm sürecinin zehirlendiği, seçime kadar askıya alındığı” haberleri yayıldı. Bunun anlamı nedir? AKP Hükümeti (devlet de diyebilirsiniz)demokratik müzakere ile çözümü askıya almak istiyor.

Neler getireceği konusunu tasarı yasalaşmadan önce yazmıştık, kısaca; Bu yasa değişiklikleriyle polis devletine giden yolun taşları döşeniyor.  Polis devleti uygulamalarıyla toplumsal barış sağlanamaz, Kürt meselesinin de diğer sorunların da demokratik çözümü mümkün değil.

Bu anlamda 7 Haziran’da öncelikle barış, demokrasi, eşitlik ve özgürlük için seçim yapılacak. Seçimde, farklılıklarımızla, eşit ve özgür yurttaşların oluşturduğu demokratik bir Türkiye’yi inşa etmenin oylamasını yapacağız.

Kentler ve yaşam alanları parsel parsel satılıyor

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek için “Ankara’yı parsel parsel attı” suçlaması uygulanan politikaların itirafıydı.

Ardından Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın Göcek Koylarını ihaleye açması gündeme geldi.

Bunların yanında “çılgın projeler” denen tek derdi kentleri ve doğal alanları peşkeş çekmeyi hedefleyen uygulamaları da atlamayalım . Aralarında otoyollar, kömür yakıtlı termik santraller, Akkuyu ve Sinop’ta, arkasının geleceği söylenen nükleer santraller, İstanbul’a 3.Boğaz Köprüsü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul, İzmir-İstanbul arasına yapılan otoyol ve körfez geçişi, İzmir Körfezine köprü/tüp geçidin bulunduğu 35 proje ve diğer yandan da Kazdağları’nda, Bergama ve Kozak Yaylasında, İzmir’in su havzası olan Efemçukuru’nda, Uşak Kışladağı’nda, Artvin’de, Erzincan’da, Gümüşhane’de, Fatsa’da, Kayseri- Himmetdede’de, Yozgat-Boğazlıyan-Eğlence Köyü’nde  ve daha pek çok yerde altın madenciliği, insanlığın ortak kültür mirası Hasankeyf’i yok edecek olan Ilısu Barajı ve diğer barajlar, her derenin üzerine kurulan HES’ler ile tam bir akıl tutulması  hali yaşanıyor.

Bütün bunlar “ne pahasına olursa olsun kalkınma” anlayışının uygulamaları. Yaşam alanlarını korumayı değil, işletmeye açmayı hedefleyen  bu neoliberal politikaların ta kendisi.

Bu politikalarla  kırılgan hale gelmiş olan ekosistemin geri dönüşü olamayacak şekilde bozulması, yaşamın tükenme tehlikesiyle karşı karşıyayız.AKP gelmiş geçmiş iktidarlar için bu yıkım politikalarının en iyi ve acımasız uygulayıcısı. 7 Haziran seçimleri bu anlamda da yaşamsal bir öneme sahip. Ya adım adım yaşamı tüketen politikalar için ya da yaşamı koruyacak yeni arayışlar için tercih yapacağız.

Sözün özü; eşitlik, özgürlük, adalet, barış ve yaşamın sürdürülebilmesi için buna uygun siyaseti örgütlemek ve etkili kılmaktan başka çaremiz yok. Haziran seçimleri bunun başlangıcı olabilir.  Şu anda  bu politikalara en yakın parti Halkların Demokratik Partisi (HDP)dir, yaşanan gerilimlerden, krizlerden çıkışımızı sağlayacak siyasal güç HDP’de toplanıyor. HDP açısından bunun yarattığı ciddi sorumluluklar var, öncelikle yeni yaşam hedefini  taşıyabilecek adayların belirlemesi, ardından seçim kampanyasını Türkiye’nin her yerinde yaşamın içinde yürütmesi gerekiyor. Seçmene de büyük sorumluluk düşüyor, politik tutarlığı olanı seçmek ve ona güç vermek, yeni yaşam siyasetine dahil olmak.

Eşitlik için, özgürlük için, barış için, yaşanabilir bir dünya için hepimizin yapacağı bir şey var.

Arif Ali Cangı