Ana Sayfa Blog Sayfa 3595

[FotoÖykü] Nassaulu İsa – Fuat Sevimay

İsa, Nassau’nun köşesinde, elinde karton kahve bardağı, üzerinde lacileriyle oturuyor.

İşin erbabı, öykülerin çarpıcı, okuru içine alan cümlelerle başlamasını salık verir. Öyküye hemen dâhil olup hızlıca tüketme çağı için yerinde bir öneridir bu. Oysa yukarıdaki giriş cümlesinin alengirli, etkileyici bir tarafı olduğunu söylemek zor. Ve hatta, okumaktan hemen şimdi vazgeçmez de devam ederseniz, birazdan okumayı tamamlayacağınız şeyin öykü bile olmadığını düşüneceksiniz belki de. Haklı olabilirsiniz. Ama mademki ilk cümlesi bir kere yazıldı ve okundu, kelimelerin içine tek tek dalalım bakalım, belki ilginç bir şeyler buluruz.

38

İsa, dini bir çağrışım yapsın diye, söz konusu kahramanın uzun saçları ve sakalı var diye, köşesinde oturmakta olduğu Nassau ile uyaklı olsun diye veyahut laf ola beri gele konmuş bir ad olabilir. Kaldı ki oturan adamın adının İsa olma ihtimali sıfır. Kahraman olup olmadığı bile şüpheli, göreceli bir hal. Nasıl ve nereden baktığınıza bağlı. Adının Patrik olma ihtimali yüksek, Martin ya da Can’atan da olabilir ama İsa, asla. Neyse. Biz onu İsa diye anmış bulunduk, hadi öyle devam edelim.

Nassau, Nasıra’yı çağrıştırsın diye uydurulmuş bir mekân adı değil. Bu sefer, İsa’ya göre daha gerçekçi bir veriyle karşı karşıyayız. Nassau, Dublin’in gözde üniversitesi Trinity’nin ki bu kelime Türkçe’de “Teslis” anlamına gelir ve İngilizcesi “Tiridine bandım” türküsünü, Türkçesi de testisi çağrıştırır, ne diyorduk, işte işbu Trinity Üniversitesi’nin sırtını verdiği caddenin adıdır. Caddenin bir tarafında şık dükkânlar, oturup kahvenizi içebileceğiniz ve sosyalleşebileceğiniz kahvehaneler (kafe yazmamış olduğumun farkındayım), sağlıklı ambalajında, uzun ömürlü, düşük yağ oranına sahip ürünler satan marketler, elbette birkaç pub ve dahası, bir şehirde bulunmasını mutlak surette umacağınız birkaç banka şubesi yer alırken, diğer tarafı boydan boya üniversitenin duvarıdır. Yorgunsanız duvara sırtınızı yaslayabilir, kafanızı kaldırabilir, karşı sıradaki dükkânları seyredebilirsiniz. Gördünüz mü? Dükkânları demiyorum. İsa’yı gördünüz mü?

Köşe, denince aklınıza ne geliyor? Benim aklıma gelen birkaç deyim var. Köşeyi dönmek, vardır mesela. Köşe olmak, denir sonra. Önce köşeyi dönersiniz, sonra köşe olursunuz. Her şey sırasıyla, usulünce. Güzel şeydir, köşe olmak. Köşeyi tutmak mı vardı bir de! İşte bizim İsa, bir nevi köşeyi tutmuş ama aklınıza ilk gelen şekilde değil. Tuhaf birisi İsa, köşede olma şekli de tuhaf. Elindeki bardağı sallayıp duruyor, gözleri boşluğa dahi bakmazken. “Köşeli” vardır bir de argoda ki ne demeye geldiğini şimdi açıklamayayım, hoş olmaz ama şöyle küçük bir ipucu verebilirim; İsa, sol elinin işaret parmağı marifetiyle şu an, sarımtırak yeşil bir köşeli üzerine çalışıyor.

İsa’nın elleri iri. Sizin elleriniz nasıllar? Birçok işe yarar, size yardımcı olurlar mı? Klavyeperver ve yumrukşinas mıdırlar? El sıkışmak için sevdiklerinize uzattığınız, tuvalette kıçınızı temizlediğiniz, birbirine çarpıp alkış sesi çıkardığınız, para saydığınız eller, hep aynı eller mi? İsa’nın elleri soğuk. Sizinkiler?

Karton üzerinde fazla durmayacağım. Bildiğimiz, mimi mile milimetre kalınlığında, kaliteli tırışkadan mamul,  endüstriyel ürün işte. Şu kadarını söyleyeyim, öykümüzün önemli kelimelerinden birisi karton. İsa’yı, Nassau’yu, köşeyi ve elleri unutabilirsiniz ki şu ana kadar en az ikisini unutmuş olduğunuzu tahmin ediyorum. Ama kartonu aklınızda tutun lütfen. Önemli kelimelerimizden bir diğeri de,

Kahve.

Üçüncü ve en önemli kelimemiz bardak. Bardak, bir öykünün en önemli kelimesi olduğunu bilse ne çok sevinirdi. Bir büyük ustanın romanının da en önemli kelimesidir bardak ama kendisi bilmez bunları, ne yazık. Onun, yani bardağın toplum içindeki görevi, sıvı bir takım şeyleri sunmaktır ve görevinin dışına çıkmaz. Bu öyküde sunması gereken şey ise kahve. Ama bir tuhaflık var. Öykünün gidişatı doğrultusunda kahve sunmasını beklediğimiz itaatkâr bardağımızın içinde bu kez kahve yok. Bir kahve bardağı, kahve sunmayacaksa ne işe yarar ki? Ben, düzen dışı bir şeyler seziyor ve rahatsız olmaya başlıyorum.

Üzerinde, üzerinde durulması gereken bir kelime olsa gerek. Gelin görün ki benim aklım halen, içinde kahve olmayan kahve bardağında. Aklıma gelen birkaç ihtimal var. Kahve dökülmüş olabilir ama öyle olsa İsa’nın elleri sıcak olur ve hatta İsa oturmuyor, ayakta canhıraş bağırıyor olurdu muhtemelen. İsa kahvesini bitirmiş olabilir ama kahvesini bitirmişse, saniyelerin bile değerli olduğu çağımızda neden zaman öldürsün ki.

Lacivert ile laciler, birbirinden farklı şeylerdir. Evet, renk olarak algıladığınızda aynılardır da kavram olarak farklıdır. Kelimeler ne tuhaf değil mi. Kelimenin yarısını atıyorsunuz ve karşınıza başka bir şey çıkıyor. Sonuna çoğul eki koyduğunuzda başka bir şey algılıyorsunuz. Size bir şeyi çağrıştıran bir kelime, bir başkasına bambaşka bir şey anımsatabiliyor. Çok acayip bu kelimeler. Çok.

Geldik son kelimemize. Oturuyor. Kubbealtı Sözlüğü – Oturmak: Vücûdun belden yukarı kısmı dik duracak ve vücut ağırlığı kaba etler üzerine binecek şekilde bir yere yerleşmek, kuut etmek.

Şimdi pek de havalı olmayan giriş cümlemizi bir kez daha hatırlamakta fayda var. İsa, Nassau’nun köşesinde, elinde karton kahve bardağıyla, üzerinde lacileriyle oturuyor. Yani İsa, hayatının ağırlığı kaba etleri üzerine, oradan da yere binecek şekilde, kaldırımda kuut ediyor. Belden yukarı kısmı pek dik sayılmaz, daha ziyade kaykılmış bir hali var ama bu durum, gerçekleştirdiği eylemi oturmak diye anmamıza engel teşkil etmeyecek, küçük bir ayrıntı.

40

Adı muhtemelen İsa olmayan İsa, Nassau’nun köşesinde ki bu şehrin bu köşesinde değil de kapitalizmin sömürdüğü bir başka şehrin başka köşesinde de olabilirdi, elinde karton kahve bardağıyla – bu sabit, üzerinde lacileriyle – ki kimi kurumlar evsizler için, logolarının rengi doğrultusunda, toplumla dayanışma içinde oldukları anlaşılsın diye yeşil, mavi, kırmızı barınma yorganları temin edebiliyor – oturuyor yani kaldırımda, yani dileniyor, yani üşüyor, yani evsiz.

Öykümüzün İsa’sı, beş yıl önce işinden çıkarıldı çünkü beş yıl önce ülkede kriz meydana geldi. Nedir acaba bu kriz dedikleri? Sular dondu, erimedi de derelerde içecek su mu kalmadı acaba? Ormanlar oksijen üretmemeye karar verdiler de insanlar nefessiz mi kaldılar dersiniz? Topraktan buğday bitmedi, hayvanlar otlamadı mı? Nedir kriz? İsa, üç yıl önce, kirasını ödeyemediği evinden atıldı. İsa, o gece ve ertesi geceler içti, arkadaşlarında kaldı. İsa, birkaç ay sonra, artık sosyalleşmek istemeyen ve kendilerine has geçim dertleri olan arkadaşları tarafından kovuldu. İsa kovulurken sarf edilen sözler kaba değildi çünkü çağımız insanı kaba davranmaz, sokakta karşılaştıklarına, günaydın bugün hava ne güzel, der, otobüs sürücüsüne teşekkür eder, gerektiğinde teşekkür edip gerektiğinde özür diler.

İsa, o günden bu yana Nassau’nun köşesini tutmuş durumda. İlk günler çok üşüdü. Sonra bir hayır kurumu, İsa’ya lacivert barınma yorganı sağladı çünkü işbu kurumun logosu da laciverttir ve çünkü biz çok merhametli hayvanlarız. Allah onlardan razı olsun. İsa, o günden sonra daha az üşüdü. Daha sonra İsa, tırışkadan mamul endüstriyel kartondan kahve bardağı edindi. Onu sallamak suretiyle beş on sent topluyor ki aç kalmasın. Ve biz kahve içiyoruz. Çünkü biz kahve seven, kahve içerken döviz kuru, indirimler, kredi oranları ve tatil planları üzerine konuşmayı seven hayvanlarız.

