Ana Sayfa Blog Sayfa 3594

Shell, Kuzey Kutbu’nda petrol arama programından vazgeçti

Shell bugün (28 Eylül) Kuzey Kutbu petrol sondaj programından vazgeçtiğini açıkladı ve gerekçe olarak uygulamanın yüksek maliyeti, keşif çalışmalarının başarısız sonuçlanması ve Amerika Birleşik Devletleri hükümet düzenlemelerinin değişkenliğini gösterdi.

Arctic Offshore Drilling

İngiliz-Hollanda ortaklığındaki Shell, Alaska kıyılarındaki keşif faaliyetlerine son verdi. Shell, yüksek maliyet ve istenen başarının yakalanamamasını kararına gerekçe olarak gösterdi. Çuçki Denizi’nin kuzeyinde test amaçlı yapılan sondajın hayal kırıklığı yarattığı belirtildi. Şirket açıklamasında, “öngörünür bir gelecekte” sondaj çalışmalarına devam edilmesinin planlanmadığını vurguladı.

Shell’in açıklamasının ardından “Save The Arctic”(Kutupları Kurtar) kampanyasını yürüten Greenpeace, Shell’in Kuzey Kutbu’ndan çekilmesini geçtiğimiz dört yıl boyunca devam eden Kuzey Kutbu’nu koruma alanı ilan etmek için yürüttüğü küresel kampanya adına önemli bir adım olduğunu açıkladı.

Kuzey Kutbu kampanyasının bu başarıyla beraber daha güçlü ve tutkulu devam edeceğini vurgulayan Greenpeace Uluslararası Genel Direktörü Kumi Naidoo, “Bugün, Shell’e karşı duran milyonlarca insan için zafer ve Kuzey Kutbu’nda petrol arayan şirketler için büyük bir felaket günüdür. Shell, Kuzey Kutbu’nda sondaj yaparak büyük bir kumar oynadı ve sadece finansal olarak değil, kamusal itibar olarak çok yüksek bir kayıba uğradı. Bu, dünyanın en skandal petrol projesiydi ve inatçılığına rağmen Kuzey Kutbu’ndan eli boş olarak ayrıldı. ABD Başkanı Barrack Obama bunu bir fırsat olarak değerlendirmeli ve Kuzey Kutbu’nu petrol şirketlerinden korumak için adımlar atmalı” dedi.

Shell’in vaz geçmesinin petrol lobisi adına kesin bir yenilgi teşkil ettiğini açıklayan Greenpeace Akdeniz Kuzey Kutbu Kampanyası Sorumlusu Ayşe Bereket, “Shell’in milyar dolarlık bütçesi, Kuzey Kutbu’nu korumak için harekete geçen milyonlarca insana karşı gelemedi. Üç yıldır, milyonlarca insan Shell’e karşı durdu ve sonunda halkın iradesi kazandı. Yakında dünyanın gözü Paris’te iklim değişimini durdurmak için buluşan ülkelerde olacak. Kuzey Kutbu kampanyasında milyonlar bir araya geldiğinde neler başarabileceğimizi gördük, şimdi küresel çapta milyarlarca insanın iklim değişikliğine karşı birleşme zamanıdır” dedi.

Greenpeace, son dört yıldır, Kuzey Kutbu’nu koruma alanı ilan etmek için küresel bir kampanya yürütüyor. Bu çağrı, Kuzey Kutbu’nun narin tabiatını ve orada bulunan endemik hayatın petrol sondajından ve endüstriyel balıkçılıktan korunmasını talep ediyor. Bu küresel harekete bügüne kadar 7 milyondan fazla kişi katıldı ve Desmond Tutu, Emma Thompson ve Paul McCartney gibi 1000’den fazla isim Kuzey Kutbu Deklarasyonu’nu imzaladı.

(Yeşil Gazete)

Kuş Cenneti Seyfe Gölü tamamen kurudu

Seyfe Gölü Koruma Derneği Başkanı Mustafa Yavuz, yüzlerce yaban kuşuna yataklık eden Seyfe Gölü’nün tamamen kuruduğunu belirterek, “Şimdi kuruyan gölden kalkan toz bulutları çevredeki bitki örtüsüne zarar vermeye başladı” dedi.

Seyfe Gölü Koruma Derneği Başkanı Mustafa Yavuz
Seyfe Gölü Koruma Derneği Başkanı Mustafa Yavuz

DHA’dan Hüseyin Özbalı’nın haberine göre Kırşehir’in Mucur ilçesi sınırları içerisinde bulunan doğa harikası kuş cenneti Seyfe Gölü’nden bilinçsizce su çekilmesi sonucu şu anda tamamen kuruduğuna dikkat çeken Seyfe Gölü Koruma Derneği Başkanı emekli öğretmen Mustafa Yavuz şu açıklamayı yaptı:

“ŞİMDİ TOZ CENNETİ OLDU”

Seyfe Gölü bir zamanlar doğa harikası idi
Seyfe Gölü bir zamanlar doğa harikası idi

“200’e yakın türü bulunan göçmen kuşların konaklama ve üreme yeri olan, birinci derecede SİT alanı Seyfe Gölü son günlerde tamamen kurudu.

Gölün ana kuruma nedeni göl kenarına içme ve sulama amaçlı açılan kuyulardan kaynaklanıyor. 18 bin nüfuslu Mucur ilçesi içme suyu ihtiyacını bu gölden karşılıyor. Seyfe Gölü’nü besleyen kaynak suları daha yer yüzüne çıkmadan borularla alıp götürülüyor. Gölü besleyen suların çekilmemesi için Kırşehir Valiliğine, Mucur Kaymakamlığı ve Belediyesi ile ilgili makamlara ’Seyfe Gölü Kuş Cenneti kurumasın’ diye uyarıcı dilekçeler verdik, ama hiç dikkate alınmadı.

Kuş Cenneti Seyfe Gölü oldu şimdi toz cenneti. Gölden kalkan tuzlu toz bulutları şimdi çevrede bulunan bitki örtüsüne zarar vermeye başladı.”

(DHA, Hürriyet)

İsveç’in planı dünyanın ilk fosil yakıtsız ülkesi olmak

İsveç hükümeti bu hafta, fosil yakıtlara bağımlılığını sonlandıran dünyadaki ilk ülkelerden biri olma hedefi kapsamında 2016 bütçelerindeki yenilenebilir enerji ve iklim değişikliği çalışmasına ilave 546 milyon dolar harcayacaklarını açıkladı. İsvceç’in bu hedefi ne zaman haytaa geçireceği konusunda bir tarih belirtilmesede geçen sene başkent Stockholm’ün 2050 yılı itibariyle fosil yakıttan arındırma tasarısını açıklanması ülkenin de 2050 yılını hedeflediği öngörülüyor.

6

Fiona McDonald‘ın Science Alert‘de yayınlanan haberine ve Bilim Fiili.com‘da yer alan Ozan Zaloğlu‘nun çevirisine göre İsveç halihazırda elektriğinin üçte ikisini fosil olmayan enerji kaynaklarından elde etmekte. İskandinav ülkesi baskın olarak hidroelektrik ve nükleer ve şimdi de taşıma endüstrisini daha sürdürülebilir yapmanın yanı sıra güneş ile rüzgar enerjisi imkanını artırmak üzerine odaklanacak. Bütçe artışının büyük bölümü petrol ve dizel yakıtı üzerindeki ağır vergiler tarafından karşılanacak. İsveç başbakanı, Avrupa kanunları yeterince başarılı olmazken İsveç’in yol gösterici olacağını belirtiyor.

Karar, İsveç’in geçen sene ülkenin tarihindeki en kötü orman yangınlarından birini ve aşırı sıcak hava dalgalarını görmesinden sonra geldi. Hükümet, vatandaşlarını gelecekte iklim değişikliğinin etkilerinden korumak için harekete geçme sözü verdi.

Yeni bütçedeki en etkileyici paylardan biri olan güneş enerjisine 2017 ile 2019 yılları arasında yıllık 58.4 milyon dolar ayrılarak mevcut payından sekiz kat artış sağlandı. Hükümet ayrıca para harcayacağı kaynakları ise şu şekilde açıkladı:

 

  • Akıllı şebeke
  • Yenilenebilir enerji depolama teknolojisi
  • Elektrikli otobüs filosu
  • Doğa dostu arabalar için devlet desteği
  • İklime uyum taktikleri
  • Yerleşim yerlerini enerji bakımından daha verimli hale getirmek için yenilemek.

Kararın, Kasım ayının sonunda Paris’te yapılacak olan 2015 Birleşik Devletler İklim Değişikliği Toplantısı’ndan sadece birkaç ay önce gelmiş olması da aslında tesadüf değil.

İsveç tek değil

En heyecan verici olan ise, İsveç’in yenilenebilir enerjinin arkasında durmaya başlayan dünya çapındaki birçok hükümetten sadece biri olması. Hawaii, tamamen yenilenebilir güç kullanan ilk ABD eyaleti olma tasarısını açıkladı. Bu yılın başlarında Kosta Rika 75 gün boyunca yüzde 100 yenilenebilir enerjiden güç sağladı ve Danimarka, Temmuz ayında elektrik talebinin yüzde 140’ını başarıyla rüzgardan üretti.

