Ana Sayfa Blog Sayfa 3697

51. Sofra + Zehirsiz Ev atölyesi için Çarşamba günü Tepebaşı’ndayız

Her Çarşamba; israf edilen gıdadan herkese vegan ziyafet çıkaran Bombalara Karşı Sofralar’da bu hafta, temizlik/bakım ürünlerini satın almadan evde hazırlama yöntemlerinin gösterileceği Zehirsiz Ev atölyesi var.

 

15 Nisan Çarşamba günü (yarın) Bombalara Karşı Sofralar’ın Tepebaşı, Aynalı Çeşme Caddesi 16/2’de bulunan adresinde saat 16:00’dan 21:00’e kadar devam edecek etkinlikte artık gelenekselleşen Pişirme, Sofra ve Atölye düzeneği devam edecek.

4.bombalara-karsi-sofralar-yesil-gazete...

Programa göre 16:00 – 19:00 arası Teneffüs Kafe’de Pişirme, 19:00’de her zamanki yerde Sofra ve en nihayet 19:45’de “Zehirsiz Ev” Atölyesi gerçekleşecek.

Biz, Yeşil Gazete ahalisi olarak bu kadarını aktarabildik. Yok, ben daha da bilgi isterim derseniz sizi Bombalara karşı Sofralar’ın facebook etkinlik sayfasına alalım.

(Yeşil Gazete)

İstanbul Film Festivali yönetiminden rest: Sansür varsa Festival yok!

“Bakur” belgeselinin, Kültür Bakanlığı’nın baskısı sonucunda 34. İstanbul Film Festivali’ndeki gösteriminin iptal edilmesinin ardından festival yönetimi bugün yaptığı basın toplantısında “Festivalden çekilen filmlerin aldıkları kararı festival olarak destekliyoruz” açıklamasını yaparak, festivaldeki tüm yarışmaların ve festival kapanış töreninin iptal edildiğini duyurdu.

1.film festivali, sansür
Foto: Yeşim Burul

Bakur filmine yönelik sansürün ardından festivalde yer alması beklenen birçok filmin yönetmeni ortak bir açıklama yaparak filini festivalden çekmiş, aynı zamanda uluslararası yarışma jürisi de festivalden çekilmişti.

https://youtu.be/N3w-FIAakDM

Festival yönetiminin bugün düzenlediği toplantıda ilk sözü alan İstanbul Film Festivali Direktörü Azize Tan, Kültür Bakanlığı’nın 11 Nisan’da İKSV’ye bir yazı göndererek, kayıt tescil belgesi olmayan filmlerin gösterilmesi halinde yaptırım uygulanacağını bildirdiğini belirterek, İstanbul Film Festivali’nin ise katılımcılarda belge şartı aramadığını söyledi. “Yönetmeliğin değişmesi için festival olarak daha önce de görüşmelerde bulunmuştuk. Bu yaşananların bahsi geçen yönetmeliğin değiştirilmesi için sinema camiasını bir araya getiren bir fırsata dönüşmesini umuyorum” diyen Tan, festivalden çekilen filmlerin aldıkları kararı festival olarak desteklediklerini açıkladı. Tan, festivalde filmlerini göstermeme kararı alan film ekiplerini de gösterim saatlerinde sinema salonlarına gelerek, kendilerine ait olan bu süreyi bir tartışma alanına çevirmeye davet etti.

Uluslararası yarışma jüri başkanı Rolf de Heer de toplantıda bir açıklama yaparak, “Uluslararası Yarışma Jürisi ifade özgürlüğüne bir saldırı olarak gördüğü bu hadise nedeniyle festivalden çekilmiştir” duyurusunu yaptı. Yarışma olmamsına rağmen yarışmadaki filmlerin gösterimlerine devam edileceği açıklandı.

“Filmin yasaklanmasına çok önceden karar verilmiş. Kararın siyasi olduğunu düşünüyorum” diyen ulusal jüri başkanı Zeki Demirkubuz, sözlerine şu şekilde devam etti:

“En iyi filmler faşist dönemlerde çıkar, bu dönemde zekası sinema yapmaya yetmeyen, sinema da yapmasın. Film bahane, bir hafta önce öldürülen katırların da bu kararda etkili olduğunu düşünüyorum. Filmin yasaklanmasına çok önceden karar verilmiş.”

Festivalden filmlerini çeken 22 yerli filmin yönetmen ve yapımcıların da toplantının sonunda bir açıklama yaparak, 14 Nisan Salı günü saat 15.30’da Atlas Sineması’nda bir basın toplantısı gerçekleştireceklerini duyurdu.

(Yeşil Gazete)

Bir günde ikinci büyük kayıp: Eduardo Galeano öldü

Edebiyat dünyası aynı gün içinde Günter Grass’tan sonra ikinci kötü haberi Eduardo Galeano‘dan aldı. Uruguaylı yazar, 74 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Galeano, Cuma günü akciğer kanseri sebebiyle Uruguay’ın başkenti Montevideo’daki bir hastaneye kaldırılmıştı.

Galeano1971 yılında yayımlanan ‘Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ eseri klasikleşen Galeano’nun yapıtları 20 dile çevrildi.

‘Gölgede ve Güneşte Futbol’ gibi futbol üzerine kitaplarıyla da bilinen Galeano, gazetecilik ve yazarlığa başlamadan önce fabrika işçiliği de yaptı.

Galeano’nun eserleri şöyleydi: Ateş Anıları, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Biz Hayır Diyoruz, Tepetaklak, Zamanın Ağızları, Yürüyen Kelimeler, Kucaklaşmanın Kitabı, Gölgede ve Güneşte Futbol, Söz Mezbahası,Görüşmeler, Gözlemler, Görünümler, Aynalar, Ve Günler Yürümeye Başladı.

(Evrensel)

Yaşar Kemal’in ardından Günter Grass da öldü

Nobel ödüllü yazar Günter Grass bugün hayatını kaybetti. Çağdaş Alman edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan ve ilk romanı Teneke Trampet ile tanınan Günter Grass 88 yaşındaydı. Bu sabah Lübeck’de ölen yazar 1999’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı.

