Ana Sayfa Blog Sayfa 3562

Dina Etnic Ensemble konseri ve Kadınla Barış

Dina Etnic Ensemble (Çiğdem Ergun Güvenç, Feryal Günal, Aslıgül Şahiner Tuğçe Temir, Bircan Katırcı, Nazlı Ezgi Canbay, Dilan Özgün) 25 Kasım Günü Saat 20:00’de Bursa Nazım Hikmet Kültürevi’nde verdiği bir konserle Bursa’lıları kendilerine hayran bıraktı.

Konser boyunca Türkçe, Gürcüce, Lazca, Zazaca, Makedonca, Lehçe, Yunanca, İspanyolca, Arapça şarkılar seslendiren grup, çok çeşitli etnik enstrümanlarla, farklı dil ve kültürlerin ezgilerini dinleyicilerle buluşturdu.

“Kadın kadındır, çiçek babandır”

8

Her şarkı öncesi şarkının hikayesini anlatan grup Polonya ezgisi olan “Ketrin” şarkısı öncesinde “ Şarkıdaki aşk hikayesinde delikanlı benim güzel ve narin çiçeğim diye sevdiğini söylüyor. Çiçek olmak çok güzel fakat bu kadar kadına şiddetin var olduğu bir dünyada çiçek diye anılmak ve narinlik vurgusu bize çok da anlamlı gelmiyor açıkçası.” diyerek feminist kadınların  “Kadın kadındır, çiçek babandır.” sloganını sahnede bir kez daha dillendirdiler.

Konser boyunca ağıtlara da yer veren grup, 10 Ekim Ankara katliamı, Aylan Bebek, Kazım Koyuncu, yapılmak istenen nükleer santraller ve daha nicelerine vurgu yaparak;  sürgünlerin, ölümlerin, kadın katliamlarının olmadığı, Barış ve Eşitliğin olduğu bir dünya istediklerini ifade ettiler.

9

Sahnede,“Dina” isminin insanlığa 70 dili öğreten melekten geldiğini anlatan grup, “Tüm kadınlar şarkı söylemenin yanında çalgı da çalsın. Bizler kendi müziğimizi kendimiz yapabilelim istedik” diyerek erkeklerin müzik de dahil olmak üzere tüm alanlarda var olduklarını, kadınların patriarkal sistem içerisinde müzikle uğraşmaya, özellikle enstrüman çalmaya imkan bulamadıklarını, bu nedenle sadece kadınlardan oluştuklarını ve tüm grup üyelerinin birden çok enstrüman çalmayı öğrendiklerinden bahsettiler.

Seyirciler tarafından bitmesi istenmeyen konser Barış dilekleri ile son buldu.

 

Haber: Özgecan Aşlamacı Şahin

(Yeşil Gazete)

Bursa’da Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü eylemi

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü adına Bursa Kadın Platformu’nun çağrıcısı olduğu eylemde, 25 Kasım günü Saat 18:30 ‘da Merkez Kütüphanesi önünden “Şiddetinizle barışmayacağız” “Öldüren sevgi istemiyoruz” “Erkek adalet değil, gerçek adalet”, “Jin, Jiyan Azadi”, “Kadın,Yaşam, Özgürlük” sloganlarıyla yürüyüşe başlayan kadınlar, Heykel önüne kadar yolu kapatarak yürüdüler.

37

Bursa Kadın Platformu adına basın bildirisini okuyan Nadiye Gürbüz, “Bugün 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü. Bugün kalbimizde Özgecan’ın hatırası ile sokaklardayız. Ülkemizde her gün 5 Kadın en yakınındaki erkekler tarafından öldürülüyor.” şeklinde konuşarak geçen hafta Samsun’da hastasının kocası tarafından şiddete maruz kalışını önlemek isterken bıçaklanarak öldürülen Doktor Aynur Dağdemir ve daha birçok kadın katilinin iyi hal indiriminden yararlandığına değindi.