Öykünün bu kısmını ben uydurdum. Siz dilerseniz, İsa’nın aslında matematik dehası olduğu, aşkından delirip yollara düştüğü yönünde bir hikâye uydurabilirsiniz. Seversiniz böyle hikâyeleri. Toplumun delisinin, evsizinin bile satacak bir öyküsü olmalı zira.

Ama değişmeyen bir şey var ki İsa, gündüz ve gece kaldırımda oturuyor. Çünkü İsa evsiz. Meryem ve Muhammed de.

İşin erbabı, öykülerin sonunun açık uçlu olması gerektiğini söyler. Doğrudur, o halde söz dinleyelim. İsa, oturduğu yerden ayaklandı, üzerinize doğru yürüyor. Yürü İsa. Çünkü İsa aç açık…

11/4/2015 Dublin

NOT: Fotoğraflı kısa öykülerinizi (öykü yazarı ve fotoğrafı çeken farklı kişiler olabilir) ‘[email protected]’ adresine gönderebilirsiniz.  

39.fuat-sevimay

 

Öykü ve Fotoğraflar: Fuat Sevimay

 

 

Dansçılık oynayalım mı?

Başlangıçlar hepimizi heyecanlandırır. Aileler çocuklarını küçük birer ressam, müzisyen ya da oyuncu olarak görmekten pek memnun olur önce. Hatta bununla gurur duyarlar. Zaman ilerledikçe, bu ilgi alanlarının çocukların geleceklerine “zarar verebilecek” bir hal almasını istemez, yani bir hobi olarak devam etmesini tercih ederler. Önemli bir kısmı içinse bu ilginin eriyip gitmesinde bir sorun yoktur.

Ben öğrenciyken çevrem böyleydi. Bugün velilerle konuştuğumda durumun değişmediğini görüyorum.

Lise 1’deyken bale kursuna da 9 yıldır devam ediyordum. Üniversiteye hazırlanmaya başlamış, bale için harcadığım zamanı düşünüp – sahneye çıkmaktan başka bir sonucu da olmayacaksa – özellikle ailemin maddi manevi verdiği emeğe karşı suçluluk duymaya başlamıştım. Bu derece fedakârlığın bu derece eğlenceli bir şeye yol açması etik miydi?

Türkiye’ye baleyi getiren Madame Ninette de Valois
Türkiye’ye baleyi getiren Madame Ninette de Valois

Ya da o zamanlar matematik öğretmenimin, dediği gibi:

Biraz fazla uzun sürmedi mi bu oyun?

Aynı yıl, Türkiye’ye baleyi getiren Madame Ninette de Valois‘in İngiliz Büyükelçiliği’nde düzenlenen anma etkinliği için Ankara’ya gitmiştik.

Şebnem Selışık Aksan
Şebnem Selışık Aksan

Atölyelerden birinde Şebnem Aksan*’ı da bizim gibi yerlerde esneme hareketleri yaparken görünce,  konuşulabilir biri bulup arkadaşım Pınar’la beraber yanına gitmiştik. Yıllardır bale yaptığımızı ama öğretmen çocuğu halimizle dans okuyamayacağımızı söylemişti Pınar.

O halde ne yapmalıydı? Bu kadar emek boşuna mıydı? Şebnem Aksan’da bunun cevabı olabilir miydi acaba? Eve döndüğümüzde yapmamız gereken şeyleri söyler belki bize umuduyla dikkatle ona bakıyorduk. Aksan, bir an durup bize döndü,

Edebildiğiniz her yerde dans edin ve dans ettirin. Fark etmez. Bu amaç zaten sizi bir yerlere götürür. Ona dair bir sözünüz olur” dedi, aynaya döndü ve hareketlerine devam etti.

 

 

Pınar’la birbirimize baktık.

Ne yapacağımızı bilmediğimiz gibi, kafamız da karışmıştı.

Sanırım daha Ankara’da unuttuk bu sözü ve orada bıraktık. Pınar mühendis oldu. Ben politika okudum. Geçen yıl Mimar Sinan Üniversitesi’nin Şebnem Aksan Oditoryumu’nda arkadaşlarımın dans performanslarını izlerken on yıldır o bir dakikalık anı yaşadığımı fark ettim bir anda. Dansa dair bir sözünüzün olmasının en ideal hali, onun için bir alan açmak ve insanları bir araya getirmek olmalıydı.

Duranadam Erdem’e, eylemini yaparken neden yüzünü Atatürk Kültür Merkezine döndüğünü sorduğumda da benzer bir cevap vermişti:

45
Erdem Gündüz

Nasıl dans edeceğiz? Bir dansçı olan Erdem için bu soru, nasıl yaşayacağım, demekle aynı.

Binaların içlerini yenilemek ya da yıkıp yenisi yapmak, dışlarına bayrak asmak, etrafına barikat koymakla bize dans üzerine ne söylüyor devlet? Opera, bale, dans, müzikle nefes alanlar için bir sözü var mı bu devletin?

tören değil; kutlama

Yok. En fazla hafifçe omzumuza dokunup, “Hobi olarak yapamadınız mı?” demek olabilir. Karikatürlerdeki gibi hani.

Diyebileceğim, yapabilecek ailelerin çocuklarını belirli kurs ve atölyelere göndermeleri. Bunun nedeni, sadece eğitmenden alabileceğini almakla ilgili de değil aynı zamanda kendisi gibi benzer yorumlar yapan çocuklarla paylaşarak bundan keyif alması. Bir başka çocuğun resminde kendini görmesi. Peki, bunu yaşayabilmesi için ona kim destek olacak?

Okullardaki törenler ve sunumlardaysa ne yazık ki bu paylaşımı çok zayıflatıyoruz.

İlk önce şiir için üzülüyorum. Duyduğumuz ilk şiirlerden biri, İstiklal Marşı. Çocuklar sürekli yıl içerisindeki milli günler için şiirler okuyor, yazılar yazıyor. Kendilerinden çok büyük (?), bilmedikleri, belirsiz, karışık kavramlarla muhatap oluyorlar bu metinlerde. Çanakkale Savaşlarında “Şehitlik”, 29 Ekim’de “Zafer ve Bağımsızlık” Gençliği kutlarken bile önce “Ulusal Egemenlik” üzerinde düşünüp varlıklarını yıllarca Türk varlığına armağan ediyorlar.

Asıl önemli olan, çocukların dersler dışında resimle, müzikle, dansla ifadeyi kendiliğinden seçmeleri ve bu anları paylaşmaları. Bunu yapmak, öncelikle güzel bir yaşam tutkusu verirken; biz, çocuklara kent konutları pazarlar gibi “hayat çok güzel” “her an öğrenilecek bir bilgi vardır” “yaşasın ülkemiz” “dans ederek sağlıklı ve güzel oluyorum” gibi sloganlar pazarlamayı tercih ediyoruz.

Bu bir yandan sanatçıların neden yine daha çok sanatçı ailelerden çıktığını açıklıyor. Bir yandan da o anların bütün çocuklar için eriyip gitmemesi adına neler yapabileceğimize dair hepimize sorumluluk veriyor.

Şimdiye kadar yazdıklarımı da toparlayarak, bugünkü durumda yapılabilecek iki şey olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle çocukların sanat alanındaki herhangi bir ifadesiyle, çalışmasıyla karşılaştığınızda o anı bir çeşit kutlamaya dönüştürmek çok kıymetli.

Ardından, bunu sürekli hale getirerek geliştirmek ve toparlamakla ilgili alanlar açabilmek. Bunu yaparken bir Picasso olmanın zorluklarından bahsetmek yerine nasıl ressam olunabilir, “Picasso nasıl oldu?” diye sormayı tercih etmek. İkisinde de aynı bilgileri paylaşıyoruz; “Sanatçı olmak zor” ama muhabbet birinde engellere takılırken, diğerinde daha açık ve olanaklı.

Bunun ne kadar önemli olduğunu ise bir örnekle belirtmekte fayda var. Bu yıl Mart ayında AlJazeeraTürk, ABD’de yapılan bir yarışmada 16 ve 17 yaşındaki Türk baletlerden Deniz Akarslan’ın klasik balede birinci, Berkay Günay’ın da modern dansta ikinci olduğu haberini şöyle veriyordu: Üvey Evlat Gibiyiz Normalde böyle bir başarının hem destek, ilgi hem de hayranlık görmesini beklersiniz. Türkiye’de bunlar olmadığından Berkay ve Deniz de kendilerini üvey evlat gibi hissettiklerini anlatmış. Somut destekler vermek için devlet ve özel kurumların böyle bir başarının beklemesini anlayabiliyorum. Dünya’nın her yerinde bu böyle.

Ekim Deniz Akarslan ve Yılmaz Berkay Günay
Ekim Deniz Akarslan ve Yılmaz Berkay Günay

Aynı haberin Türkiye’deki devamı ise şöyle oluyor: “Genç baletin para ile sınavı: Grand Prix Klasik Bale Yarışmasında birinci olan Akarslan, Saint Petersburg’daki Vaganova Bale Akademisi’ne kabul edildi. Ancak okulun ücreti ailenin bütçesini aşıyor.”

Vaganova Balesine kabul edilen birinin gelir sıkıntısından dolayı gidememesi sadece onun ve ailesinin sorunu olabilir mi? Öncelikle ülkedeki orta sınıf ve kültürüne dair bir bilgi verdikten sonra eğitim sistemi ve sanatçıların var oluş haline kadar uzanabilir, uzanıyor da. Genel resim, hiç iç açıcı değil.

