Ana Sayfa Blog Sayfa 3710

Aylak İlsu ile gezmek: “Deneyimleyemiyorsan evinde otur!”

Şehir hayatını sözde refahı için tercih ediyoruz ama refah şöyle dursun ciddi bir erozyona maruz kalıyor konfor alanlarımız. Ana akımdaki orta sınıflar bu konfor alanlarını patronlarından izin aldıkları özel günlere oldukça “her şey dâhil” hijyenik ritüellerle korumuş gibi hissetmek istiyorlar. Daha entelektüel cenahtan olanlar sinema ve tiyatrodan uzak kalmamaya çalışıyor. Gelin görün ki, küresel sistemlerin prefabrike ürettiği beyaz yakalılar, yerellerinde yeterli özgürlük motivasyonu geliştiremediği için kâinattan kopuk yaşayıp, dar alanda kısa paslaşmaya mahkûm bireylere dönüşüyor.

Oysa kimileri var ki kâinattan kopmak yerine kaideden kopmayı gözüne kestirebiliyor. Gezgin “İlsu Dirgin” onlardan biri… Nam-ı diğer “Aylak” İlsu ile kopma ve anda kalma meselesinden girip kadın, sanat ve estetikten çıktık. Haydi başlayalım.

Hayat kısa, kuşlar uçuyor

43.Ayak-İlsu-Deneyimleyemiyorsan-Evinde-Otur-Yesil-Gazete

Yeşil Gazete: Sosyal medya mecranızdaki kapak resminizden başlayalım: “Stop Working Start Travelling” (Türkçesi ile; Çalışmayı bırak gezinmeye bak) Büyük markaların insanı olma dergâhından geçtiniz. Ama artık beyaz yakalı değilsiniz. Gezi turları düzenliyor, bir yandan da gezmeye devam ediyorsunuz. Gezmeye olan tutkunuz mu sizi ofis insanı yapmaktan caydırdı? Bugüne nasıl geldiniz?

Aylak İlsu: İş hayatımı ofis dışına taşıma isteğimin seyahat etme arzumla ilgisi yok, iş hayatının dinamikleriyle ilgisi var. Üniversite yıllarından beri seyahat ediyorum, çalışıyor olmak seyahat etmeme hiçbir zaman engel olmadı. Dünyanın dört bir tarafına seyahat ettim çalışırken. Şimdi mesai saatlerine bağlı olmamanın getirdiği serbestlik sayesinde daha önce yapamadığım uzunlukta seyahatleri de yapabilir oldum sadece. O fotoğrafı Kudüs’te kaldığım hostelde çekmiştim. Hayatta kafayı işe gömmekten daha önemli şeyler olduğunu söylüyor bence o kare.

44.Aylak-İlsu-Dirgin-Deneyimleyemiyorsan-Evinde-Otur-Yesil-Gazete

YG: Söylediğiniz çok önemli. Diyorsunuz ki, gezmek için çalışmak bir engel değil. Birçok plaza insanı zaman zaman kurumsal prangalarından kurtulup kendilerini özgür hissedecekleri romantik bir yaşamın hayaline dalar. Gezmek isteyen ancak manyetik kartlarından kurtulamayanlar için plazadan sonra hayat var mı? Yöntemler neler? Sırrınız ne oldu?

: Kimsenin aklına gelmeyen, müthiş bir sırrım yok. Plaza hayatından çıkacaksanız, sahip olduğunuz hangi beceri ya da donanımın; sizi, bir şirkette çalışmak dışında, geçindireceğini bulmanız, bunu bulana kadar da yaşamanıza yetecek birikmiş paranız olması gerekiyor. Asıl sır, gelecek kaygısı duymaktan vazgeçmekte. Yaşlandığınızda başınızı nereye sokacağınız endişesini bir tarafa bırakıp, bugün ne yaşadığınıza bakmakta. Şairin dediği gibi, “hayat kısa, kuşlar uçuyor”…

 

YG: Gezmek herkes için ayrı şeyler ifade ediyor. Ama bazı yerler var ki insana “insan olan burasını bir kez olsun deneyimlemeli”, dedirttiriyor. Bugüne kadar gezmiş olduğunuz 50’den fazla ülkede “görülmesi zorunlu tutulmalı” diye düşündüğünüz yerler çıktı mı karşınıza?

: İnsanın, “insanı” deneyimlemesi gerekiyor, bana kalırsa. Bir gün dünyada barış olacaksa, bunun yolu karşımızdakini olduğu gibi kabul edebilmekten geçiyor. Bize çok ters gelen doğruları olan insanları bile olduğundan başka biri olmaya zorlamamaktan… Böyle bakınca, bize uzak, tuhaf, değişik, ayıp, yersiz gelen her ne kadar kültür varsa, orayı deneyimlemek gerekiyor. Seyahat etmek, size bu bakış açısını kazandıramıyorsa, evinizde oturun, boşuna para harcamayın!

45.Aylak-İlsu-Dirgin-Deneyimleyemiyorsan-Evinde-Otur-Yesil-Gazete

Çileden çıktığım tek yer, kendi ülkem

YG: Ülkemizdeki cinsiyetçi şiddet birçok gezgin kadının da hayatına mal oldu. Tüm gezilerinizde kendinizi bir kadın olarak en güvende ve en az güvende hissettiğiniz ülkeler hangileriydi? Kadınlara karşı tavırları itibarıyla olumlu ya da olumsuz yönde sizi şaşırtan ülke oldu mu?

: Seyahat ederken kadın olduğum için farklı hissettiğim hiçbir durum olmadı. Aklıma bile gelmedi böyle bir şey doğrusu… Güvenlik konusunda da hiçbir sorun yaşamadım. Kadınlara karşı tavırlar itibariyle beni her daim şaşırtan ve çileden çıkartan tek yer, kendi ülkem…

YG: İstanbul’da ikamet ediyor ama içinde yaşayamıyoruz. Taşınıyor ama onunla tanışmıyoruz. İstanbul turları da düzenleyen bir gezgin için, bu durum ve bu şehir ne ifade ediyor?

: Ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Tüm eğitim ve iş hayatım İstanbul’da geçti. İstanbul’dan başka bir yerde de yaşamadım. Şehri çok seviyorum. Hikâyesi çok bol bir yer burası. Ancak İstanbul’da herkes koşturuyor, kimsenin hiçbir şey için vakti yok. Rahatlamak, sakinleşmek için şehirden uzaklaşıp başka bir yere seyahat etme ihtiyacı hissediyoruz. Kendi şehrimizi tanımadan başka şehirlerin hikâyelerinin peşine düşüyoruz. Oysa İstanbul’da turist olmak harika bir deneyim. Biz içinde yaşadığımız için bunu niye kaçıralım? İşte bu yüzden, bir günlüğüne İstanbul’da turist olduğumuz, sokaklarında aylak aylak yürüyüp bilmediğimiz yerleri, orada yaşayanların hikâyelerini öğrendiğimiz yürüyüş turları yapıyorum. Öğrendiğim hikâyeleri başkalarına anlatmak hoşuma gidiyor.

46.Aylak-İlsu-Dirgin-Deneyimleyemiyorsan-Evinde-Otur-Yesil-Gazete

YG: Sayfanızdaki resimlerden kadınların, kadrajınıza daha sıklıkla takılmış olduğunu hissettim. Dünyayı görmüş bir seyyahın kadın meselesine dair izlenimleri nasıldır? Şahit olduğunuz kültürlerde; kadının, en özgür, en baskı altında, en zayıf veya en kudretli oldukları hangi toplumlardı?

: Doğru hissetmişsiniz. Bilinçli olarak değil, ama içgüdüsel olarak gözümü kadınlara daha çok çeviriyorum. Kafamı en çok meşgul eden mesele, “güzellik” kavramı. Farklı kültürlerde güzelliğin nasıl ele alındığını, birine güzel gelen bir görüntünün başkası için nasıl korkunç ya da komik olabileceğini ve globalleşmenin hepimizi nasıl da aynı güzellik kalıbına tıkıştırmaya çalıştığını düşünüp duruyorum. Medyanın dayattığı “uzun boylu, beyaz tenli, çok ama çok ince bedenli” kadınlar olmaya çalışmamız doğrusu biraz acıklı bir durum. Dünyanın neresine gidersem gideyim, ister çekik gözlü, ister koyu renk derili, ister geniş kalçalı, bütün kadınların bu kalıba yaklaşabilmek için etnik özelliklerini yok sayarak efor sarf ettiğini görüyorum.

 

47.Aylak-İlsu-Dirgin-Deneyimleyemiyorsan-Evinde-Otur-Yesil-Gazete

YG: Çok farklı kültürleri deneyimlediniz. Folklorik ya da evrensel anlamda, müzik, tiyatro, dans, sergi, tören veya performansları, ne düzeyde görme şansınız oldu? Kültür ve sanat anlamında dünyanın şu köşesinde şu var ki diğer her şeyden daha fazla etkilenmiştim diyeceğiniz etkinlikler oldu mu?

: Gittiğim çoğu yerde bir performansa şahit olmuşumdur, ama birini öbüründen daha etkileyici bulduğumu söylemek istemem. Aksine şahit olduğum her performans bana müziğin (ve dansın) gerçek manada evrensel dil(ler) olduğunu öğretti. O yüzden keşke biraz yetenekli olsaydım da bir enstrüman çalabilseydim diyorum.

 Kuş uçmaz kervan geçmez Etiyopya’nın Omo Vadisi’nda Mursi köyünün şefi ile facebook arkadaşı olduk

YG: Hayatınızın yarısına yakınını gezerek geçirdiniz. En komik ve en hayranlık duyduğunuz iki anınızı paylaşabilir misiniz?

: Mozambik’te önümde uzanan Hint Okyanusu’na baktığım ve onlarca kambur balinanın su fışkırtıp kendisini havaya attığını gördüğüm an kadar ağzımın açık kaldığı bir an hatırlamıyorum. Komik anım ise, sanırım, Etiyopya’nın güneyindeki Omo Vadisi’nde, kuş uçmaz kervan geçmez bir bölgede ziyaret ettiğim, hala ilkel yaşam biçimlerini devam ettiren bir Mursi köyünde, köyün şefinin bana e-posta adresini vermek istemesiydi diyebilirim. Bırakın bilgisayarı, interneti; elektrik ve suyun olmadığı, cep telefonu operatörlerinin çalışmadığı, en yakın yerleşim yerinin ciple 2,5 saat mesafede olduğu, sazdan çatılmış kulübelerden ibaret bu köyde şefin bana e-posta adresini vermesi bir tarafa, bir de Facebook’tan arkadaş olduk kendisiyle.

 

YG: Bir sorumuz da Türkiye’nin güzelliklerine dair gelsin: Türkiye’de olmazsa olmaz diyeceğiniz gezi mekan veya rotaları hangileri olurdu?

: Bana göre olmazsa olmaz; İstanbul’da Ayasofya, Kapadokya ve Ege’de Mavi Tur. Bu listeye Afrodisias’ı, Bergama’yı, Zeugma mozaiklerini, Mardin’i, Ani Harabeleri’ni, Ahtamar Kilisesi’ni ve Çanakkale Boğazı’ndaki batıkları eklerim. Daha da eklenecek çok yer var, ama uzatmayayım…

 

YG: Polemikle bitirelim: Çok gezen mi? Çok okuyan mı?

: Çok okuyan çok bilir elbette ama bildiklerini deneyimlemeden bir bağlama oturtamaz, bilgiyi içselleştiremez. Öte yandan, okumadan seyahat etmek diye bir eylem olamaz bana göre. O olsa olsa gezintiye çıkmak olur, bir hava alır gelirsiniz. Bir seyahat okuyarak başlar ve okuyarak biter.

48.Aylak-İlsu-Dirgin-Deneyimleyemiyorsan-Evinde-Otur-Yesil-Gazete

İlsu Dirgin gibi profesyonel bir “aylak” ile temas sağlamış olmak, gerisinde, bir düşünme ödevi bıraktı bende… Bence hepimizin üzerine fikir mesaisi vermesi gereken bir ödev bu:

“Asıl sır, gelecek kaygısı duymaktan vazgeçmekte. Yaşlandığınızda başınızı nereye sokacağınız endişesini bir tarafa bırakıp bugün ne yaşadığınıza bakmakta.”

Sanatla ve barışla kalın…

Ek Linkler:
Aylak İlsu:
https://www.facebook.com/aylakilsu
http://www.aylakilsu.com/
Cemal Süreyya:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Cemal_S%C3%BCreya

Sineklerin Tanrısı – William Golding

Bir söylentiye göre yirmiye yakın yayınevinin basmaya yanaşmadığı Sineklerin Tanrısı, sonrasında yazarına büyük ün ve Nobel’i getiren, yazılışının üzerinden 60 yıl geçtiği halde eskimeyen bir başyapıttır.