38

Kadınlar Savaş İstemiyor

36

“Ortadoğu’da emperyalist politikalar ile başlatılan savaştan kadınların payına taciz, tecavüz ve ölüm düşüyor. Savaşa eklenen IŞID barbarlığı ile kadınlar köle pazarlarında satılıyor. Binlerce Suriyeli kadın ülkesini terk etmek zorunda kalıyor.”şeklinde konuşan Gürbüz, Savaş Politikalarına karşı ayakta olduklarını belirterek “7 Haziran seçim sonuçlarını tanımayarak Saray’ın ülkemizde başlattığı savaşta; çıplak cesedi yerlerde sürüklenen Ekin Wan, öldürülen kadınlar çocuklarının cansız bedenlerini buzdolaplarında saklamaya çalışan kadınlar evinde polis tarafından vurulan Dilek Doğan ve birçok benzeri örnek ile savaş politikalarının bedelini en çok kadınlar ödüyor. İster Kürt gençleri olsun, ister asker ve polis, ölümünün ardından ateş Türk ve Kürt annelerinin yüreğine düşüyor.” dedi.

Barışta Israrcıyız

35

Savaş politikalarının en büyük mağdurunun kadınlar olduğuna değinen Gürbüz “ Kadınları ikincilleştirerek üretilen kadın düşman dili reddediyoruz Bu gerici eril dili üretenler, kadına yönelik şiddetin baş sorumlularıdır. Kadın Düşmanı AKP’den ve Saray’ından hesabı biz kadınlar soracağız. Evde, işyerinde, sokakta kadınların barış içinde eşit ve özgürce yaşayacakları bir dünyayı biz kadınlar hep birlikte kuracağız.” şeklinde konuşarak basın bildirisini sonlandırdı.

Basın bildirisinin ardından türkü söyleyerek halay çeken kadınlar alkışlar ve zılgıtlar eşliğinde dağıldılar.

 

Haber ve Fotoğraflar: Özgecan Aşlamacı Şahin

(Yeşil Gazete)

Paris İklim Konferansı öncesinde Akademisyenlerden, Dünya Liderlerine açık mektup

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır (Çeviri: Ömer Madra)

Aralarında  dilbilimci Noam Chomsky, iklim bilimci Michael E. Mann, filozof Peter Singer ve tarihçi Naomi Oreskes’in bulunduğu, 80 küsur ülkeden 2,000’in üzerinde akademisyenin, 30 Kasım’daki iklim konferansında Paris’te bir araya gelen dünya liderlerini, iklim adaletini sağlamaya ve küresel ısınma tavanını 1,5 derece Celsius’un altında tutmak üzere vargüçleriyle çaba göstermeye çağıran mektup metni aşağıda

***

Bazı meseleler öylesine önemli bir etik boyuttadırlar ki, tarihin doğru tarafında olmak, gelecek kuşaklar için ahlakî karakteri belirleyen bir işaret halini alır. Küresel ısınma işte böyle bir mesele. İklim değişikliğinden en az sorumlu olanlar, ona en zor uyum sağlayanlar ve onun etkilerinden en çok zarar görenler yerli halklar ve gelişme yolundaki ülkelerdir. Paris’teki Birleşmiş Milletler İklim Konferansı yaklaşırken endüstrileşmiş ülkeler dünyasının liderleri, şimdiki ve geçmişteki karbon salımlarımızın sonuçları konusunda ağır bir sorumluluğu omuzlamak zorundalar.

34

Oysa uluslararası topluluk, küresel ısınmayı endüstri çağı öncesi seviyelere göre 2 derece Celsius’la sınırlamak üzere bize üçte iki oranında bir şans tanımak için gerekli olan sera gazı indirimini şart koşmaya dahi razı gelecek gibi görünmüyor. Şu anda, ülkeler karbon salımlarını azaltmak üzere verdikleri bağlayıcı olmayan taahhütleri yerine getirecek olsalar dahi, bu yüzyıl sonuna kadar gene de 3 derecelik (Celsius) bir hararet artışına ulaşma yolunda olacağız. Bu, insanı can evinden vuruyor, çünkü bu azaltımları gerçekleştirmek için yapmamız gereken herhangi bir fedakârlık, bunları yapmamamız halinde yüzyüze kalacağımız felaketlerin, yani türlerin daha çok yok olması ve ekosistemlerin yitip gitmesi; kasırgalara dayanma gücümüzün azalması; daha fazla sıcak hava dalgaları; daha yoğun sağanak yağışlar; iklime bağlı ölüm ve hastalıkların sayısındaki artışlar; daha fazla iklim mültecileri; yoksulluğun azaltılmasındaki yavaşlamalar; gıda güvenliğinin azalması; ve bütün bu faktörlerin artırdığı çatışmalar gibi felaketlerin yanında hiç kalır. Risklerin bu kadar yüksek olduğu bir ortamda, liderlerimiz küresel ısınmayı en fazla 1,5 derecelik (Celsius) bir tavanla sınırlandırmak için tüm toplum katmanlarında dünya çapında bir seferberlik ilan etmek zorunda.