Saint Petersburg Bale Topluluğu
Saint Petersburg Bale Topluluğu

Orta sınıf, Eğitim sistemi ve sanatçı birer insan olsa şöyle sorular sorardı sanki:

Orta sınıf: Evlatlarımız üniversite sınavlarında en cengâver soruları çözerken siz ne yapıyordunuz Deniz ve Berkay?

Eğitim sistemi: Hiçbir şey olamadığın için mi dansçı oldun?

Sanatçı: Öyle biri var mı?

Önce siz cevap verin. Sonra Deniz ve Berkay’ın buna nasıl cevap verebileceklerini düşünün.

Çevremde konuştuğum solcu, öğrenci, beyaz yakalı, işsiz, genç –  böyle bir yaşam tercihini sorumsuzca ve burjuva görebiliyor. Hepsi de kültürden, sanattan yana olduklarını söyleyen, aktivitelerine katılan insanlar.

Hobi olarak yapıyoruz ya bunları, yine yapalım, gidelim tabii ki. Bunun yanında kültür – sanat, önemli bir sektöre dönüşürken bunu talep edenin de biz olduğumuzu unutmayalım. Eğer sanatçının kar amaçlı üretim sürecinden bağımsız olabilmesini istiyorsak, cesaretli ve açık olmalıyız. Çünkü bizim hobilerimiz, hafta sonu aktivitelerimiz, politik duruşumuz ya da dinlediğimiz müzik türü değil; onu bizzat üretenler özgürleştirebilecek sanatı. Ve tam tersi, sanatçılar özgürleşmedikçe, sanat da özgürleşemeyecek.

Ve size bir haber vereyim, bütün çocuklar birer sanatçı.

***

12 yıl bale yapıp üniversiteye başladıktan sonra dansa devam edebilecek yerler aradım kendime. İstanbul’da bildiğim bir yer yoktu. En sonunda, o zamanlar fakülte dekanımız olan Şule Kut’a anlattım halimi. Bana yardım edeceğini söyledi, ne yapmam gerektiğini anlattı, bir espri patlattı ve ekledi, “Dünyaya bir kere daha gelsem, dansçı olurdum.” Kahkaha atarken gözlerimin dolduğu o anı hatırlıyorum. Hala, başka bir şey kolay kolay aynı şekilde hissettirmiyor.

İşte bu his, annenizin ilk defa elinizden tutup baleye götürdüğü günle ilk koreografinizin sahnelendiği performans arasında görünmeyen bağlantısı.

Kariyerimin, Şule Kut ve Şebnem Aksan gibi kadınların bana yaptıkları etkiden ibaret olmasına talibim: ilham vermek.

***

Daha önce de yazdım, toplumların hafızasında, yemek tarifleri gibi nesilden nesle aktarılan bilgiler vardır. Bildiğiniz gibi, pek kurumsal değil bu bilgiler. Paraya da bakmıyor.

Yeni bir eğitim – öğretim yılı başlıyor.

Hepinize başarılar dilerim.

Bahar Topçu

 

Bahar Topçu

[Manzum Serzenişler] Gidemedim…

Bu hafta uzaklardan serzenişlendim… Sanatla ve barışla kalın…

41

 

Gidemedim

Gitmek…
gider olmak…

Kâh keyfen,
kâh cebren…

Seyrelemek için âlemi,
ya da seyredilirken gitmek…

Yeşili görmek…
ya da müreffeh insanlarını, Yeşil’in…
Pek de güzel, kimi zaman mağrur…

Umuda yürümek…
ya da daha fazlasına
(… inan bilemiyorum …)
ama herşeyin pahasına… orası kesin…

Dertlerimiz…
dert edindiklerimiz…
Çarpıklığa sızlayan vicdanımız,
Dengelinirse sıkılırız…

Ondan olsa gerek ki gidiyoruz…
Değişmeye…
… değiştirmeye…

Görmek için…
Kaçmak için…
Öldürmek için…
Yaşamak için…
ya da sadece keyfime öyle geldiği için?

Giderken nereyemizi,
çağırırken kimimizi
bilmiyoruz oysa…
Bilsek sıkıcı gelecek, yapmasak yakıcı…

Hareket halindeyiz ve bilmiyoruz…
bilmiyorum… bilmiyorlar…

Willkommen nach Deutschland!
Allah Aqbar!
Bayram’da İstanbul yine boşalmış…
Sükunet var…

25/9/2015
22:04 – Nürnberg

Bodrum’da sel hayatı felç etti

Meteorolojik uyarı yapılan Bodrum’da, dün sabah saatlerinden itibaren aralıklarla etkili olmaya başlayan gök gürültülü sağanak yağmur, öğlen saatlerinde şiddetini artırdı. Rüzgarla birlikte yağışlı havada deniz trafiği olumsuz etkilenirken, ağaçların dalları kırıldı. Yukarı kesimlerden birikerek gelen yağmur suları baskınlara neden oldu.

FOTO: YASAR ANTER / BODRUM, DHA
FOTO: YASAR ANTER / BODRUM, DHA

 

Bazı caddelerde yer yer suların yüksekliği 50 santimetreyi geçti. Neyzen Tevfik, Atatürk, Artemis, Mümtaz Ataman, Üçkuyular, Cevat Şakir caddeleri sularla kaplandı. Bodrum- Turgureis Karayolu’nun bazı noktalarında biriken sular ve meydana gelen maddi hasarlı kazalar nedeniyle uzun araç kuyrukları oluşurken trafik felç oldu. Kırılan ağaç dalları, işyerlerinin önlerindeki çöp kovaları ve bazı eşyalar, sel suları ile sürüklendi. Esnaf işyerlerine su girmemesi çaba harcarken, su baskını yaşanan yerlerde temizlik çalışması yapıldı. Bazı noktalarda rögar kapakları yerinden çıktı. Yağmurlu havaya hazırlıksız yakalanan, aralarında yerli ve yabancı turistlerin de bulunduğu bazı kişiler zor anlar yaşadı.

(FOTOGRAF: DHA - NILUFER DEMIR / BODRUM)
(FOTOGRAF: DHA – NILUFER DEMIR / BODRUM)

Muğla Valiliği’nden yapılan açıklamada, “Yapılan son tahminlere göre Muğla genelinde sağanak ve gökgürültülü sağanak yağmurun, 22 Eylül Salı günü sabah saatlerinden, 23 Eylül Çarşamba sabah saatlerine kadar kuvvetli ve çok kuvvetli, Bodrum, Datça, Marmaris, Ula, Köyceğiz, Ortaca ve Dalaman ilçelerinde ise çok kuvvetli ve yer yer şiddetli olması beklenmektedir” denildi.

Ayrıca Bodrum-Kaş arası fırtına beklendiği belirtilen açıklamada “Güney ve güneydoğu yönlerden esen rüzgarın salı öğle saatlerinden itibaren etkisini artırarak 6 ila 8 (50-75 km/s) kuvvetinde fırtına şeklinde eseceği tahmin edilmektedir. Fırtınanın, çarşamba günü sabah saatlerinde etkini kaybetmesi beklenmektedir” ifadelerine yer verildi.

(Zete)

Nükleer lobisinin hazırlattığı sahte video internetten kaldırıldı, Tange’den sizlere açıklama ve teşekkür!

Sizlere Sanat Yönetmeni Tange’ nin, Türkiye’de gelecekte yaşanabilecek bir nükleer santral tehlikesine dikkat çekmek amacıyla 2 yıl önce hazırladığı ve endişelerini yenip geçen yıl bizlerle paylaştığı videonun sahtesinin yapıldığını ve Tange’nin nasıl bir haksızlık ve hukuksuzluğa maruz bırakıldığını haberimizle duyurmuştuk. Aynı haberimizde Tange’nin, Av.Arif Ali Cangı’ya vekalet vermesiyle 6 ay bir başka ülkede hukuk mücadelesi içine girdiğini ve bu mücadeleyi kazandığını fakat, nükleer yandaşlarının mahkeme kararına rağmen videoyu Youtubedan kaldırmadığını da okumuştunuz. Hatta Youtube’da görüntülenen “https” uzantılı olan sahte videoların kaldırılması için Yeşil Düşünce Derneği(YDD) ve Nükleersiz.org tarafından yayımlanan basın bülteninin akabinde de sizlerin desteğini almak için 5 gün önce bir de kampanya başlatılmıştı.

11
Kouki Tange’nin orijinal videosu

Kampanya başarılı oldu ,Youtube’da görüntülenen sahte video kaldırıldı

Tange vakası, nükleer yandaşlarının kendi emelleri doğrultusunda ne gibi hukuksuz, haksız yollara başvuracağının, hak yiyeceğinin de ispatı oldu . Her ne kadar nükleer santral kurulması adına başlatılan süreç gerek Akkuyu gerek Sinop için hukuksuzluklar,  sahte belgeler üzerine inşa ediliyorsa da Fukuşima faciasını yaşamış ve etkilerini yaşamakta olan bir Japon’un, kendi ülkesinde tamiri mümkün olmayan acılara sebep olmuşken bir başka ülkeye o teknolojiyi satma girişimine karşı doğal bir tepki olarak verdiği mesaj üzerinden tam aksinin verilmiş olması belki de nükleer santral teknolojisini kalkınma aracı olarak kabul edenlere, kimlerle ortak hedefe yürüdüklerini düşündürtebilir. Diğer taraftan Tange vakası nükleer karşıtları için çok daha dikkatli olunması gerektiğinin işaretidir zira Tange’nin sahte videosu, Ozan Saray isimli şahıs tarafından oluşturulmuştu ama twitter üzerinde (büyük bir ironiyle) “nükleer ve sağlık” adlı hesap üzerinden yaygınlaştırırken  tesadüfen tespit edilmişti.

Tange ne diyor?

Tange’nin dava süreci ve başlatılan kampanyanın yani sizlerin gücüyle sahte videonun internetten kaldırılması hakkındaki görüşlerini ise yine Yeşil Gazete olarak gerçekleştirdiğimiz sohbet üzerinden paylaşıyoruz .