1927’de bugün Polonya’ya bağlı olan Gdansk‘ta (o zaman Danzig Hür Devleti) doğan Grass, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yazmaya başladı. İlk ve en önemli romanı olan ve Volker Schlöndorff tarafından filme de uyarlanan Teneke Trampet’i 1959’da yayımlayan Grass’ın Türkçe’de yayımlanan eserleri arasında Teneke Trampet, Dişi Fare, Yengeç Yürüyüşü, Kafadan Doğumlar, Soğanı Soyarken ve Yüzyılım sayılabilir.

kemal-and-grass-muesluem-bayburs-kf

28 Şubat günü aramızdan ayrılan Yaşar Kemal‘in de yakın dostu olan Grass, Yaşar Kemal’in ölümünün ardından Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısında şunları söylemişti: “Benim övgüsünü yaptığım türden bir edebiyat, eğer bir çeşit yol göstericilik yapabiliyorsa, o zaman bugün burada toplanmış olan bütün yazarlar, yayıncılar, kitapçılar; kısaca politik sorumluluğunun bilincinde olan tüm insanlar, Yaşar Kemal’ın seslenişine uymaya, onu daha da ileriye taşımaya ve onunla birlikte evrensel insan haklarının geçerli kılınması için, silahların iktidarının sona ermesi için, en ücra köylere kadar barışın egemen olması için mücadele vermeye çağrılıdırlar.”

(Yeşil Gazete)

Alakır Nehri Kardeşliği’nden acil çağrı: “Ölüyoruz!”

22317_1062154620468014_8934005880944098482_nAlakır Nehri Kardeşliği bu sabah Facebook sayfasında yayımladığı açıklamada ADO şirketinin sondaj kepçesinin biraz önce vadiye girdiğini açıkladı ve Alakır 1 ve 2 HES’lerini durdurmak için acil durum ilan etti.

Yaşam savunucularının yayınladıkları dilekçeyi yetkili adreslere göndererek tepki göstermesini isteyen Alakır Nehri Kardeşliği aktivistleri “Alakır için bu son cephe dostlar! Eğer bu Alakır 1 ve 2 HESleri de durduramazsak, vadiyi, içindeki tüm canlıları ve mücadeleyi kaybetmiş olacağız” dedi.

Alakır Nehri Kardeşliği’nin çağrı metni ve örnek dilekçe ile ilgili adresler şöyle:

ALAKIR’dan ÇAĞRI ve ÖNEMLİ DUYURU!!!
ADO şirketi az önce sondajını soktu Alakırdaki tüm canlıların kalbine!Ölüyoruz!!

Ocak ayında izinleri olmadığından engelleyebildiğimiz ADO şirketinin sondaj kepçesini durduramadık bu sefer canlar!

Canımız yanıyor!
Kalbimize hançer gibi sapladılar sondajı!

Bu iznin verilmemesi için kampanyalar düzenlemiştik.
Sizler o kadar destek vermiştiniz.

Geçen günlerde ADO enerji şirketinin müdürü Ender Çakmak ile Antalya Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nden ÇED ve Çevre İzinleri Şube Müdürü İbrahim Özçelik Kumluca’da yemek yerken görülmüştü.
Bu yemek sonrası birlikte gittikleri Kumluca Orman İşletme Müdürü’nden bir şekilde bu sondaj iznini alır almaz geldiler kepçeleri ve sondaj makinalarıyla, zaten 5 HES ile can çekişmekte olan Alakır’a son ölümcül darbeyi vurmaya..

Burada toprağına, suyuna, canına sahip çıkacak yaşayan nüfus yok canlar!
Olanları da ya korkuttular ya da para ile kandırdılar!

Alakır için bu son cephe dostlar!

Eğer bu Alakır 1 ve 2 HESleri de durduramazsak, vadiyi, içindeki tüm canlıları ve mücadeleyi kaybetmiş olacağız.

ADO şirketinin sondajını soktuğu bu yer, Alakır nehrinin kaynaklarının bulunduğu el değmemiş son alan ve aynı zamanda geçenlerde yeni bir alabalık türü olarak keşfedilen ‘Alakır Alası (Salmo Kottelati)’nın yaşama ve üreme alanı.

Alakır Vadisi’nin danıştay tarafından da onanmış olan ‘1. Dereceden Doğal SİT Alanı olarak koruma altına alınması’ kararı 1 senedir ilgili yürütme organı olan ‘Antalya Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ tarafından uygulanmamaktadır!

Bu aşamada sizden dileğimiz can dostları, altta örneğini verdiğimiz dilekçeyi ilgili adreslere göndererek Alakır’da yaşam mücadelesi veren canlılara destek olmanız.
Yaşam mücadelesi veren onca canlının sesini duyurmasında yardımcı olmanız.

Dilekçelerimizi yollayalım, paylaşalım, duyuralım..

Adalet için!
Yaşam için!
Alakır için!
Hep birlikte mücadeleye!

‪#‎ADOşirketiAlakırdanEliniÇek‬
‪#‎AlakırRantDeğilKorumaAlanı‬
‪#‎AlakırdaDahaFazlaHESistemiyoruz‬

ANTALYA ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK İL MÜDÜRLÜĞÜ’NE,25/11/2014 tarih- 29186 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren Çed Yönetmeliği’nin 6/3 maddesi “ Bu Yönetmeliğe tabi projeler için “Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu” kararı veya “Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir” kararı alınmadıkça bu projelerle ilgili teşvik, onay, izin, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez, proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez.” Hükmündedir.

Alakır Deresi üzerinde “ADO Madencilik Elektrik Üretim San. ve Tic. A.Ş” tarafından kurulmak istenen Alakır 1 ve Alakır 2 Regülatörü ve Hes’leri için çed süreci halen devam etmekte iken yani henüz çed olumlu/olumsuz kararı verilmemişken verildiği iddia edilen bir sondaj izni ile dere yatağında çalışmalar başlamıştır.

a) Proje hakkında çed gerekli değildir ya da çed olumlu kararı verilmeden projeye dair çalışmalar yapılması yönetmeliğin 6/3 maddesine aykırıdır. Derhal çalışmaların durdurulması gerekir.

b) Jeolojik Sondaj Kuyusu çalışmaları yapılan alan Alakır Deresi dere yatağıdır. Dere yataklarında yapılacak her türlü çalışma için DSİ Genel Müdürlüğü’nden izin alınması şarttır. Söz konusu jeolojik sondaj kuyusu için DSİ’den izin alınmış ise iznin belgesinin tarafımıza gönderilmesini, İzin alınmamış ise ivedilikle çalışmaların yine durdurulması gerekmektedir.