Kitap üst metin olarak ıssız adaya düşen çocukların hayatta kalma savaşları olarak okunabilir ama kitabın esas etkileyici olan yanı alt metnidir. Kitapta erdemi Ralph, aklı Domuzcuk, saf iyiliği Simon, zorbalığı Jack ve mutlak kötülüğü Roger temsil eder.

Sineklerin Tanrısı (Lord of the Flies) Golding

Roman Üçüncü Dünya Savaşı sırasında geçer ve çocuklar önce erdem ve akıldan yana hareket ederler, demokratik bir seçimle Ralph’i lider seçerler. Ancak zamanla içlerindeki kötü yan ortaya çıkar ya da haklının değil güçlünün yanında olmanın menfaatlerine daha uygun olduğuna karar verirler. Baskıcı Jack’e pek gönüllü olmasa da bir şekilde boyun eğerler.

Önce iyiliği sonra aklı yok ederler, erdemi de ortadan kaldıracakları sırada adaya gelen gemi ile modern dünyaya geri dönerler. Modern dünyada da savaşın devam ettiği insanlığın erdemi ortadan kaldırmak üzere olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Kitabın çevirmeninin Mina Urgan olduğunu, 1963 ve 1990’da iki kez sinemaya aktarıldığını, siyah beyaz olan ilk versiyonun oldukça başarılı bulunduğunu son notlar olarak ekleyeyim.

 

Not: Bu yazının videosunu aşağıdaki linkten Uzman Tv’den izleyebilirsiniz.

http://www.uzmantv.com/william-goldingin-sineklerin-tanrisi-kitabinin-konusu-nedir

 

Mehmet Fırat Pürselim

3mehmet fırat pürselim

 

Tüketim Toplumundan korunma bir çocuk hakkı konusu olabilir mi? – Şükrü Hatun

Geçen hafta (18-19 Mart 2015) Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri tarafından düzenlenen “Aydınlık bir gelecek için çocuk hakları sempozyumu”na katıldım. Üniversitenin Beşiktaş iskelesine komşu kampüsünü hep merak ederdim. İçine girince dışardan göründüğünden daha büyük bir alana sahip olduğunu görüp şaşırdım; kampüs içi ortamlar ise bizimki gibi kamu üniversitelerinden tamamen farklıydı. Eski bir dekan olarak öğrenci kulüplerinin düzenlediği toplantıları fakültelerinin canlılığının bir belirtisi sayarım ve elimden geldiğince bu toplantılara katılırım. Öğrenciler uzun süre ilgilendiğim “Çocuk yoksulluğu” üzerine bir konuşma yapmamı istediler ama ben son yıllarda önem kazanan ve acaba bir çocuk hakkı konusu olabilir mi diye üzerinde düşündüğüm “ Tüketim toplumundan çocukların korunması” konusunu önerdim. Bu konuyu önerirken aslında kendi düşüncelerimin biraz onlarda ve toplantıya katılanlardaki yankısını görmek de istedim; çünkü insan bazen kendi odaklandığı konuları gereğinden fazla önemseyebiliyor. Yazının başlığı ile aynı adı taşıyan konuşmam canlı bir tartışmaya neden oldu ve aslında bu sorunu onlar yaşayarak büyüdükleri için onlardaki bu olumlu yankı beni daha ileri çalışmalar/girişimler için yüreklendirdi. Beni davet eden Ayşe Gizem Acar’ın şahsında Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Kulübündeki öğrenci arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum. Gerçi benden sonra Suriyeli mülteci çocukları anlatan ve “ Ben devlet yönetici olsam Suriyeli çocuklara ülkemiz çocuklarından daha fazla yatırım yaparım, çünkü önlem almazsak Pakistan’daki gibi ülkemiz “Talibanlaşma” sorunu yaşayacak” diyen New York Üniversitesi öğretim üyesi Doç.Dr. Selçuk Şirin’in konuşması daha can yakıcı sorunları anlatıyordu ama yine de çocukların tüketim toplumundan ve savaşlardan etkilenmeleri aynı gerçeğin (piyasa ekonomisinin) iki yüzü olarak da değerlendirilebilir diye düşünüyorum.

Tüketim toplumunun en önemli hedef grubu çocuklar

Bir bebek doğduğunda bize kalbini ödünç verir ama onları birçok risk bekler. Bunları yoksulluk (beslenme yetersizliği, ev içi ortamların yetersizliği vs.), birçok hastalık, eğitim ve yetişme imkânsızlıkları/eşitsizlikleri, hırpalayıcı aile ortamı, çeşitli biçimlerde şiddete maruz kalmak, savaşlar ve göçler, umarsızlık, kazalar, yakın kayıpları olarak sayabiliriz. Bu sorunlar birçok ülkede bütün şiddeti ile sürerken son 30 yılda çocuklar aynı zamanda tüketim toplumunun hedefi haline gelmişlerdir.

Tüketim toplumu, yaşamla ve varoluşla ilgili bütün aktivitelerin piyasa ve karla ilişkilendirilmesi ve karın maksimizasyonu için yönlendirilmesi (manipüle edilmesi) ve bütün bunların sonucunda ise güçlü bir sosyal/ekonomik enerji/üretim elde edilmesini amaçlar. İnsanın varoluşunda bedenin payının büyük olması, insan bedeninin tüketim toplumunun en önemli hedefi/bağlaşığı olmasının nedenidir. Tüketim toplumu, varoluşun olmak yerine, sahip olmak/tüketimle özdeşleşmesi, insan mutluluğunun beden aracılığıyla oluştuğunun, tinsel olanın ikincil olduğunun varsayılması, insanın biyolojik varoluşuna içkin olan her şeyin (yemek, içmek, sevişmek, kendisiyle ilgili olmak gibi) ihtiyaç olmaktan çıkarılıp, bağımlılık derecesinde zevk aracına dönüştürülmesi, tüketim ile ihtiyaç arasındaki bağın koparılması ve hazzın mutluluğun yerine geçmesi gibi özellikler taşımaktadır.