Y.G: Türkiye’de videonuzun sahtesinin yapıldığını öğrendiğinizde ne hissettiniz?

T: Çok şaşırdım , yazık dedim . Kendimi kullanılmış hissettim . Bir mesaj iletmek için emek veriyorsunuz ve birden vermek istediğiniz mesajın tamamen aksi haline geldiğini öğreniyorsunuz . Korkunç bir şey.

Y.G: Davayı açtınız ve mahkeme lehinize karar verdi fakat Youtube sahte vidoyu kaldırmadı .Düşüncelerinizi alabilir miyiz?

T: Youtube dünya çapında kullanıma açık bir site. Dolayısıyla Türkiye dışında da yaşayan insanlar Youtube kullanıyor . Böyle sahte bir videonun ortalarda dolaşması dünya genelinde yanlış anlamalara sebebiyet verir.

Y.G: Asıl videonuzda Türkiye’yi ve insanlarını sevdiğinizi söylemiştiniz . Böyle bir haksızlık yaşadıktan sonra Türkiye ile ilgili olumlu izlenimleriniz değişti mi?

T: Japonya’da da Türkiye’de olduğu gibi çeşit çeşit insan var. Türkiye’dekiler videonun orjinalini bildiği için bu sahte videoya inanacağını sanmıyorum. Bu olay benim Türkiye hakkındaki olumlu izlenimlerimi değiştirmiş değil.

Y.G: Bu videoyu hazırlayan(lar)a mesajınız var mı?

T: Var, onlara diyorum ki: Sizin bu yaptığınız korkaklıktan ibaret! Neden beni, benim söylemediğim şeylere aracı kılıyorsunuz? Eğer söyleyecek bir şeyiniz, topluma bir mesajınız varsa çıkıp kendiniz söyleseniz ya!

Y:G: Türkiye’deki insanlara mesajınız var mı, nedir?

T: Videoyu hazırlamamın üstünden 2 yıla yakın bir süre geçti. Japonya’da hükümete karşı sesini çıkarmayan, apolitik insanlar bugün seslerini çıkarıyor. Bunun sebebi artık insanların faşist yönetim anlayışına sahip sorumluluk sahibi olmayan yöneticilere, liderlere ve siyasetçilere karşı kızgın olmalarıdır. Nükleer santraller tek bir kişinin direnmesiyle durdurulamaz. Nükleer santrallere karşı hep birlikte direnmeli ve mücadele etmeliyiz.

Y:G: Türkiye’de size yapılan haksızlık haber olduktan sonra sahte videonun kaldırılması için sosyal medyada kampanya başlatıldı ve 5 gün içinde kampanya başarılı oldu ve sahte video youtubedan kaldırıldı. Ne hissettiniz?

T: Bu sizlerin sayesinde oldu. Sizler beni korudunuz , uğradığım haksızlığa karşı bana destek oldunuz. Hepinize minnettarım!

Tange’nin dava süreci lehine bitmiş fakat mahkeme kararı uygulamaya geçirilmezken ekolojistler tarafından başlatılan kampanyanın sahte videoyu hazırlayanlarla yayınlayanlar üzerinde baskı oluşturduğu anlaşılıyor. Nükleere karşı ve yaşamdan yana olanlar için bir zafer haline dönüşen kampanyanın kutlaması da Tange’nin sahte videosunun kaldırıldığı haberini tüm dünyaya anlatmaktan geçer. Change.org’da Tange’nin videosu için başlatılan kampanyanın güncelleme haberi ile birlikte orjinalinin yaygınlaştırılması için ilgili linki tekrar paylaşıyoruz.

Haber ve röportaj :Pınar Demircan

(Yeşil Gazete)

İltica hakkında bilmemiz gereken birkaç husus – Cengiz Aktar

53.Cengiz-AktarSuriye kaynaklı kitlesel ve sonu görünmeyen iltica hareketi karşısında bütün ülkelerin bocaladığını görüyoruz. Özellikle Avrupalı sabık komünist ülke hükümetleri yakın geçmişte aynı durumda olduklarını pek hızlı unutmuşa benziyor. Bocalama Suriyelilere mahsus değil. Mülteciler hastalar gibidir, kimse hoşlanmaz, herkes onların yanlış bir şey yaptıkları için o hâllere düştüğünü düşünür. Bu suçluluk damgası onlara uzatılmayan yardım elinin de gerekçesidir. Bencillik cabası. Oysa mülteciler arasında yeni ülkelerinde harikalar yaratmış niceleri vardır. Göç bir nevî döllenmedir.

Mülteciler yerleri yurtları dahî olmadığından yoksuldan da yoksul olan, ancak toplu hâlde denizde boğulduklarında veya kamyon kasalarında havasızlıktan öldüklerinde haber olan lânetlilerdir. Onlara gösterilen “vebalı” muamelesi evrenseldir. Tam da bu yüzden eğer bir gün yabancı bir ülkeye yerleşebilirlerse oranın yerlisinden de yerli olurlar; kendilerini kabul ettirebilmek için.

Mültecilik hâli kaynak ülkenin genel insan hakları siciliyle birebir alâkalıdır. Dünyada hiçbir yürüyebilen canlı keyfinden göç etmez. İnsanı doğduğu yeri terk etmeye zorlayan bir siyasî, iktisadî veya içtimaî sorun illâki vardır. Mülteci bu sorunlar karşısında kendi devletinin hukukî anlamda güvencesini kaybetmiş insandır. Can güvenliği tehlikededir. Diğer yanda, bu temel hukuksal boşluk mültecinin her çeşit istismara açık olduğu anlamına gelir. Parasal, bedensel istismar mültecilerin canlarını kurtarmak üzere erişmeyi başardığı her yerde var. İrili ufaklı pek çok kişinin nemalandığı o kirli mülteci ticaretinin yıllık cirosu yüz milyar dolar mertebesinde. Belirleyici olan transit ve iltica edilen ülkelerin, başta istismarı engelleyecek şekilde işleyen bir iltica politikasına sahip olmaması. 1945’ten sonra şekillenen uluslararası hukuk, savaş esnasında asla uygulanmayan iltica ilkelerini 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesi’nde kayda geçirir. Batılı ülkeler gayet sınırlı, eksik ve bencil de olsa hukukî ilkeyi, sivil toplumun büyük katkısıyla uygulamaya çalışır.

İltica konusunda mütemadiyen Batı’ya ayar veren ve asırlardır göç alan, göç veren Türkiye’nin ciddî ve bir göç/iltica politikası yoktur. Bugün, yegâne dişe dokunur uygulama kapının hâlen açık olması. Çökmüş Suriye politikası iltica ayağında da çöküyor. Olmayan iltica politikasının nedeni 1951 Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafî çekince. Çekince uyarınca Suriyeliler gibi Avrupa dışından gelen iltica talebi işleme konmaz. Onlara ne anlama geldiği belirsiz bir “misafir” statüsü uygulanıyor. Bu geçici koruma, “sana bir üçüncü ülkeye gönderilinceye kadar müsamaha gösteriyorum” demek. Ancak öngörülebilir bir zaman diliminde memleketlerine geri dönmeyeceklerinden sorunlar çığ gibi büyüyor.

Çekince kalkmadıkça Türkiye’nin hukukî ve idarî anlamda sağlam ve insanî kaygılara cevap verecek çapta bir mevzuata sahip olması mümkün değil. Göç ve iltica konularında acıma ve hissiyat dolu, eşitsiz ve istikrarsız bir insan ilişkisine işaret eden “müsamaha” yaklaşımından çağdaş, hukukî ve diğerkâm “iltica” kavramına geçilmesi gerekiyor.

Hükümet mültecileri baştan itibaren tecrit etmeye çalıştı. Basın, diğer ülke delegasyonları, başta BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) olmak üzere diğer BM kurumları ve Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün, “Angelina Jolie’li organize turlar” dışında mültecilerle irtibatı yok. Nedeni Türkiye’nin mültecileri Suriye politikasının aracı olarak görmesi. Oysa silâhlı mülteci olmaz. Silahlı mülteci hem diğer mülteciler, hem yöre hem de kabul eden ülke açısından sakıncalıdır. Eğer kabul eden ülke, savaşın cereyan ettiği ülkedeki taraflardan birine askerî destekte bulunacaksa bu mülteciler vasıtasıyla olamaz.

Diğer yanda Türkiye ısrarla uluslararası camiadan maddî destek istemekte. Hâlbuki hükümet, mültecilerin ihtiyaçlarını kendi başına karşılayacağını dünya âleme ilân etmişti. “Siz verin parayı biz burada harcarız” yaklaşımı gayriciddîdir.

Son olarak, ilticanın Suriye ile sınırlı kalacağını sanmayın. Memlekette hüküm süren ceberut rejim bu gidişle yakında Türkiyeli mültecileri de, tıpkı 1980’lerde olduğu gibi yollara dökebilir.

Cengiz Aktar – Taraf

Kurban: kan, can ve deri üzerinden sürdürülen bir “gelenek”: “rüya”nın sonu, ekonominin gerçekliği – Abdullah Onay

“Koyunu, hemen ilk baştan seçme, bırak onu Allah seçsin ve İsmail’ini kesmek yerine sana takdir etsin, bağışlasın. Böylelikledir ki Allah kestiğin koyunu kurban olarak kabul eder. İsmail yerine koyunu kesmek, ‘kurban kesmek’ iken koyun olarak koyun kesmek, olsa olsa ‘kasap’lıktır!” (Ali Şeriati, Hacc)

kurbanKurban meselesi hayvan hakları savunucuları için zorlu bir konu –hangisi değil ki–; burada din/inanç alanına giriyorsunuz ki, hani her türden muhafazakârın bir dokunulmazlık kalkanı gibi sıkça önünüze sürdüğü “yüzde 99’u Müslüman ülke” deyimini kurban meselesinde bütün gerçekliği ile karşınızda görebiliyorsunuz.