c) Dere yatağında çalışma yapabilmek için diğer yandan Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği gereğince sulak alan izin belgesi alınması gerekmektedir. Söz izninin verilip verilmediğinin tarafımıza bildirilmesi ve eğer verilmemiş ise çalışmaların yine derhal durdurulması gerekmektedir.

d) Alanda yeni tespit edilen ‘Alakır Alası’ olarak adlandırılan balık türünün tek nokta endemik bir tür olduğu söylenmekte olup, tek nokta endemik bir türün yaşam alanlarının zarar görmesi hem ulusal mevzuatımıza aykırıdır, hem de tarafı olduğumuz Avrupa’nın Yaban hayatının Korunmasına Dair Bern Sözleşmesi hükümlerine aykırılık oluşturmaktadır. Bu sebeple de yine çalışmaların ivedilikle durdurulması gerekmektedir. Diğer yandan Dere yatağında yapılacak çalışmalar için Gıda tarım ve Hayvancılık İl Müdürlüğü’nden de izin alınması gerekmekte olup, izin verilmiş ise izninin tarafımıza gönderilmesi, verilmemiş ise yine çalışmaların derhal durdurulmasını talep ediyoruz.

Yukarıda arz ve izah ettiğimiz sebeplerle derhal taleplerimizin yerine getirilmesini, çalışmaların durdurulmasını, gecikmeye mahal verilmesi halinde ilgili gördüğümüz tüm kamu görevlileri hakkında hukuki ve cezai başvurularda bulunacağımızdan bilgi edinilmesini talep ederim.

ADRES:
İSİM/SOYAD:
TC No:

Adres: Meltem Mahallesi. Dumlupınar Bulvarı. No:135
07030 Muratpaşa/Antalya

E-posta: [email protected]

Faks: 0242 237 00 16

(Yeşil Gazete)

Haftanın Tortusu

tortu* Ağrı’da başından sonuna garip bir olay ve ölen insanlar * Bir grubun konser vermesinden korkan devlet * Muhalefetin iktidarı hedef alması, TRT’yi sansüre itti * Aday listeleri açıklandı * Sosyal medyaya bir günlük sansür

* Ağrı’da başından sonuna garip bir olay ve ölen insanlar Seçime yaklaştıkça, normal demokratik bir ülke olmamanın etkilerini hissetmeye başladık. Bu hafta neredeyse her gündem seçimle bir şekilde bağdaştırılabilir, bir şekilde seçime yorulabilirdi. İşte Ağrı’da gerçekleşenler. Öncelikle şunu söylemek lazım. Ağrı’da ne olduğunu anlamaya yönelik olarak gösterilen çabaların, çıkan görüntülerin ya da ulaşılan kişisel tanıklıkların topluma ulaştığı yok. Yani bırakın gerçeği, gerçeği arama çabası bile topluma yayılmış durumda değil. Bu açıdan Ağrı’da yaşananlar, planlayanlar için “başarılı” bile denebilir. Gerçeklere ulaşma çabası sonucunda elde edilenler, 15 askerin ölsün diye bir çatışmaya sokulduğu, o askerlerin bir bölümünün yaralı olduğu ve yaralı olanlar da dahil olmak üzere oraya giden halk tarafından kurtarıldıkları. Bir de ölen ve yaralananlar var. Yani aslında çatışmaya hazır olan da iki taraf var. Halk askerlerin önüne geçerek askerleri kurtarıyor. Halk birbiriyle savaşmaya hazır ve hatta savaşıp ölen, öldüren iki tarafın arasına giriyor. Barış sürecinde geldiğimiz nokta, feda edilen askerler ve eli tetikte olan taraflar.

Tüm bu olayların başında Genelkurmay’ın yaptığı açıklama ise seçime ve Türkiye’deki güç dengelerine yönelik güzel bir özet: “Vatandaşlarımıza seçimde destekledikleri adaylara oy vermeleri konusunda…” Kısaca TSK da, seçime girmiş bulunuyor.

* Bir grubun konser vermesinden korkan devlet Grup Yorum, her sene Bakırköy Meydanı’nda konser verirdi. İzleyen sayısı da yüzbinlerle ifade edilirdi. Yani yüzbinlerce insan, neredeyse tüm Türkiye’den, kalkıp Bakırköy’e giderdi ve konseri dinlerdi. En ufak bir olay duyuldu mu? Fakat 2015’te devlet bir takım nedenler yaratıp konseri engelledi, bunu protesto eden grup üyelerini gözaltına aldı. Konseri dinlemek için Bakırköy’e gelenlere yaptıkları ile de ilçeyi gaza boğdu. Olay çıkar diye konseri iptal edip, olayı kendi çıkardı.

* Muhalefetin iktidarı hedef alması, TRT’yi sansüre itti CHP seçim kampanyasına başladı ve ilk sloganını ortaya attı: Milletçe alkışlıyoruz! Reklam filminde ise AKP’nin adını geçirmeden bir takım eleştiriler sıralamış CHP. Bu reklam filmi günlerdir dönüyor ekranlarda ama bir kanal hariç: TRT! Devletin resmi kanalı, tüm vatandaşların vergileriyle beslenen ve vergileri ne işe yaradığı belirsiz yandaş/yalaka tiplere akıtma işlevine sahip kanal bu reklam filmini yayınlamayı kabul etmedi. Gerekçe? İktidarın hedef alınması! Seçime 2 ay kala, muhalefetin iktidarı hedef almasını garip karşılayan ve siyasi analiz programları da yayınlayan bir devlet kanalı!

* Aday listeleri açıklandı 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri için aday listeleri açıklandı. AKP listeleri dışında tüm listeler tartışılıyor, konuşuluyor. AKP listelerinin kimlerden oluştuğundan çok kim tarafından oluşturulduğu daha çok ilgi çekti. Küçük Gökçek’in listeye girememesi ise belki de listenin tek rengi oldu. CHP’nin ve HDP’nin renkli listeler yaptıkları, MHP’nin de oyunu beklenenden daha yükseğe taşıma yönünde bir hamle yaptığı da ortada.