Bu mektubun altına imzasını koymuş olan biz kaygılı akademisyenler, araştırmacılar ve dünyanın dört bir tarafından gelen bilim insanları, içinde bulunduğumuz çevre durumunun ciddiyetinin farkındayız; topluluklarımıza, gelecek kuşaklara ve yoldaşımız olan diğer canlı türlerine borçlu olduğumuz özel sorumluluğun da farkındayız. Bu sorumluluğu eğitim ve iletişim faaliyetlerimizde yerine getirmek için uğraş vermeye devam edeceğiz. Liderlerimize, felaketle sonuçlanacak olan iklim değişikliğini önlemeleri için gerekli olan herşeyi yapmaları çağrısında bulunuyoruz. Aynı âciliyet duygusuyla, kendi yurttaşlarımızı da küresel ısınmaya vargüçleri ile karşı koymaları konusunda kendi liderlerini sorumlu tutmaya çağırıyoruz.

Metnin İngilizce orijinalini okumak ve imzalamak isteyen akademisyenler için: http://globalclimatechangeweek.com/open-letter/

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

İngilizce’den çeviren: Ömer Madra

Anneler dikkat! ‘Her gün 500 ml anne sütü’ aldatmacası – Dr. Tomris Cesuroğlu

Sevgili anneler,

Her gün medyada ve sosyal medyada emzirme ile ilgili bir çok öneri ile karşılaşıyorsunuz. Bunları uyguladığınızda bebeğinize iyi baktığınızı düşünüyorsunuz. Pekiyi, emzirme ve ‘anne sütü’ konusunda verilen önerilerin ne kadarının doğru olduğunu hiç düşündünüz mü?

Emzirme konusunda çok ciddi bir bilgi kirliliği var. Dahası, internette (ve gerçek hayatta) yanlış ve asılsız bilgiler dolaşıyor. Mama firmaları ‘anne sütü’ dostu gibi görünüp aslında mama tüketimini artırmaya hizmet eden iddialarda bulunabiliyor; internette ve verdikleri eğitimlerle yayabiliyor. Bunun en güncel örneklerinden biri “Bebekler her gün 500 ml anne sütü (yoksa mama) almalıdır” iddiası. Bir mama firması tarafından 2010’dan beri farklı kampanyalarla dile getirilen bu iddia için asılsız bir şekilde ‘Dünya Sağlık Örgütü beslenme rehberlerine göre’ diye referans veriliyor. Siz de “Acaba 500 ml anne sütü çıkıyor mudur benden???? Eğer çıkmıyorsa üstünü mama ile tamamlamam gerekir!” diye endişe ve telaşa kapılıyorsunuz. Hatta “Ya bebeğime iyi bakmıyorsam??? Bak Dünya Sağlık Örgütü de demiş. Ne olur ne olmaz, ben biraz takviye yapayım” deyip mamaya başlıyorsunuz. Bu da sonun başlangıcı oluyor.

Çünkü mamaya bir kez başlandı mı bebeğin aldığı anne sütü miktarı azalmaya başlar, mama miktarı hızla artar, bebek gittikçe biberona alışır ve emmesi bozulur, bu yüzden anne sütü daha da azalır ve bu bir kısır döngü halinde devam eder. Sonuç olarak bu yola giren ailelerde bebeklerin önemli bir kısmı zamanla emmeyi bırakır ve sadece mama ile beslenir hale gelir. Tam da mama firmalarının istediği şey!