Kurban, insanlık tarihi kadar eski bir gelenek, birçok din ve inançta var. Toplumsal hayatın bir parçası olmuş, sahip olduğu birçok mananın yanında bir toplumsal dayanışma işlevini de yerine getirmiş. İnsanın da kurban edildiği bir geçmiş var, kaybolan birçok kültür ile birlikte çok yerde unutulup gitmiş. İslâm dininde ise kurban geleneği güçlü bir biçimde sürüyor. Ancak fıkıhta tartışmalı bir konu olagelmiş, farz, diyenler var, sünnet diyenler var. Mezheplerin de bu konudaki yaklaşımları farklı. Kurban kesmeyen sahabelerin olduğunu, Hz. Ömer ve Ebubekir’in kurban kesmediklerini rivayet edenler var.[1]

Türkiye’deki duruma gelince konu biraz daha farklılık arzediyor. Cumhuriyet rejimi dini kontrol altına almaya çalıştığı “laiklik” sürecinde, ibadetlere müdahalelerde bulunurken, kurban ile pek derdi olmamış. Bunda kurban derilerinin “istikbal” olarak görülen Tayyare Cemiyeti (sonraları Türk Hava Kurumu) için bir gelir kaynağı oluşturması mı etkili olmuştur, yoksa kurbanın sadece dine özgü olmayıp, resmî tarihin kendine yaratmaya çalıştığı “geçmiş” içinde yer alıyor olması mı bilinmez![2]

Kurban ile bir “sorun” olarak tanışmamız ise, 1990’larda şiddetlenen laik-dindar çatışması sürecinde gerçekleşti. Birçok alanda sürmekte olan bu çatışma danalar ve koyunlar üzerinden de yürütülmeye başlandı. Anaakım medya kaçan boğalar, bıçaklı dindarlar, Boğaz’ı kaplayan kan görüntülerini manşetlere taşıyor.[3] TV kanalları bu görüntüleri sürekli döndürüyordu; inançlarından dolayı Cumhuriyet tarihi boyunca mağdur olduklarını düşünen “dindarlar” ise buna, “inançlarına” saldırıldığı psikolojisiyle kurbanlarını daha görünür yerlerde, otobanlarda, adeta toplu gösteriye dönüştürürcesine keserek cevap veriyorlardı.

Laik kesim, bu tarz kesimlere “ilkellik”, “sağlığı tehdit eden pislik”, “Türkiye’yi dünyaya küçük düşürme” vb. gerekçelerle karşı çıkıyordu. Çatışma sertti, Müslüman kesim içinde “kurbana” dair farklı şeyler söyleyen Hüseyin Hatemi  gibi az sayıdaki aydının çağrıları duyulmazken;[4] medyanın meşrebine uygun Zekeriya Beyaz gibiler ekranları dolduruyor, “tavuk da kesseniz” olur çağrıları ile sorunu sulandırıp dindarları daha da öfkelendiriyorlardı. Dindarlar ise bütün bu öfkelerini danalardan, koyunlardan çıkarıyordu. Ama tartışmanın sınıfsal bir boyutu da vardı.[5] Bu dönemde bir avuç hayvan hakları savunucusunun sesi ise zaten duyulacak gibi değildi.

İslamcı yazarlar bu kampanyayı yürütenlerin “pirzolaları yerken” seslerinin çıkmadığını ama inanç söz konusu olunca saldırıya geçtikleri iddiaları ile kurban kesimini savunmayı sürdürdüler epey zaman:

Market vitrinlerini süsleyen bonfilelerin, pirzolaların, piliçlerin vaktiyle canlı birer varlık iken nasıl öldürürüldüğünü görmezden geldiler. Sırçadan mamul ‘tower’ların camekanlarına kan sıçrayınca rahatsız oldular. İnsanın öldürerek yaşayan tabiatını hatırlamak onları fena halde ‘irrite’ etti. (Ahmet Turan Alkan, “Memleketimden Kurban Manzaraları”, Zaman, 10.3.2001)

İslamcı kesim, daha çok o dönemki savunma psikolojisiyle bazı gerekçeler bulmaya çalışıyordu:

Kurban kesmenin hedefi, bıçakla akıtılan koyun kanıyla, insanın saldırganlığını yok etmeye çalışmaktır. Saldırganlıktan keyif alanlar, koyun kanı akıtmazlarsa, insan kanı akıtırlar. (…) İslam’ın ilk yıllarında iki kişi tartışırken biri çok öfkelenerek kendini camiden dışarı atar. O kadar öfkelenir ki, karşısına çıkan devenin başını bir kılıç darbesiyle yere düşürür. Sonra kendine gelip, çevresine ne yaptığını sorduğunda, yakınları ‘O deveyi kesmekle bir insanla birlikte bütün insanlığı öldürme sorumluluğundan kurtuldun’ derler.

Gürdoğan, o kadar abartır ki kurban ile şiddet ilişkisini; Hitler ve Stalin kurban kesselerdi bu şiddeti uygulamazlardıya kadar götürür olayı! “Kurban kanı akıtmayanlar, iktidarlarını korumak için binlerce insanın öldürülmesine alkış tutarlar. Stalin ve Hitler iktidar olmak için, kan dökmekte üstüne olmayanların başında gelir.” (Nazif Gürdoğan, “Şiddet Toplumunda Kurban, Yeni Şafak, 5.3.2001)[6]Uzun bir dönem böyle geçildi. AKP iktidarı yılları ise hem “ele güne karşı” düzenlemelerin yapıldığı hem de dindarların artık iktidar olmanın güvenini hissetmeye başladıkları bir dönemdi. Belediyeler, steril kesim yerlerine yönlendiriyor ve kesimler bu yerlerde yoğunlaşıyordu.[7]

Kurbanın hangi toplumsal kesim tarafından hangi oranlarda kesildiğini bilmiyoruz. Elbette dindar kesimin oranı yüksektir. Ancak laik orta sınıfların da kurban kesimi ile ilgili pek dertleri olmadı; bu ritüele canı gönülden katıldılar. Hatta bayram namazlarında olduğu gibi kurban kesimlerinde de dindarlıklarını hatırladılar ve hissettiler. Yani bu gelenek, parti, inanç ayrımı olmaksızın sürdü ve sürüyor.[8]

Ancak Türkiye’nin yaşadığı değişim süreci “kurban” geleneğini de etkiledi. Artık kentli-modern kesimler giderek bayramlarını tatillerde değerlendiriyordu. Bu da “nerede o eski bayramlar” nostaljisi yaşanmasına; “kimse evinde oturup bayramlaşmıyor, kurbanını kesip konu komşuya dağıtmıyor,” şikâyetlerine yol açıyordu. Konu komşu arasında kurban eti dağıtımı da giderek azalıyordu. Bağış miktarları artıyor olsa gerek ki, bazı İslamcı yazarlar buna karşı çıkıyordu.[9] Öte yandan “danaya ortak girip” eti ucuza getiren, kavurma depolayan yaygın bir kurban kesim pratiği de var. Bu paylaşımın ardından ortaya çıkan mangal görüntülerine de sıkça rastlamak mümkün.

Kurban derisi kavgası ise bütün bu süreç içerisinde yıllarca sürdü, Türk Hava Kurumu deri toplamada tek yetkili idi, cemaatler ve vakıflar el altından toplayabiliyorlardı. Bu tartışmalar sırasında bir laik profesör kurban derisini savunurken THK’nın cihad kurumu olduğunu dahi iddia edebildi. Türk Hava Kurumu’na verilen deri toplama yetkisi 2013’te kaldırıldı. ([10]

Yine bu süreçte, zenginleşen dindarlar ile kurban rantı daha da büyüdü. Kurbanlardan biri içeride kalırken diğeri cemaatlere bağışlanıyordu. Recep Koçak’ın verdiği rakama göre yılda 10 milyon hisseli kurban kesiliyor. ([11] O kadar ki, kurban yolsuzlukları yargıya kadar taşınmıştı.([12] Vakıfların önemli bir gelir kaynağı kurbandı.[13]

Bir yandan da iktidarın en önemli dayanaklarından “ekonomi” dili dindar kesimi de etkiliyordu. Kredi kartı ile kurban satışları yapılıyor, Yeni Şafak gazetesi “Ucuza kurban almanın yolu”nu gösteriyor,[14] yine bir yazar, “Kurban konusu bir de ekonomi, sağlık, tüketiciler ve geçimini besicilikle sağlayan üreticiler açısından ele alındığında, kurbanın nice hayırlara kapı açan bin bir hikmetle dolu çok mühim bir ibadet ve büyük bir fırsat olduğu görülür” diye yazabiliyordu.([15]Ancak son yıllarda gelişen hayvan hakları hareketi, İslamcı yazarları da yıllardır “kasaptan alıp mideye indirdiğiniz pirzolalar nereden geliyor” sorusu ile geçiştirdikleri tartışmaya daha ciddi cevaplar vermeye zorladı. Her ne kadar bazıları  vejetaryenliğe dair sakız olmuş lafları tekrarlasa da:

Genelde sebze ve meyve tüketerek hayatlarını sürdüren vejetaryen ve veganlara sorum bitkileri neden ‘canlı’ mertebesinde ve kendileriyle eşit moral düzeyde görmedikleridir. Eşyanın hakikatine tam anlamıyla vâkıf olmak mümkün olmadığı halde, neden kozmolojik hiyerarşide insanlarla hayvanlar eşit mertebede görülür de bitkiler bu sınıfta ele alınmaz anlamak pek de mümkün değil. Böyle bir bakış açısını içselleştiren kişi için hayvanları kesmenin bir havucu topraktaki kökünden ayırıp, kıtır kıtır doğramaktan daha ‘vahşi’ bir tarafı olamaz.[16]

Tabii bir de hidayete eren ama İslamcı olmayan, her tartışmaya “durun bakalım” diye dalıp, “içtihat”ta bulunanlara değinmeden geçmemek lazım:

İnanmamakta serbestsiniz, ama dinlerin önerdiği ritüellerin başka anlamları var. Çok meraklıysanız, okuyun, düşünün, taşının, ne yaparsanız yapın, oturduğunuz yerden ahkâm kesmekten vazgeçin. (…) Bizim Kurban Bayramı karşıtları da, şimdi bir de AB normlarını bahane edip, bayramımızı burnumuzdan getirmeye kalkışmasınlar (Nuray Mert, “Kurban tartışması”, Radikal, 18.1.2005).