(Science Alert, Bilim Fiili)

Katalonya’da bağımsızlık yanlıları kazandı

İspanya’nın kuzeydoğusundaki Katalonya Özerk Bölgesi’nde yapılan parlamento seçimlerini bağımsızlık yanlısı partiler kazandı. Şimdiye dek sandıkların yüzde 90’ından fazlasının açıldığı ve sonuçlara göre bağımsızlık yanlısı ittifakın parlamentodaki 135 koltuktan 72’sini kazadığı bildiriliyor. Bu partiler, bölgenin 18 ay içerisinde İspanya’dan ayrılmasını istiyor.

3

Tarihi olarak kabul edilen seçimlerde bağımsızlık yanlısı partiler, parlamentoda mutlak çoğunluğu elde etti. Katalonya özerk bölgesinin hükümet başkanı Artur Mas ve lideri olduğu ayrılıkçı ‘Junts pel Si’ (Hep Birlikte Evet) ittifakı, pazar günü yapılan seçimde yerel parlamentodaki 135 sandalyenin 62’sini kazandı. Aynı şekilde bağımsızlık yanlısı sol parti CUP (Halk Birliği Adaylığı) 10 milletvekili çıkardı. Böylece koalisyon kurması beklenen her iki parti birlikte Katalonya bölgesindeki parlamentoda mutlak çoğunluğu elde etmiş oldu. Ancak seçmenlerin büyük çoğunluğunun oylarını almayı başaramadılar. Zira her iki partinin oyları yine de oyların yüzde 47,8’ine tekabul ediyor.

Bağımsızlık yanlıları 68 sandalyeye ulaşırlarsa tek taraflı olarak 18 ay içinde bağımsızlık ilan edebileceklerini söylemişlerdi.

Artur Mas ve lideri olduğu ayrılıkçı 'Junts pel Si' (Hep Birlikte Evet) ittifakı, pazar günü yapılan seçimde yerel parlamentodaki 135 sandalyenin 62’sini kazandı
Artur Mas ve lideri olduğu ayrılıkçı ‘Junts pel Si’ (Hep Birlikte Evet) ittifakı, pazar günü yapılan seçimde yerel parlamentodaki 135 sandalyenin 62’sini kazandı

Seçimin galibi Artur Mas, Barcelona’da yaptığı konuşmada “Bugün çifte bir zafer kazandık. Hem ‘Evet’ kazandı hem de demokrasi” dedi. Mas, “Seçim sonuçları, bağımsızlık sürecine devam etmek için bize güç vermiştir” diye konuştu.

Katalonya özerk bölgesinin hükümeti, öne alınan seçimleri, bölgenin İspanya’dan ayrılması için bir “halk oylaması” olarak ilan etmişti. Mas, seçimlerin kazanılması halinde 18 ay içerisinde Katalonya Özerk Bölgesi’nin bağımsızlığına kavuşturulması için çabalayacağını duyurmuştu.

Madrid hükümeti ise Katalonya Özerk Bölgesi’nin İspanya’dan ayrılmasına hiçbir koşulda izin verilmeyeceğeni yineledi. Yapılan açıklamada anayasada belirtilen ‘ulusal birlik’ ilkesine dikkat çekildi.

Madrid hükümeti, 2014 yılının kasım ayında Katalonya Özerk Bölgesi’nde yapılması planlanan bağımsızlık referandumunu Anayasa Mahkemesi’ne taşıyarak referandumun yapılmasını engellemeyi başarmıştı.

(DW Türkçe, BBC Türkçe)

Bir günde kaç PKK’li öldürülebilir, devletin her öldürdüğü ‘terörist’ midir? – Celal Başlangıç

Haber Müdürü ısrarlıydı:

“Baksana Hürriyet’e, Milliyet’e, Sabah’a… Nasıl haberler var. Niye bizde yok?”

Haklıydı!

OHAL’de, her bahar gelişinde olduğu gibi o dönemin “merkez Mehmetçik gazeteleri” yıllık olağan faaliyetlerini başlatıp mevsimsel olarak “başlık azıya almışlar”dı.

“Dağ, taş didik didik”

“Eşkiya saklanacak delik arıyor”

“Teröre büyük darbe”

Ben boşuna anlatmaya çalışıyordum, bunun karlar erimeye başlayınca askerin gündüzleri dağlık bölgelere “tarama operasyonu” yaptığını, hava kararınken de geri dönüp, ertesi gün tekrar başladığını… Bu operasyonların her yıl bu mevsimde tekrarlandığını…

Gazete manşetlerine İstanbul’dan bakınca bölgedeki durum çok farklı görünüyordu kaçınılmaz olarak.

“Tamam, hallederim” deyip telefonu kapattım.

Bir A4 kağıt aldım önüme, soluna Gabar’ı, sağına Cudi’yi çizdim. İki dağın arasına da Kasrik Boğazını yerleştirip coğrafik altyapıyı tamamladım.

Ardından dağların tepelerine helikopterleri, paraşütle atlayan komandoları kondurdum. Eteklerden zirveye doğru da tırmanan “dağ komandoları”nı çizdim taslak olarak.

Bu çizimi faksladım “Haber Merkezi”ne:

“Siz bu gönderdiğimi grafik servisine çizdirin, ben birazdan haberini geçeceğim.”

Sonra oturdum daktilomun başına. Su gibi akıyordu haber. Cudi ve Gabar dağlarındaki PKK alanlarına büyük bir operasyon başlatılmıştı. Hava indirme birlikleri helikopterlerle dağların zirvelerine indiriliyor, aşağıdan yukarıya tırmanan dağ komandolarıyla PKK’nin siperleri, sığınakları, cephanelikleri, depoları tarumar ediliyordu.

Operasyonun her türlüsünü yazmıştım habere. Bir tek Foça’daki amfibi komandolarına İskenderun Körfezi’ne çıkartma yaptırtıp, Gaziantep-Şanlıurfa üzerinden Cudi’ye, Gabar’a göndermemiştim.

Elbette her yalan haberde olduğu gibi “teröristler gecenin karanlığından yararlanarak kaçıyorlar”dı.

Çünkü, o zamanlar “şu kadar PKK’li öldürüldü” desen, soruyorlardı adama “Nerede bu PKK’lilerin cesetleri” diye.

O yılların klasiği haline gelmişti, öldürülen PKK’liler yan yana dizilir, bu görüntüler Anadolu Ajansı ve TRT tarafından dolaşıma sokulurdu. Ekranlar, gazete sayfaları öldürülmüş gerilla fotoğraflarıyla dolardı, yanlarında  silahlarıyla. Çünkü dönemin önce sıkıyönetim, sonra da OHAL bildirilerinin dili “PKK’lılar silahlarıyla birlikte ölü ele geçirildi”ydi.

Bu yüzden 1980’li yılların ikinci yarısıyla 1990’lı yıllarda binlerce öldürülmüş PKK’li görmüştür bu ülkenin insanları.

Neyse, ertesi gün “haberim” gazetede sekiz sütuna manşetti:

“Büyük operasyon”

Gazeteyi görünce Haber Müdürü’nü aradım:

“Nasıl olmuş haber?”

“Hah, işte böyle ya canlı, heyecanlı haber istiyordum. Çok güzel, çok güzel, eline sağlık.”

Hiç istifimi bozmadan iki sözcük söyledim:

“Haber yalandı.”

Uzun bir seslik oldu telefonun öbür ucunda. Neden sonra bir fısıltıyla geldi yanıt:

“Sus, kimseye söyleme!”

O yıllar, “devletin aleyhinde olmadıkça sallamak serbest gazeteciliği” revaçtaydı.

Ben de o gün 40 yıllık gazeteciliğimde ilk ve son yalan yazma hakkımı kullanmıştım.

Yandaşların yalanları birbirini tutmuyor

26 Eylül, Cumartesi gününün gazetelerine bakınca yıllar önceki bu yaşanmış hikaye geldi ister istemez aklıma.

Çünkü, “havuz medyası”yla, “yavuz hırsız medyası”yla özellikle yandaş gazeteler hem de daha fütursuz biçimde 1980’li, 90’lı yılların “merkez Mehmetçik medyası”na çoktan dönmüşlerdi.

Önceki gece Beytüşşebap’ın resmi dairelerine PKK saldırmış, iki asker yaşamını yitirmişti. Ardından başlayan operasyonlarda da köyler, mahalleler basılmış, bombalanmış, üç sivil atılan bir bombayla, bir ambulans şoförü de açılan ateş sonucu öldürülmüştü.

Genelkurmay da saldırı sonrasında gerçekleştirilen operasyonla ilgili bir açıklama yapmıştı:

“Bilahare insansız hava aracı, hava kuvvetleri ve helikopterler desteğinde uzman personelden oluşan birliklerimiz tarafından yapılan koordineli operasyonlar sonucunda, şu ana kadar bir DOÇKA mevzii ve toplam 34 terörist silah ve malzemeleri ile birlikte etkisiz hale getirilmiştir.”

Genelkurmay’ın 25 Eylül’de yaşananlara ilişkin tek açıklaması buydu. Zaten Hürriyet, Cumhuriyet, Milliyet, Yeni Çağ, hatta yandaşlardan  Yeni Şafak, Akşam, Milat gibi gazeteler de ertesi gün “34 PKK’linin öldürüldüğü, 34 teröristin silahlarıyla birlikte etkisiz hale getirildiği” yolunda haberlerle çıktı.

Ancak belli ki bazı yandaş gazeteler tatmin olmamıştı bu “34 ölü”yle. Biri eksiltmiş, ama diğerlerinin hepsi arttırmıştı.

Star, Genelkurmay açıklamasına dayanarak “Jetler Haftanin’i vurdu, 30 PKK’lı öldürüldü” demişti.