* Sosyal medyaya bir günlük sansür Hafta başında, geçen hafta gerçekleşen Adliye saldırısı bahane edilerek sosyal medyaya bir sansür uygulandı. Bir kişinin aldığı bir karar sonucunda Facebook, Twitter ve Youtube kapatıldı. Tabi herkes bu sansür kararını yine o sosyal medya hesaplarından duydu, duyurdu yani insanlar sansüre karşı önlemlerini almış durumdalar fakat yine de olası bir sansürün geniş kesimler üzerinde etkili olduğu da gerçek. Burada da hemen akla seçimler geliyor. 30 Mart 2014 seçimlerinde yaşananlar bu mecralardan duyurulmuştu, yayılmıştı. Şimdi yine bir bahane uydurularak 7 Haziran’da yapılacak olan bir sansür hamlesinin kendisi dahi seçimlerin dürüst bir ortamda yapılmadığının kanıtı olacaktır.

Japonya hükümetinden yetersiz iklim kararı

Ülkenin önde gelen ajanslarına göere, dünyanın beşinci büyük karbon salım rakamlarından sorumlu Japonya, daha önceki vaadlerinin aksine bir açıklama ile sera gazlarında 2030 yılına kadar 2013 seviyesinin %20’sinin üzerinde bir indirime gideceğini açıklamaya hazırlanıyor.  Hükümet kaynaklarına işaret eden ajanslar, hükümetin, Fukuşima nükleer kazası ardından ortaya çıkan “özel koşullar”ı gerekçe göstermesini bekliyor. Muhafazakâr ve ekonomik büyüme odaklı Abe hükümeti sözcüsü, bundan bir yıl önce, Kyoto anlaşması çerçevesinde önceki hükümetlerce yapılan vaadleri “temelsiz” olarak nitelemişti.
Fukuşima’da yaşanan üçlü nükleer kaza ve felâket ardından tüm nükleer santrallerini testler ve bakım için kapatan ve kamu itirâzı ve güvenlik kaygıları karşısında tekrâr devreye alamayan ülke, yükselişte olan yenilenebilir kullanımına rağmen hâl-i hazırda elektrik ihtiyacının %90ını fosil yakıtlardan elde ediyor, bu sebepten emisyonları düşüşte değil yükselişte.

Fukuşima nükleer kazası ardından emisyonlarının %40'ından sorumlu elektrik altyapısında fosil yakıtlara yönelen Japonya, şimdi yenilenebilirlere yönelmeli ve tüketimini sorgulamalı.
Fukuşima nükleer kazası ardından emisyonlarının %40’ından sorumlu elektrik altyapısında fosil yakıtlara yönelen Japonya, şimdi yenilenebilirlere yönelmeli ve tüketimini sorgulamalı.

Japonya’nın beklenen ulusal olarak belirlenmiş katkı niyeti (INDC), 2030’a kadar 2005 seviyeleri üzerinden %20 indirimi, daha önceki gerçekçi vaad 1990 seviyeleri üzerinden %25 indirime kıyasla büyük bir geri adım. Bu hedef (1990 seviyelerinin üzerinden %8’e denk), 2030’a kadar 1990 seviyeleri üzerinden %40 indirim vaad eden AB, ve 2020’ye kadar 2005 seviyeleri üzerinden %26-28 indirim (1990 seviyelerinin üzerinden %22.3-%24.1) hedefleyen ABD‘yle kıyaslandığında, ayni zamanda endüstriel ve tarihi sorumluluğa sahip bir ekonomi için bir çelişki. Japan Times gazetesi de yayınladığı başyazıda hükümeti mevcut sosyal ve ekonomik yapının değişmeyeceği konusunda inatçı olmakla suçladı ve diğer ileri ekonomilerin yaptığı gibi ekonomik büyüme sağlarken düşük karbon-yoğun bir yapıya dönüşşmenin yolunu bulmaya davet etti.
Aralık ayında Paris’te yapılacak ve iklim değişikliğini 2ºC ile kısıtlı tutma şansını artırmak için tarihi bir anlaşma hedefleyen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) 21. Taraflar Konferansı (COP21) iklim zirvesi öncesinde Türkiye ise henüz bir hedef açıklamış değil.

 

Düzeltme notu: Bu yazının ilk hâlinde bir hesap hatası sonucu Japonya’nın vaadi 1990 emisyonlarının%15,3 altına tekabül eder olarak verilmişti. Gerçek oran %8 olarak düzeltildi. (13 Nisan 2015, 14:38)

 

(Yeşil Gazete, BBC, Japan Times, Ajanslar)

Akademisyenler, üniversiteleri fosil yakıt yatırımlarını geri çekmeye çağırıyor!

Emma Howard tarafından the Guardian’da yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Tuba Bucak‘ın çevirisiyle sunuyoruz.

350

 

2000 araştırmacının year aldığı Academics Stand Against Poverty (ASAP – Yoksulluğa Karşı Duran Akademisyenler) örgütü, dünyadaki bütün üniversiteleri fosil yakıt yatırımlarından vazgeçtiklerini açıklayan önce gelen üniversitelerden Stanford, Syracuse ve Glasgow Üniversiteleri’nin izinden gitmeye çağırdı. Çağrı metinlerinde gençliği eğiten ve gelecek için öncü araştırmalar yapan üniversitelerin geleceğin yıkımına yol açacak bir endüstriye yatırım yapmalarının etik dışı ve savunulamaz bir durum olduğundan bahsettiler. Akademisyenler olarak iklim değişikliğinin yaratacağı riskleri anlamak için ayrıcalıklı bir konumda olduklarını ve harekete geçmek için güçlü adımlar atılması gerektiğini eklediler.

 

ASAP’ın çağrısı, geçen ay the Guardian gazetesinde başlayan Keep it Ground (Yerin altında bırak) kampanyasının da temelini oluşturdu. Bu kampanya dünyanın en büyük vakıflarından Bill ve Melinda Gates Vakfı ve Wellcome Trust vakıflarına fosil yakıt yatırımlarından çekilmeleri için çağrı yaptı. Bu kampanya 176.000 imza toplayarak büyük bir etki yarattı ve geçtiğimiz hafta, The Guardian Medya Grubu da fosil yakıt şirketlerine olan yatırımlarını geri çekeceğini açıkladı.

ASAP başkanı, Küresel Adalet Programı Direktörü ve aynı zamanda Yale Üniversite’sinde professor olan Thomas Pogge, fosil yakıt sektöründen çekilmenin aynı zamanda Aralık ayında Paris’te yapılacak Uluslararası İklim Değişikliği Konferansı öncesi bir politik baskı yaratacağını da düşünüyor. Kısa vadede bunun piyasada çok büyük bir etki yaratmayacağı düşünülebilir-şüphesiz ki biri yatırımdan çekilince başkaları devralacaktır.- Fakat, Stanford Üniversitesi ve Guardian gibi kurumların açıklamalarının oldukça büyük bir politik gücü de var ve bu devlet politikalarını etkileyecektir.

