Ana Sayfa Blog Sayfa 3569

“Biriktirdiğimiz kullanılmış tasarruflu ampulleri ne yapacağımı bilemiyorum. “

Soru

Sevgili Güneşin, evi kırsala taşıyorum, hatta sana komşu olacağım. Evde nereye vereceğimi bilmediğim bir sürü eşya var. Hadi bazılarını verdik, imha ettik diyelim de yıllardır biriktirdiğimiz kullanılmış tasarruflu ampulleri ne yapacağımı bilemiyorum. Bir yardım…

Cevap

cfl_lampsYukarıdaki soru bana yazı ile gelmedi. Küçükkuyu sahilinde çay içip çekirdek çitlerken yaptığımız bir muhabbet sırasında çıkıverdi. Arkadaşlarım İstanbul’daki evlerini boşaltıp bizim ellere taşınmaya karar verdiler. Malum böyle bir işe kalkışınca insan yıllarca biriktirdiği eşyaları ile yüzleşmeye başlıyor. Zira İstanbul’daki evlerin taşıdığı birikintileri köye getirip buradaki evlere sığdırmak kolay değil. Haliyle başlıyorlar tek tek kutuları açıp, bunu napıcaz, şunu ne edicez sorularıyla eşya toplayıp dağıtmaya…

Bunlardan biri de cıva içerdiği ve oldukça risk taşıdığı gerekçesiyle evde biriken tasarruflu ampuller. Bakın şu işe ki az elektrik harcayayım derken evlerimize aldığımız teknoloji harikaları yüksek tehlike taşıyor sağlıklarımız açısından. Bana sorunca ne yapıcam bu ampulleri diye, şimdiye kadar bu konuyu hiç sorgulamadığımı farkedip bir araştırma işine giriştim.

Sosyal medyadan, internete, hazreti gugıldan bir bilene kadar hızlı bir araştırma yaptım. Bir de ne göreyim; evlerde nükleer atıka eşdeğer bir tuzak taşıyormuşuz. Kırıldığında ortama karışan cıvadan tutun da yanarken gözlere ve cilde verdiği radyasyon temelli zararı da hesaba kattığımızda “ulan bu ne saçma iştir, buna nasıl izin verilir?” kafasına ben de geldim ve neredeyse evde yanmakta olan lambaları bile toplayıverecektim dolduruşa gelip.

Araştırmalarımın sonucu şu:

  • Tasarruflu ampuller yerine güzel bir alternatif var LED lambalar. Tez vakitte LED lambalara geçin derim.
  • Var olan tasarruflu ampullerin ömrünü doldurduktan sonra biriktirip burada adını veremeyeceğim bazı elektronik çöp toplayan mağazalardaki toplama merkezlerine verilebiliyormuş ve onlar da bu ürünlere yönelik geri dönüşüm yapan tesislere gidiyormuş (bunu teyid ettim).
  • Ve tabii aydınlatma amaçlı elektrik ihtiyacınızı düşürmenizi can-ı gönülden dilerim, zira bir gün köye falan gidecek olursanız yaşamınızı buradan sadeleştirmeniz gerekebilir. Benden söylemesi.

GÜNEŞİN’E SOR, CEVABINI AL!

Organik ürünler neden bu kadar pahalı? Organik ürünler gerçekten organik mi?, Köyde canınız sıkılmıyor mu?, Buzdolapsız mutfak olur mu?, Evde çöpleri ayırsam ne işe yarar, gittiği yerde hepsi birbirine karışıyor?, Katkılı gıdalar neden zararlı?, Dünyayı ben mi kurtaracağım? Çocuğun karma aşısı geldi, yaptırayım mı?, Cemreler hala düşüyor mu?, Nasıl çiftçi olurum?, Nereden tohum bulurum? Hem yoga yapıp hem et yiyebilir miyim? Akdeniz Fokları yok olsa ne olacak?, Çobanlık trend olmuş, doğru mu? Ben vejeteryan oldum ama annemler bilmiyor, onlara nasıl söylerim?, Yeşil zeytin ile siyah zeytin ağaçları arasındaki 5 fark? Gönüllü çalışasım var ama nerede? Dolunayda saçımı kestirirsem kel mi kalırım?  Homeopati mi dedin? Buyur?!….

Ve daha nice enteresan sorunun cevaplarını bulup buluşturacağız bu köşede.

Soruları hazırlayın, [email protected] adresine yollayın ve bekleyin, artık ne çıkarsa bahtınıza…

Güneşinesor, verdiği cevaplardan mesul değildir.

(Yeşil Gazete)

“Suriye’nin Geleceği” toplantısında takvim uzlaşması

Avusturya’nın başkenti Viyana’da Suriye’nin geleceğiyle ilgili olarak yapılan görüşmelerden yıl sonuna kadar Suriye muhalefeti ve Beşar Esad yönetimi arasında toplantı düzenlenmesi konusunda uzlaşmaya varıldı. Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier birbuçuk yıl içinde yeni bir anayasa yapılması ve geçiş yönetimi kurulması yönünde çaba harcanması üzerinde de anlaşıldığını söyledi.

82

Ayrıca Viyana toplantısına katılan tarafların ateşkes ve siyasi sürecin başlangıcı alanlarında kaydedilen ilerlemeyi değerlendirmek için yaklaşık bir ay içinde bir kez daha toplanmaya karar verdiği kaydedildi. Ancak asıl problemli konu olarak tanımlanan Esad’ın geleceği konusunda bir karar alınmadı.

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, görüşmeler katılan diğer ülkelerin, Beşar Esad’ın gerçek anlamda müzakerelere girmeye hazır olduğunu söylediğini aktardı.

Viyana’daki toplantıya, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu yirmiye yakın ülke ve AB’yle Arap Birliği’nden temsilciler katıldı. Görüşmeler Paris’teki saldırıların gölgesinde gerçekleşti.

 

(BBC Türkçe)

Üçüncü Dünya Savaşı değil, yeni bir savaş! – Evren Balta

Irak, Afganistan, Ukrayna, Suriye, Yemen, Türkiye, Fransa, Mısır ve dünyanın hemen her yerinde giderek yükselen, giderek hayatımızın içine sızan boyutlarını anlamakta güçlük çektiğimiz yok edici bir şiddet dalgası ile karşı karşıyayız. Modern dünya tarihinin en büyük mülteci krizine yol açan bir şiddet dalgası ile. Yüzbinlerce insanın hayatını kaybettiği bir şiddet dalgası ile. Kentlerin, kentsel altyapının yok edildiği bir şiddet dalgası ile. Uluslararası normları ve düzenleyici ilkeleri sarsan bir şiddet dalgası ile. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan liberal demokratik ideali yerle bir eden, bütün dünyada otoriter hükümetlerin yükselişe geçmesine neden olan bir şiddet dalgası ile.

Ama bildiğimiz anlamda dünya ayaklarımızın altından kayarken biz hâlâ “acaba üçüncü dünya savaşı çıkacak mı?” diye tartışıyoruz. Savaşı hep gelecek ama henüz ufukta görünmemiş bir şey olarak kurguluyoruz. Ufukta görünecek olanı beklediğimiz için, gelmiş olanı göremiyoruz.