Ama belli ki 34 Yeni Akit’e az gelmişti:

“Son operasyonlarda 71 terörist etkisiz hale getirildi.”

Sabah da 34’ü biraz artırmıştı:

“1 günde 41 PKK’li öldürüldü. Beytüşşebap’ta askere saldıran teröristler geride 34 ölü bıraktı. Bingöl ve Ağrı’da 7 PKK’lı ölü ele geçirildi”

Türkiye Gazetesi de başka bir sayı veriyordu:

“Şırnak, Bingöl ve Hakkari’de 46 terörist etkisiz hale getirildi.”

Güneş gazetesi de “yok mu arttıran” çağrısına uymuştu belli ki:

“64 hain imha edildi. K.Irak’ta ve Şırnak Beytüşşebap’ta terör yuvalarına yapılan bombardıman ve operasyonlarda 64 terörist etkisiz hale getirildi.

Kaç PKK’li öldürüldü acaba bir günde? 30 mu, 34 mü, 41 mi, 46 mı, 64 mü, 71 mi?

Hatta aynı grup içersinde yer alan gazetelere göre bile farklı sayılar verilmişti.

Sancak Grubu’ndaki Star’a göre 30’du öldürülen PKK’li sayısı, Akşam’a göre 34, Güneş’e göre 64.

Türkuaz grubunun “havuz amirali” Sabah’a göre öldürülen PKK’li sayısı 41’di, aynı gruptan Takvim’e göre de 34.

Genelkurmay’ın açıklamasında İHA’lar, uçaklar ve helikopterlerle yapılan operasyonun Türkiye sınırları dahilinde mi yoksa Irak Kürdistanı’nda mı olduğu açık olarak belirtilmiyordu. Ancak yandaş medyada herkes meşrebine göre bir Karaoğlan, Kara Murat, Malkoçoğlu, Battalgazi gibi kahramanlık menkıbesi yazmıştı.

Örneğin Akşam Gazetesi “İHA’lar buldu, jetler vurdu” diyordu. Takvim ise operasyonu başka hava araçlarına yaptırmıştı:

“Bagok Dağı’na kaçan 40 alçağı Atak ve Kobra helikopterler takip etti. Sabaha kadar süren çatışmalarda 34 teröristin öldürüldüğü belirlendi.”

34 PKK’linin “silahlarıyla birlikte etkisiz hale getirildiği” yer de “muhtelif”ti. Kimi yandaşa göre operasyon Beytüşşebap ve kırsalında, kimine göre Haftanin kampında, kimine göre de hem K.Irak’ta, hem de Şırnak’ta yapılmıştı.

Görüntüler Vali’yi de Bakan’ı da yalanlıyor

Beytüşşebap olayıyla ilgili olarak Genelkurmay da Şırnak Valiliği de açıklama yapmıştı. Genelkurmay açıklamasında, olaylar sırasında yaşamını yitiren biri ambulans şoförü toplam dört sivile hiç değinilmiyordu.

Şırnak Valiliği’ne göre de dört sivili “bölücü terör örgütü” öldürmüştü.

Oysa görgü tanıklarının anlatımı da, olay yerine giden HDP’li milletvekillerinin saptamaları da bu açıklamayı doğrulamıyordu. Bir evdeki üç sivilin askerlerin attığı havan topu sonucu öldüğü, ambulans şoförünün ise yaralı polisler için çağrıldığı halde kontrol noktasındaki polisler tarafından vurulduğu iddia ediliyordu.

Hatta ortaya çıkan bir görüntü, olayı “sıcağı sıcağına” yaptığı iki ayrı konuşmada duyuran Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nu da yalanlıyordu.

Çünkü olayın yaşandığı 25 Eylül Cuma günü Bakan Müezzinoğlu partisinin bayramlaşma töreninde konuşurken Beytüşşebap’ta bir ambülans şoförünün “terör örgütü mensuplarınca kaçırıldığını” söylüyordu. Ancak aynı gün bir başka törende yaptığı konuşma sırasında önüne gelen bilgi notundan “ambulans şoförünün terör örgütü tarafından şehit edildiği” haberini duyuruyordu.

Oysa ortaya çıkan görüntü, ambulans şoförünün direksiyon başında öldürüldüğünü, cesedinin çevrede bulunan yurttaşlar tarafından üzerlerine ateş açılmasına rağmen arabadan çıkarıldığını, biraz ilerisindeki kontrol noktasında eli kalaşnikoflu polislerin bulunduğunu gösteriyordu.”

Zaten ertesi gün de “PKK’nin öldürdüğü” söylenen sivillerin cenazesi Beytüşşebaplılar tarafından zılgıtlarla, ağıtlarla, PKK lehine atılan sloganlarla kaldırılıyordu.

Yani eğer Şırnak Valiliği’nin açıklamasına inanacak olursak, PKK gerillaları bir evde üç kişiyi öldürüyor, sonra ilçe halkı öldürülenlerin cenazesini “PKK Halktır, Halk Burada” sloganlarıyla kaldırıyordu. Sen bu milletin aklını koru yarabbi!..

Devlet öldürürse ‘terörist’ olursun

Benzeri bir durumu daha bu ayın başında Cizre’de yaşadık.

Sekiz günü aşkın süre sokağa çıkma yasağı uygulanan nüfusu 100 binden fazla koca ilçe halkı keskin nişancılar tarafından vurularak, evleri taranarak öldürülürken yandaş medyanın verdiği haberler şöyle bir tablo çiziyordu:

“PKK Cizre’ye dağlardan 200 kişilik ‘azılı suikast timi’ yerleştiriyor, bu timler halkın evlerini işgal ediyor, 37 günlük bebekten 80 yaşındaki insana kadar 20’den fazla sivili öldürüyor. Sonra devlet koyduğu sokağa çıkma yasağını kaldırınca cenazelerini günlerce evlerinde saklayan, kokmasın diye buzluklarda tutan insanlar da bu cenazeleri alıp devleti suçlaya suçlaya, yeşil, sarı ve kırmızı bayraklarla gömüyor.”

Oysa sokağa çıkma yasağının kalkmasından iki gün önce Başbakan Davutoğlu tek bir sivil kaybının olmadığını, İçişleri Bakanı Altınok ise sadece bir sivilin öldüğünü söylüyordu. Ancak o gün Altınok’a göre yedi terörist ölü ele geçirilmişti ve 30-32 teröristin “etkisiz hale getirildiği değerlendiriliyor”du. Ne demekse değerlendirmek.

Cizre’de gerçek olan bir tek şey vardı; 20’den fazla sivil öldürülmüştü… Bu “ölü ele geçirilen yedi terörist ile etkisiz hale getirildiği değerlendirilen 30-32 teröristten” de bir daha haber alınamadı.

Zaten kimse de Davutoğlu’na “Hani hiç sivil kaybı olmamıştı” ya da Altınok’a “Hani sadece bir sivil hayatını kaybetmişti” diye sormadı.

Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bakış açısı vardı. O öldürülenler, “sokağa çıkma yasağı varken sokağa çıkan teröristler”di.

Ne Bakanın, ne Başbakanın, ne Cumhurbaşkanının sayıları ve açıklamaları birbirini tutuyordu ama Cizre’den Beytüşşebap’a, sadece bu Eylül ayı içersinde tüm bu yaşananlardan öğreneceğimiz bir gerçek var.

Dua et ki bundan sonra seni öldüren PKK olsun, ya da öldürülmenin suçu PKK’nin üzerine atılsın. O zaman “sivil yurttaş” olabilirsin ancak. Eğer devletin güvenlik güçleri tarafından öldürülücek olursan “masum vatandaş”lıktan “azılı terörist”liğe yatay geçiş yaparsın.

Gerçekten şimdi Beytüşşebap’a bakıp sormak gerekiyor yandaş medyasıyla, valisiyle, bakanıyla, başbakanıyla, cumhurbaşkanıyla bütün bu AKP iktidarına “milli ve yerli” uzantılarına:

Bir günde kaç PKK’linin öldürülmesi sizce uygundur?

Devletin her öldürdüğü ‘terörist’ midir yoksa öldürülene kadar “sivil yurttaş” olanlar “resmi kurşunlara, bombalara hedef olunca” mı terörist oluyor?

5.Celal BaşlangıçCelal Başlangıç – t24.com.tr

Temiz enerji kirli mi?: Aydın – Yılmazköy jeotermal enerji santrali – Kenan Kahya

Yılmazköy Jeotermal Enerji Santrali (JES), memleketimizin kaynaklarıyla ürettiği enerji sayesinde dışa bağımlılığımızı azaltan, Aydın başta olmak üzere ülkemizin kalkınmasını sağlayan bir tesis olacak. Ayrıca yer altındaki sıcak su varlıklarını kullandığı için temiz ve yenilenebilir bir enerji santrali. Dolayısıyla, doğa dostu enerji ifadesiyle tanınacak. Dahası da var; hem de çok var, bu temiz ve yenilenebilir enerjini kaynağının:

  • H2S (Hidrojen Sülfür) ve Hg (Civa) başta olmak üzere zehirli gazlar salıyor ve köylülere hatta 5 km uzaktaki Aydınlılara zehirli hava saçıyor. İncirlerini kurutup, zeytinlerini bitiriyor. Canlı yaşamını yok ediyor.
  • Atık suyunun içerdiği Borik Asit toprağı zehirliyor. Menderes nehrini kirletip, zehirlediği sulama suyuyla Söke Ovasına dek toprağı kirletiyor.
  • Çıkardığı gürültü yüzünden köylüleri ve tüm canlıları ürkütüyor.
  • Ve yetmiyor: Doğa dostu enerji santrali, asırlık zeytin ağaçlarının olduğu alana kuruluyor ve zeytinlerin hunharca katline neden oluyor.