Bir de bu tartışmalara canı sıkılan”aşk filozofu” Haşmet Babaoğlu’ndan alıntı yapalım; mizahi değil ciddi bir yazı olduğunu da belirterek:

Benim her kurban bayramında canımı sıkan ise ‘aydın işi’ bir eleştirel tavır: Hayvansever bir eda ve şiddet karşıtı bir bakışaçısı. (…) Hassasların dikkatine: Kökleri açısından kurban olumsuz bir şiddet eylemi değildir, tersine toplum kurban törenleri yoluyla kendi üyelerinin üzerine bastıran şiddeti nisbeten ‘kayıtsız’ ve ‘kurban edilebilir’ bir kurban üzerine çevirir. (…) Benim derdim insanlığın binlerce yıllık geleneklerine, belki de büyük harfle tek bir Gelenek’e dikkati çekmek. Bu büyük serüven çıtkırıldım tavırlarla, sıradan hassasiyetlerle, üstünkörü bilgilerle ve hele kör inançlarla hiç anlaşılmaz. (Haşmet Babaoğlu, “Korkup Sakınanların Şiddeti, Yeni Yüzyıl, 7.5.1995)

Elbette ki, modernizmin İslam’ın içini boşalttığı ibadetlerin şekilden ibaret bir hale dönüştüğüne feryat eden, İslamcı kanaat önderleri, kurban ibadetinin de bu hale getirilmesinden şikayetçi. Başta Hüseyin Hatemi, İhsan Eliaçık, Kuran’a göre bu kurban geleneğinin günah olduğunu söyleyen Mehmet Atak  olmak üzere bazı aydınlar yıllardır bu gerekçeyle kurbana karşı da tavır alıyorlar.[17]  Pek  itirazları olmasa da yaklaşan bir değişimin farkında olanlar da var tabii ki:

İnsanlar, hayvanlara acıdıkları için et yememeye karar verirlerse, vahşi hayvanları avlamak, ehlileştirilmiş olanlarını da kesmek yasaklanırsa kurban hakkında da bu bakımdan (acıma, acı duyma vb.) bir şeyler söyleme hakkı ve imkânı doğar. (Hayrettin Karaman, “Kurban Bayramı İzlenimleri”, Yeni Şafak, 11.3.2001).

Elbette kurbanın mana kısmına dair, her şeye maydanoz olan köşecileri değil, Dücane Cündioğlu’nun etkileyici yazısını hatırlamak gerekiyor,

İşin gücün etle kanla, koyunla koçla… et yiyip et dağıtmakla…

Etleri göğe fırlatıyorsun, kabul edilir sanıyorsun ama her defasında gökten üzerine kan yağıyor, fırlattığın etler patır patır arza düşüyor. Ne et, ne kan semâya ulaşmıyor.

Bir de utanmadan İbrahimcilik oynuyorsun. Etlerin kanların arasında aklınsıra bayram ediyorsun.

Hâlbuki bayram, vâsıl olanın hakkı. Hakikate ulaşanın. Hiç değilse, eteğine değenin.

Vuslattan eser yok, o hâlde bu çığlıklar da neyin nesi? Nedir bütün bu bağırıp çığırışmalar? Neyi gördün, hangi rüyayı? Uğruna sevdiceğini feda ettiğin şu rüyayı anlat bakalım! Senden kim neyi istedi?

Sana ‘Kurbanın nedir?’ diye sormuyorum ey talib, sadece rüya görüp görmediğini merak ediyorum.

Söyle, senin rüyan nedir? Hangi rüya uğruna neyi kesiyorsun? Hangi rüyanın gerçekleşmesini istiyorsun? Nasıl bir rüyanın?

Rüyan ne ki ey talib, kurbanın ne olsun?

(Dücane Cündioğlu, “İbrahim’inki Bir Rüyanın Eseriydi, Ya Seninki”, Yeni Şafak, 20.11.2010). link [18]

Kuşkusuz kurban meselesinin tartışılmasında, değişiminde dindarların rolü önemli. Kurban, çok eski çağlardan kalma, çok farklı inançlarda var olmuş bir ritüel. İslam gibi bir büyük anlatının ayırt edici vasfı “kurban” olmasa gerek. Dine dair “katı” olan her şeyin buharlaştığı bir dönemde, ibadetlerin içinin boşaldığından şikâyet eden; dinin modernleşmenin, protestanlaşmanın vasıtası haline geldiğini savunan İslamcıların bu içeriği boşalmış ibadetin üzerindeki din örtüsünü kaldırma mücadelesini bizzat yürütmeleri gerekmez mi?

Eğer o örtü kalkarsa,  altından, rantçılar, “kurban bayramı dindarları”, dini bir sömürü düzenine uyarlayanlar, bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmaz mı?

Kurban, devlet kararı ile yasaklanacak değildir elbette, ama samimi dindarlar, zulme dönüşmüş bu ibadet konusunda bir vicdan muhasebesine gidemezler mi? İbadetin böyle metalaştırılmasına, biçime değil, öze, manaya sahip çıkarak, seslerini yükseltemezler mi? Yeryüzünün sömürüsünün, talanının, dinin uzak durun dediği “israf” boyutlarını bile aştığı bir gidişatta, kurbanı karşıtlık üzerinden değil, kendi değerleri üzerinden yeniden değerlendiremezler mi? Ali Şeriati’nin bu söylediklerine kulak vermek için kurban bir vesile olamaz mı?

Çünkü bu dinin öyküsü, işkence, insanın kendine eziyet etmesi, kan ve tanrıların kana susamışlığının öyküsü değil, ‘insanın kemâli’nin öyküsüdür. İçgüdü zincirinden, dar egoizm zindanından kurtuluşun öyküsüdür. Ruhun yükselişi, aşkın miracı ve beşeriyet iradesinin mucizevî iktidarının; her bağ ve kayıttan, seni ‘hakikat karşısında sorumlu bir insan’ olarak esir ve aciz kılan tüm zincirlerden kurtuluşun öyküsüdür. Ali Şeriati, Hacc
* * *

Netice olarak, din-inanç-gelenek sarmalında ama özellikle devasa bir ekonomisi[19] oluşmuş kurban pazarında can veren canlıların yaşam haklarını nasıl savunacağız?

Kimilerinin, hatta kimi hayvansever derneklerinin de savunduğu canlıların şoklanarak, göz önünde, sokak ortalarında değil, kapalı steril yerlerde kesilmeleri, yani acılarının azaltılması ile mi olacak bu?

Boğaların kaçamadıkları, yakalanıp işkenceye maruz kalmadıkları zaman mı sorun çözülmüş olacak? Yılda 11 milyon civarında sadece mezbahalarda kesilen diğer türdeşleri gibi can verdiklerinde muasır medeniyet seviyesine ulaşmış olmanın gönül rahatlığını mı duyacağız?

Hayrettin Karaman’ın haklı olduğu bir yön var: “İnsanlar, hayvanlara acıdıkları için et yememeye karar verirlerse, kurban hakkında da bu bakımdan (acıma, acı duyma vb.) bir şeyler söyleme hakkı ve imkânı doğar.” Yani bu mücadele bir “bayram” sınırlarını aştığı zaman, bir şeylerin değişmeye başladığını da göreceğiz belki!

Abdullah Onay – birikimdergisi.com

[1] Bunun İslam fıkhında ne derece tartışmalı olduğuna dair: “Bahusus kurban meselesine dair bazı kitaplarda İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed (Allah onlara rahmet etsin)’e nispet edilen kurban kesmek sünnettir”12 sözü bu tür bir terim kaymasına örnektir. Zira İmam et-Tahavî, muhtasarında: “Kurban, İmam Ebû Hanîfe (Allah ona rahmet etsin)’ye göre vacip, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed (Allah onlara rahmet etsin)’e göre ise terk edilmesine cevaz verilemeyecek sünnettir” der ve kurbanın sünnet-i müekkededen üstün vacip değerinde olduğunu ifade eder.

Hanefî fakih ve muhaddislerden et-Tahâvî, mezhebin müçtehit imamlarından İmam Muhammed’in İmam Ebû Yûsuf’la birlikte kurban kesmenin vacip olmadığı ama hali vakti yerinde olanlar hakkında terkine ruhsat verilmeyen müekket sünnet olduğu kanaatine sahip bulunduğunu belirtir ve kendisi de bu görüşü tercih eder13. Nitekim el-Câmiu’s-sağîr ve Hanefî kaynaklarının temel metinlerinin bir kısmında İmam Ebû Yûsuf’un kurban için “sünnet” hükmünde bulunduğu belirtilirken diğerlerinde ‘müekket sünnet’ hükmüyle yer almış olması da muhtemelen Tahavî’nin “terkine ruhsat olmayan sünnet” sözüne dayanmaktadır. İbn Hacer de Tahavî’nin sözüne dayanarak kurban kesmenin İmam Muhammed’e göre terkinde ruhsat olmayan bir sünnet olduğunu söylemiştir”

Bir kısmını aktardığım bu izahın tamamı için bkz. https://www.ismailaga.org.tr/soru-kurban-kesmenin-hukmu-nedir

[2] “Diyanet İşleri Başkanlığından Orhaneli Müftülüğüne gönderilen 4 Aralık 1929 tarih ve 22743 numaralı tezkerede: Ramazan nedeniyle her sene olduğu gibi bu sene de cami ve mescitlerde verilecek vaazlarda fitre, sadaka, zekat, kurban derileri ve sakadatının Türk Tayyare Cemiyetine verilmesinin köylere varıncaya kadar tekrar anlatılması tavsiye olunmaktaydı”. Saime Yüceer, “Atatürk’ün Güvenlik Politikasına Bir Örnek: Türk Tayyare Cemiyeti – Bursa Örgütü”, http://ucmaz.home.uludag.edu.tr/PDF/ataturk/2003-(3)/h1.pdf

[3] Mart 2001 yılına ait bazı manşetler: “AB’yi Mabe’yi Dinlemediler” (Hürriyet), “İşte Avrupa Yolu” (Milliyet), “Her Sokak Bir Mezbaha” (Radikal), “Bitsin Bu İlkellik” (Posta), “Kurban Boğazı” (Star).