O savaşın geldiğini göremiyoruz, çünkü bugünü geçmişin gözlükleri ile anlamaya çalışıyoruz. Üstelik sadece bugünün ufak bir parçasına odaklanıyoruz. O ufak parça bazen intihar saldırıları oluyor, bazen mülteci krizi, bazen Suriye’nin yok oluşu, bazen düşen bir uçak, bazen bir işgal. Hepsi sanki birbirinden bağımsız bir evrende gerçekleşen ve açıklanması gereken tekil olgularmış gibi zihnimizde. Ya da hepsi sanki bizi o korkunç “üçüncü dünya savaşına” götürecek köşe taşları.
Savaşa Dair Yerleşik Önyargılarımız

O üçüncü dünya savaşı bir türlü gelmeyecek. Bunun nedeni gelmemiş olması değil, o savaşın ne zaman geleceğine dair sahip olduğumuz bilgi. Bir diğer deyişle bunun nedeni savaşın “ne” olduğunu anlamaya çalışan yerleşik kuramın dünya savaşını temelde egemen devletler arasında cereyan eden bir sonuç olarak görmesi. Savaşların devletler arasındaki güçler dengesinin bozuluşu, yayılmacı devletlerin kontrol edilemez hale gelişi, yanlış hesaplar ya da devletler arası kaynak paylaşımı gibi nedenler yüzünden egemen devletler arasında ortaya çıktığı varsayımına yaslanması. Bunu yaparken savaşın hegemonik formunda cereyan eden tarihsel dönüşümleri hesaba katmıyor olması. Halihazırda Suriye krizini anlamaya çalışan pek çok uluslararası ilişkiler uzmanının ve siyasetçinin savaşı algılama biçimi de (genellikle) bu.

Oysa savaş tıpkı aile gibi, devlet gibi tarihsel bir form. Geçekleşme biçimi toplumsal ilişkiler ile şekillenen ve gerçekleştiğinde içinde bulunduğu toplumsal ilişkileri yeniden örgütleme ve dönüştürme kapasitesine sahip bir toplumsal güç. Dolayısıyla örneğin egemen devletlerin birbirleri ile nüfuz, toprak ya da refah paylaşımı için yaptıkları savaş tamamen belirli bir tarihsel formasyona özgü, geçici bir biçim. Savaş günümüzde aldığı spesifik biçimin ötesinde farklı aktörleri karşılıklı ve yoğun bir ilişkiye sokan, aktörlerin niteliğini belirleyen dönüştürücü ve yeniden kurucu bir pratik. Siyasi birimin (örneğin ulus-devletin) doğasını dönüştüren bir “ağ”. Bir sonuç olduğu kadar, bir neden de.

Tam da bu nedenle uluslararası siyasetteki çatışma durumunu ve artan şiddeti sadece devletlerin ve zaman zaman da devlet-dışı aktörlerin (ama hep devlet olmak isteyen!) giriştikleri bir bilek güreşi olarak okumak açıklayıcı değil. Uluslararası siyaseti anlamak için aynı zamanda savaşın hegemonik formunun nasıl dönüştüğünü anlamak gerekiyor.

Savaşın Hegemonik Formunun Dönüşümü

Peki savaş nasıl biçim değiştirdi? Çok uzun bir tarihsel süreci, kısaca özetleyeyim. Savaş pratiklerindeki tarihsel değişiklikler egemen devleti ve bugün bildiğimiz anlamda uluslararası siyaseti ortaya çıkartan faktörlerden biri. Modern devletin kalbinde barışın mekânı olarak içerisi ile savaşın mekânı olarak dışarısı arasındaki katı ayrım yatar. İçeride (yurt diyelim) devlet, savaş ihtimalini dışlamakla yükümlüyken her tür şiddet edimi de suç olarak kodlanır. Bu, yurtta savaş olmadığı anlamına gelmez, ama tam da yurt “barışın alanı” olarak varsayıldığı için devletler içerdeki şiddete savaş demez, isyan derler, terör derler. Dışarısı (cihan diyelim) ise yurdun aksine savaşın alanıdır. Orası egemen devletlerin karşılaştığı ve birbirlerine diş biledikleri, bilinmezliklerle dolu tekinsiz bir mekândır.

Bugün savaşın hegemonik formunun mümkün kıldığı içerisi ile dışarısı arasındaki bu ayrımın sonuna geldik. Bir diğer deyişle savaş ile barış arasındaki ayrım sona erdi. Modern devletin üzerine oturduğu savaş aygıtı çöktü.

Devletler arası savaşlar giderek azaldı; barışın alanı olan “yurtiçi” savaşların (iç savaşların) sayısı giderek arttı. Savaşı yapan aktörler biçim değiştirdi. Uluslararası ağlarla iş gören, aynı anda birden fazla ülkede eylem yapma kapasitesine sahip, kurumsal yapısı itibarıyla esnek, dünyanın her yerinden şiddet aktörlerini bünyesinde eritebilen IŞİD gibi “ağlar” ortaya çıktı.

Egemen eşitler varsayımına dayalı bir uluslararası düzenin yerini, parçalı ve asimetrik egemenliğe sahip bir devletler sistemi aldı. Saldırmazlık ve egemenlik gibi 20. yüzyılda uluslararası sistemi belirleyen kavramlar anlamını ve gücünü yitirdi. Savaşla suç arasındaki fark ortadan kalktı. Kurumsal düzeyde ordu ve polisin fonksiyonları iç içe geçti, içerisi ile dışarısı arasındaki ayrımı muğlaklaştıran istihbarat birimleri güvenlik aygıtlarında kurucu unsur haline geldi.

Devlet artık meşru şiddet tekelini elinde bulunduran tek aktör bile değil (örneğin, özel askeri şirketler var). Devlet (şimdilik) güvenliğin koordinasyonunu sağlayan yegâne aktör. Meşruiyetini de giderek artan oranda güvenliği koordine etmesinden alıyor, alacak.

Savaş Burada ve Şimdi

Uluslararasını temelde güçler dengesi üzerinden yürüyen ve egemen devletlerin (özellikle hegemonik olanların) kontrol ettiği bir alan olarak görürsek bugün etrafımızda olan bitene savaş diyemeyiz. Bütün bu olan biteni yazının başında ifade ettiğim bizi o büyük felakete, olası bir üçüncü dünya savaşına götüren köşetaşları olarak görürüz. Savaşın sadece Suriye’de cereyan ettiğini düşünürüz. Mültecilere sınırlarımızı kapatırsak güven içinde olabileceğimiz yanılsamasına kapılırız.