Açık Bir Çağrıdır: Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz zeytin ağaçları, Yılmazköy’de JES kurulması için kesilecek. Adres çok kolay zira Aydın’ın Denizli çıkışından itibaren tüm köyler JES’e karşılar; kime sorsanız gösterirler ama sorduktan sonra bin de “ah” işiteceksinizzeytin ağaçları

Kalan zeytinler de kesilecek. İfade net! Çünkü 21 Eylül gecesi de kesildi, tıpkı bundan 7 ay önce yapıldığı gibi. 21 Eylül’de zeytinlerin hepsinin kesilmesini muhtar Şahin Can ve Ayşe Çetin başta olmak üzere köylüler engelledi. Şirket çalışanları kestikleri zeytinlere ait parçaları kamyonlarla araziden kaçırmış; ertesi gün de toprağı sürmüşler; sanki bir şeylerin üstü kapatılmak isteniyor. Şirket araziyi alıp çalışmalara başlamadan önce burada 700 civarında zeytin ağacı varmış. Zeytinlerin kimisi 100 yıldan büyük, en gençleriyse 50 yaşında. Köyün yaşlıları kendilerini bildiklerinden beri zeytinlerin orada olduğunu söylüyorlar. Şirketin, Çevre Etki Değerlendirmesi için hazırlattığı Proje Tanıtım Dosyasındaki uydu görüntüleri de bir itiraf gibi: Proje sahası zeytin ağaçlarıyla dolu. Buna rağmen ÇED onayını rahatlıkla almışlar. Zeytinleri kesim yöntemleri de hayli korkunç ve şeytana pabucunu ters giydirir cinsten. Önce ağaçların dallarını kesmişler. Dalları yok ettikten sonra, kel kalan ağaçlara kurumuş izlenimi vererek köklüyorlarmış. Sahadaki fotoğraflar köylülerin anlatımını gözler önüne seriyor. Köylüler hem zeytinler için hem de jeotermal santralin yapılmaması için mücadele veriyorlar. Yakında, tıpkı Soma – Yırca Köyündeki gibi zeytin nöbetleri başlayabilir. Çağrı, haksızlığa karşı koyan, yaşamı savunan herkese.

Köyde Değişen Hayat

Yılmazköy, Aydın Dağlarının yamacındaki bir merkez köyü. Dağlarından bal, hemen önündeki ovasından da yağ akıyor. 350 Hanelik köy, zeytinci ama şehre yakınlığı nedeniyle işçi olarak çalışan da çok. Yıllardır mutlu-mesut yaşıyorlar bereketli topraklarında. Aralarında çok efe var, toprağı için mücadele etmiş olan. Bu saf, doğayla ahenkli, mutlu hikaye, ilk olarak 17 yıl kadar önce bulanmaya başlamış. Önce Maden Tetkik köye gelmiş ve sıcak su kaynağı bulmuş. İlk jeotermal kuyusunu açarak, şirketlere lezzetli bir potansiyel yemek kokusu gitmiş. Yıllar sonra, 2013 itibariyle JES çalışmaları başlamış. Temiz enerjiciler, köye gelmeden, bir selam vermeden çalışmaları başlatmış. Bölgede potansiyel kuyular açılmış. 2500 m’ye kadar sondajlar yapılmış. İlk santral, Yılmazköy’e birkaç km mesafedeki İmamköy’de kurulmuş.

Köyün direnişçilerinden, Derviş Çubuk ilk darbeyi yiyenlerden. Şirketin açtığı kuyulardan biri, Derviş Amcanın bağ evine 100 m uzaklıkta dahi değil. 2014 Kasım ayında başlayan sondaj çalışmaları sırasında yoğun bir gaz çıkışı oluşmuş ve şirketin 16 işçisi hastanelik olmuş. Bu sırada evinde her şeyden habersiz olan Derviş Amcayı köylüler kapısını kırarak dışarı çıkarmışlar. “Beni öldü sanmış köylü” diyor Derviş Amca. 6 kazı ölmüş bu yoğun gaz çıkışında. Hastaneye kaldırılan 16 işçi ise yedikleri yemekten zehirlendiklerini beyan etmişler. Derviş Amca artık bağ evinde yaşayamıyor; köye göç etmiş yaşam dolu, yeşillikler içerisindeki yuvasından. Bir gün bir şirket gelmiş ve selam dahi vermeden onu topraklarından kaçırmış!

JES’in akışkan taşıyan boru hattının arazisinden geçirilmek istendiğini belirten Hüseyin Şafaker de mücadele ediyor. “Bizi herkes dağlarından bal, ovaların yağ akar diye tanır” diyor ama ekliyor, “O eskidendi, jeotermal kuyularından ve boru hatlarından çıkan gaz tüm yaşamı zehirledi”. Gaz çıkışı yüzünden tarlasında çalışamamaktan da şikayetçi. Maskeyle dahi gitmiş, çalışmak için. Ama nefes alışını engellediği için bunalmış, yine yapamamış. Hala çözüm arıyor kendi toprakların çalışabilmek için. Yoğun gaz çıkışı ve toprak kirliliği incir ağaçlarını da etkilmiş. “İncirlerim ateş içinde kaynamış gibi dallarında duruyor”, diyor. “Artık yağ, bal değil zehir akıyor zehir” diye noktayı koyuyor. Zehir kelimesini duyunca eski muhtar Hasan Yavuz alıyor sözü ve köydeki kanser vakalarındaki artışı anlatıyor. Bir gün bir şirket gelmiş ve selam dahi vermeden insanları topraklarında maskeyle çalışmak zorunda bırakmış!

kenan kahya yılmazköylü kadınlarla
Kenan Kahya, Yılmazköylü kadınlarla

Köyün kadınları da mücadeledeler. Sabah, akşam düzenli gaz çıkışından, kokudan ve oluşan gürültüden rahatsızlar. Üstelik kendi köylerindeki JES daha kurulmadı bile. Onlar da farkında ve gelecekten endişeliler. Kendilerini düşünmüyorlar; tek dertleri çocuklarının geleceği. İronik gerçek: Jeotermalci şirketin sahibi santrallerine çocuklarının ismini veriyor. Yılmazköy’dekinin adı da Kerem. Herkes çocuğunu düşünüyor ama kimi hayatı pahasına… Bir gün bir şirket gelmiş ve çocuklarının adını verdiği santraliyle, köylülerin çocuklarının geleceğini çalmış!

Köyün direniş sembolü Ayşel Çetin, oğullarıyla birlikte iki yıldır amansız bir mücadelede. Ayşe Teyze, zeytinleri sayesinde geçimini yıllardır sürdürmüş, çocuklarını okutmuş. Zeytinliğinin yanıbaşındaki jeotermalden sonra zeytinleri hiç verim vermemiş. Bu da yetmezmiş gibi komşu zeytinleri de gözünün önünde kesiliyor. Belki kendi zeytinleri değil ama o haksızlığa dayanamıyor ve zeytin ağaçlarını savunuyor. Jeotermal kuyudan atık suyun DSİ sulama kanalına boşaltıldığına da şahit olmuş, Ayşe Teyze. Kanal boyunca iki sıra yoncası bembeyaz kesilmiş ve kurumuş. Elbette sadece onunki değil tüm topraklarda durum aynı. Efgan Çetin, “Babasından kalan toprakları korumanın artık bir onur mücadelesine dönüştüğünü söylüyor”. Köylülerle birlikte şirkete karşı dava açmışlar. Çevre Etki Değerlendirmesine karşı açtıkları davayı da kazanmışlar. Şimdi şirket, santral için Çevre Etki Raporlamasını daha geniş çaplı yapmak zorunda. Bunu yaparken köylünün rızasını da almak durumunda kalacak yani köylüye selam verecek!

Kiptaş’ın Kerem adını verdiği Yılmazköy’deki jeotermal santralinin açıklanan kapasitesi 24 MWe. Sadece 24 MWe için yapılanlar, anlamsızlığı daha da derinleştiriyor. Temiz ve yenilenebilir enerji adı kullanılarak yapılanlar böylece başka bir gerçeği daha gösteriyor: Kirli ellerle, kirli kafalarla temiz enerji projeleri yaparak dünyayı kurtarabilir miyiz?

kenan kahya

 

 

Kenan Kahya

Endüstriyel çiftçilik, tarihteki en kötü suçlardan biri

Yuval Noah Harari‘nin The Guardian’da yayınlanan yazısını Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Özde Çakmak‘ın çevirisyle yayınlıyoruz.

***

Endüstriyel olarak yetiştirilen hayvanların kaderi, çağımızın en acil etik sorularından biridir. Herbiri karmaşık algı ve duyulara sahip on milyarlarca duyarlı varlık, üretim hattının üzerinde yaşıyor ve ölüyor.

