İsa, Nassau’nun köşesinde, elinde karton kahve bardağı, üzerinde lacileriyle oturuyor.
İşin erbabı, öykülerin çarpıcı, okuru içine alan cümlelerle başlamasını salık verir. Öyküye hemen dâhil olup hızlıca tüketme çağı için yerinde bir öneridir bu. Oysa yukarıdaki giriş cümlesinin alengirli, etkileyici bir tarafı olduğunu söylemek zor. Ve hatta, okumaktan hemen şimdi vazgeçmez de devam ederseniz, birazdan okumayı tamamlayacağınız şeyin öykü bile olmadığını düşüneceksiniz belki de. Haklı olabilirsiniz. Ama mademki ilk cümlesi bir kere yazıldı ve okundu, kelimelerin içine tek tek dalalım bakalım, belki ilginç bir şeyler buluruz.
İsa, dini bir çağrışım yapsın diye, söz konusu kahramanın uzun saçları ve sakalı var diye, köşesinde oturmakta olduğu Nassau ile uyaklı olsun diye veyahut laf ola beri gele konmuş bir ad olabilir. Kaldı ki oturan adamın adının İsa olma ihtimali sıfır. Kahraman olup olmadığı bile şüpheli, göreceli bir hal. Nasıl ve nereden baktığınıza bağlı. Adının Patrik olma ihtimali yüksek, Martin ya da Can’atan da olabilir ama İsa, asla. Neyse. Biz onu İsa diye anmış bulunduk, hadi öyle devam edelim.
Nassau, Nasıra’yı çağrıştırsın diye uydurulmuş bir mekân adı değil. Bu sefer, İsa’ya göre daha gerçekçi bir veriyle karşı karşıyayız. Nassau, Dublin’in gözde üniversitesi Trinity’nin ki bu kelime Türkçe’de “Teslis” anlamına gelir ve İngilizcesi “Tiridine bandım” türküsünü, Türkçesi de testisi çağrıştırır, ne diyorduk, işte işbu Trinity Üniversitesi’nin sırtını verdiği caddenin adıdır. Caddenin bir tarafında şık dükkânlar, oturup kahvenizi içebileceğiniz ve sosyalleşebileceğiniz kahvehaneler (kafe yazmamış olduğumun farkındayım), sağlıklı ambalajında, uzun ömürlü, düşük yağ oranına sahip ürünler satan marketler, elbette birkaç pub ve dahası, bir şehirde bulunmasını mutlak surette umacağınız birkaç banka şubesi yer alırken, diğer tarafı boydan boya üniversitenin duvarıdır. Yorgunsanız duvara sırtınızı yaslayabilir, kafanızı kaldırabilir, karşı sıradaki dükkânları seyredebilirsiniz. Gördünüz mü? Dükkânları demiyorum. İsa’yı gördünüz mü?
Köşe, denince aklınıza ne geliyor? Benim aklıma gelen birkaç deyim var. Köşeyi dönmek, vardır mesela. Köşe olmak, denir sonra. Önce köşeyi dönersiniz, sonra köşe olursunuz. Her şey sırasıyla, usulünce. Güzel şeydir, köşe olmak. Köşeyi tutmak mı vardı bir de! İşte bizim İsa, bir nevi köşeyi tutmuş ama aklınıza ilk gelen şekilde değil. Tuhaf birisi İsa, köşede olma şekli de tuhaf. Elindeki bardağı sallayıp duruyor, gözleri boşluğa dahi bakmazken. “Köşeli” vardır bir de argoda ki ne demeye geldiğini şimdi açıklamayayım, hoş olmaz ama şöyle küçük bir ipucu verebilirim; İsa, sol elinin işaret parmağı marifetiyle şu an, sarımtırak yeşil bir köşeli üzerine çalışıyor.
İsa’nın elleri iri. Sizin elleriniz nasıllar? Birçok işe yarar, size yardımcı olurlar mı? Klavyeperver ve yumrukşinas mıdırlar? El sıkışmak için sevdiklerinize uzattığınız, tuvalette kıçınızı temizlediğiniz, birbirine çarpıp alkış sesi çıkardığınız, para saydığınız eller, hep aynı eller mi? İsa’nın elleri soğuk. Sizinkiler?
Karton üzerinde fazla durmayacağım. Bildiğimiz, mimi mile milimetre kalınlığında, kaliteli tırışkadan mamul, endüstriyel ürün işte. Şu kadarını söyleyeyim, öykümüzün önemli kelimelerinden birisi karton. İsa’yı, Nassau’yu, köşeyi ve elleri unutabilirsiniz ki şu ana kadar en az ikisini unutmuş olduğunuzu tahmin ediyorum. Ama kartonu aklınızda tutun lütfen. Önemli kelimelerimizden bir diğeri de,
Kahve.
Üçüncü ve en önemli kelimemiz bardak. Bardak, bir öykünün en önemli kelimesi olduğunu bilse ne çok sevinirdi. Bir büyük ustanın romanının da en önemli kelimesidir bardak ama kendisi bilmez bunları, ne yazık. Onun, yani bardağın toplum içindeki görevi, sıvı bir takım şeyleri sunmaktır ve görevinin dışına çıkmaz. Bu öyküde sunması gereken şey ise kahve. Ama bir tuhaflık var. Öykünün gidişatı doğrultusunda kahve sunmasını beklediğimiz itaatkâr bardağımızın içinde bu kez kahve yok. Bir kahve bardağı, kahve sunmayacaksa ne işe yarar ki? Ben, düzen dışı bir şeyler seziyor ve rahatsız olmaya başlıyorum.