IŞİD’e Suriye’de yapılan bir hava harekâtının kara kuvvetleri ile desteklenmesinin bütün sorunlarımızı çözebileceğine inanırız. IŞİD’in kalkıp Suruç’u, Ankara’yı, Beyrut’u, Paris’i ve dünyanın herhangi bir yerini hiç tahmin edemediğimiz bir anda ve hiç tahmin etmediğimiz biçimlerde neden bir savaş alanına dönüştürmek istediğini bir türlü anlayamayız. Bütün bir toplumsal yaşamın nasıl olup da güvenlik kaygısı ve savaş ilkesi etrafında yeniden örgütlenmekte olduğunu anlamakta güçlük çekeriz. Bir Fransız seçmen ile bir Türkiyeli seçmenin aynı güvenlik kaygısını paylaştığını ve bu yüzden otoriteryan hükümetleri tercih edebileceğini tahayyül bile edemeyiz.

Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının bir devamı (ve benzeri olarak) o korkunç felaketi, Üçüncü Dünya Savaşı’nı bekler dururuz. Oysa felaket burada, şimdi ve yanıbaşımızdadır. Savaşın ve güvenliğin toplumsal hayatın ve kamusal alanın tartışmasız en belirleyici ilkesi olduğu bugündedir. Modern dünyada toplumsala ait ne varsa her şeyin yerle bir edildiği, lokantaların, sinemaların, stadyumların, ibadethanelerin tarandığı bu andadır. Savaşın içerisi ile dışarısı arasındaki ayrımları yok ettiği; başının ve sonunun olmadığı şimdidedir.

Bu savaşta yok edilmek istenen yalnızca modern dünyaya ait tüm kolektivite biçimleri değildir. Aynı zamanda birlikte gidilen barların, seyredilen maçların, ortak ibadetin, kısacası barışın ve diyaloğun alanı olan kamusal yaşamdır. Ulus-devletin belirsiz bir zaman diliminde ve belirsiz bir mekânda yürüttüğü savaş bir yandan en çok kendi varlığının altını oymaktadır. Belki de elimizden kayıp gitmekte olanı yeniden tesis etme arzusundan güç bulan bu aşınma süreci otoriteryan devlet formlarını içinde bulunduğumuz döneme özgü biçimlerde güçlendirmektedir. Bu dönüşüme ulus-devletler (tıpkı savaşın yeni formu gibi) kendi sınırlarını aşan din, etnisite vb. kimlikler etrafında yeniden örgütlenerek uyum sağlamaktalar. Örneğin Ortadoğu’da savaşın aldığı sekteryan biçim hiç de geçmişe ait bir refleksin talihsiz bir biçimde bugüne yansıması değil, tam da bugünkü savaş formunun ortaya çıkardığı yepyeni bir küresel ağ değil mi?

Kuşkusuz savaşın biçimi değişmiştir ama bizim sorumuz 20. yüzyılın başındaki soru ile aynı olmalıdır: özgürlük ve eşitliğe karşı barbarlık mı kazanacak?

evren baltaEvren Balta – www.birikimdergisi.com

 

Kaos alanının genişlemesi – Ahmet İnsel

Kiminin DAEŞ, kiminin IŞİD dediği, kendini İslami Devlet olarak tanımlayan oluşum, Paris’te cuma gecesi düzenlenen çoklu saldırıları cumartesi günü öğle saatlerinde, yarı resmi internet sitesinden sahiplendi. Fransa’da yaşamış veya yaşayan, hatta Paris içinde veya yakın çevresinde büyümüş bir kişinin kaleminden çıktığı izlenimi veren bu bildiri, saldırıların sadece Fransa’ya gözdağı vermek için tasarlanmadığını ele veriyor. Bataclan’daki heavy rock konserini putperestlerin sapkın eğlencesi olarak tanımlarken bu saldırılarda ölenleri de Haçlılar olarak nitelendiriyor. Saldırı amacına tam ulaşsaydı, ölü sayısının birkaç misli yüksek olacağı stadın hedef olarak seçilmesini de “iki Haçlı devletinin” milli takımlarının karşılaşması olarak izah ediyor. Paris’in hedef olarak seçilmesini ise, “sapkınlıkların ve iğrençliklerin başkenti” olmasına bağlıyor.

Saldırganların körlemesine ateş açtıkları kahve ve lokantaların, daha çok gençlerin gittiği, Paris’in son yıllarda en canlı mahallelerinde yer alması da bir rastlantı değil. En fazla insanı öldürerek ölmek ve cennete gitmek amacını taşıyan bu kişilerin, en azından bir kısmının, öldürmeyi tasarladıkları yüzlerce insanla aynı dünyayı paylaştıkları ama o dünyanın içinde korkunç bir nefret ve kin kutbunu oluşturdukları, İslam Devleti’nin Fransızca metnini okurken hissediliyor.
Diğer yandan Paris katliamlarının Suriye ve Irak’ta İslam Devleti güçlerine karşı artan baskıya bir yanıt olduğu açık. Zaten söz konusu metinde de bu belirtiliyor. Kuran’dan Haşr ve Münafıkın surelerinden alıntılarla desteklenen bu açıklamaya dayanarak, 13 Kasım saldırılarını Avrupa’nın 11 Eylülü olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Bu eylemin esas amacı, kaos alanının genişlemesidir. Bu dünyada bir şey kazanmayı amaçlamıyor eylemciler. Amaçları sadece kaos yaratmak ve bunun alanını sürekli genişletmek. Terörist kelimesi bu eylemleri nitelendirmek için yeterli değil.

Bu açıdan bu saldırıların birbirini tamamlayan iki boyutu var. Birinci boyut, kendi hayatlarını korumayı veya herhangi bir konuda pazarlık yapmayı amaçlamayan saldırganların eylemleri olmasıyla ilgili. En fazla kâfir, putperest, sapkın, münafık öldürerek, cennete gitme güvencesi elde edileceğine olan inanç, kendine dayanak yaptığı Allah’ı ve peygamberini de birer terörist hamisine dönüştürmekten kaçınmıyor. “Terörün dini, imanı yoktur” sözünün gelinen aşamada içi boş bir savunma hamlesi olmaktan başka anlamı yok. İkinci boyut, bu eylemlerin Müslümanlara yönelik tepkilerin artmasını hedeflemesiyle ilişkili. Müslümanların “Haçlı ülkeleri”nde giderek daha fazla dışlanmalarına yol açarak, çelişkileri derinleştirme stratejisi güdülüyor. Batı toplumlarındaki siyasal güçlerin ve devlet otoritelerinin bu stratejinin yaratacağı Müslüman/Arap/ göçmen karşıtı toplumsal tepkilere direnmeleri kolay olmayacak.

Kaos alanının genişletilmesi stratejisi kendi başına bir amaç haline geliyor. Bu bir kazanma stratejisi değil, öldürülmeyi ve ölmeyi yücelterek insanlığı yok etme arzusunun dışavurumudur.

ahmet insel 3Ahmet İnsel –  Cumhuriyet

Paris/Silvan, ötekiler ve biz

Sabah uyandığımda sosyal medya hesabımda arkadaşlarımın Eyfel Kulesi süslü profil resimlerine baktığımda içimde sorular, düşünceler dönmeye başladı. İnsan sormadan edemiyor, her gün en yakınımızda Türkiye’de onlarca insan ölürken ve etrafımdakilerin göründüğü kadarıyla pek de umrunda olmazken neden şimdi hepimiz Paris Paris diye haykırıyoruz?