30

Emzirilen bebekler için ‘şu kadar ml anne sütü almalıdır’ diye bir öneri verilmemiştir, verilemez de. Çünkü bu emzirmenin doğasına aykırıdır. Mamanın miktarı, mililitresi hesaplanabilir. Gözle görülür, elle tutulur. Ama emzirme böyle değildir. Emzirme anne ve bebek arasında bir iletişimdir. Bebek acıkır, anne meme verir. Daha çok ihtiyacı varsa, bebek daha sık emmek ister. Daha az ihtiyacı varsa daha az. Bebekler istedikleri zaman istedikleri kadar emzirildiklerinde kendi ihtiyaçları doğrultusunda en ideal şekilde beslenmiş olurlar.

Emzirilen bir bebek için mililitre bazında öneri vermek anne ve bebek arasındaki iletişime müdahale etmek demektir. Rakamsal olarak verilen öneriler ancak emzirme sayısı şeklinde olabilir. Bu da ancak kritik dönemlerde veya gerektiğinde yapılır. Mesela bazı kaynaklarda yenidoğan döneminde günde en az 8-12 kez emzirmek gerektiği belirtilir. Bu önerinin amacı bellidir: yeni doğum yapmış bir anne bebeğinin acıkma işaretlerini henüz öğrenmemiş olabilir; doğru yolda olduğunu anlaması için genel bir rehber sunulur bu öneri ile. Ancak emzirmenin hiç bir dönemi için, yani ne ilk 6 ay, ne de sonrası için, mililitre bazında anne sütü önerisi verilemez.

Yani, “her gün 500 ml anne sütü almalıdır, bunu almıyorsa üstünü mama ile tamamlamalıdır” iddiası emzirmenin doğasına aykırıdır ve mama firmalarının anneleri gereksiz endişeye sevk edip emzirmek yerine mama kullanımına çekmek için uyguladığı bir yöntem.

31

İyi de, o zaman Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bu öneriyi nasıl yapmış olabilir? İşin en acı yanı bu: WHO’nun böyle bir önerisi yok. Hiç olmadı! Mama firması bu ‘WHO önerisidir’ diyerek asılsız bir iddiada bulunuyor. Ve bu ilk değil. Aşağıda bu konun hikayesini sizinle paylaşacağım.

Dünya Sağlık Örgütü ne önerdi, ne önermedi? 

Geçen ay bir mama firması sosyal medyanın popüler anneleri ile İstanbul’da bir etkinlik yaptı (26 Ekim 2015). Etkinlik slaytları katılımcı anneler tarafından hızlıca Instagram’da paylaşıldı. Bunlardan biri çok dikkat çekiciydi: “Dünya Sağlık Örgütü Beslenme Önerileri” başlığı ve Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization – WHO) logosu ile aylara göre anne sütü ihtiyacını veren bir tablo içeriyordu. Slaytta ayrıca firmanın farklı platformlarda sık sık tekrar ettiği “Günde en az 500 ml anne sütü” iddiası yer alıyordu. Etkinlikteki blogger anneler bu slaytı “Dünya Sağlık Örgütü beslenme önerilerine göre…” diyerek hemen takipçilerine duyurdular ve bu ‘bilgi’ anında binlerce anneye ulaştı.

Emzirme konusunda annelere yardım etmek için ciddi çaba harcayan bir hekim, araştırmacı ve anne olarak “Her gün 500 ml” iddiasına WHO’nun referans verildiğini görünce harekete geçtim. Çünkü yukarda aktardığım gibi, emzirilen bir bebek için ‘alması gereken anne sütü şu kadardır’ demek emzirmenin temel mantığına, doğasına aykırı. WHO’nun gerçekten böyle bir önerisi olabilir mi? Slaytın altında okunamayacak kadar küçük yazılarla belirtilmiş referanslar neler? Öncelikle soruyu firmaya ait Instagram sayfasına yönelttim. Bu slaytın WHO’nun hangi dokümanından alındığını sordum. Referans verilmedi; sadece mail adresim istendi. Soruyu soralı dört, mail adresimi vereli üç hafta geçmesine rağmen henüz bir şey gelmedi.