Üzerinde, üzerinde durulması gereken bir kelime olsa gerek. Gelin görün ki benim aklım halen, içinde kahve olmayan kahve bardağında. Aklıma gelen birkaç ihtimal var. Kahve dökülmüş olabilir ama öyle olsa İsa’nın elleri sıcak olur ve hatta İsa oturmuyor, ayakta canhıraş bağırıyor olurdu muhtemelen. İsa kahvesini bitirmiş olabilir ama kahvesini bitirmişse, saniyelerin bile değerli olduğu çağımızda neden zaman öldürsün ki.
Lacivert ile laciler, birbirinden farklı şeylerdir. Evet, renk olarak algıladığınızda aynılardır da kavram olarak farklıdır. Kelimeler ne tuhaf değil mi. Kelimenin yarısını atıyorsunuz ve karşınıza başka bir şey çıkıyor. Sonuna çoğul eki koyduğunuzda başka bir şey algılıyorsunuz. Size bir şeyi çağrıştıran bir kelime, bir başkasına bambaşka bir şey anımsatabiliyor. Çok acayip bu kelimeler. Çok.
Geldik son kelimemize. Oturuyor. Kubbealtı Sözlüğü – Oturmak: Vücûdun belden yukarı kısmı dik duracak ve vücut ağırlığı kaba etler üzerine binecek şekilde bir yere yerleşmek, kuut etmek.
Şimdi pek de havalı olmayan giriş cümlemizi bir kez daha hatırlamakta fayda var. İsa, Nassau’nun köşesinde, elinde karton kahve bardağıyla, üzerinde lacileriyle oturuyor. Yani İsa, hayatının ağırlığı kaba etleri üzerine, oradan da yere binecek şekilde, kaldırımda kuut ediyor. Belden yukarı kısmı pek dik sayılmaz, daha ziyade kaykılmış bir hali var ama bu durum, gerçekleştirdiği eylemi oturmak diye anmamıza engel teşkil etmeyecek, küçük bir ayrıntı.
Adı muhtemelen İsa olmayan İsa, Nassau’nun köşesinde ki bu şehrin bu köşesinde değil de kapitalizmin sömürdüğü bir başka şehrin başka köşesinde de olabilirdi, elinde karton kahve bardağıyla – bu sabit, üzerinde lacileriyle – ki kimi kurumlar evsizler için, logolarının rengi doğrultusunda, toplumla dayanışma içinde oldukları anlaşılsın diye yeşil, mavi, kırmızı barınma yorganları temin edebiliyor – oturuyor yani kaldırımda, yani dileniyor, yani üşüyor, yani evsiz.
Öykümüzün İsa’sı, beş yıl önce işinden çıkarıldı çünkü beş yıl önce ülkede kriz meydana geldi. Nedir acaba bu kriz dedikleri? Sular dondu, erimedi de derelerde içecek su mu kalmadı acaba? Ormanlar oksijen üretmemeye karar verdiler de insanlar nefessiz mi kaldılar dersiniz? Topraktan buğday bitmedi, hayvanlar otlamadı mı? Nedir kriz? İsa, üç yıl önce, kirasını ödeyemediği evinden atıldı. İsa, o gece ve ertesi geceler içti, arkadaşlarında kaldı. İsa, birkaç ay sonra, artık sosyalleşmek istemeyen ve kendilerine has geçim dertleri olan arkadaşları tarafından kovuldu. İsa kovulurken sarf edilen sözler kaba değildi çünkü çağımız insanı kaba davranmaz, sokakta karşılaştıklarına, günaydın bugün hava ne güzel, der, otobüs sürücüsüne teşekkür eder, gerektiğinde teşekkür edip gerektiğinde özür diler.
İsa, o günden bu yana Nassau’nun köşesini tutmuş durumda. İlk günler çok üşüdü. Sonra bir hayır kurumu, İsa’ya lacivert barınma yorganı sağladı çünkü işbu kurumun logosu da laciverttir ve çünkü biz çok merhametli hayvanlarız. Allah onlardan razı olsun. İsa, o günden sonra daha az üşüdü. Daha sonra İsa, tırışkadan mamul endüstriyel kartondan kahve bardağı edindi. Onu sallamak suretiyle beş on sent topluyor ki aç kalmasın. Ve biz kahve içiyoruz. Çünkü biz kahve seven, kahve içerken döviz kuru, indirimler, kredi oranları ve tatil planları üzerine konuşmayı seven hayvanlarız.
Öykünün bu kısmını ben uydurdum. Siz dilerseniz, İsa’nın aslında matematik dehası olduğu, aşkından delirip yollara düştüğü yönünde bir hikâye uydurabilirsiniz. Seversiniz böyle hikâyeleri. Toplumun delisinin, evsizinin bile satacak bir öyküsü olmalı zira.
Ama değişmeyen bir şey var ki İsa, gündüz ve gece kaldırımda oturuyor. Çünkü İsa evsiz. Meryem ve Muhammed de.
İşin erbabı, öykülerin sonunun açık uçlu olması gerektiğini söyler. Doğrudur, o halde söz dinleyelim. İsa, oturduğu yerden ayaklandı, üzerinize doğru yürüyor. Yürü İsa. Çünkü İsa aç açık…
11/4/2015 Dublin
NOT: Fotoğraflı kısa öykülerinizi (öykü yazarı ve fotoğrafı çeken farklı kişiler olabilir) ‘[email protected]’ adresine gönderebilirsiniz.
Öykü ve Fotoğraflar: Fuat Sevimay