80

Baştan söylemek isterim ki Paris için haykıralım. 1 ya da 100 kişi, yanıbaşımda ya da dünyanın tanımadığım bir ucunda hiçbir ölüm diğerinden daha değerli değil. Ya da öyle mi? Yoksa öyle mi düşünüyoruz?

Feminist kuram ve kuir felsefenin önde gelen isimlerinden Judith Butler, Amerika’nın 11 Eylül sonrası politikalarını eleştirdiği Savaş Tertipleri” adlı kitabında sorar: “Kimin hayatı daha değerlidir? Kim mağdurdur, kim değildir? Mağdur olarak tanımladığımız insanların ölüm haberlerini okuduğumuzda duyduğumuz üzüntü ve haksızlık duygusu, haklarında tam tersini düşündüğümüz insanların ölüm görüntülerini izlerken nasıl zafer, haklılık ve intikam duygularına dönüşebilir? Bu duygular bana mı aittir? Yoksa birileri beni böyle hissetmem için yönlendirmiş midir?”

Tabii ki kısa süreli bir gaza getirme, beyin yıkamadan bahsetmiyorum burada. Doğduğumuz andan itibaren ailemizde, çevremizde, yaşadığımız toplumda bize öğretilen, doğru/yanlış, haklı/haksız diye belletilen minik, sıkı, örgün ağlardan oluşan kocaman bir sistemden bahsediyorum. Böylece televizyonda izlediğimiz savaş görüntülerinde kendi kayıplarımıza yas tutarken, “karşı” tarafın öldürülme, bombalanma görüntülerini mutluluk ve zafer duygularıyla izleyebiliyoruz. Nijerya’da 10 yıldan fazladır binlerce kişiyi öldüren, kız çocuklarını, kadınları kaçırıp satan Boko Haram’ın haberlerini görmezden gelirken, 11 Eylül saldırısında Dünya Ticaret Merkezi’ne saplanan ve binlerce insanı ölüme mahkum eden uçağın görüntülerinde göz yaşı döküyoruz. Yanıbaşımızda Silvan’da her gün insanların, çocukların ölmesine kayıtsız kalırken neden sadece Paris’teki terör olaylarıyla yasa boğuluyoruz?

Neden bazılarının yaşamasını, bazılarının ise yok olmasını diliyoruz? Neden bazılarının var olmasına tahammül bile edemiyoruz? Edebiyat eleştirmeni ve profesörü Barbara Claire Freeman, The Feminine Sublime: Gender and Excess in Women’s Fiction (Türkçesini bulamadığım kitabın başlığını “Feminen Yüce: Kadın Kurgu Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet ve Aşırılık” diye çeviriyorum) adlı kitabında öteki ile karşılaşmamızın, karşılıklı iletişimimizin yoğunluğu ne olursa olsun değişimi kaçınılmaz kıldığından bahseder. Karşılaşmanın getirdiği etkileşim kaçınılmazdır, ister diyaloğa girmek ister yok saymak olsun, her şekilde bir “tepki” veririz. Peki nasıl tepkiler veririz?

Öncelikle “öteki tanımı“nı açmak istiyorum. Öteki, bana/bize göre öteki olandır, farklıdır, bilinmezdir. Bilmediğimiz için de korktuğumuz, hayatımıza bir tehdit olarak algıladığımız her şeydir. Neden tehdit olarak algılarız? Diğer isimlerle birlikte başta Butler ve Freeman’in konu edindiği üzere hayatımızın ana dürtüsü hayatta kalmaktır ve buna karşılık kırılganlığımız en temel özelliğimizdir. Her insan, her canlı kırılgandır, hepimiz her an ölebiliriz ve bir gün zaten öleceğiz. Yani her an bilinen veya bilinmeyen bir tehditle karşı karşıyayız ve her an yaşam mücadelesi veriyoruz. Öteki yani bilinmez ise korku verir çünkü onunla karşılaşma kontrol edilemeyen, önceden bilinemeyen bir deneyime bizi dahil eder. Bilinmeyen, kırılgan bedenlerimiz ve hayatlarımız için bir tehdittir. Freeman, “The Feminine Sublime: Gender and Excess in Women’s Fiction” adlı kitabında öteki ile karşılaşmada sıkça verilen insan tepkisinin ötekiyi domine etme, asimile etme, kolonize etme, tüketme ve evcilleştirme olduğundan bahseder. Yani ötekiye duyulan korku bizi savunmaya iter ve bu saldırgan bir tepkidir: Ötekiyi kontrol etmeye, ya kendimize benzetmeye ya da bezetemiyorsak yok etmeye, sindirmeye çalışırız.

Etrafımızda yeşeren, çiçeklenen bitkileri, ağaçları keseriz, doğayı talan ederiz. Ağaçların nereye ne tarafa büyüyecekleri, ne yapacakları, ırmakların nereye akacağı belli değildir. O çiçeklerin koparılıp birkaç günlüğüne evimizde ölü bir estetik vermesi, ağaçların odun olup işimize yaraması, yok edilen doğa alanlarının yerine rezidans, alışveriş merkezi ya da termik santral inşa edilmesi daha mantıklıdır, uygundur, tanıdıktır, karlıdır, bilinendir. Sokak hayvanları yolumuzun üzerinde yer kaplamamalı, hatta bir an vicdanımızda karışık duygular uyandırmamak adına en iyisi öldürülmeli; karşı kaldırımdaki mini etekli ne yapacağı belli olmayan kadına haddi bildirilmeli, hele hiç anlaşılamayan ve her an bizi cinsel olarak taciz edip, heteroseksist kimliklerimize saldıracaklarına emin olduğumuz LGBT bireyler yok edilmelidir. Sokaklarda yaşayan insanlar, şu günlerde sokakta her an karşımıza çıkan Suriyeli mülteciler, görmezden gelinmeli, çok göze batıyorsa toplanıp bir yere götürülmelidir. Şehrimin en gözde semtlerinde görüntü kirliliği oluşturan çingeneler evlerinden sürülmeli; alışveriş merkezli, şık mimarili, yüksek katlı binalı göz zevkimiz bozulmamalıdır. Böylesi kolaydır, güvenlidir.

Butler, kırılganlığı hayatta kalma dürtümüzün ana itici gücü olarak tanımlayarak “Savaş Tertipleri” adlı kitabında sorar: Öteki ile sınırlarım nerede başlar? Bu sınırları kim koyar? Ben/Biz ve “diğer”lerinin sınırlarını nasıl belirliyoruz? Ben ve biz diye tanımladığım güvenli alanım, dikkate değer gördüğüm çemberim ailem ve arkadaşlarım mı? Ya da ek olarak komşularım, mahallem ya da yaşadığım şehirdekiler, ülkem mi? Bu sınır nerede başlıyor ve nerede bitiyor? Bilmediğim ve bilmemekle kalmayıp önemsemediğim, hatta korktuğum ve korkuyla kendime tehdit olarak tanımladığım bu öteki çemberi nerede başlıyor?