Çocuklar ve gençler hem yarının erişkinleri olacakları için hem de zihin ve bedenlerinin etkilenmeye/değişime açık olmaları nedeniyle tüketim toplumu süreçlerinin en önemli hedef grubudur. Günümüzde besin endüstrisi (küresel “obesogenic” çevrenin yaratılmasında en önemli etkendir) yanında , elektronik oyun, iletişim teknolojileri, eğlence ve müzik, moda, giyim ve kişisel bakım, sigara, alkol ve uyuşturucu madde, cinsel stimülasyon gibi bir çok sektör satışlarını çocuklar ve gençler üzerindeki etkileri sayesinde giderek arttırmaktadırlar. Tüketim toplumunun çocuklar üzerindeki etkilerini şişmanlık sıklığındaki artış üzerinden incelemek mümkündür ve bu konudaki tartışmaları “ Toplumdaki ve çocuklardaki şişmanlık artışının arkasındaki gerçekler” başlıklı yazıda ayrıntılı olarak incelemiştik.

Çocukların tüketim toplumunun hedefi olduğu bir başka durum, saflık, iyilik, çıkar düşünmeme gibi özellikleri olan çocuk varoluşunun reklamlarda kullanılmasıdır. Günümüzde başta Türkcell gibi iletişim sektörü şirketleri olmak üzere bir çok şirket, çocuklar üzerinden “olumlu etki” stratejisi izlemekte ve aslında bu yolla çocukları da kendi ürünlerinin tüketicisi haline getirmektedirler. Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki toplantıya katılan UNİCEF yetkilisi, Türkcell reklamlarında çocukların kullanılmasının mahkemelerin ilgili şirketi destekleyen kararından sonra arttığını söyledi. Benzer ama amaçlarının iyi olması nedeniyle hoşgörü gösterilen bir başka örnek ise LÖSEV gibi kuruluşların yardım toplamak için tanıtım filmlerinde ve posterlerinde hasta çocuk görüntülerine yaygın bir şekilde yer vermesidir. Ben amaçları ve niyetleri ne kadar iyi olursa olsun bu tür kullanımın da etik olmadığını düşünüyorum.

Tüketim toplumu “Fark yaraları”nı kanatarak şiddete neden oluyor

Amerikan Çocuk Hekimleri Akademisi’nin verilerine göre ABD’de ortalama bir çocuk günde 6 saat elektronik medya karşısında zaman harcıyor ve saldırgan davranışlara medyanın yüzde 10-30 oranında katkısı var. İnternet ortamındaki cinsel içerikli materyaller erken yaşta cinsel ilişki ihtimalini ve sigaraya başlama riskini iki kat arttırıyor. “Bebek videoları”, 8-1 6 ay arasındaki çocukların dil gelişiminde gecikmeye yol açıyor(ABD’de 100 milyon dolarlık “bebek videosu” pazarı var) ve şiddet içeren medya ürünleri şiddete duyarsızlaşmaya, gece kabusları ve zarar görme korkusuna neden oluyor. Sözünü ettiğimiz akademi çocuk hekimlerine yatak odalarından TV, video oyun cihazları ve internet bağlantılarının uzaklaştırılması, bu tür araçların başında günde 1-2 saatten fazla zaman geçirilmesinin önlenmesi gibi konularda uyarıda bulunma görevi veriyor.

TÜİK tarafından yakın zamanda yayınlanan bir rapora göre ülkemizdeki çocukların yüzde 92,5’u hemen her gün TV izliyor ve çocukların bilgisayar kullanmaya başladıkları ortalama yaş 8, internet kullanmaya başlama yaşı 9 ve cep telefonu kullanmaya başlama yaşı 10 olarak belirtiliyor. Tüketim toplumu kapsamındaki sektörler, TV, sosyal ağlar ve internet, kentsel alanlardaki reklamlar gibi araçlar üzerinden bir “medya şiddeti” yaratmakta ve tüketim kışkırtması ile özellikle ekonomik olarak yetersiz toplumsal grupların çocuklarında huzursuzluğa neden olarak dolaylı da olsa gençlerden kaynaklanan şiddet olaylarının artmasında önemli bir rol oynamaktadır.

Tüketim toplumuna maruz kalmak, kendi başına önemli olduğu gibi yoksulluk gibi Müslüm Gürses’in bir şarkısında “ bizi bu fark yaraları öldürür” dediği sorunların daha şiddetli ve acıtıcı yaşanmasına da neden olmaktadır. Bir sosyal hizmet uzmanı arkadaşımın eski yıllarda büyük kentlerdeki kadınların kabusu olan “kap kaç” olaylarının gerisinde yoksul gençlerin cep telefonu sahibi olma konusundaki dayanılmaz arzularının yattığı yolundaki gözlemi buna bir örnek olarak verilebilir.

Tüketim toplumundan korunma yeni bir çocuk hakkı olarak tanınmalı

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilen “ Çocuk Haklarına Dair Sözleşme”, çocuk haklarıyla ilgili en kapsamlı metin özelliği taşımaktadır. Bu sözleşme, başta Avrupa Konseyi olmak üzere uluslararası kuruluşlarca 1950’den beri kabul edilen belgelere dayanmaktadır. Geçmiş yıllarda Prof. Dr. Semih Gemalmaz’ın kapsamlı ve örnek çalışmasıyla “Çocuk ve Genç Haklarına İlişkin Ulusalüstü Belgeler”in hepsi Türkçeye kazandırılmıştır. “Çocuk Hakları Sözleşmesi” ve diğer ilgili belgelerde çocukların “hukuksal konumu”nun ön planda tutulması, “çocukların sosyal ve tıbbi korunması” konusundaki yaklaşımların göz ardı edilmesine yol açmıştır. Oysa çocukların yoksulluktan korunması gibi tüketim toplumundan korunması da sosyal korunma kapsamında en önemli konu başlıklarını oluşturmaktadır.

Bir çok ülkede giderek içi boş edebi bir metin haline gelmeye yüz tutan “Çocuk Hakları Sözleşmesi” nin temel felsefesi, “Her çocuk için sağlık, eğitim, eşitlik, koruma, çocuğun Yüksek Yararı ve insanlığın gelişimi” olarak özetlenebilir. Bu sözleşmedeki “Taraf Devletler, çocuğun yetiştirilmesinde ve gelişmesinin sağlanmasında ana–babanın birlikte sorumluluk taşıdıkları ilkesinin tanınması için her türlü çabayı gösterirler. Çocuğun yetiştirilmesi ve geliştirilmesi sorumluluğu ilk önce ana–babaya ya da durum gerektiriyorsa yasal vasilere düşer. Bu kişiler her şeyden önce çocuğun yüksek yararını göz önünde tutarak hareket ederler. Taraf Devletler, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterirler. Taraf Devletler, kitle iletişim araçlarının önemini kabul ederek çocuğun; özellikle toplumsal, ruhsal ve ahlâki esenliği ile bedensel ve zihinsel sağlığını geliştirmeye yönelik çeşitli ulusal ve uluslararası kaynaklardan bilgi ve belge edinmesini sağlarlar” gibi maddeler çocukların tüketim toplumundan korunması için bir imkan sunmakla birlikte konunun spesifik olarak ele alınması gereklidir.