Hayvanlar, tarihin başlıca kurbanlarıdır ve endüstriyel çiftliklerde evcilleştirilen hayvanlara yapılan muamele belki de tarihteki en büyük suçtur. İnsanlığın gelişme yolu, ölü hayvanlarla döşelidir. Onbinlerce yıl önce bile, taş devrindeki atalarımız halihazırda bir dizi ekolojik felaketten sorumluydu. İlk insanlar 45,000 yıl önce Avustralya’ya vardıklarında, büyük hayvanların %90’ının hızla neslini tükettiler. Bu, homo sapienslerin gezegenimizin ekosistemi üzerindeki ilk önemli etkisidir.

endüstriyel hayvancılık

Yaklaşık 15,000 yıl önce insanlar Amerika’yı kolonize ettiklerinde, süreç içinde büyük hayvanların %75’ini yok ettiler. Sayılamayacak kadar çok sayıda diğer tür Afrika’dan, Avrasya’dan ve kıyılarının etrafındaki çok sayıda adadan kayboldu.  Ülke ülke yapılan arkeolojik kayıtlar aynı üzücü hikayeyi anlatır. Trajedi, homo sapiense rastlanılmaksızın bol ve çeşitli büyük hayvanlar sürüsünü gösteren bir sahneyle açılır. İkinci sahnede, fosilleşmiş kemik, mızrak ucu veya belki de bir kamp ateşiyle belgelenen insanlar ortaya çıkar. Hemen ardından kadınlar ve erkeklerin sahnenin ortasını işgal ettikleri, çok sayıda büyük hayvanın küçüklerle birlikte gittikleri üçüncü sahne gelir. Sapiensler tümüyle daha ilk buğday tarlasını ekmeden, ilk metal aleti şekillendirmeden, ilk metni yazmadan ya da ilk madeni parayı basmadan karada yaşayan büyük memelilerin yaklışık %50’sinin neslini tükettiler.

İnsan-hayvan ilişkilerinde bir diğer başlıca nokta, tarım devrimiydi: göçebe avcı-toplayıcılardan, kalıcı yerleşimlerde  yaşamaya döndüğümüz dönem. Bu, yeryüzünde tamamen yeni bir yaşam biçimini de kapsıyordu: evcilleşmiş hayvanlar. İnsanlar “yabani” kalan sayısız türe kıyasla 20’den az memeli ve kuş türünü evcilleştirmeyi başardıkları için başlangıçta bu gelişme daha önemsiz görünebilir. Fakat, asırların geçmesiyle birlikte, bu alışılmadık yaşam biçimi norm haline geldi. Bugün, bütün büyük hayvanların %90’ı evcildir (“büyük” en az birkaç kilogram ağırlığı olan hayvanları belirtiyor.) Mesela tavuğu ele alalım. Onbin yıl önce, Güney Asya’nın küçük ekolojik konumlarıyla çevrelenmiş nadir bir kuştu. Bugün milyarlarca tavuk, Antarika hariç, hemen her kıta ve adada yaşıyor. Evcil tavuk, dünya gezegeninin tarihinde belki de en yaygın kuştur. Başarıyı rakamlar üzerinden ölçersek, tavuklar, inekler ve domuzlar gelmiş geçmiş en başarılı hayvanlardır.

Ne var ki evcilleştirilen türler eşsiz kolektif başarılarını tek tek eşi benzeri görülmemiş ızdıraplarla ödedi. Hayvan krallığı, milyonlarca yıldır çok sayıda acı ve sefalet türü tatmıştır. Fakat, tarım devrimi nesiller geçtikçe yalnızca kötüleşen yeni tür ızdıraplar yarattı.

İlk bakışta, evcil hayvanlar, vahşi kuzenlerine ve atalarına göre daha iyi durumda görünebilir. Vahşi bufalolar günlerini yiyecek, su ve barınak aramakla geçirir ve aslanlar, parazitler, seller ve kuraklık tarafından sürekli tehdit edilirler. Evcil sığırlar ise, aksine, insanların bakım ve korumasının tadını çıkarır. İnsanlar ineklere ve buzağılara yiyecek, su ve barınak sağlar; hastalıklarını tedavi eder; onları avcılardan ve doğal afetlerden korurlar. Doğru; er ya da geç çoğu inek ve buzağı kendini mezbahada bulur. Ama bu onların kaderini vahşi bufalolardan daha kötü kılar mı? Bir adam tarafından kesilmektense aslan tarafından yenmek yeğ midir? Timsah dişleri, çelik bıçaklardan daha mı naziktir?

Evcil çiftlik hayvanlarının varlığını özellikle zalimce kılan şey, sadece ölme biçimleri değil her şeyden öte nasıl yaşadıklarıdır. Birbiriyle yarışan iki faktör çiftlik hayvanlarının yaşama koşullarını biçimlendirmektedir: bir yandan, insanlar et, süt, yumurta, deri, hayvan kas gücü ve eğlence ister; öte yandansa, çiftlik hayvanlarının uzun süreli hayatta kalmalarını ve üremelerini sağlamak zorundadırlar. Teorik olarak, bu hayvanları aşırı acı çekmekten korumalıdır. Bir çiftçi, ineğini ona yiyecek ve su sağlamadan sağarsa, süt üretimi azalır ve inek kısa sürede ölür. Ne yazık ki, insanlar hayatta kalmalarını ve üremelerini sağlasalar bile çiftlik hayvanlarına başka şekillerde de çok büyük acı çektirebilirler. Sorunun kökeni, evcil hayvanların vahşi atalarından çiftliklerde lüzumsuz olan çok sayıda fiziksel, duygusal ve sosyal gereksinimi miras almalarıdır. Çiftçiler, hiçbir ekonomik bedel ödemeden rutin biçimde bu ihtiyaçları gözardı eder. Hayvanları ufacık kafeslere kapatır, boynuzlarını ve kuyruklarını keser, anneleri yavrularından ayırır ve seleksiyona dayalı olarak hilkat garibeleri üretirler. Hayvanlar çok acı çeker ama yaşamaya devam eder ve çoğalırlar.

Bu, Darwinci evrimin en temel ilkeleriyle çelişmiyor mu? Evrim teorisi, bütün dürtü ve güdülerin hayatta kalma ve üremenin yararına geliştiğini savlar. Öyleyse eğer, çiftlik hayvanlarının sürekli üremesi bütün ihtiyaçlarının karşılandığını kanıtlamaz mı? Bir ineğin hayatta kalma ve üreme için gerekli olmayan nasıl bir “ihtiyacı” olabilir?

Tüm içgüdü ve dürtülerin, hayatta kalma ve üremenin evrimsel baskılarını karşılamak üzere evrimleştiği kesinlikle doğrudur. Fakat bu baskılar kaybolduğunda, şekillendirdikleri içgüdüler ve dürtüler hemen yok olmaz. Hayatta kalma ve üreme için artık yararlı değillerse bile, hayvanın sübjektif deneyimlerini biçimlendirmeye devam ederler. Günümüzdeki inek, köpek ve insanların fiziksel, duygusal ve sosyal ihtiyaçları mevcut şartlarını değil atalarının onbinlerce yıl önce karşılaştıkları evrimsel baskıları yansıtır. Modern insanlar tatlıları neden bu kadar çok sever? 21. yüzyılın başlarında hayatta kalmak için midemizi dondurma ve çikolatayla doldurmamız gerektiğinden değil. Daha ziyade, taş devrindeki atalarımızın tatlı, olgun meyvelerle karşılaşırlarsa yaptıkları en akıllı şeyin mümkün olan en kısa sürede, yiyebildikleri kadar meyve yemek olmasıdır. Neden genç adamlar dikkatsiz araba kullanır, sert kavgalara karışır ve kişiye özel internet sitelerini hacklerler? Eski kalıtsal hükümleri yerine getirirler de ondan. Yetmiş bin yıl önce, mamut kovalarken hayatını riske atan genç bir avcı tüm rakiplerini gölgede bırakırdı ve bölgedeki güzelin gönlünü kazanırdı – şimdi onun maço genlerine saplanmışız.

Tamamen aynı evrimsel mantık, endüstriyel çiftliklerimizdeki ineklerin ve buzağıların yaşamlarına şekil verir. Eskiden vahşi sığırlar, sosyal hayvanlardı. Hayatta kalmak ve üremek için iletişim kurmaya, işbirliği yapmaya ve etkili biçimde rekabet etmeye gereksinimleri vardı. Tüm sosyal memeliler gibi, vahşi sığırlar da gerekli sosyal becerileri oyun aracılığıyla öğrendiler. Kedi yavruları, köpek yavruları, buzağılar ve çocukların hepsi oynamaya bayılırlar çünkü evrim bu dürtüyü içlerine yerleştirmiştir. Vahşi doğada oynamaları gerekiyordu. Oynamazlarsa, hayatta kalma ve üreme için yaşamsal sosyal becerileri öğrenemezlerdi. Eğer bir kedi yavrusu ya da buzağı onu oyun oynamaya kayıtsız kılan nadir görülen bir mutasyonla doğmuşsa, hayatta kalması ve üremesi imkansızdır, tıpkı atalarının o becerileri elde etmeseydi en başta var olamayacakları gibi. Benzer biçimde, evrim köpek ve kedi yavrularına, buzağılara ve çocuklara anneleriyle birleşmeleri için çok büyük bir arzu aşıladı. Anne-yavru bağını zayıflatan olası bir mutasyon, ölüm demekti.

Peki, çiftçiler genç bir buzağıyı alır, onu annesinden ayırır, onu ufak bir kafese koyar, çeşitli hastalıklara karşı aşılar, ona yiyecek ve su verir ve sonra yeterince büyüdüğünde onu boğa spermiyle yapay olarak döllerlerse ne olur? Nesnel açıdan, bu buzağının hayatta kalmak ve üremek için artık ne anne bağına ne de oyun arkadaşına ihtiyacı vardır. Tüm ihtiyaçları insan efendileri tarafından karşılanmaktadır. Öznel bir açıdan ise, buzağı hala annesiyle bağ kurmak ve diğer buzağılarla oynamak için güçlü bir dürtü hisseder. Bu dürtüler yerine getirilmediği takdirde, buzağı fazlasıyla acı çeker.