Bir şeylere üzülüyoruz, isyan ediyoruz ve öte yandan “diğer” şeylere gözlerimizi yumuyoruz. Butler, “Savaş Tertipleri”’nde bu ikili ahlakın altyapısını anlatır: Kim olduğumuzun yani “kimliğimizin”; ulus, coğrafya, dil ve kültür vs. sınırlarıyla belirlendiği dünyada dikkate aldığımız, koruduğumuz, kolladığımız ve yaşamaya değer gördüğümüz “biz”, bizim gibi gördüğümüz, kendimize benzettiklerimizdir. İlk bakışta tanıyamadığımız, kendimize benzetemediklerimiz çemberin dışında kalır. Onları görmezden geliriz, kendi çemberimize teğet geçmeye hatta çember sınırlarından içeri girmeye başladıklarında ise tehdit olarak görürüz. Bütün bu çemberin içindekiler ve dışındakiler durumu upuzun bir tarihe dayanan, politik süreçler ve uygulamalarla örgülü muhteşem bir oyundur.

Bencil hayatlarımızda bencillğimizden sıyrılmamızın zamanı gelmiş de geçiyorken ve hala egomuza sıkı sıkıya yapışmışken, bu zor ama acil olması gereken sıyrılışın önemini hadi gelin gene bencil bir pencereden yola çıkarak farkedelim: Ötekiden kaçış yoktur, çünkü hepimiz bir yerlerde hayatımızın bir döneminde, bir köşesinde ötekiyiz ve öyle de olacağız. Yani madem ötekiler – ki aslında yazımın her köşesinde canlının her türlüsünü, insanı, hayvanı, doğayı, gezegenimizi kastediyorum- pek umrumuzda değil, onları konfor alanımıza ufak bir müdahele hisseder gibi olsak kısa yoldan ilaçladığımız böcekler gibi temizlemek, yok etmek yok varsaymak istiyoruz o zaman en azından o böceğin er ya da geç bir gün ve bunu izleyen daha bir çok günler kendimiz olacağını kabul etmeliyiz. Çünkü öteki diyerek çizdiğimiz o çemberin ne bir başlangıcı var ne de sonu, bir gün hepimizi içine çekip yutacak. Ve bu ayrılık/farklılık sanrısından sıyrılmadıkça o yutuş daha da yakın, daha büyük ve daha da acılı olacak.

Peki ne yapmalıyız, yapabiliriz? Öncelikle biraz önce sarfettiğim cümlelerden ötekinin çok da farklı, çok da uzakta olmadığını, onun da aynı hayatta kalma dürtüsüyle yaşadığı, onun da mutluluğu, hayatında benzer şeyleri arzuladığını biraz da olsa farkettiğimizi umarak korkunun azalacağını umut ediyorum. Her canlı yaşamak istiyor, mutlu olmak istiyor, bu konuda hiç birimiz birbirimizden farklı değiliz. Sınırlar sadece karşıtlıklar, ayrımlar, ötekileştirmeler ve böylece tehdit ve şiddet yaratır. Saldırı ve savunma ilişkisini kuvvetlendirir. Peki ya bu oyunun kendisini bozarsak? Şu savaş, mücadele psikolojisinden çıksak?

Ne olur? Çok fazla şey olur, çok güzel şeyler olur. Ezberi bozmak çok zor ve çok ani ve büyük hareketler isteyen bir süreç değil. Büyük değişimlerin anahtarı kendi bireysel küçük hayatlarımızın minik adımları içerisinde gizli. Büyük ya da küçük her düşüncemiz, adımımız, tercihimiz anlamlıdır, etki ve etkileşim yaratır ve politiktir. Feminist ve kuir teorilerden devam edeyim: Kişisel herşey politiktir. Performans; yani düşündüğümüz, söylediğimiz her şey, tüm davranışlarımız politiktir ve kimliğimizi yaratır. Kısaca içimden geçirdiğim düşüncelerden başlayarak, sarfettiğim sözler, yüzümdeki mimikler, hayatta insanlara ve çevreye karşı davranışlarım kimlikleri inşa eder, aynı zamanda istemediğimiz inşaları da tersine çevirme ve değiştirme dinamiğinin ta kendisidir. Bilinmeyenden korkmayın, gidin tanıyın. Komşunuza selam verin, sokaktaki köpeğe bir kap su verin, onu okşayın; gidin bir ağaca sıkı sıkı sarılın ve size neler hissettirebileceğine hayretle şaşırın; sokakta yaşayan insanlara yardım edemiyorsanız bile en azından gözlerinin içine bakın ve gülümseyin; giyimini açık saçık bulduğunuz kadına ya da erkek arkadaşını öpen adama yaklaşın ve sohbet edin, düşüncelerini öğrenin. Bakın ne tepki veriyorlar, neler diyorlar, neler hissediyorlar; sizden çok mu farklılar, dertleri, dilekleri nedir; siz gülümsediğinizde onlar da size gülümsüyor mu, bakın korkunun yerine sevginin tohumları yeşermeye başlıyor mu? Şu anki gidişatın çok verimli olmadığı aşikar, en azından bir kereliğine bile olsa bugün ezberinizi bozun ve bakın dünyada neler oluyor.

79-Ayse-Zeynep-Pamuk

Ayşe Zeynep Pamuk

[FotoÖykü] Lenin Kütüphanesi – Seyda Anat Gökaltay

Fırtınadan sonraki sessizlik… Çıt yok!

Boz bulanık bir su birikintisinin içinde uyandım. Çevrem dört duvar. Tam seçemiyorum ama yüksek olmalı tavan- tavanı göremiyorum. Boyası sıvası dökülmüş tuğlalar,  yıkık duvarlar kat kat göğe yükseliyor. Çürümeye yüz tutmuş. Katların arasında boydan boya demir balkonlar, her katta raflar, rafların içini doldurmuş soluk ciltli kitaplar ilişiyor gözüme. Saçlarım, üstüme giydiğim yün kazak, eteğim- eteğim sıyrılmış bedenimden bacaklarım görünüyor, yer yer morarmış-, çoraplarım delik deşik, ellerim, parmaklarım sızlıyor, bir iki tanesi karıncalandı. Elim, yüzüm, gözüm sırılsıklam. Biri beni gökyüzünden buraya fırlatmış, sırtüstü düşmüşüm de yarıya kadar çamurlu suya batmışım.

“Elena çöpleri atmayı unutma.”

“Kitap okuyorum sonra atsam?”

“Beklerse çürür,  kokmaya başlar.”

“Ne zaman çürür?”

“Çok bekletirsen.”

“Kitaplar da çürür mü anne?”

“Okunmazlarsa çürürler. ”

“Peki ya babam, çürüdü mü o da?”

“…”

“Bu kitabı çürümeden okumalıyım anne.”

Burnuma kokuşmuş et, kan, idrar, kokusu geliyor. Çöp kokusu- çöpler kokar böyle. Çürüyenin, çürümüşlüğün kokusu, burnumun direği sızlıyor acı acı.

“Elena, babanı son bir kez öp gömülmeden!”