Sonuç olarak çocuklar ve çocuk bedenleri, tüketim toplumu tarafından haz süreçleri üzerinden manipüle edilmekte ve çocukların yaşam boyu “tüketiciler” olması amaçlanmaktadır. Bu süreçlerin sonucu olan şişmanlık çocuk ve erişkin sağlığını etkileyen en önemli sorunlardan birisidir. Ayrıca elektronik oyunlar, videolar, reklamlar gibi sürekli medya ürünlerine maruz kalmak, çocukların zihinsel/ruhsal/duygusal sistemlerinde kalıcı etkiler bırakmakta ve doyumsuz/ haz bağımlısı yetişkin olma süreçlerini pekiştirmektedir. Bu nedenlerle çocukların tüketim toplumunun çok yönlü etkilerinden korunması yeni bir çocuk hakkı olarak tanımlanmalı, bunun için başta UNİCEF olmak üzere bütün kuruluşlar çaba göstermelidir.

 

Şükrü hatun – www.t24.com.tr

 

Okuma ve izleme önerileri

Tüketim Toplumu- Jean Baudrillard

Tüketim toplumunun kutsal mekânları AVM’ler ve Brezilya’daki AVM işgalleri üzerine-Erol Anar

Tüketim Toplumu ve Çocukların Korunması-Önce Çocuğum Programı 10 Nisan 2013

Why are British children so unhappy?

 

Uluslararası Toprak Yılı – Ali Ekber Yıldırım

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2015′i Uluslararası Toprak Yılı(The İnternational Year Of Soil) ilan etti. Hatırlanacağı gibi 2014, Aile Çiftçiliği Yılı’ydı.Yakın gelecekte dünyanın en önemli sorununun artan nüfusun beslenmesi olacağını her fırsatta dile getiren Birleşmiş Milletler’ in tarıma ve tarımın en önemli kaynağı olan toprağa dikkat çekmesi çok önemli.

Uluslararası Toprak Yılı’nda neler yapılacak?

Dünya Gıda ve Tarım Örgütü(FAO)’nün tahminlerine göre, dünyadaki toprakların üçte birinin erozyon, sıkışma, tuzlaşma, topraktaki organik ve besleyici maddelerin azalması, asitleşme, kirlilik ve betonlaşma gibi sürdürülebilir olmayan arazi yönetim uygulamaları yüzünden verimsizleştiğini gösteriyor. Yeni yaklaşımlar tercih edilmediği takdirde 2050’de küresel düzeyde kişi başına düşen ekilebilir ve verimli arazi 1960’taki düzeyin yalnızca dörtte biri olacak. Uzmanlara göre,1 cm toprağın oluşması için 1000 yıllık bir zaman dilimine ihtiyaç var.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü(FAO)’nün tahminlerine göre, 2050 yılında dünyanın nüfusu 9 milyara ulaşacak. Bugünden 2 milyar daha fazla insanın beslenmesi için mevcut gıda üretiminin en az yüzde 60 oranında artırılması gerekiyor. Gıda üretiminin artırılabilmesinin temel kaynağı tarım yani toprak.

Ancak, bu kadar önemli bir kaynak olan toprak hızla eriyor. Erozyon, çölleşme ve tuzlanma tarım toprağını kullanılamaz hale getiriyor. Kentleşme ve sanayileşme baskısı tarım topraklarının amaç dışı kullanılmasını artırıyor. Bu sadece Türkiye’nin değil dünyanın da en önemli sorunlarından birisi.
Birleşmiş Milletler bu soruna dikkat çekmek için 2015′i Uluslararası Toprak Yılı ilan etti. Yıl boyunca yapılacak çalışmalarda,etkinliklerde toprağın önemine dikkat çekilecek. Yapılacak çalışmaların amacı özetle şöyle:

1- Sivil toplum kuruluşlarının ve kanaat önderlerinin, toprağın insan hayatı için anlam ve önemi konusunda farkındalıklarını artırmak.
2- Toplumu, toprağın gıda güvenliği konusundaki hayati önemi, iklim değişikliklerinde adaptasyonu ve etkilerinin hafifletilmesi, temel ekosistem servisleri, yoksulluğun azalması ve sürdürülebilir gelişme hakkında eğitmek.
3-Toprak kaynaklarının korunması, sürdürebilir şekilde yönetilmesi ve bütün bu süreçleri verimli bir şekilde sürdürecek politikaları desteklemek.
4-Sürdürülebilir toprak yönetim aktivitelerini ve farklı arazileri kullanan grupları destekleyecek yatırımlara teşvik ve destekler.
5-Toprak datalarının bütün seviyelerde (küresel, ülkesel, bölgesel) toplanması ve hızlı değişim kapasitelerinin savunulması.