[4] Elbette birileri de böyle durumlarda muhafızlık görevine talip olur, farklı şeyler söyleyenleri “günahkâr” ilan ediverir: “İşin trajik olanı İslami duyarlılığa sahip bazı şahsiyetlerin de aynı gözlüğü takıp kurban ibadetini bir “kavurma bayramı” şeklinde ilan etmek suretiyle sergilediği bilinçsiz ve aynı zamanda günahkâr tutumdu.” (Zaman, 26 Şubat 2002)

[5] Mehmet Şevket Eygi gibi “seçkin” Müslümanlar köylülerin nezih dini bu hale getirdiğini iddia ediyordu. Bu anlamda merkez medyadaki kurban şikâyetleri ile ortak bir noktada buluşuyordu: “Hurafeyi din sayan zihniyet, bütün ilkelliği ile hâlâ büyük kentlerin varoşlarında çağa direniyor. (…) Pislik ve pespayelik, din ve vicdan özgürlüğünün gereği olamaz” Güngör Mengi, “Sevap ve Günah”, Sabah, 6.3.2001. Bunu “katliam” olarak görüp, tasvip etmeyen bir muhafazakâr yazar ise bunu yapanlar bizim varoştakiler değildir diye yazdı: “Sokaklarda o tiksindirici, korkutucu görüntüleri oluşturanlar ne muhafazakâr gazeteleri okurlar, ne imam-hatipli, ne de bilinçli Müslüman olabilirler. İslami terminolojiyi bilen en zayıf mümin bile hayvana eziyet edilmeyeceğini bilir. Bu katliamı yapanlar olsa olsa ‘Ramazan’ı iftar yemeği, bayramı Bodrum tatili olarak sunan kartelin varoşlardaki okurları olur.” (M. Nedim Hazar, Zaman, 9 Mart 2001)

[6] Kurban kesimi ve kanla insandaki şiddet duygusunu terbiye edeceği gerekçesi de çok yaygın savunulan iddialardan biridir. İnsanın değişmeyen özü tartışmasına girmeyelim, ama İslam dünyasında kanın gövdeyi götürmesine ne diyeceğiz? Nitekim, İlahiyatçı Ali Murat Daryal da “Kurban kesmek yani kan akıtmak çocukta henüz kuvvetlenmemiş içgüdülere cevap vermek için kullanılamaz. Kurban çocukta birtakım ürküntü ve korkulara sebep olabilir. Bu çocuğun ileriye dönük dini hayatı için son derece tehlikeli ve mahzurludur.” diye uyarıyordu: Zaman, 4.3.2001.

[7] İlginçtir, eğer dikkatimden kaçmadıysa Tayyip Erdoğan’ın kurban kesimli fotoğrafı yok, en azından son dönemlere ait;  2013’te kurban vekâletini Saraybosna’daki kesim için 2014’te ise Kızılay için vermiş. Bu sene ise yedi hissesini yurtdışında kesilmek üzere Türk Diyanet Vakfı’na. Oysa dindar kesime yönelik siyaset yapan merkez sağ liderler için önemli bir görüntüydü bu; örneğin Süleyman Demirel’in evinin bahçesinde kesilen koyunlar önünde dua eden görüntüsü bir klasikti.

[8]  “Okumuş, eğitimli insanların yaşadığı semtlerde 30 daireli, 40 daireli apartmanlarda tek bir kişi bile böylesine kanlı, bıçaklı kurban kesme gösterisi yapmadı. Onlar belediyelerin kurban kesme yerlerine ya da Eyüp Sultan’a gittiler, iyiliklerini yaptılar.” Necati Doğru, “Din Buysa! Bu mu Olmalı!”, Sabah, 7.3.2001 Mesela Kemal Kılıçdaroğlu, kurbanını bir önceki yıl Van’da kestirirken geçen sene iki kurban vekaletini Kızılay’a verdi Bir de kişisel anektod, seneler önce bir sol gazetenin yayın yönetmenliğini yapmış biri gayet “doğal” kurban kestiğini anlattığında gösterdiğim tepkiye, en az benim onun yaptığına şaşırdığım kadar şaşırmıştı! Kurbana soldan muhalefet, Birgün gazetesi kurbanın pahalı olması nedeniyle herkesin kesememesinden şikâyetçi! http://www.birgun.net/haber-detay/yurttasa-kurbanlik-ve-et-hayal-90000.html

[9] “Kurban parasının kurban niyetiyle bu bölgelere (savaş bölgelerindeki Müslümanlara) gönderilmesini ben kişisel olarak doğru bulmuyor, bu şekilde hareket etmekle kurban ibadetinin yerine geldiğini sanmıyorum.” (Ali Bulaç, “Kurban Kesmek, Kurban Parası Göndermek”, Yeni Şafak, 10.5.1995)

[10] Bunun üzerine CHP milletvekili Umut Oran bir soru önergesi verdi: “Bu yönetmelik değişikliği, Bizzat Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla 1925’te Türk Tayyare Cemiyeti olarak kurulan ve 1935’te bugünkü adını alan THK’nın tamamen bitirilmesine yol açmayacak mı?”

[11] Recep Koçak, “Kurban Büyük Bir Fırsattır”, http://www.milatgazetesi.com/kurban-buyuk-bir-firsattir/62100/#.VDLfLvmSxro Biraz ayrıntı olacak ama yazıdan uzun bir alıntı yapayım, bu alımlardaki duruma dair: “A vakfı vekalet yoluyla kurban kesmek üzere yükümlülerden mesela 350’şer lira topluyor. Kurbanı ister yurt içinde ister yurt dışında kessin daha önceden kurbanlık hayvan satıcılarıyla ya bağlantı yapmak veya hayvanları satın almak mecburiyeti vardır. Diyelim ki bin kişiden para topladı, her biri 350 liradan bin koyun alamaz. Ya sürüyü toptan alır veya koyunların kalitesine göre fiyatlandırarak alır. Bu takdirde ilk alışta vekalet verenin parasına koyun (veya ortak büyük baş hayvan) almak mümkün olmaz. Bana göre iki çözüm yolu vardır:

1.Vakıf veya dernek kurban olacak hayvanları kendi adına farklı fiyatlarla satın alır. Vekalet veren ve tamamı aynı miktarda para ödeyen kimselere, adları okununca kurbanı, topladığı para karşılığında satar (akdin iki tarafını temsil ederek akit yapar) ve kasaba vekaleten kesmesini söyler. Bu birkaç akdin bir anda ve bir arada olması daha başta hazırlanacak ve içinde -yukarıda açıklanan işlemlerin de yer aldığı-bir vekalet sözleşmesine dayanılarak vekalet verenin ismi okunarak da yapılabilir. Birden fazla hizmet veren bir otelde kalmak üzere bir belgeyi imzalayan taraflar, birden fazla akdi bir çırpıda yaparlar ve çağdaş alimler bunu caiz görmüşlerdir.

2. Vakıflar ve dernekler vekalet yoluyla kurbanı nasıl alıp keseceklerini ve kullanacaklarını açıklayan bir sözleşme hazırlarlar. Bu sözleşmeye ‘vekalet verenlerden toplanan eşit miktardaki paralar her bir yükümlü namına kurban almaya yetmezse vakıf veya dernek üstünü, hibe yoluyla tamamlayacak, para fazla gelirse sahibi bu fazlayı vakfa hibe etmiş olacak, kesilen kurbanın tamamı veya şu kadarı vakfa ve derneğe verilmiş olacak’ diye yazarlar. Bunları bilerek vekalet vermiş olan yükümlü vazifesini yapmış olur, vekil de şartlara uyarak sözleşmeyi icra eder.

Yükümlüler kurban ibadeti, için vekalet verirken muhasebesi sağlam, işlemleri açık ve şeffaf, hizmeti belli, meşru ve önemli olanları tercih etmelidirler. Bu nitelikleri taşıyan birden fazla yer varsa derecelendirmek ve birine yoğunlaşmadan desteği aralarında dağıtmak uygun olur.”