Tütün kokan avurtları çökük yanaklarını öperken, yüzüme binlerce diken batardı. Çam iğneleri çiğnerdi, otururken, okurken hatta yatarken. Çürütmeden okurdu kitapları. Hırıltılı hırıltılı konuşurken, tütün ve çam reçinesi kokardı nefesi. İstememiştim son bir kez öpmeyi yanaklarından ama…

Çürümüş et kokuyordu babam. Kusmuştum sonra da. Defalarca elimi yüzümü yıkamıştım, yıkamıştım, arınamamıştım. Babam öldükten birkaç gün sonra ilk defa âdet görmüştüm. Bacaklarımdan sızan ılık kahvemsi kanı önce koklamış, sonra tadına bakmıştım. Ölmüş babam kokuyordu…

Burada, bu çamurlu suyun içinde yatarken, bu koku içime sinmiş, bir parçası olmuşum. Çöp olmuşum, çürümeme ramak kalmış. Etlerim lime lime olmuş,  kurtlar kemirmeden uyanmışım. Ellerim kirlenmiş, çamur bulaşmış ellerime, birbirine sürtüyorum daha da bulaşıyor, arınamıyorum bu kirden.

“Uçak, uçaklar geliyor, herkes sığınaklara!”

Beynim ve bedenime karmaşa,  kargaşa, korku, titreme geldi, donuyorum, kıpırdayamıyorum. Ayaklarımdan biri çıplak, diğerinde üstü berelenmiş kirli siyah bot, iplikleri çözülmüş, çamur bulaşmış üstüne. Gözlerimdeki fluluk dağılıyor, sedef parlaklığında bir perde ağır ağır kalkıyor gözlerimin önünden, arada şimşekler çakıyor, kararıyor görüntüler, sonra yeniden geliyor, dünyaya kesik kesik bakıyorum. Perde kalktıkça daha da netleşiyor gördüklerim. Ya göreceklerim? Şu ana kadar gördüklerimden memnum değilim, görmek istediğimdense hiç emin değilim. Çamurlu suyun yüzeyi bulanık. Bana beni göstermiyor, sır saklı içinde.

“Madam Elena, hayat devam ediyor üzmeyin kendinizi bu kadar.”

Sessizlik vardı önce. Sessizlik ve huzur. Tek hatırladığım, hatırlamak istediğim belki de.

Lenin Kütüphanesi - Seyda Anat Gökaltay

“Burası sizin eviniz, hatta kütüphanenin üst katındaki odalardan birine yerleşebilirsiniz. Misafirhaneye pek gelen giden olmuyor. Hangisini isterseniz ona yerleşin.”

Kütüphane… Hayatım boyunca hep bir kütüphanede yaşamak istemiştim. Gözden, gözlerden uzak. Aydınlığında nefes aldığım. Dünyanın ucundaki fener, bakanın gördüğü.

Beynimin içinde bir bant kaydı, kulağıma sesler getiriyor gaipten. Kim olduğumu, neden bu su birikintisinin içinde uyandığımı söylemiyor. Adım Elena olmalı. Hiç tanıdık gelmiyor kulağıma. Bir serçe kondu aniden, suyun içine düşmüş bir kitabın üstüne tünedi. Meraklı meraklı bakıyor. Şaşırmış olmalı. Cikledi, başını sağa sola yatırdı ama o da beni tanımadı. Ben de tanımıyorum ki, beni. Hareket etmek istedim, korktu, telaşla kanatlandı, yanı başımda duran ağacın alt dallarından birine kondu. Başım hala zonkluyor, etrafıma bakmak için kaldırınca başım döndü, gözlerim karardı yeniden. Sol kolumda bir sancı var,  bakıyorum kan bulaşmış kazağıma. Bej kazağın üstünde kırmızı bir leke. Baktıkça leke büyüyor, çok az oynatabiliyorum kolumu.

“Elena Hanım, yalnız biliyorsunuz, zor zamanlardan geçiyoruz. Ülkemiz işgal altında. Akşamları karartma yapıyoruz. Geceleri mümkün olduğunca ışıkları yakmazsanız…”

Evet benim, kesinlikle Elena benim. Benimle konuşan kim bilmiyorum, tanıdık olmalı, en azından beni tanıyan biri -tanıdık birinin sesi kulağıma fısıldayan. Hala üşüyorum, bir soğuk yel daha esti, geçti üstümden. Yanı başımda duran ağacın yaprakları hışırdadı. Serçe korktu, uçtu. Gözlerim serçede, tek canlı benimle konuşan ve hareket eden. Ben ve ağaç, kımıltısız. Ben yerde yatarken, o yanı başımda dikilmiş bilgiç bilgiç bana bakıyor. Alt dallarındaki yapraklar kurumaya başlamış, bazıları çoktan dökülmüş. Birkaç hafta sonra bütün yapraklar dökülmüş ve çürümeye başlamış olacak. Ağaç da büsbütün çıplak kalacak benim gibi.

Siyah-beyaz bir karenin görünmeyen bir noktasında kıpırtısız boylu boyunca yatıyorum.

“Anne, ben de seninle kütüphaneye gelebilir miyim?”

“Mişka!”

Beynimin içinde benimle konuşan ses ve benim sesimden başka ses yok görünürde ve bir de serçe.

Kütüphanedeyim, kitapların, kitaplarımın arasında. Belleğimde binlerce sözcük ıslanmış, erimiş balçık çamura dönüşmüş, ben de içine düşmüşüm- bildiğim, bildiğimi düşündüğüm, inandığım her ne varsa yitmiş,  gitmiş.  Çürümelerine -engel- olmalıyım.

“Burada güvendesiniz Madam Elena, istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Elbet bu savaş bitecek ve bir gün hepimiz şu ağaçlardaki kuşlar kadar özgür ve eşit olacağız”.

Kara bulutlar damarlandı, çatırdadı, bölündü, dağılmaya başladı. Tavandaki delikten bir ışık seli çağıldadı, aktı. Kütüphane aydınlanır aydınlanmaz serçe bu delikten gökyüzüne uçtu, gitti.

NOT: Fotoğraflı kısa öykülerinizi (öykü yazarı ve fotoğrafı çeken farklı kişiler olabilir) ‘[email protected]’ adresine gönderebilirsiniz.  

67-Seyda-Anat

 

 

Öykü ve Fotoğraf: Seyda Anat Gökaltay

[Yeşil Mutfak Denemeleri] Elmalı Kek- Sevin Turan Bettscheider

İki seferdir çorba tarifinden gidiyordum artık bir pastacı olarak  tatlı tarifi vermenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Tam da mevsiminde olan elmalarla kek yaptım. Elmalar büyükannenin bahçesinden toplandı. Her gittiğimizde ya meyve ya reçel o da olmadı elde örülmüş atkı,bere ile eller dolu çıkıyoruz büyükannenin evinden. Bu sene elma açısında burası çok bereketliydi, nerdeyse ağaçların dalları kırılacaktı. Normalde bizim bahçemiz yok ama burda her yer park ve elma ağaçları da bol bir de elmaları toplayan da olmayınca,  birkaç aydır elmalara para vermeden geçirdik. :)

Hal böyle olunca ,elmaları sabah meyve içeceğinde,tart ve kek yapımında bol bol kullandım.Şimdi vereceğim elmalı kek tarifinde,yulaf ezmesini mikserde un haline getirip normal un yerine  kullandım. Eğer glutenle ilgili bir sorununuz varsa yulaf ununu kullanabilirsiniz. Yalnız hazır paketlerde glutensiz yulaf unu yazdığına dikkat edin zira bazen az miktarda diğer unlarla karıştırılıyormuş.