Evrimsel psikolojinin temel dersi budur: binlerce yıl önce şekillenen bir gereksinim, artık hayatta  kalma ve üreme için gerekli olmasa bile öznel olarak hissedilmeye devam eder. Trajik biçimde, tarım devrimi insanlara evcil hayvanların öznel ihtiyaçlarını gözardı ederken  onların hayatta kalmasını ve üremesini sağlama gücü verdi. Sonuç olarak, evcil hayvanlar dünyadaki kolektif açıdan en başarılı hayvanlardır fakat aynı zamanda bireysel açıdan gelmiş geçmiş varolan en acınası hayvanlardır.

Bu durum son birkaç asırdır sadece daha da kötüleşti, bu süre zarfında geleneksel tarım endüstriyel çiftçiliğe dönüştü. Eski Mısır, Roma imparatorluğu ya da ortaçağ Çin’i gibi geleneksel toplumlarda insanların biyokimya, genetik bilimi, zooloji ve epidemiyoloji bilgileri çok kısıtlıydı. Dolayısıyla, manipulatif güçleri sınırlıydı. Ortaçağ döneminde köylerde tavuklar serbestçe koşar, çöp yığınından tohum ve solucan toplar ve ahırda yuva yapardı. Hırslı bir köylü 1,000 tavuğu kalabalık bir kümesin içine tıkacak olsa, muhtemelen tüm tavukların yanı sıra çok sayıda köylüyü de öldüren ölümcül bir kuş gribi salgını patlak verirdi. Hiçbir rahip, şaman ya da cadı doktor bunu önleyemezdi. Fakat modern bilim kuşların, virüslerin ve antibiyotiklerin sırrını çözdüğünde, insanlar hayvanları olağanüstü yaşam koşullarına maruz bırakabilmeye başladı. Şimdi aşıların, ilaçların, hormonların, tarım ilaçlarının, merkezi havalandırma sistemlerinin ve otomatik yem kaplarının yardımıyla onbinlerce tavuğu ufacık kafeslere tıkıştırmak ve benzersiz verimlilikte et ve süt üretmek mümkün.

Bu tür endüstriyel tesislerdeki hayvanların kaderi, kesinlikle ilgili rakamlar açısından çağımızın en baskın etik sorunlarından biri haline gelmiştir. Bu günlerde, çok sayıda büyük hayvan endüstriyel çiftliklerde yaşıyor. Gezegenimizin aslanlar, filler, balinalar ve penguenlerle dolu olduğunu hayal ediyoruz. Bu belki National Geographic Kanalı, Disney filmleri ve çocuk masalları için doğru olabilir, ama gerçek dünya için artık doğru değil. Dünyada 40,000 aslan bulunur, buna karşılık 1 milyar evcil domuz vardır; 500,000 fil ve 1,5 milyar evcil inek; 50 milyon penguen ve 20 milyar tavuk.

2009’da tüm türler birlikte sayıldığında, Avrupa’da 1.6 milyon yabani kuş vardı. Aynı yıl, Avrupa et ve yumurta endüstrisi 1.9 milyar tavuk yetiştirdi. Tümüyle, dünyanın evcil hayvanlarının ağırlığı insanların 300 milyon tonuna kıyasla 700 milyon tondur ve büyük vahşi hayvanlar için 100 milyon tondan daha azdır.

Bu yüzden, çiftlik hayvanlarının kaderi, etik bir ikincil mesele değildir. Yeryüzünün büyük hayvanlarının çoğunluğunu ilgilendirir: her biri algılar ve duygulardan oluşan karmaşık bir dünyası olan, fakat endüstriyel üretim hattında doğan ve ölen on milyarlarca duyarlı varlık. Kırk yıl önce, ahlak filozofu Peter Singer bu konuda insanların akıllarını değiştirmede çok şey yapan kanonik kitabı Hayvan Özgürleşmesi’ni yayınladı. Singer, endüstriyel çiftçiliğin tarihteki tüm savaşlardan daha çok acı ve sefaletten sorumlu olduğunu iddia etti.

Hayvanlar hakkındaki bilimsel çalışmalar, bu trajedide üzücü bir rol oynamaktadır. Bilim camiası, hayvanlarla ilgili gitgide artan bilgisini, esas olarak, insan endüstrisi hizmetinde yaşamlarını daha etkin manipule edebilmek için kullanmaktadır. Fakat bu aynı bilgi, makul şüphenin ötesinde çiftlik hayvanlarının karmaşık sosyal ilişkiler ve sofistike psikolojik modellerle duyarlı varlıklar olduklarını göstermektedir. Bizim kadar zeki olmayabilirler, ama kesinlikle acıyı, korkuyu ve yalnızlığı biliyorlar. Onlar da acı çekebilir ve onlar da mutlu olabilirler.

Bu bilimsel bulguları dikkate almamızın tam zamanı, çünkü insan gücü büyümeye devam ediyor, diğer hayvanlara zarar verme ya da yarar sağlama yeteneğimiz de onunla birlikte büyüyor. Dört milyar yıldır, yeryüzünde yaşam doğal seleksiyon tarafından yönetiliyordu. Şimdi gitgide insanın zeka tasarımıyla yönetiliyor. Biyoteknoloji, nanoteknoloji ve yapay zeka çok yakında insanların yaşayan varlıkları radikal yeni biçimlerde yeniden şekillendirmelerini sağlayacak ki bu, hayatın mutlak anlamını yeniden tanımlayacaktır. Bu cesur yeni dünyayı tasarlamaya geldiğimizde, sadece homo sapiens’in değil, tüm duyarlı varlıkların refahını da hesaba katmalıyız.

 

Yazının İngilizce Orjinali

Yazar: Yuval Noah Harari

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

(Yeşil Gazete, Guardian)

Şili “Aferin” aldı – Emine Zehra Miranda

Latin Amerika’nın Pasifik Okyanusuna şerit gibi upuzun kıyısı olan Şili’den 3 bin 700 km.uzaktaki Paskalya Adası dünyanın en zengin deniz barınağı olarak tanınıyor. Uluslararası çevre kuruluşlarının göz bebeği sayılan bu adanın karasu yataklarında ancak ansiklopedilerde aranırsa adı bulunacak binlerce türde, değişik, bitki ve deniz canlısı yaşıyor.

Özellikle, Okyanusların deniz taşıtları tarafından sintine boşaltımıyla kirletilmesi yüzünden Paskalya Adasının deniz yatakları bir süreden beri alarm veriyordu.

Şili’nin Sosyalist Parti destekli, 2.dönem başkanlığını yapan kadın Cumhurbaşkanı Michelle Bechelet‘in girişimleriyle Paskalya Adası ülke gündemine alındı.

7 bin civarında yerli halktan nüfusu olan 170 km.kare genişliğindeki adanın yedi yüz km’lik karasuları, bundan böyle tamamen koruma altında tutulacak. İnsanlığa ait doğal koruma alanı ilan edilen bu bölge nedeniyle Şili’yi tüm uluslararası örgütler ve elbette, bu arada, çevreciler alkışladı.

Yasadışı avlanmak bir yana, her türden avlanmanın yasaklanacağı bu alan dünya üniversitelerindeki bilim adamlarına açılacak ve araştırma enstitüleri hızla kurulacak. Şili’nin bu girişimi üzerine dünyanın sayılı deniz kuvvetlerinden birisine sahip bulunan Ordusu, derhal bölgede tedbir aldı. Yerli halk tarafından Rapa Nui olarak adlandırılan Paskalya Adası’na seyahatler de bundan sonra gözetim altından tutulacak.

Dışişleri Bakanı Heraldo Muňoz, Birleşmiş Milletler kararına imza koyan ülke sorumluluğu taşıyarak, yerli Okyanusya halkının yaşadığı adada alınan bu kararın hukuki varlığını ve haklılığını ispatlamak üzere, şu sıralarda yoğun temaslar yapıyor.

Öte yandan deniz dibinde birçok maden yatağı ve hatta petrol bulunduğu iddiasıyla projeyi karalamak üzere Şili’yi suçlayanlar da çıkmakta gecikmedi.

Bu iddia sahiplerine bakılırsa, bölgeyi abluka altına aldıktan sonra Şili denizaltı maden araştırmalarına hız verecekti. Bu yöndeki haberlerin yayılması üzerine Başkent Santiago’daki Şili hükümet sözcüleri ¨Bütün bunlar aldığımız kararın ruhuna uymayan, saçma sapan haberlerdir!¨ diyerek, girişimin samimiyetini ve haklılığını bir kez daha vurguladı.

Hatırlanacağı gibi Paskalya Adası, aynı zamanda binlerce yıllık dev insan başı heykellerine de evsahipliği yapıyor. Moai adını taşıyan, herbiri en az 10 metre yüksekliğinde ve takriben 80 ton ağırlığındaki taş yontuların 2 ila 3 bin yıl önce, farklı zamanlarda, yerli halk tarafından yapıldığı da biliniyor.

Emine Zehra Miranda – Acikgazete.com

Yakarsa dünyayı inekler yakar – Dicle Ürünay

Et yiyen biri, vegan birinden 7 kat daha fazla sera gazı üretiyor.