İnsanlığın “sessiz dostu” toprak

Birleşmiş Milletler Dünya Gıda ve Tarım Örgütü(FAO) Genel Direktörü José Graziano da Silva, insanlığın “sessiz dostu” olarak tanımladığı toprağın öneminin yeterince anlaşılmadığını belirterek dünyadaki durumu şöyle özetliyor:
“Topraklar, bitki örtüsünün ve tarımın temelini oluşturmaktadır. Ormanların büyümesi için toprağa ihtiyaç vardır. Gıda, yem, lif, yakıt ve çok daha fazlasını elde edebilmek için toprağa ihtiyacımız var. Topraklar aynı zamanda dünyanın biyoçeşitliliğin en az dörtte birini barındırır. Karbon döngüsünde anahtar rol oynar, iklim değişikliğine uyum sağlamak ve onu azaltmak için bize yardımcı olur, su yönetiminde ve seller ve kuraklıklara karşı çabuk iyileştirme özeliğinin pekiştirilmesinde önemli bir rol oynar. Ancak, topraklarımızın üçte biri zaten bozulmuş durumda. Mevcut eğilim devam ederse, küresel bir hesaplama yapıldığında, 2050 yılında kişi başına ekilebilir verimli arazinin, 1960 yılındakinin dörtte biri kadar olacaktır.Topraklar bozulduğunda kolayca düzeltilebilir şeyler değildir. Bir santimetre toprağın oluşturulması bin yıla kadar bir süre gerektirebilir. Aynı toprak miktarı ise hızla erozyondan yok olabilir.”
Dünyada açlık ve yetersiz beslenmeyle karşı karşıya kalan 805 milyondan fazla insan bulunduğunu belirten José Graziano da Silva’ya göre, nüfus artışı, gıda üretiminde yaklaşık yüzde 60’lık bir büyümeyi de zorunlu kılacak. Küresel toprak kaynaklarının yüzde 33’ü verimsiz durumda. İnsanların toprak üzerindeki uygulamaları, toprağın temel işlevlerini azaltacak ya da tüketecek kadar kritik düzeylere gelmiş durumda.
Özetle, dünyada tarım ve toprağın öneminin anlatılması için 2015′in Uluslararası Toprak Yılı ilan edilmesinin büyük önemi var. Dünyada toprak rezervini kaybeden ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin de bu konuda yapması gereken bir çok çalışma var.

Ali Ekber Yıldırım – Tarimdunyasi.net

Üç-Beş Ağaç Kervanı, termiğe karşı Zonguldak’tan geçti

Geçtiğimiz yıl tüm Anadolu’yu Mersin’den batıya doğru başlayıp çepeçevre dolaşarak Manavgat – Seferihisar – İstanbul – Zonguldak – Gerze – Hopa – Dersim – Diyarbakır ve Antakya istikametinde kateden Üç-Beş Ağaç Kervanı, “Anadoluyu Vermeyeyeceğiz” sloganını bu toprakların her köşesine Eylül ayında bir kez daha yaymazdan hemen önce 24 Mart Salı günü Zonguldak Çevre Platformu’nun daveti ile Maden-İş Sendikası salonundaydı.

39.uc-bes-agac-kervanı-yesil-gazete

Üç-Beş Ağaç Kervanı

Bir meddah (Merhaba Sanat Tiyatrosu’ndan Ali Sesal), bir müzik müzik kollektifi (Soner Küçükergüder, Uygar Tür, Yağız Yelkencioğlu, Bülent Geliç ve Serdar Türkmen’den müteşekkil Praksis) ve iki pandomim sanatçısı’ndan (Derya Sağlam ve Mehmet Selin Sağdıç) meydana gelen Üç-Beş Ağaç Kervanı’nın termik santrallere karşı Zonguldak halkını bilgilendirme amacı ile düzenlenen etkinliğine ekoloji mücadelesinin her alanında en önde olan Prof. Dr. Beyza Üstün de katıldı ve salona gelenlere termik santralin doğaya verdiği ölümcül etkiler hakkında bilgilendirmede bulundu.

Üç-Beş Ağaç Kervanı bir meddah, bir müzik kollektifi ve iki pandomim sanatçısından oluşuyor
Üç-Beş Ağaç Kervanı bir meddah, bir müzik kollektifi ve iki pandomim sanatçısından oluşuyor

Yeşil Gazete olarak kervanın meddahı Ali Sesal’dan aldığımız bilgiye göre Maden-İş Sendikası salonunda 18:00’de başlayan etkinlikten önce şehir içinde pekçok noktada ve Zonguldak Karaelmas Üniversi’tesinde halkla ve öğrenciler ile buluşuldu. Üniversitedeki buluşma rektörlük ve üniversite güvenliğinin engellemesi nedeniyle okul içi yeri üniversite girişinde gerçekleşti.

Ali Sesal, “Giremezsiniz” dediler diyor üniversitedeki engelleme ile ilgili olarak, “Biz onlara, “Üniversite bahçesinde çay içeceğiz, müzik yapacağız” dedik ama yanıtları, “Giremezsiniz” oldu.

Kervanın 2015 turu Eylül ayında başlıyor

Kervanın 2014 güzergahı
Kervanın 2014 güzergahı

Üç-Beş Ağaç Kervanı’nın geçen sene hayata geçirdiği bu sene ise Eylül ayında start vereceği Anadolu Turu hakkında ayrıntılı bilgiye aynı adlı facebook sayfaları üzerinden erişim mümkün.

 

(Yeşil Gazete)

Mersin’de kadınlar sokakları terketmiyor, “Nevin’leri değil tecavüzcüleri yargılayın!”

Mersin Kadın Platformu’nun “Her Perşembe Alanlardayız!” Eylemi bu hafta 12. Haftasını yoğun bir gündemle tamamladı. Forum Avm Köprü altında toplanan kadınlar “Kadın, yaşam, özgürlük” “Kadınlar yaşama, özsavunmaya” “Kadın Cinayetleri Politiktir” “Kadınlar artık susmayacaklar” sloganlar ve zılgıtlar eşliğinde Forum Avm Havuz başı’na kadar yürüdüler.

Havuz başında Kadın Emeği Kolektifi’nden Gonca Şahin Ocakçı basın bildirisini okumaya başladı. Tecavüzcüsünü öldüren Nevin’in müebbet almasına değinen Ocakçı:

36.mersin kadın platformu

“Kadına yönelik şiddeti, tecavüzü,nesneleştirmeyi, ikincileştirmeyi tüm kurumlarıyla destekleyen, politikalar üreten ve uygulayan erkek devlet, tecavüzcülere ‘iyi hal indirimi, haksız tahrik’ kararları verirken, kendisine uygulanan sistematik tecavüze karşı ÖZSAVUNMAsını gerçekleştiren Nevin Yıldırım’a müebbet kararı verdi. Erkek adaletinizi tanımıyor ve Nevin’in hakkı olan özgürlüğünü talep ediyoruz. Nevin’leri değil tecavüzcüleri yargılayın.

Davanın takipçisi olan kadınlar şiddete uğramış ve darp edilmiştir. Kadın dayanışmasıyla,özgücü ve özsavunmasıyla kadına yönelik şiddeti üreten  erkek devleti ve bütün kurumlarını yıkacağız.” şeklinde konuştu.

Geçen haftalarda müsait kelimesi ile ilgili kadınların gündemine düşen TDK’nın şimdi de esnaf kelimesi ile ilgili yapmış olduğu cinsiyetçiliği dile getiren Ocakçı:

“Esnaf  kelimesinin ikinci anlamını kötü yola sapmış kadın olarak tanımladı. Bilimsellikten uzak resmi ideolojinin ve eril dilin yeniden üretim kurumu olan TDK’yı bir kez daha uyarıyoruz. Kadınları eril zihniyetinizle tanımlamaktan vazgeçin.” Dedi.