ASAP üyeleri, 1 Nisan’da oybirliğiyle küresel ölçekte fosil yakıt yatırımlarından çekilme hareketini destekleyeceklerini açıkladılar. Üniversite ve pek çok vakfı içeren 220’den fazla kurum 350.org’un başlattığı kampanya ile fosil yakıt sektöründen paralarını çekeceklerini açıkladılar.

ASAP başkanı Pogge, gelişmekte olan ülkelerin enerji ihtiyacını öne sürerek fosil yakıt yatırımlarına devam etmelerinin onları haklı çıkarmayacağını söylüyor. Gelişmekte olan ülkelerin büyümek için fosil yakıtlara ihtiyacı olduğu algısı yaratılsa da bu durum böyle devam etmek zorunda değil. Artık ülkelerin ekonomilerini fosil yakıtlara dayandırmadan nasıl büyüyebileceklerini ve gelişebileceklerini düşünüp buna yönelik politikalar geliştirmesinin vakti geldi. Ne yazık ki şu an tam tersi bi durum var.

Tıbbi araştırmaları destekleyen Wellcome Trust vakfının Shell, BP, Rio Tinto ve BHP Bilition’da en az 450 milyon Euro değerinde yatırımı mevcut. Guardian’ın kampanyasına karşılık, vakıf direktörü Jeremy Farrar yaptığı konuşmasında fosil yakıt şirketleriyle olan stratejik ortaklıklarını, fosil yakıt kullanımının ekonomi, refah düzeyi ve sağlık için gerekli olmasına bağlıyor. Özellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde, büyüme ne yazık ki sağlığın en önemli garantörü durumda.

ASAP ise karşı argüman olarak, iklim değişikliğinin küresel Güney’deki yoksulluğun azaltılması ve kalkınma gibi fosil kaynaklardan elde edinilen kazanımları gıda sıkıntısı, bulaşıcı hastalıklar, büyük göçler gibi sonuçlarla anlamsız kılacağını belirtiyor. IPCC’nin 5. Değerlendirme Raporu’na göre iklim değişikliği çok boyutlu yoksulluğu arttıracak ve özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yeni yoksunluk durumları yaratacak.

Petrol, kömür ve doğal gaz şirketlerinde yaklaşık 1,4 milyar Dolar yatırımı olan Bill ve Melinda Gates Vakfı, Keep it Ground kampanyasıyla ilgili henüz resmi bir açıklama yapmadı. Fakat kurum sözcüsü iklim değişikliğine karşı yapılan kampanyalara saygı duyduklarını ve özellikle Bill Gates’in temiz enerji kaynaklarının geliştirilmesi konusunda zaman ve kaynak ayırdığını belirtti.

Seçimler, ekoloji ve yeşil politika

Çevre ve ekoloji sorunları bugüne dek Türkiye seçimlerinde bir gündem maddesi haline gelemedi. Bunun nedenleri arasında, 1980’lerden bu yana kurulan yeşil partilerin sol koalisyonlara yaptıkları katkılar dışında seçimlere katılamamalarının, yani yeşil bir partinin oy pusulasına girememesinin, ya da yeşil kimliğe haiz siyasetçilerin ön plana çıkmayı ve popüler olmayı başaramamalarının büyük payı olduğunu düşünüyorum. Zira siyasette, özellikle de seçim süreçlerinde çoğu zaman, konulardan ziyade söylemin, sözü topluma taşıyan kişinin, konunun temsilinin, hatta simgelerin belirleyici rolü olduğu ortada. Yani ekoloji meselelerinin ya da yeşil politikanın siyasi gündeme dahil olamamasının artık örneğin “Türkiye’nin gelişmiş bir sanayi ülkesi olmamasıyla” bir ilgisi yok. Yaşam alanlarına ve doğaya yönelik saldırıların herkesten önce yoksulları, köylüleri ve dezavantajlı toplumsal kesimleri ezdiği bir sistemde, “Önce yoksulluğu çözelim”, boş bir slogan. Sermayenin bütün sınırları yıktığı bir küresel sistemde, “Emperyalist batı Türkiye’de çevreyi yok ediyor”, bir avunmadan ibaret. Zaten Türkiye ne yazık ki gelişmişlik düzeyinin çok ötesinde ekolojik sorunlar yaratmayı, doğayı ve küresel ekoloji sistemi tahrip etmeyi de başarıyor. Bir başka deyişle sorunun temelinde zaten bu ekonomik büyüme tabusu ve kalkınma telaşı yatıyor. Hızlı bir tahlil yapmak gerekirse, yeşil bir partinin siyasi yelpazeye dahil olamaması da “gelişmişlik düzeyi”yle değil, öncelikle demokratik siyasi sistemin tıkalı olmasıyla ilgili. Küçük ve tabanda oluşan yeni hareketlerin kitleselleşmesine kapalı bir siyasi sistemle (başta yüksek seçim barajı olmak üzere, seçimlere katılma şartlarının ağırlığı, partilerin hazine yardımı alamaması ve diğer yasal engeller) Türkiye’de yeşil politikanın popülerleşebilmesi sürpriz olurdu.

Öte yandan yeşil bir partinin seçimlerde varlık gösteremediği neredeyse tek Avrupa ülkesi olarak kalan Türkiye’de, çevre ve ekoloji meseleleri çoğu zaman başka temsiller altında da olsa günlük siyasetin, haberlerin, toplumsal mücadelelerin odak noktaları arasında yer alıyor. Hem son yılların en büyük halk hareketleri arasında yer alan HES, termik santral, üçüncü köprü mücadeleleri gibi yerel ekoloji hareketleri, hem nükleer karşıtlığının yaygın bir toplumsal karşılık bulmuş olması, hem de bütün siyasi dengeleri değiştiren Gezi direnişinin bir ekoloji ve demokrasi mücadelesi olarak başlaması dikkate değer. Demek ki bir ülkede ekoloji başlığı altında anılabilecek toplumsal hareketlerin olması, hatta bu hareketlerin çıkış noktalarının oldukça ciddi bir sorun alanı olarak görülmesi, meselenin siyasileşmesine yetmiyor. Kuşkusuz bunda çevre ve ekoloji hareketlerinin aktörlerinden kaynaklanan yetersizlikler ve hatalar da vardır. Ancak ortada içe dönük bir değerlendirmeyle halledilebilecek kadar küçük bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Tam aksine yapısal bir meseleyle karşı karşıyayız.