Sınai hayvan çiftlikleri; et, süt, yumurta gibi hayvansal ürünlerin kaynağını ve yetiştirildikleri alanları betimler. Peki siz et yedikçe, süt içtikçe neler oluyor bilmek ister misiniz? Öncelikle söylemeye gerek yok belki ama yediğiniz et sizin için kafası uçurulmuş bir canlının muhtelif yerlerinden ibaret. Daha önce nefes alan bir canlının ölmüş beden parçaları… Süt ise sömürünün, hırsızlığın ve tecavüzün pastörize şekli. Bu işleyiş buzağının hakkını çalıyor, ineğin iradesi dışında ineği demir çubuklarla dölleyip hamile bırakıyor, bebeğini emzirmesine müsade etmeyip bebeğini ondan ayırıyor, buzağısı için ürettiği süt ise son damlasına kadar metal makinelerce alınıyor. Tüm bu şiddet ve sömürünün arkasında gezegenin geleceğini ve aynı gemide olan bizlerin kaderini belirleyecek ayrıntılar var, yaşamın gizlendiği ayrıntılar… Hayvan yemeye dair insan merkeziyetçi argümanları “hayvanlar biz onları yiyelim diye var”, “proteine ihtiyacımız var”, “et çok lezzetli, et yemeden yaşayamam”ları çürüten argümanlar.

62

Dünyadaki verimli tarım alanlarının çoğu hayvan yemi olarak kullanılan mısır ve soya gibi ve dahası et verimini, süt verimini arttırmak için genetiği değiştirilmiş tahıl, mısır ve soya ekimi için kullanılıyor. Bu şu demek: “Ekinleri hayvanlara yedirip sonra hayvanları yemek, suyu lağımdan geçirip içmeye benzer” –Bruce Friedrich.

Ete dayalı beslenme ile artan dünya nüfusu ve daha fazla hayvan yetişitiriciliği ve katletmeciliği daha fazla metan gazı, daha fazla temiz su kullanımı, daha fazla ormansızlaştırma demek. Peki tüm bunlar ne demek? İnekler mideleri dört bölmeden oluşan geviş getiren canlılardır. Selülozu sindirebilen sindirim sistemlerinde mutualist yaşayan bakteriler, bu özel sindirim işlemi sonucunda metan gazı üretirler. Üretilen bu metan gazı, üretildiği yerde durmaz ve osurmak eylemiyle atmosfere karışır. Küresel ısınma olayına baktığımızda karşımıza “sera gazları” kavramı çıkar. Sera gazları su buharı, karbondoksit, metan ve ozondur. Sera gazlarının olması gerekenden fazla olan yoğunluğunun sebep olduğu küresel ısınma; atmosferin ışığı geçirme ve ısıyı tutma özelliğinin etkilenmesiyle ortaya çıkmış bir sorundur. Karbondioksite oranla 4 kat daha kuvvetli bir sera gazı olan metanın büyük bir kısmı sınai hayvan çiftliklerinden osuruk formunda salınır. Ve sınai hayvan çiftliklerindeki her geçen gün nüfusu artan hayvanlar için daha fazla mısır, daha fazla soya gereklidir. Bu mısır ve soyalar bir zamanların balta girmemiş ormanlarına balta sokmuş ve balta girmiş ormalara daha fazla balta sokacak ormansızlaştırma eylemlerinin devam etmesi demektir. Ta ki kesecek ağaç kalmayana dek.

64

Endüstriyel hayvancılık ormansızlaştırma ile biyolojik tür çeşitliliğin azalmasına hatta yok olmasına, toprağın bozulmasına, iklim değişikliğine, hava kirliliğine, su kirliliğine ve geleceğin su savaşlarına öncülük etmektedir. Hala et yemeye, süt içmeye devam mı?

Şimdi verilere bakalım:

*Ormansızlaştırma: Greenpeace’in “Slaughtering the Amazon” adlı raporu, dünyadaki yıllık ormansızlaşmanın %14’lük bir oranla en büyük sorumlusunun, Brezilya’daki Amazon ormanlarının, hayvancılık için katledilmesi olduğunu ortaya koyuyor. 2003 yılından bu yana 70.000 kilometrekare alan yakıldı. Buna diğer hayvancılık yapılan bölgelerdeki daha ufak çaplı orman yakmalar/kesimler de eklenince, rakamlar daha da büyüyor. Ormanların yakılmasıyla açılan tarım alanlarının %80’inde hayvancılıkta yem olarak kullanılmak üzere soya yetiştirildiği ve bu sektörün köle ticaretini hala sürdürdüğü “Eating up the Amazon” adlı bir başka raporda açıklanmıştı.

Yağmur ormanlarının yok edilmesi sonucunda her yıl 1.000 hayvan türünün soyu tükeniyor.

*Su, Ekilebilir Alanlar ve Açlık: Dünya’da yapılan toplam tahıl ticaretinin yüzde ellisi hayvan besini ya da biyolojik yakıtlar için gerçekleştiriliyor. Bu konuyla ilgili olarak, Birleşmiş Milletler Yiyecek Elçisi, bir milyar insan açlık çekerken, 100 milyon ton tahıl ve mısırın biyo-yakıt amaçlı kullanımı için “insanlık suçu” tanımını yaptı. Peki, her sene üretilen 756 milyon ton tahıl ve mısır ile 220 milyon ton soyanın, 1,5 milyardan fazla insana yeterince besin sağlayabilecekken, çok daha az insanın tüketimi için yetiştirilen hayvanlara yem olarak kullanılması nedir? Bu verimsiz besin politikası sonucu fakir ülkelerdeki yiyecek fiyatları artmakta ve aradaki uçurum açılmakta.

Milyonlarca insanın ölümcül bir açlık çektiği Afrika ülkeleri, gelişmiş ülkelerde yaşayan insanların sofralarını süsleyecek hayvanların daha da şişmanlatılması için, gelişmiş ülkelere tahıl ihraç ediyorlar. Eti için yetiştirilen hayvanlar, verilere göre Afrika’da üretilen mısır ve tahılların yüzde 70′ini tüketiyor.

Zengin dünya et tükettikçe, fakir ülkelerin açlık sorunu asla bitmeyecek.

40,4 dönüm arazi sadece 20 kişiye yetecek kadar sığır eti üretirken, aslında 240 kişiyi beslemeye yetecek kadar buğday üretebilir.

Sadece Amerika’da tüketilen toplam suyun yarısı, bu hayvanların yetiştirilmesine harcanıyor. Bir kilo biftek için 13 000 – 100 000 litre arasında su kullanılıyor.

1 kilo et 190 metrekare alan ve en az 105.000 litre su gerektiriyor. 1 kilo soya fasülyesi ise sadece 16 metrekare alan ve 9.000 litre su gerektiriyor. Yani 1 kilo et üretmek için kullanılan alan ve su ile, 12 kilo soya fasülyesi veya 8,5 kilo mısır üretilebilir. Ve bu seçim çiftçiye, ve dünyaya, 95.000 litrelik bir su kazancı sağlar.

Sadece su ve alan da değil, toplamda hayvancılık sonucu elde edilen etin sunduğu enerji, o etin üretiminde harcanan enerjinin yedide biri! Yani 1 kilo et elde etmek için, 7 kilo etlik bir enerji harcıyoruz! Geriye kalan 6 kilo ziyan oluyor!

Amerika’daki yıllık et tüketimi senede 935 kilo. Earth Policy Institute hesaplamalarına göre, eğer

Çin’de şuanda 291 kg olan yıllık et tüketimi Amerika ile aynı noktaya yani 935 kiloya çıkarsa, 2031 yılında dünyanın üçte ikisinde sadece hayvanlara yem olmak üzere ürün ekilmesi gerekecek. Bu tüketim oranının tüm dünyaya yayılması durumunda ise, dünya yetmez hale gelecek, böyle bir durumda gerekecek hayvan yemi için 2 adet dünya gezegeni gerekecek!

*Küresel Isınma: Hayvan yetiştiriciliğinin ve et üretiminin, global ısınmanın en önemli sebeplerinden olduğunu söyleyenler arasında FAO (Yiyecek ve Tarım Organizasyonu), WHO (Dünya Sağlık Örgütü) ve IPCC (İklim değişikliği üzerine hükümetler-arası panel) gibi dünyanın önde gelen çevre kuruluşları yer alıyor. Çünkü atmosfere salınan sera gazının beşte biri, hayvancılıktan kaynaklanmakta. Bu da, küresel ısınmanın enerji tüketiminden sonra 2. nedeni (Araçlarsa 3. sırada gelmekte).

Hayvan endüstrisi, Birleşmiş Milletler raporlarına göre ise sera gazı emisyonunun %18’inden sorumlu, tüm ulaşım sektöründen %40 daha fazla karbon salınımında bulunarak bugün iklim değişikliğinin 1 numaralı sorumlusu.

Et yiyen biri, vegan birinden 7 kat daha fazla sera gazı üretiyor.

*Kirlilik: Sadece Amerika’daki hayvan çiftliklerinin ürettiği kirlilik (saniyede 40ton!), tüm Amerikan halkının ürettiği kirliliğin 130 katı. Sadece bir hayvan çiftliği tek başına bir şehrin dışkısını üretiyor. Ve hayvancılıkta kanalizasyon sistemi yok… Dolayısıyla çiftlikler, özellikle de balık çiftlikleri, sadece kirliliğin ve dünya toprağının ve sularının bozulmasının değil, canlı çeşitliliğinin azalmasının da en önemli etkenlerinden.