Konuyu bir de Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Avrupa Bölgesi Beslenme Programı Yöneticisi Dr. João Breda’ya sordum. Dr. Breda mailime cevabında net bir şekilde şunu ifade etti: “Dünya Sağlık Örgütü önerileri ‘en az 500 ml anne sütüne ihtiyaç vardır’ iddiasını kesinlikle desteklememektedir.” 

32

Bu ilk değil!

Mama firması “günde 500 ml süt” iddiası için WHO’nun olmayan rehberlerine ilk kez referans vermiyor. Bu durum ne yazık ki 2013’te de gerçekleşmişti. Bunu ortaya çıkartan İngiliz Independent gazetesi, 29 Haziran 2013’te ilk sayfasında skandalı afişe etti  (haberin Türkçe tercümesi burada). Durum özetle şöyleydi: Firma 2010’dan beri çeşitli isimler altında kampanyalar düzenleyerek 6-24 ay arasında bebeklerin “günde en az 500 ml anne sütüne” ihtiyaç duyduğunu iddia etti. 2012-2013 yılında bu konuda televizyonda kamu spotları yayınladı, yazılı basında yer aldı, firmanın beslenme uzmanları halka eğitimler verdi. Özetle verilen mesaj şu idi: “Bebeğinizin 6 aydan sonra günde en az 500 ml anne sütüne ihtiyacı vardır. Bunu almıyorsa mutlaka mama ile tamamlanmalıdır. Bu bebeğinizin sağlıklı büyümesi için şarttır ve Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) önerisidir”. (Anne babalar gözünden kampanyanın aktarıldığı ve eleştirildiği Independent gazetesinin diğer haberi burada, Türkçesi ise burada) Habere göre mama firması bu kampanya sayesinde Türkiye’deki satışlarını %15 arttırmış ve kampanya yüzünden anneler bebeklerini gereksiz yere mamaya başlatmış olabilir.

Kampanyanın 2013 yılı çalışmalarında 500 ml iddiası için WHO’ya referans verilmişti. WHO ile birlikte UNICEF’in (Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu) logosu da kampanyada kullanılmıştı. Ancak Independent’ın haberi ile WHO ve UNICEF kampanyaya destek olmadıkları, logolarının izinsiz yayınlandığını ortaya çıktı. WHO’dan Dr. Joao Breda ayrıca yaptığı açıklamalarda firmanın ‘500 ml anne sütü’ iddiasının WHO önerilerini kesinlikle yansıtmadığını vurguladı.Sağlık Bakanlığı ise yönetilen soruları cevapsız bırakmış. Independent’ta yayınlanan skandaldan sonra pekiyi ne oldu? Haberlerin yapılmasında eşiyle görev alan Sezai Ozan Zeybek’in aktardığı kadarıyla hiç bir şey olmamış: “Ceza alan olmadı, yasal bir süreç işlemedi. Bunun yerine bazı gazetelerde reklâm kokan haberler çıktı. Independent’da çıkan haberin anlaşılması güç bir özeti verildi, ardına (kimi zaman haberden daha uzun) Danone-Türkiye’nin kamusal hizmetlerini, bu konudaki duyarlılığını anlatan resmî bir açıklama eklendi. Bir süre sonra kampanya geri çekildi; yerine “annelere süt” adıyla yeni bir kampanya başlatıldı. Hayat devam etti.

”WHO, UNICEF ve “500 ml” iddiası 

Şu ana kadar hiç bir uluslararası sağlık otoritesi bebeklerin alması gereken anne sütü miktarı konusunda bir öneride bulunmamıştır. Çünkü, başta aktardığım gibi, böyle bir ‘öneri’ emzirmenin doğasına aykırı olurdu. WHO ve UNICEF’in emzirme ile ilgili önerileri çok nettir: bebekler ilk 6 ay sadece emzirilmelidir. Uygun ek gıdalar ile emzirme en az 2 yaşına kadar sürdürülmelidir. Anne ve bebek arzu ederse bu süre daha da uzun olabilir. Bu rehberlerin hiç bir yerinde anne sütünün miktarı ile ilgili bir ifade bulunmamaktadır.