Örneğin giderek hızlanan, mevcut siyasi ve ekonomik sistemin doğrudan sonucu olan ve radikal önlemler alınmadığı sürece önümüzdeki 30-40 yıl içinde canlı yaşamı yok oluş tehdidiyle karşı karşıya bırakacak büyüklükte bir sorun olan iklim değişikliği bir siyasi gündem maddesi olamıyor. Sorunun daha fazla üretebilmek ve tüketebilmek için yakılan fosil yakıtlar (kömür, petrol, doğal gaz) ve havadaki karbon dioksiti temizleyen ormanları yine bu ekonomik etkinlikler uğruna yok etmek dışında bir nedeni yok. Yani iklim değişikliği teknik önlemlerle temizlenebilecek bir çevre kirliliği sorunu değil. Sorunu sistem içinde çözmeye çalışan pek çok çabanın yetersiz, hatta anlamsız olduğu da ortada. Neoliberal politikalar, şirketlerin egemenliği ve halkın siyasete ve karar süreçlerine katılımının engellenmesi sorunun ayrılmaz parçaları arasında yer alıyor ve meşhur slogandaki gibi “iklimi değil, sistemi değiştir”mekten başka gerçekçi bir çözüm ortada görünmüyor.

İklimi değiştiren her şeyden kar sağlayan şirketlerin (en hafif deyimiyle) etkisi altında olan sistem partilerinin söyledikleri, çözümü ertelemekten başka bir anlam taşımıyor. Ancak kendini sistem karşıtı olarak tanımlayan, sol, radikal, muhalif partilerin ya da siyasi hareketlerin de iklim değişikliğiyle ilgili pek fazla bir sözleri yok. Aynı şekilde doğayı tahrip eden, yerel toplulukların yaşam alanlarına ve herkese ait olan müştereklere el koyan, insan ve çevre sağlığına zarar veren madenler, barajlar, kirletici sanayi tesisleri, inşaat çılgınlığı, nükleer santrallar gibi sorunlar da ne program düzeyinde ne de seçim sözlerinde kendilerine anlamlı bir yer bulabiliyor.

O halde sorunun kökeninin derinlerde bir yerde yattığını ve çok temel bir anlayıştan kaynaklandığı iddia edebiliriz. Bu da geleneksel kalkınmacı söylemin en sağdan en sola kadar bütün siyasi hareketleri esir almasıdır. Kalkınmanın bir tabu olmaktan çıkarılmasının ve sürdürülemez endüstriyalist sistemin sorgulanmasının Avrupa’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi siyasi alanı zorlayan ve ciddi bir rakip haline gelen yeşil politikayla ve ekoloji meselesinin siyasallaştırılmasıyla mümkün olduğunu düşünüyorum. Özgürlükçü, antikapitalist bir yeşil siyasi hareketin büyütülememesi toplumsal ve siyasi bir çıkmaz sokak yaratıyor. Bu da başta belirtmeye çalıştığım gibi öncelikle demokrasiyle ilgili bir mesele. Demek ki ekoloji ve demokrasi mücadelesi aslında aynı kapıya çıkıyor.

7 Haziran seçimlerinde HDP’nin yarattığı rüzgâr önemli bir şans yaratıyor. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin de bir parçası olduğu, diğer pek çok ekoloji hareketleri tarafından da desteklenen HDP, 30 yıldır siyasi sistemi tıkayan barajı aldığı oylarla yıkarak sadece AKP’nin kurmaya çalıştığı tek adam rejimine ağır bir darbe vurmakla kalmayacak, aynı zamanda demokratik bir siyasi sistemin kurulması yolunda da önemli bir değişim yaratacak. HDP’yi oluşturan siyasi hareketlerin hak ettikleri parlamenter temsili elde ettikleri ve bunun da büyük katkısıyla Kürt sorununda barışın kalıcı hale geldiği yeni dönemde ekoloji meselesini ve yeşil politikayı daha yüksek sesle tartışmaya başlayabiliriz. Üstelik HDP şu anda politik ilkeleri ve duruşuyla ekolojist bir dilin kurulabileceği, kalkınma tabusunun sorgulanabileceği, seçim ağırlığına sahip tek büyük siyasi platform. HDP’ye ekoloji hareketlerinin ve yeşillerin ellerinden gelen bütün desteği vermeleri HDP politikalarının oluşturulmasına yönelik katkıların yanı sıra, bu nedenlerle de büyük önem taşıyor.

Bu yazı ilk önce 12 Nisan 2015 tarihli Evrensel gazetesinin Pazar ekinde Ekolojik Toplumun Seçimi dosyası kapsamında yayımlanmıştır.

“Erdoğan’ın hükümetten isteyip de alamadığı şey ‘Başyücelik’ olabilir mi?” – Murat Özbank