Özgecan’ın cenazesini taşıyan Mersin’li kadınlardan selam olsun.

37.mersin kadın platformu

“Kadına yönelik her türlü şiddeti meşrulaştıran politikalarınızla, yasalarınızla, medyanızla… EVET,  BU MESELE SİZİN MESELENİZ. Elbette sizin meselesiniz, kadına yönelik sistematik ve politik saldırılarla bu şiddeti güçlendiren ve kadına karşı iç savaş başlatan siz ve sizin eril zihin yandaşlarınızdır.” Diyerek Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bu mesele benim meselem” açıklamasına değinen Ocakçı, Afganistan’ da öldürülen Ferhunde ile ilgili:

“Afganistan’da, cami önünde Kuran yaktığı iddiasıyla linç edilen ve üzerine benzin dökülen 27 yaşındaki zihinsel engelli Ferhunde yakılarak öldürüldü. Ferhunde’nin cenazesini taşıyan Afgan kadınlara Özgecan’ın cenazesini taşıyan Mersin’li kadınlardan selam olsun.

Ataerkil sistemin iliklerimize kadar işlemiş olan tüm cinsiyetçi, homofobik,pedofili  kalıntılarını yok edene dek, yeni bir yaşamı var edene dek  kadın dayanışması ile her geçen gün büyüyen mücadelemiz devam edecektir.” şeklinde basın bildirisini sonlandırırken,“Kadınlar yaşama, özsavunmaya”, “Yaşasın kadın dayanışması” sloganları atan kadınlar eylemi zılgıtlar ve alkışlar içinde bitirdi.

 

Haber: Özgecan Aşlamacı Şahin

(Yeşil Gazete)

Edirne Büyük Sinagogu sabah duası ile açıldı

Edirne’nin Maarif Caddesi’nde bulunan ve geçmişi 1905 yıllarına dayanan Avrupa’nın 3’ncü büyük sinagogu Edirne Büyük Sinagogu dünyanın her yerinden gelen katılımcılarla açıldı.

35.edirnede-sinagog

Edirne’de Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 5 yılda restorasyonu tamamlanan tarihi Edirne Büyük Sinagogu’nda, büyük açılış öncesinde dini kıyafetleriyle gelen Museviler sabah duası yaptı. Açılışta İsrail’in Mescid-i Aksa’ya saldırısı nedeniyle ‘Sinagog olmasına izin vermeyeceğim, müze olacak’ diyen Edirne Valisi de yer aldı.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun katılacağı büyük açılış öncesi kente gelen çok sayıdaki Musevi, restorasyonu tamamlanan sinagogu gezdi. Ardından dini kıyafetlerini giyerek sabah duası yaptı. David Azuz, kadınların da üst kattan izlediği sabah duasını yapmadan önce 46 yıl de önce sinagogun son duasını yaptığını söyledi. David Azuz, 1965 yılında Edirne’ye geldiğini ifade ederek “1969 yılına kadar buranın hocalarıydım. Son olarak burada dua okuduktan sonra İsrail’e döndüm. Burada 46 yıl sonra buraya döndüm. Burasının yeniden restore edilmesini sağlayan herkese sonsuz teşekkürler” dedi. Ardından Azuz, sinagogun sabah duasını yaptırdı. Duaya çok sayıda Musevi katıldı.

Ebola yerini yeni bir tehdide bırakıyor

Saki Takahashi vd. tarafından Science Magazine‘de yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Zeynep Ersoy‘un çevirisiyle sunuyoruz.

 * * *

Batı Afrika’da Ebola salgını azalmak üzereyken, ikinci bir sağlık krizi kapıda. Liberya’daki son bilinen Ebola vakası haftalar önce kaydedildi. Ancak salgının hala içten içe devam ettiği Gine ve Sierra Leone’da zaten zayıf kamu sağlık sistemlerini harap etmiş olan Ebola, çocuk aşılamalarının kısıtlanmasına neden oluyor. Ebola nedeniyle olduğundan daha fazla insanı öldürebilecek bir kızamık salgını konusunda uyaran araştırmacılar sonucun felaket olabileceğini bildirdi.

34.sierra-leone-ebola

Ebola sonrası potansiyel kızamık salgınıyla ilgili çarpıcı rakamlar ortaya koyan Johns Hopkins Bloomberg Halk Sağlığı Okulu’nda çalışan epidemiyolog Justin Lessler : “Ebola’nın ikincil etkilerinin doğrudan etkilerinden daha kötü olması muhtemeldir.” diyor.

Kızamık bölgedeki tek ya da en kötü tehdit değil. Sıtma vakalarındaki artıştan endişelenen Sınır Tanımayan Doktorlar, Ekim ayı sonunda paraziter hastalık için ilaç dağıtmaya başladı. Ancak kızamık çökmüş sağlık sisteminin kapısında adeta bir nöbetçi gibi bekliyor ve büyük olasılıkla erken ve sert bir şekilde bölgeyi vuracak. Dünya’nın en bulaşıcı virüslerinden biri olan ve Ebola’dan 5-10 kat daha fazla bulaşıcılığı bulunan kızamık bir felaket sonucunda patlak verecek ilk hastalıklardan biri. Fakir ülkelerde yaşanan insani krizlerde, kızamık virüsü enfekte olanların % 20’sinin, -genellikle az beslenme ve A vitamini eksikliği ile zayıflamış olanların- hayatını kaybetmesine yol açabilir.

Ebola  bölgeyi vurmadan önce bile Liberya, Gine ve Sierra Leone için sorun baş göstermeye başlamıştı. Bu 3 ülkedeki 2012-2013 yıllarındaki nüfus ve sağlık anketlerine göre çocukların yalnızca yaklaşık % 62 ila %79’nun kızamık aşısı olduğu, bunun da yalnızca tek doz olarak yapıldığı biliniyor. Virüs çok bulaşıcı olduğu için, kızamığı durdurmak için nüfusun % 95’inin aşının iki dozu ile korunması gerekiyor.