Pekiyi, firma ‘500 ml’ iddiasını neye dayandırıyor? Teknik detaylara girmeden şöyle özetleyeyim. WHO 2003 yılında bebek ve çocukların 6 aydan sonra ek gıda ihtiyaçlarını belirlemek amacıyla uzmanlardan bazı teknik çalışmalar istemiş. Bu çalışmalardan biri 2000 yılında yapılmış bir araştırmayı alıntılamış ve bebeklerin aylara göre kalori ihtiyacı tablolarını koymuş. Firma da bu tablodaki rakamlardan yola çıkarak ‘şu kadar anne sütü gerekir’ diye bir hesap yapmış. Burada dikkat edilmesi gereken üç önemli husus var:

– Ne WHO’nun uzmanlardan istediği teknik çalışma, ne de atıf yapılan araştırma bebeklerin 6 aydan sonra ne kadar anne sütüne ihtiyaç duyduğunu belirlemek amacı ile yapılMAmış. Teknik çalışmanın amacı ek gıda ihtiyacı konusundaki güncel araştırmaların sonuçlarını derlemek. 

– Ne WHO’nun istediği teknik çalışma, ne de atıf yapılan araştırma mililitre olarak ‘şu kadar anne sütü tüketilmelidir’ deMEmiş. 

 – WHO bu teknik çalışma sonrasında ‘şu kadar anne sütü tüketilmelidir’ diye bir öneri kesinlikle geliştirMEmiş. Bunlar 2003 yılında yapılmış teknik çalışmalar olarak arşivlerde kalmış. 

Buna rağmen firma bunun WHO önerisi olduğunu iddia ederek Türkiye’de “Her gün 500 ml anne sütü” diye bir kampanya düzenlemiş. Doğal olarak WHO bunu yalanlamış ve “böyle bir önerimiz yoktur” demiş. Hatta logosunun izinsiz kullanıldığını belirterek kampanyadan derhal kaldırılmasını istemiş.

“500 ml” iddiası devam ediyor

“Her gün 500 ml süt” iddiası için WHO ve UNICEF’in ismi ve logosu izinsiz kullanıldı. Bunun WHO’nun önerisi olduğu asılsız bir şekilde iddia edildi (hatta hala edilmeye devam ediliyor). Bunların hepsi dünyanın en saygın gazetelerinden birinin haberi ile ortaya çıkartıldı. Ama ülkemizde bundan kimsenin haberi yok.

Dahası, firmanın “500 ml anne sütü” kampanyası Türkiye’de son derece etkili oldu. İnternette bir çok sitede halen her gün 500 ml anne sütü ya da formül süt (devam sütü, yani mama) verilmesi gerektiğine dair ‘bilgiler’ bulabilirsiniz. Hatta Sağlık Bakanlığı web sitesinde bebek beslenmesi konusunda halka yönelik bilgilerde dahi 6. aydan sonra anne sütü miktarının yeterli düzeyde olması ve takviye gerekmemesi için en az 500 ml olması gerektiği belirtiliyor. Mama firmasının mesajı (500 ml / 2 bardak anne sütü) ne yazık ki kamu spotu olarak televizyonlarda yayınlanıyor.

33

Firma ‘500 ml’ iddiasını başka kampanyalar ve web siteleri üzerinden sürdürüyor. Örneğin Beslenme Günlüğü sitesine anneler bebeklerinin bir günde ne yiyip içtiğinin giriyor. Sonuç olarak anneye her gün için bir ‘beslenme puanı’ veriliyor. Öyle bir hesap konmuş ki mama almayan bebeklerde o beslenme puanı bir türlü yükselmiyor. Siteyi kullanan anneler ise buraya güvenip bebeğinin her gün 500 ml olması gerektiğini zannediyor ve her gün ne kadar eksiği olduğunu hesaplayıp duruyorlar. Eksik çıkan miktarı ise mama ile tamamlamaya çalışıyor. Böylece yazının başında bahsettiğim anne sütünün azalması, mamanın artması kısır döngüsüne giriyorlar ne yazık ki…

Dahası, firma sosyal medyanın popüler anneleri ile toplantılar düzenliyor, sunumlar yapıyor. Instagram’da, Facebook’ta bu iddia WHO logosu ile yer alıyor ve toplantıya katılan popüler annelerin bir kaç paylaşımı ile yanlış bilgiler on binlerce anneye ulaşıyor.