AKP saflarında, bir yanda Erdoğan ve Erdoğan’a koşulsuz biat eden ya da hiç değilse kamuoyu önünde bu izlenimi vermeye özen gösteren “Erdoğancılar” ile, Erdoğan’ın irade beyanlarını ve ödün vermez, buyurgan üslubunu eleştirmeye, onunkinden farklı fikirleri sadece kapalı parti toplantılarında değil, ürkek, çekingen, mahçup bir ifadeyle de olsa, kamuoyu önünde de dile getirmeye cüret edebilen bazı partililer arasında bir ayrışma olduğu, Gezi Eylemlerinden bu yana sezilen, konuşulan ama AKP’lilerin varlığını özenle gizlemeye çalıştığı bir gerçekti. Bu gerçek, Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildikten, Ahmet Davutoğlu da Başbakan olduktan sonra daha belirgin bir hal aldı. Önce Cumhurbaşkanının hükümeti toplayacağını Ahmet Davutoğlu’nun değil de, Erdoğan’ın gayri resmi danışmanı Binali Yıldırım’ın açıklaması; daha sonra Davutoğlu hükümetinin meclise getirmeye niyetlendiği “şeffaflık” paketini, MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın ise milletvekili adaylığını, Erdoğan’ın açık itirazı üzerine geri çekmek zorunda kalmaları ve nihayet Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve faiz indirimi konusunda sonunda “tatlıya bağlanan” çıkışı — bunların tümü, AKP saflarında Erdoğan’ın dediğim dedik liderlik tarzı ile ilgili olarak var olan, ama kamuoyuna ancak “söylentiler” şeklinde yansıyan hoşnutsuzluğun, artık dışarıdan da görülebilecek boyutlara ulaştığını gösteren olaylardı. Gelgelelim bu ayrışmanın artık reddedilemez bir aleniyet kazanması, Erdoğan’ın barış sürecinde oluşturulan “izleme heyetini” onaylamadığını belirten açıklaması, Bülent Arınç’ın da “barış sürecinde sorumluluk hükümette, sen hele bir sus” minvalideki çıkışıyla oldu. Yine Bülent Arınç’ın “Erdoğan güçlü, ama hükümet olarak biz de güçlüyüz” minvalindeki resti ise bu yarılmayı masum bir “aile içi tartışma” boyutundan çıkartıp, açık bir güç mücadelesine, bir inatlaşmaya dönüştürdü. Erdoğan’ın hep yaptığı şeyi yapacağı, yani bu inatlaşmada da “sağlam iradesini” konuşturacağı ve geri adım atmayacağı, tam aksine tırmandıracağı, çok geçmeden belli oldu. Önce hükümetin barış sürecinde Kürt hareketi ile yapılacak müzakerelerin çerçevesini belirleyen mutabakat protokülünün, Dolmabahçede HDP temsilcileri ile birlikte açıklamasını yanlış bulduğunu, sonra Hükümetin kabul ettiği bu protokolde yer alan “on maddenin onuna da karşı olduğunu” söyledi ve nihayet Öcalan’ın Newroz mektubunda, PKK’nin silah bırakmasının bu on madde üzerinde ilkesel bir anlaşma sağlanması koşuluna bağlanması üzerine de, PKK silah bırakmadığı sürece, barış sürecinin sürmemesi gerektiği yönünde bir irade beyanında bulundu. Bu toz duman içinde, topa Melih Gökçek’in de girip, Bülent Arınç’ı “paralel yapının” adamı olmakla suçlayarak AKP içinde istenmeyen adam ilan etmesi, Bülent Arınç’ın da ona zehir zemberek bir yanıt vermesiyle, AKP saflarında artık üzeri örtülemez boyutlara varan bu ayrışmaya, bir de  kavga boyutu eklendi.

Muhtemelen önümüzdeki günlerde AKP’liler gerilimi düşürmek, çatışmayı yatıştırmak, tarafları uzlaştırmak, olmadı susturmak ve kamuoyunu bu yarılmanın çok da büyük bir şey olmadığına, AKP saflarında hala birlik ve beraberliğin hüküm sürdüğüne, Erdoğan’ın hala bu hareketin gönüllerdeki  lideri olduğuna ikna etmek için bazı adımlar atacaklar. Ancak artık mızrak çuvaldan çıktı ve 13 yıllık AKP iktidarında, daha önce olmayan oldu. Adını koyalım: AKP saflarında Erdoğan’ın nobran, buyurgan politik dili, hoyrat, dediğim dedik politika yapma tarzı hakkında önceleri fısıl fısıl dile getirilen hoşnutsuzluk, büyüdü, serpildi ve açık bir çekişmeye dönüştü. Adı AKP ile özdeşleşmiş Erdoğan ve Erdoğancılar ile, adı Erdoğan ile özdeşleşmiş AKP’nin kurduğu hükümet ve onun destekçileri arasında, kamuoyunun gözü önünde yaşanan bir görüş ayrılığı, bir tartışma, bir çatışma, bir ihtilaf boy gösterdi.

Peki bu ihtilaf ne hakkında? Erdoğan hükümetten ne istiyor da alamıyor? Yanıt, Erdoğan’ın Arınç’ın çıkışından sonra, İzleme heyetinden haberdar olup olmadığına ilişkin bir soru üzerine söylediklerinde gizli:

“Bakın. Hükümetle Cumhurbaşkanı her an her konuyu görüşüyor diye bir şey yok. Yani olaya böyle abartılı yaklaşım doğru değil. O dediğiniz başkanlık sistemine geçtiğimiz zaman olabilir. Başkanlık sistemine geçmeden olmuyor. Orada kendi tasarruflarını kullanmışlar.”

Yani Erdoğan “başkan” olmak, bir başkan gibi hükümetle, her an, her konuyu konuşmak istiyor. Peki Erdoğan nasıl bir başkan olmak istiyor? Bu sorunun yanıtı da, Erdoğan’ın Abdullah Gül’ün yaptığı bir açıklamaya, Gül’ün ismini vermeden gösterdiği tepkide gizli. Hatırlarsınız, bir kaç hafta önce Abdullah Gül,  “bir başkanlık sistemi olacaksa, Türk tipi olmasın,  ABD’de olduğu gibi gerçekten kuvvetler ayrılığının açık seçik sarih bir şekilde yazıldığı, demokratik, hukukun üstünlüğüne dayalı  bir sistem olsun” demiş, şimdiki Cumhurbaşkanımız Erdoğan da ona, isim vermeden, “Türk tipi başkanlık sistemi olmaz diyorlar, bal gibi olur, neden olmazmış?” diye cevap vermişti.

Yani Erdoğan “Türk tipi” bir başkan olmak istiyor. Bu kadarını anladık. Anladık da, Gül’ün olmaz dediği, Erdoğan’ın da “bal gibi olur” dediği bu “Türk tipi” başkanlık modeli ne ola ki? Yani demek istiyorum ki siyaset bilimi literatüründe bilinen iki tür başkanlık sistemi var: Amerikan tipi tam başkanlık ve Fransız tipi yarı başkanlık. Amerikan tipinde, Başkan’ın hem iç, hem de dış politika bağlamında yürütme sorumluluğu ve yetkileri var; ama bu yetkiler, teorisi ilk olarak Montesquieu tarafından yazılmış “güçler ayrılığı” ilkesi çerçevesinde bir “kontrol ve denge” mekanizmasının getirdiği kısıtlara tabi. Fransız tipinde ise Başkan münhasıran dış politika alanında sorumlu ve yetkili, iç politika ise Başbakan’dan soruluyor. Tabii, söylemeye hacet yok, Fransız tipinde de güçler ayrılığı ilkesi işliyor. Ama belli ki “Türk Tipi” başkanlıktan kastedilen bu ikisi de değil. Başka bir şey olmalı.