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi Küresel Aşılama Bölümü’nde görevli danışman Steve Cochi, bu üç ülkedeki kızamık aşılamasının devamlı olarak zayıf olduğunu, ancak özellikle geçen yaz aşılamada büyük bir düşüş yaşandığını söylüyor. Liberya’da 2014 sonbaharında kızamık için bir kampanya planlandı, ancak Ebola salgınından dolayı iptal edildi. Gine ve Sierra Leone’da ise kampanya planları ertelendi.

Yeni çalışmada, Lessler ve arkadaşları Ebola sonrası kızamık patlamasının ne kadar kötü olabileceğini görmek için yola çıktı. Değişik üniversitelerden araştırmacıların oluşturduğu ekip, Ebola salgınından önce kızamığa duyarlı olan çocukların sayısını, yaşını ve yerini belirlemek için istatistiki ve coğrafi yaklaşımlar kullandı. Sonraki 6, 12, ve 18 ayda kızamık aşılamasındaki bozulmaların etkilerini gözlemlemek için çeşitli varsayımlar uyguladı.

Araştırmanın sonunda ortaya çıkan korkutucu tahminlerine göre, Ebola sonrası bölgesel kızamık salgını, Ebola öncesi kızamık salgınının kabaca iki katı kadar kişiyi (sırasıyla yaklaşık 227.000 ve 127.000 kişiyi) etkileyebilir. Ayrıca 2.000 ila 16.000 kişinin daha ölümüne yol açabilir. Bugüne kadar Ebola nedeniyle hayatını kaybeden insan sayısı 10.000’i aşabilir. Lesser, neredeyse bütün bu ölümlerin etkili toplu aşılama kampanyaları ile önlenebilir olduğunu vurguluyor. Grup, anne ölümlerindeki başarısızlıklar yerine kızamık virüsüne odaklanmış durumda. Çünkü, bunun hakkında bilinen çözümler diğer müdahelelere göre daha çok ve nispeten daha ucuz.

Lessler senaryolarının biraz fazla kötümser olabileceğini kabul ediyor.  Ekip araştırmada rutin ve toplu kızamık aşılamasının, Ebola salgını sonrasında %75 düştüğünü ve bu oranın Ebola öncesine dönmesinin 18 ay sürdüğünü var saymıştı.

Imperial College London’da  görevli epidemiyolog Nicholas Grassly, rutin aşılamadaki bozulmanın büyüklüğünün tartışılmaya açık, ancak sonuç ve eylem çağrısının böyle olmadığını söylüyor.

Cochi bölümünün kızamık ekibinde çalışan Katrina Kretsinger, CDC’nin 2014 yılı sonlarında, kızamık riskine açık nüfusun büyüklüğüne dair kendi modellemesini geliştirdiğini söylüyor. CDC grubu, aşılamada %50 düşüş gibi farklı varsayımlar kullanılmasına rağmen çok benzer sonuçlar elde etti.

Ancak Ebola, aşılama kampanyalarına yeni ve zor bir seviye ekledi. Cochi ‘Bu kadar çok sağlık çalışanı hayatını kaybetmişken aşıyı kim uygulayacak? Batı’nın tıp uygulamasına olan güvensizlik ve söylentiler artmışken insanlar bunu nasıl kabul edecek? Eğer insanlara bir kızamık aşısıyla yaklaşırsak, aşının Ebola aşısı olduğunu zannedebilirler.’ diyor.

Öyle olsa bile Liberya, CDC ve diğer uluslararası ortakların yardımıyla, en erken Mayıs gibi 9 ay ve 5 yaş arası tüm çocukları hedefleyecek bir kızamık aşısı kampanyası başlatmaya hazırlanıyor. Sierra Leone ve Gine’deki planlama, şimdilik odak noktası Ebola olduğu için daha geride.

 

Haberin İngilizce Orjinali

Haber: Saki Takahashi

Yeşil Gazete için çeviren: Zeynep Ersoy

(Yeşil Gazete, Science Mag)

İç Güvenlik Paketi TBMM’de kabul edildi

Kamuoyunda İç Güvenlik Paketi olarak biline “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” TBMM’den geçti.

31.ic-guvenlik-paketi-kabul-edildi

İç Güvenlik Paketi, kamuoyunda tepki uyandıran maddelerin çok büyük bir kısmını kapsayan 67 maddeye 2 paketin daha eklenmesiyle TBMM’den geçti. Daha önce kanun teklifinin 68 maddesi geri çekilmiş, ancak yasanın özüne ilişkin maddelere dokunulmamıştı.

Yasayla birlikte mülki amirin görevlendireceği kolluk amirinin yazılı, acele hallerde sonradan yazıyla teyit edilmek üzere sözlü emriyle, kişilerin üstü ve eşyası ile aracının dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin aranabilecek.

Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılanların kimliklerini gizleyecek şekilde yüzlerini tamamen veya kısmen kapaması suç sayılacak. Yüzlerini kapatanlara 3 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası uygulanacak.

Pakete göre, “toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlarda 48 saate kadar gözaltına alma kararı” verilebilecek.

Ayrıca valilerin, “lüzumu halinde, kolluk amir ve memurlarına suç faillerinin bulunması için gereken emirleri verebillecek”.

“Park kalsın” eylemine karşı belediye destekli kontra eylem, “Hayır, İmam Hatip yapılsın”

İstanbul’un Küçükçekmece ilçesine bağlı Başakşehir mahallesinde ağırlıkla göçmenlerin oturduğu Vatankent sitesinde yapılmak istenen İmam Hatip’e direnenlere karşı 26 Mart’ta Belediye destekli , “Park yıkılsın, İmam Hatip yapılsın” eylemi gerçekleştirildi.

30.basaksehir-park-kalsin-belediye-imam-hatip-olsun

İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın 2009 yılında kendi ismini vererek site sakinlerine hediye ettiği park bir süre önce mahalle halkına sorulmadan kız imam hatip lisesi yapılmak üzere devredildi. Mahalle halkı söz konusu inşaat firması ve ilgili kamu kurumlarına dava açarak kendilerine söz verilen yeşil alanının kalması için direniyor.

Başakşehir Kız İmam Hatip Okulu Platformu’nun Başakşehir İmam Hatip Mezunları Derneği ile birlikte organize ettiği basın açıklamasında ise bu imam hatip okulunu 1.000 tane kız öğrencinin beklediği iddia edildi. Başakşehir’de birçok imam hatip okulu bulunuyor, Türkiye’nin en büyük imam hatibi Mehmet Emin Saraç İmam Hatip Kampüsü de park alanına on dakika mesafede bulunuyor.

 

(Sendika.org)