[12] Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi, ‘2009’daki kurban bağışı kesim ihalelerindeki yolsuzluk’ iddialarıyla ilgili davada, Mehmetçik Vakfının eski Genel Müdürü Salih Güloğlu ve LÖSEV Başkanı Üstün Ezer’i ‘güveni kötüye kullanmak’ suçundan 5’er yıl, Deniz Feneri Derneği Genel Başkanı Mehmet Cengiz’i ise 2 yıl 6 ay hapse mahkum etti. http://www.yenisafak.com.tr/gundem/kurban-operasyonu-karari-verildi-506974

 

[13] “Deri toplamanın astarı yüzünden pahalıya gelince, Kurbanın derisine değil, tümüne talip olunmaya başladı. 700.000 büyük baş, 2.500.000 küçükbaşın kesildiği Kurban piyasasından pay kapma yarışında yer alan vakıf, dernek ve cemaatlerin sayısı çığ gibi arttı. Ulusalcı, askeri vakıflar, kanserle mücadele derneklerinin yanında birbirine kurbanını kaptırmama mücadelesi veren cemaatlerin Kurban mücadelesi günden güne sertleşti. Kurbanını diğer cemaate kaptırmamak için bayramdan aylar önce taraftarlarından söz alınması bile yetmez olmuştu. Artık insanlara ‘sana şu kadar kurban yazıyorum’ zorlaması sonucu elde edilen gelirle yapılan İslami(!) çalışmaların finansı karşılanmaya çalışıldı. Bu kurbanı kaptırmama cehdi(!), Allah’a yaklaştıran Kurbanın, İbrahim’in İsmail’i kurban etmesinin, paylaşarak dostlukları pekiştirmenin önüne geçti. Kurban sadece bir gelir kalemi sayıldı. Bu finans meselesi uğrunda mücadele kızıştı…” Şevket Hüner, http://dusuncemektebi.com/thk-sendromu_m19598.html

[14] ://www.yenisafak.com.tr/ekonomi/iste-ucuz-kurbanlik-almanin-yolu-688421

[15] Recep Koçak, “Kurban Büyük Bir Fırsattır”, http://www.milatgazetesi.com/kurban-buyuk-bir-firsattir/62100/#.VDLfLvmSxro

[16] Hilal Kaplan, “Kurban Bayramı ve vejetaryenler”, Yeni Şafak, 7.11.2011. Tabii ki Abdurrahman Dilipak, demagoji gerekiyorsa, kambersiz düğün olmaz. Leman Sam vesilesiyle yazdığı yazıda; “Bizdeki ünlü vejetaryenlerin isimlerine bir göz attım. Leman-Şevval Sam dışında, Harun Kolçak, Zülfü Livaneli, Ebru Şallı, Murathan Mungan, Tarkan, Merve İldeniz, Füsun Önal, Hayrettin Karaca.. Bunların tamamı CHP’li neredeyse ya hu!” diyerek kendisinden beklenen fikrî derinliği gösterdi. http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdurrahman-dilipak/leman-sam-ya-da-…

[17] İhsan Eliaçık, “Kur’anda Kurban Ayetleri Haritası”, http://www.ihsaneliacik.com/2012/10/kuranda-kurban-ayetleri-haritasi.html Mehmet Atak, “Mevcut Kurban Geleneği Kuran’a Göre Günah”, http://hurbakis.net/content/mevcut-kurban-gelenegi-kurana-gore-gunah

[18] Burada Ali Şeriati’nin Hacc kitabındaki uzun “Kurban” bölümünü hatırlamak gerekiyor. Şeriati, epey önceleri iki büyük ritüel Hacc ve Kurban üzerinden, “dine karşı din” ile hesaplaşmaya gider:

“Senin İsmail’in kimdir? Veya nedir? Makamın mı ? Onurun mu? Mevkin mi? Statünmü? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Bağın mı? Otomobilin mi? Ma’sükun mu? Ailen mi? İlmin mi? Rütben mi? Sanat ve maharetin mi? Ruhaniyetin mi? Alimliğin mi? Elbisen mi? Adın mı? Nâmın mı? Şöhretin mi? Carim mı? Ruhun mu? Gençliğin mi? Güzelliğin mi…? Ben nereden bileyim? Bunu sen kendin bilirsin. Her ne ve kim ise onu sen kendin Mana’ya getirmeli ve Kurban için seçmelisin. Ben sadece onun alâmetlerini sana söyleyebilirim. Seni iman yolunda zayıflatan, ‘gitmek’te olan seni ‘kalma’ya çağıran, seni ‘sorumluluk’ yolunda şüpheye düşüren, seni kendine bağlayan ve alıkoyan, gönül bağlılığı, mesaj, işitmene, hakikati, itiraf etmene izin vermeyen, seni firara çağıran, seni maslahatçı izah ve yorumlara sürükleyen ve aşkı, seni kör eden herşey… İbrahim’sin ve İsmail’i zaafın seni İblis’in oyuncağı haline getirebilir. Hayatında, şeref, saygınlık, iftihar ve faziletin doruklarında birtek şey vardır ki onu elde etmek için zirveden inebilir onu kaybetmemek için bütün İbrahimî kazanımlarını yitirebilirsin: O, İsmail’indir. İsmail’inin, bir şahıs veya bir şey olması mümkündür; bir durum, bir konum, bir zaaf noktası, olması imkan dahilindedir!” Ali Şeriati, Hacc, Şura Yayınları

[19] Kurbanda kesilen canlı sayısı 4 milyon civarında, yılda mezbahalarda kesilen ise 11 milyon. Bu bile pazarın nasıl bir devasa boyutu olduğunu gösteriyor. Bu yıl kurbana 6.8 milyar lira harcanacağı hesaplanıyor. Kurban öyle her derde bir deva ki, CarrefourSA Genel Müdür’ü Mehmet T. Nane, “Kurban Bayramı kuşkusuz, hem doların etkisiyle hem de okulların açılmasının ertelenmesi ile durağan bir döneme giren piyasalarımıza bir canlılık getirecek” dedi. http://www.gazetevatan.com/koyun-can-piyasa-et-derdine-dustu–864759-eko…
Log in to post comments

ABD: YPG’yi terörist örgüt olarak değerlendirmiyoruz

abdABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby,  Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) silahlı kolu YPG’yi (Halk Koruma Birlikleri) terörist grup olarak değerlendirmediklerini söyledi.

Washington’ta düzenlenen basın toplantısında “Türk hükümeti, YPG’yi terörist örgüt olarak görüyor. ABD yönetimi ise YPG’ye destek veriyor. Arada bu kadar keskin farklar varken Türkiye ile işbirliğini nasıl yönetiyorsunuz?” sorusu üzerine şu yanıtı verdi:

“Biz YPG’yi terörist örgüt olarak değerlendirmiyoruz. Suriye’de, IŞİD’e karşı mücadelede başarılarını da kanıtladılar. IŞİD karşıtı gruplarla ki bunlar başarılılar, başarılı da olabilirler, birlikte çalışmayı sürdüreceğiz. Ayrıca bunların hepsi de Kürt değil.”

“Her konuda aynı fikirde olmak zorunda değilsiniz”

Kirby, Türkiye hükümetinin YPG’ye ilişkin endişelerini anladıklarını söyledi:

“Kendileri ile görüşmelerimizi sürdürüyoruz. Türkiye’nin IŞİD ile mücadelede koalisyona verdiği desteği ve IŞİD’e karşı direk olarak verdiği mücadeleyi takdir ediyoruz.”

IŞİD’e karşı koalisyonun ortak amaçla bir araya geldiğini anlatan Kirby, “Ancak her konuda aynı fikirde olmak zorunda değilsiniz. Mücadelede nerede, ne zaman ve nasıl, elinizden ne geliyorsa onu yaparsınız. Biz de bu önemli mücadeleyi böyle yönetiyoruz” dedi.

Kirby, Suriye’de askeri yığınak yapmayı sürdürmekte olan Rusya’nın bu tavrından endişe duyduklarını, Rusya’nın IŞİD ile mücadele için yığınak yaptığını söylemesine karşın bunun ne kadar gerçeği yansıttığını bilmediklerini de söyledi.

 

Kaynak: BİANET.org

HDP’li bakanlar geçici seçim hükümetinden istifa etti

Halkların Demokratik Partisi (HDP) üyesi Kalkınma Balanı Müslüm Doğan ve Avrupa Birliği (AB) Bakanı Ali Haydar Konca geçici seçim hükümetinden istifa etti.

11

İstifalarla ilgili 16.30’da basın toplantısı düzenleneceği belirtildi.

HDP’li bakanların kararı, Ankara’da Bakanlar Kurulu toplantısının yapıldığı gün geldi.

CNN Türk televizyon kanalı, Başbakanlık kaynaklarının en kısa sürede istifa eden bakanların yerine yeni atamaların yapılacağını belirttiğini aktarıyor.

(Ajanslar)

AB içişleri bakanları mülteciler için toplanıyor

Avrupa Birliği (AB) içişleri bakanları, mülteci krizini görüşmek üzere bugün Brüksel’de bir araya geliyor.

Avrupa Birliği’ne üye 28 ülkenin içişleri bakanları, mültecilerin Avrupa ülkelerine nasıl dağıtılacağı konusunu ele alacak. Üye ülkeler arasında bu konuda derin anlaşmazlıklar var.

9

AB Komisyonu, Yunanistan, İtalya ve Macaristan’da bulunan mültecilerin üye ülkelere dağılımına ilişkin bir plan sunmuştu.

Macaristan, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Romanya ve Polonya gibi AB’ye 11 yıl önce üye olan ülkeler zorunlu kota uygulamasına karşı çıkıyor. Bu uygulamanın Avrupa’ya daha fazla mülteciyi çekeceğini ve kapsamlı göçe alışkın olmayan toplumlarına zarar vereceğini savunuyorlar.

Mültecilerin çoğunun sınırlarına Yunanistan üzerinden AB’ye girerek vardığını kaydeden Macaristan yetkilileri, bu nedenle bir sınır ülkesi muamelesi görmemeleri gerektiğine dikkat çekiyor. AB içişleri bakanlarının geçen hafta düzenlediği olağanüstü toplantı, bir uzlaşmaya varılmaksızın sona ermişti.

AB üyesi devlet ve hükümet başkanları da yarın Brüksel’de toplanarak mülteci krizini değerlendirecek. Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, AB liderlerini mülteci krizi ve 160 bin mültecinin birlik üyeleri arasında dağıtılması planını tartışmak üzere olağanüstü zirveye çağırmıştı.

(Deutsche Welle Türkçe)