Peki Türkiye siyasi tarihinde “Türk tipi başkanlık” diye anılabilecek bir sistem örneği var mı? O da yok. Tamam, kamuoyuna yansıyan tartışmalarda padişahlık, sultanlık filan gibi laflar geçiyor ama, Erdoğan arzusunun bu olmadığını da açıkça söylüyor:

“ABD’nin demokrasisi ileri mi ileri, ekonomi ileri mi ileri. Hangi sistem var? Başkanlık sistemi. Biz illa onu almak durumunda değiliz. Bir arı gibi her çiçekten nasibimizi alırız ondan sonra da kendi başkanlık sistemimizi yaparız…  Bize sadece hakaret, iftira demagoji yapıyorlar. Neymiş diktatörlük, padişahlıkmış. Bunların hepsi boş laf. Selin ağzı tutulur, elin ağzı tutulmaz…” (Haberin linkine buradan ulaşabilirsiniz)”

Politik teori literatüründe de, Türkiye siyasi tarihinde de Türk tipi başkanlık sistemi denilen şeyin bilinen bir örneği olmadığına göre acaba bu modelin teorik tarifini, hem Gül’ün, hem de Erdoğan’ın okumuş olduğunu varsayabileceğimiz, başka, daha yerli bir kaynakta bulabilir miyiz? Necip Fazıl Kısakürek’in İdeolocya Örgüsü isimli kitabında mesela? Gül’ün de, Erdoğan’ın da “Milli Görüş” geleneğinden geldiklerini ve islami hassasiyetlerle siyaset yaptıklarını, özellikle Erdoğan’ın bir Necip Fazıl hayranı olduğunu, konuşmalarında ona sık sık atıf yaptığını, Necip Fazıl’ın bu kitabının da, Türkiye coğrafyasındaki siyasal islami hareketin en önemli ideolojik yapı taşlarından biri olduğunu düşünürsek… Neden olmasın? Nitekim bu kitabın “Devlet ve idare mefkuremiz (idealimiz)” başlıklı sekizinci bölümünde, gerçekten de içinde güçler aykırılığı ve hukukun üstünlüğü ilkelerine yer vermeyen bir yönetim sistemi tarif ediliyor .

Necip Fazıl buna “Başyücelik” adını veriyor ve ideal Başyüce’nin yetki ve özelliklerini sıralıyor. Bunlardan, konumuzla ilgili bir kaçını aşağıda alıntılıyorum:

– “Başyüce” kaba ve umumî manasiyle herhangi bir devlet reisi değil, derin ve girift, içtimaî bir remzdir. Bir timsal…

– “Başyüce”nin kendi öz lisanından başka her edâsı ve işi, “Ben milletimin, görünürde en ahlâklı, en bilgili ve en akıllı ferdiyim!” diye ilân edecektir.

– “Başyüce” “Yüceler Kurultayı’nın her şubede lif lif örülmüş kanunlar manzumesine aykırı emir veremez ve vermez; fakat her emri, kanunu tamamlayıcı ve belirtici ayrı bir kanundur. Kanunun birşey söylemediği yerde “Başyüce”nın emri, kat’îdir.

– “Başyüce”nin bir emriyle hükûmet değişir.

– Bütün hükûmet manzumesi, en büyük mümessilinden en küçüğüne kadar onun adına iş görür.

– Kaza cihazı onun adına işler ve adalet onun adına dağıtılır.

– “Başyüce”, bütün icra vasıtalarının ve bütün şubeleriyle ordunun başıdır. Başbuğ, doğrudan doğruya “Başyüce”nin vekilidir…”

Şimdi, acaba Gül’ün olmaz, Erdoğan’ın da bal gibi olur dediği Türk tipi başkanlık, Necip Fazıl’ın tanımladığı bu “Başyücelik” rejimi olabilir mi? Bilmem mümkün değil tabii. Ama bana soracak olursanız, Erdoğan’ın, emirleri kat’i, bir emriyle hükümet değiştirebilen, bütün hükümet manzumesinin, en küçüğünden en büyüğüne kadar onun adına iş gördüğü bir “Başyüce” olmak istediği; hükümete ise zaman zaman “kendi tasarruflarında işler yaparak,” onun emirlerini kat’i görmediği, onun adına iş görmediği için kızdığı, eldeki veriler ışığında makul bir varsayımdır, derim. Yukarıda, AKP saflarında artık varlığı aleniyet kazanmış ihtilaf ne hakkında diye sormuştuk, hatırlarsınız. Eğer bu varsayım doğruysa, AKP’nin içindeki bu ihtilafın ana ekseninde, politik ayrışmaların en hasının, yani bir rejim tartışmasının bulunduğunu söyleyebiliriz. Erdoğanın hükümetten isteyip de alamadığı şey, “Başyücelik” yetkileri olabilir yani.

Dolayısıyla, genelde Gezi eylemlerinden ve 17 – 25 Aralık soruşturmalarından bu yana akıl ve hukuk dışı bir kulvarda seyreden Erdoğan güdümündeki Türkiye siyasetine ve Erdoğan’ın kendisine oy vermeyen insanları dışlayan, ötekileştiren o buyurgan üslubuyla hiç ödünsüz izlediği kutuplaştırma politikasına, özelde ise Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı dönemindeki şeffaflık paketi, Hakan Fidan, Merkez Bankası gerginliği, izleme heyeti çıkışlarına ve nihayet, en önemlisi, barış sürecinde, hükümetin HDP ile birlikte açıkladığı Dolmabahçe mutabakatına karşı dile getirdiği yüksek sesli itiraza ve barış sürecini askıya alma yönündeki irade beyanına bir de bu rejim tartışması gözlüğüyle bakmakta yarar var. Gerçi Erdoğan, hükümetin uygun gördüğü mutabakatın on maddesinin onuna da karşı olduğunu açıkladı ama sakın bunların içinde onu en çok rahatsız eden, “Demokratik Cumhuriyetin, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulmasını” öngören ve bu yönüyle Necip Fazıl’ın tanımladığı Başyücelik düzeniyle temelden çelişen 9. Madde olmasın?

Bu da başka bir yazının konusu.

 

Murat Özbank – www.t24.com.tr