Örneğin, 60 000 tavukluk “küçük” bir fabrikanın haftada ürettiği dışkı 82 ton. Daha 1980 yılında Hollanda’da üretilen yıllık 94 milyon tonluk dışkının ancak yarısı toprak tarafından soğurulabiliyor, geri kalanı doğal su rezervlerini ve ekosistemi kirletiyordu. Bu oran şuanda hesaplamaların ötesinde bir noktada.

Üretilen bu hayvan dışkısının içinde amonyak, metan, hidrojen sülfat, karbon monoksit, siyanür, fosfor, nitrat, ve ağır metaller ile hastalık sebebi olan 100’den fazla mikrobik patojenler bulunuyor. Ayrıca üretilen kirlilikte sadece dışkı da yok, başkaca, ölü hayvanlar, doğum kalıntıları (plasenta vs) kusmuk, kan, idrar, antibiyotik şırıngaları, böcek zehiri şişeleri parçaları, kıl, iltihap ve vücut parçaları…

Tüm bu pislik toprağa ve sulara karışıyor, amonyak ve hidrojen sülfat gibi gazlar havaya salınıyor. Dünyadaki tatlı su kaynakları hayvancılığın ürettiği bu kirlilik yüzünden giderek daha fazla oranda yok oluyor. Bu bölgelerdeki balıklar ya tükenmiş ya da tehlikeli boyutta azalmış oranda.

Endüstriyel çiftliklerden kaynaklı toprak yapısı bozulmalarının mali yükü ise sadece Amerika’da 26 milyar dolar.

*Salgın Hastalıklar: Tarihteki ilk büyük gribal salgın 1928’deki İspanyol gribidir (H5N1). Dünyanın dörtte birinin hasta olduğu bu salgında 50-100 milyon arası insan öldü. Sadece haftalar içinde. Üstelik sadece çok genç ve yaşlıları değil, 25-29 yaş arasında etkili olup yaş ortalamasını 37’ye düşürmüştü.

Bu boyuta neyseki bir daha çıkmasa da, dönem dönem nükseden grip salgınlarının tümü, hayvanların endüstriyel yetiştirilmesinin sonucudurlar. İşte size insan, işte size uyarlık, medeniyet ve bilimum dünya!

Nitekim grip, alerji ve astım hastalıkları oranı, genetik müdahaleye uğramış olan hayvanların yetiştirilip tüketilmesiyle paralel olarak artmış durumda.

Virolojist Robert Webster, tüm griplerin kuş orijinli olduğunu ortaya koymuştur. Kuşlar kendileri hasta olmayıp bu virüsleri taşıyorlar. Bu virüslerin insanlara da bulaşabilmeleri için gereken mutasyon (genetik değişimler) ise endüstriyel hayvancılık sayesinde oluyor. Özellikle domuzlar, hem kuş hem de insan griplerinden etkilenebiliyorlar. İddialara göre kuşlardan aldıkları grip virüsleri insanları da etkileyebilen bir şekilde domuzlar üzerinden evrimleşip insanlara geçebiliyor. Nitekim domuz çiftliklerindeki korkunç koşulların üstesinden gelip kesim aşamasına gelebilen domuzların %30 ila %70 arası, yani ortalama yarısı, bu aşamaya geldiklerinde solunum hastası oluyorlar. Domuzlardaki yaygın üst solunum yolları enfeksiyonları, grip virüslerinin gelişmesinin en önemli zeminlerinden.

Çiftliklerin arz ettikleri bir başka tehlike, hem aşırı kirlilik hem de hayvanlara yapılan aşırı antibiyotik yüklemeleri yüzünden direnç gösteren patojenler. Mikroplar gittikçe daha güçlü hale geliyorlar.

Yalnızca * ile belirtilen kısımlar http://www.yeryuzusakinleri.org/2011/08/hayvancilik-ve-dunyanin-sagligi/ web adresinden alıntılanmıştır.

Bu yazı yasamakhayatadegdirir.wordpress.com/ dan alınmıştır

63.Dicle Ürünay

 

Dicle Ürünay

Türk filmlerinden gelişigüzel kareler “Volkan Eray- Dondurulmuş” – Fatih Özgüven

Türk filmleri uzun uzun televizyon karşısında zaman geçirdiğim depresif dönemlerimde iyi bir antidepresan oldu.”

İlk online sergimizi Volkan Eray’ın (babstomorrow), Türk filmlerini seyrederken gelişigüzel dondurduğu karelerden oluşan ‘Dondurulmuş’ fotoğraflarıyla açmak istedim. Volkan Eray’ı Instragram’da keşfettim. Bildiğim-bilmediğim Türk sineması filmlerinden keyfince kareler donduruyordu. Dondurduğu sahneler filmin anlatısının içinden garip biçimde sıyrılıyor, kendilerine ait bir varlık kazanıp resimleşiyorlardı. Sözkonusu filmle ilgili, filmin de, oyuncuların da, yönetmenin de bilmediği birşeyler açığa çıkıyordu bu ‘gelişigüzel’ müdahalelerden. Gelişigüzel diye birşeyin olmadığını varsayacak, seyredenin gizli bilgisine (sezgisine) güvenecek, ‘depresyonu’nu da mahfuz tutacak olursak bu karelerin kompozisyon, konu, niyetlenmemiş mizah, ‘tekinsiz’ faktörü vb. vb. açısından ne kadar zengin olduğunu görebiliriz. Bu ‘dondurulmuşlar’da, filmlerin barındırdıkları ama her zaman açığa çıkarmadıkları hayaletler geziniyor. Eray’ın yüzü aşkın karesinden küçük bir sergi dolduracak kadar seçtik. Daha da aşağıda, bu bloga sık sık konuk olacak Selim Eyüboğlu’nun konuyla ilgili bir de yazısını bulacaksanız.

50

Türk sinemasından tesadüfen seçilmiş film karelerini bir arada görmek bir dizi çağrışım yaratıyor: Rene Clair’in ‘Paris Qui Dort/ Uyuyan Paris’ adlı sessiz filminde bir grup kaşif Paris’e uçakla indiklerinde herşeyi ‘durakalmış’ bulurlar. Çılgın bir bilim adamı özel bir ışınla dondurunca arabalar cadde ortasında kalakalıyor, hatta intihar etmeye kalkışan bir adam yerçekimine meydan okurcasına havada asılı duruyor. İlk başta bu durumla çok eğlenen, ancak bir süre sonra sıkılan bu grubun dikkatini bir dizi ayrıntı çekiyor: donma anları her zaman sıradan hayatın akışı içinde gözden kolaylıkla kaçan  suç unsurlarını görünür hale getiriyorlar. Kaşiflerden biri, sevgilisini başka biriyle aldatma anında hereketsiz kalakalıyor, bir hırsız başkasının çebinden cüzdanını çalarken donuyor.
58

Filmlerin ‘dondurulan’ kareleri de benzer bir durum ortaya koyuyor. Bu kareler filmlerin öyküsel anlatımının içinde bir nevi zapturapta alınmış, sesleri kesilmiş olan bir anlatı parçacığının bağımsızlığına kavuşup kendi adına konuşabilmesi gibi bir duygu yaratıyorlar.

61

Volkan Eray’ın ‘Dondurulmuş’ karelerine baktığımızda ise – ki bunlar rasgele filmlerden seçilmiş rasgele kareler – bir anlamda ‘found object/ bulunmuş nesne‘ gibi, kendi adına konuşabilecek, konuşabilen mise-en-scène’lerle karşı karşıya kalıyoruz. Rasgele seçme süreci kareleri seçerken de devam ediyor, bazıları diğerlerini gölgede bırakıyor. Sözgelimi Banu Alkan’ın kısmen çıplak teni üzerinde mavi iskambil kağıtlarını bastırcasına tutarken kıpkırmızı ruj sürülmüş dudaklarından sigara dumanlarının yukarı doğru süzülüşü, strip poker, metreslik, hatta Banu Alkan ekran personasını borçlu olduğumuz kadrajda görülmeyen başka herşeyi akla getiriyor. Ahu Tuğba‘nın erkekler hamamı gibi bir mekanda peştemalini teşhir edercesine açan bir adamın penisine bakarken ki hali ise yüzyıldır neredeyse taşa kazınmış sinema kurallarını ihlal ediyor. Ancak Ahu Tuğba’nın bu bakış anı kaideden çok istisnai bir durumun; sinemanın bilinçdışının su yüzüne çıkışının da anı.

51

 

60

Tıpkı ‘Paris Qui Dort’ filmindek hayatın donuşu gibi, durdurulan kareler belki de gereğinden fazla yorumlamaya sebebiyet veren ama bu yorumlamaya da çanak tutan; bir bakıma alelade, ancak diğer yandan da her zaman röntgenciliği kışkırtan paradoksal bir yere sahip.

Anne Friedberg ‘Window Shopping/ Vitrin Bakma’ adlı kitabında ‘Paris Qui Dort’u Walter Benjamin’in ‘fotoğrafın optik bilinçdışı’ kavramı üzerinden okuyor: Tıpkı Paris Quit Dort’daki donma anlarında olduğu gibi, fotografın da kolaylıkla gözden kaçabilen ancak gerek kadraj, gerek bakış açısı, gerekse enstantane olarak yakalanan; yakalandığında da tüm tekinsizliğiyle burnumuzun dibinde olup biten birçok şeyi farklı bir gözle görmemizi sağlayan bir özelliği var Walter Benjamin’e göre.

Bu yazı fozguven.blogspot.com.tr/ den alınmıştır

48.Fatih Özgüven

 

Fatih Özgüven