Şeker olarak burada yeni keşfettiğim bir şeker türünü kullanıyorum. Şeker pancarı suyunun kaynatılıp, kurutulup toz haline getirilmiş hali olan bu şeker tamamen katkısız, karamel tadında ve rafine edilmemiş. Normalde kullandığınız şeker ile aynı oranda kullansanız bile tat olarak daha az şekerli tatlılar elde ediyorsunuz.  (Vollrohr zucker  olarak geçiyor şeker kamışı şekeri) ama sanırım Türkiye’de yok. Araştırdım ama bulamadım. Onun yerine normalde esmer şeker kullanıyorum. Gelelim tarife…

IMG_0722Malzemeler:

200 gr tereyağ

200 gr şeker kamışı tozu (veya esmer şeker)

3 adet yumurta

200 gr yulaf  unu

6 tepeleme yemek kaşığı yoğurt

Vanilya çubuğu

1 limon kabuğu

Üstü için:

140 gr yulaf unu

90 gr şeker kamışı tozu (veya esmer şeker)

90 gr tereyağı

2 çay kaşığı tarçın

4-5 adet elma

Yapılışı:

Fırını 190 dereceye ayarlayın. Yulaf unu kullanacaksanız unu 10-20 dk önceden mikserde çevirin çünkü çevirme gücü yüzünden un çok sıcak oluyor.

 İlk önce üstü için olan hamuru yapın. Un,şeker,tarçın ve tereyağını elinizle yoğurun. Toplu yumuşak bir hamur olacak. Hamuru streç filme sarıp dolaba koyun. Keki kalıba koyduktan sonra bu hamuru bıçak yardımıyla veya el yardımı ile küçük parçalara ayırıp üzerini kaplayacak şekilde koyacağız.

Kek hamuru için tereyağını ve şekeri limon kabuğu ile birlikte mikserde iyice karışana kadar çırpın. Yumurtaları yavaş yavaş ekleyip kabartmaya devam edin. Vanilyayı ve unu da ekleyin, mikser veya spatula yardımıyla karıştırın. En son yoğurt ekleyin ve karıştırın.

Diğer tarafta elmaları soyun ve dilimleyin. Kek kalıbını yağlayın ve hamurun yarısını kalıba koyun. Dilimlediğiniz elmalarla hamurun üzerini kaplayın.Kalan hamuru elmaların üzerine koyun ve bir kat daha hamurun üzerine elma dizin.

Dolabta duran üst hamurunu bıcak yardımıyla küçük parçalara ayırın ve elmaların üzerini kapayın. Önceden ısıtılmış fırına koyun ve 40-50 dk pişirin. Afiyet olsun!

66-Sevin-Turan-Bettscheider

Sevin Turan Bettscheider

[Manzum Serzenişler] Tılsım

Hedeflere sahip olmak, hedeflerce sahip olunmamak dileğiyle…

Sanatla ve barışla kalın…

Kaynak: Donna Dennison Photography
(c) Donna Dennison Photography

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tılsım

Bir tek an
sadece o an
birkaç nokta
biraz ışık
aydın bir gün
laf ola da değil
mutluluk…
kısılasıya gözlerime
işleyen güneşiyle yaşamanın

Öylesine alelade
herhangi bir anda
gibi idi
güzellemesi herşeyin
bütün bu hengameye inat!

Sen bile yoktun sevdiğim
öylece denk geldi
yaşamın sevilesi…

kedi sokulası kadar yakın
nedensizlik kadar nadir
sevmek icap etti vacip olmaksızın

bir nefes kadar az
bir ömür kadar derin
Ki nedeniydi belki de
senin beni sevmenin

Sağınağından kaçmak
hedeflerinin
esaretin

Şehr-i büyüklerde değil
kuytu köşelerde saklı
kıymeti soluyabilmenin
ve güzellemesi
kendileyin
olabilmenin

Bir kaç nota
bir sabah
bir tebessüm

Gözlerin bile yoktu sevgilim
kuşatmasında iken
kentin keşmekeşinin

Bir köprü üzerinde değdi tılsımı
Mütevazı
heyecanı
devam etmenin
sürdürmenin

Sen bile yokken sevdiğim
ama mütebessim
herhalde sen beni ondan sevdin…

19:27 13/11/15
Kadıköy

Paris’te yedi ayrı noktaya eş zamanlı terör saldırısı: 150 ölü

Paris’in doğusunda bir restoranda ve bir konser salonunda iki ayrı silahlı saldırı gerçekleşti. Ayrıca Fransa-Almanya dostluk maçının oynanmakta olduğu Stade de France’ın yakınlarında iki ayrı patlama meydana geldi. Resmi olmayan bilgilere göre en az 140 kişi hayatını kaybetti. Ayrıca Bataclan konser salonunda rehine krizi yaşandı. Polis konser salonuna baskın düzenleyerek üç saldırganı öldürdü. Rehin alınan 100 kişinin de hayatını kaybettiği belirtildi. Ancak Paris Belediye Başkan Yardımcısı Bataclan Konser Salonu’nda en az 118 kişinin öldürüldüğünü açıkladı. Polis tüm Paris halkına gerekli olmadıkça sokağa çıkmama uyarısında bulundu. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande da ‘olağanüstü hal ilan edildiğini ve sınırların kapatıldığını’ duyurdu.

59

Paris’in doğusunda bir restoranda ve bir konser salonunda iki ayrı silahlı saldırı gerçekleşti.

Paris’in 10. bölgesinde yer alan Le Petit Cambodge adlı restorana dışarıdan ateş açıldı. Polisin olay yerine ulaştığı ve çatışmada çok sayıda ölü ve yaralı olduğu bildirildi.

Restorandaki saldırıyla yaklaşık aynı zamanda yine Paris’in doğusunda 11. bölgede yer alan Bataclan adlı konser salonunda da ateş açıldığı kaydedildi. Fransız haber kanalı iTele’ye göre konser salonunda ateş açan iki kişi halen polis tarafından aranıyor.

Polis güvenlik nedeniyle çevredeki restoranları boşalttı.

Gelen ilk bilgilere göre saat 21:00 sularında Fontaine au Roi, Charonne caddeleri ve Bataclan konser salonunda meydana gelen silahlı saldırılarda en az 60 kişi öldü.

REHİN ALINAN 100 KİŞİ HAYATINI KAYBETTİ

60

Bataclan Konser Salonu’nda en az 100 kişi rehin alındı. konser salonunda ABD’li bir Rock grubunun konseri vardı. İlerleyen saatlerde polis konser salonuna baskın düzenleyerek üç teröristi etkisiz hale getirdi. Operasyon sona erdi ancak konser salonundaki 100 kişinin öldüğü aktarıldı. Paris Belediye Başkan Yardımcısı ise Bataclan Konser Salonu’nda en az 118 kişi öldürüldüğünü duyurdu.

‘STADE DE FRANCE YAKINLARINDA İKİ PATLAMA’

62

Stade de France yakınlarında da 2 intihar, bir bombalı saldırının meydana geldiği aktarıldı. Patlamanın olduğu sırada Fransa ile Almanya arasında oynanan Euro 2016 hazırlık maçının oynandığı Stade de France’de Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande da bulunuyordu. Hollande özel ekiplerce stattan uzaklaştırıldı.

Fransa ile Almanya arasında oynanan Euro 2016 hazırlık maçının oynandığı Stade de France’ın hemen yakınında da patlama olması nedeniyle maça gelen taraftarlar statta tutulurken, Paris sokaklarında adeta sıkıyönetim uygulandı.

Fransa Futbol Federasyonu Başkanı Noel Le Graet, Fransa ile Almanya arasındaki hazırlık maçının oynandığı sırada Stade de France’ın girişinde gerçekleşen patlamada 3 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı.

 ‘SOKAĞA ÇIKMAYIN’ UYARISI

61

Fransız polisi saldırıların ardından güvenlik önlemlerine ilişkin uyarılarda bulundu. Polis tüm Fransa halkına gerekli olmadıkça sokağa çıkmayın uyarısında bulundu. Tüm okullar ve üniversitelerin de yarın kapatıldığı duyuruldu. Ayrıca 5 metro hattı da kapatıldı.

DÜNYADAN İLK TEPKİLER 

63

İngiltere Başbakanı David Cameron, Paris’te meydana gelen saldırılarla sarsıldığını belirterek, “Yardım için elimizden geleni yapacağız” dedi.

Paris’te bu akşam yaşanan saldırılara, İngiltere’de Başbakan David Cameron, Dışişleri Bakanı Philip Hammond ve ana muhalefetteki İşçi Partisi’nin lideri Jeremy Corbyn, Twitter aracılığıyla tepki gösterdi.

Cameron Twitter hesabından, “Paris’te bu gece meydana gelen olaylarla sarsıldım. Düşüncelerimiz ve dualarımız Fransız halkıyla. Yardım için elimizden geleni yapacağız” mesajını paylaştı.

Almanya Başbakanı Angela Merkel yaşanan saldırıların ardından ‘şoktayız’ ifadesini kullandı.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Fransa’nın başkenti Paris’te yaşanan silahlı ve bombalı saldırılardan derin üzüntü duyduğunu bildirdi.

 

(Hürriyet)

Trafik mağdurları bu Pazar, İstanbul ve Ankara’da anılacak

Dünya Trafik Mağdurlarını Anma Günü‘nde (WDR – World Day of Remembrance) her yıl olduğu gibi bu sene de Kasım ayının 3. Pazar günü olan 15 Kasım Pazar günü çeşitli etkinliklerle artık içinden çıkılamaz bir hale dönüştüğü izlenimini veren trafik çarpışmaları ile mücadeleye dair seçenekler sunulacak. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre dünyada her yıl 1 milyon 250 binin üzerinde insan trafik çarpışması sonucu hayatını kaybediyor .

57...

Dünya Trafik Mağdurları’nı Anma Günü, 1995’ten bu yana, Avrupa Trafik Mağdurları Federasyonu, (FEVR – Fédération Européenne des Victimes de la Route) çatısı altından buluşan Trafik Mağdurları için çalışan sivil toplum kuruluşları bu özel günü, trafik mağdurlarını anmak, toplum ve kamuoyu bilinci oluşturmak için yıllık bir anma günü haline getirdi.

57

1993 yılında İngiltere’de trafik mağdurları üzerine çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşu Road Peace (Yol Barışı) tarafından ilk adımı atılan Dünya Trafik Mağdurlarını Anma Günü, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından, 26 Ekim 2005 tarihinden itibaren Dünya Sağlık Örgütünün desteği tanındı ve dünya genelinde katılım sağlandı.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 15-19 yaş grubu gençlerin ölüm nedenleri arasında trafik çarpışmaları 1. Sırada yer alıyor. 10-14 ve 20-24 yaş grupları ölüm nedenleri arasında ise 2. Sırada yer alıyor.

Trafik çarpışmaları tüm dünya ülkelerinin ortak sorunu. Karayolu, ölümleri ve yaralanmaları, aynı terör, salgın hastalıklarla mücadele gibi dünyanın en büyük halk sağlığı sorunlarından birisi. Trafik çarpışmalarının büyük bir kısmı önlenebilir, öngörülebilir olaylardır. Trafik Çarpışmaları ile mücadele, karayolu ölüm ve yaralanmalarının azalması için acil önlemlerin alınması, sadece bir günlük anma ile değil, her gün bu konuda devlet tarafından iyileştirmeler yapılarak, ölüm ve yaralanmaların azaltılmasıyla mümkün olabilir. Umudumuz, yol tehlikelerinin; karayolu ölüm ve yaralanmalarının azaltılarak, önlenebilir ve öngörülebilir trafik çarpışmalarının azalarak, gelecekte daha az yol kurbanlarının olmasıdır.

Türkiye’de etkinlikler İstanbul ve Ankara’da

Suat Ayöz Trafik Mağdurları Derneği Başkanı Yeşim Ayöz, EMBARQ Turkiye’nin Yol Güvenliği Konferansı’nda durumu Trafik Mağdurları penceresinden ele almıştı

FEVR’i Türkiye’de temsil eden Suat Ayöz Trafik Mağdurları Derneği, bu sene Dünya Trafik Mağdurlarını Anma Günü’nde İstanbul ve Ankara’da etkinlikler düzenleyecek. Dernek Başkanı Yeşim Ayöz, İstanbul’da 15 Kasım Pazar günü 14:30’da Şişli Belediyesi, Nişantaşı Mıstık Parkı’nda (City’s alışveriş merkezi arkası) buluşma gerçekleşeceğini kaydederken, Ankara için toplanma mekanının ise 11:00’de Kuğulu Park içerisinde olacağını belirti.

Etkinlik programları ise şu şekilde;

İstanbul

Tarih 15 Kasım 2015
Saat 14.30
Yer Şişli Belediyesi, Nişantaşı Mıstık Parkı (City’s alışveriş merkezi arkası)

14.30 Toplanma
14.45 Park içerisinde trafik mağdurları fidan dikmek
15.00 Basın açıklaması
15.30 Etkinlik sonu

Ankara

11.00 Kuğulu Park içerisinde toplanma
11.15 Meşe Palamutu tohumu dağıtımı
11.30 Bisikletliler ve yayaların toplanarak Seyranbağları Muallim Ali Dinçer Parkına gidilmesi
12.00  Basın Açıklaması
12.15 Fidan dikimi ve tohum dağıtımı

 

(Yeşil Gazete)