Gerçek ‘sosyal’ sorumluluk nedir?

Ülkemizde ‘sağlık okur-yazarlığı’ yani sağlıkla ilgili bilgileri değerlendirip hayata geçirme becerisi oldukça düşük. Çocuk sağlığı alanında ise sosyal medya, özellikle de ‘blogger’ anneler büyük rol oynuyor. Binlerce, hatta on binlerce kişi tarafından izlenen bu anneler ne derse takipçileri doğru kabul edip çocuklarına yansıtıyor.

Bir an için firmanın var olmayan bir öneri için WHO’ya referans verdiğini, logosunu izinsiz kullandığını unutalım. Sadece bir anne, aklı ve vicdanı olan bir insan olarak duruma bakalım: Bir mama firmasının bebek beslenmesi konusundaki önerilerini, kampanyalarını ve iddialarını araştırmadan, sorgulamadan veya kaynağını doğrulamadan nasıl doğru kabul edersiniz? Haydi kendiniz için kabul ettiniz diyelim; bunu sizi samimi bulup takip eden binlerce, hatta on binlerce anneye nasıl duyurursunuz? Bu iddiaların doğru olmadığı durumlarda (ki bu yazı bu konuda ciddi bir örnek) takipçilerinize yanlış bilgi vererek altına girdiğiniz vebalin büyüklüğünün farkında mısınız?

Pekiyi siz anneler ve babalar? Bundan sonra sosyal medyada her gördüğünüz iddiayı doğru mu kabul edeceksiniz? Yoksa önce akıl süzgecinizden geçirip kaynağını mı sorgulayacaksınız?

Not: Mama firmasının bu tür etkinliklerine katılan blogger annelerden biri daha önceki haftalardaki eleştirel bir paylaşımımdan sonra beni firma ile ısrarla görüştürmek istedi. Bunu sadece özelden değil, genele açık yorumlarında da duyurdu. Bu noktada şunu net bir şekilde ortaya koymak isterim: Bir mama firmasının sosyal medya üzerinden kamuoyuna açık gerçekleştirilen (amacı da zaten kamuoyuna ürünlerini/mesajlarını duyurmak olan) etkinliklerini aynı kanalla, yani internet ve sosyal medya üzerinden kamuoyuna açık bir şekilde eleştiriyorum. Bu konu ile ilgili olarak, sadece kamuoyuna açık bir şekilde gelecek yazılı yorum ve eleştirileri ve yazılı gönderilecek bilgi ve belgeleri, makul ve tutarlı olmaları şartı ile muhatap alıp yine kamuoyu önünde tartışabilirim. Bunun dışında hiç bir görüşme önerisini ya da talebini kabul etmiyorum. Bu konuda Eren Kaya ve Bebek Yapım Bakım Onarım’ın tavrı aynıdır.

 

Bu yazı bebekyapimbakimonarim.blogspot.nl/ dan alınmıştır

29

 

Dr. Tomris Cesuroğlu 
Hekim, araştırmacı ve anne 

SYFF, Çukurova’dan da geçti: Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Adana

Gezegene ve üzerindeki yaşama değer veren insanların bir araya geldiği Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali (SYFF),  Çukurova Ekolojik Yaşam İnisiyatifi (ÇEYİ) ve Banadura organizasyonu ile 21-22 Kasım’da Adana’da gerçekleşti.

28

Dünya’nın insanlara ait değil de, insanların dünyaya ait olduğunu gösteren, insanların paylaşımcı, yaşadıkları yeri Barış ortamına çevirmeyi amaçlayan endüstriyelleşmiş toplum yapısından kurtulmak isteyen insanlar bu festivalde biraradaydı.

Festival, Adana’da 20 Kasım Cuma akşamı açılış konuşması ve Tohumlar Kampüse projesinin sunumu ile başladı.

22

21-22 Kasımda da Büyükşehir Belediye Tiyatro Salonu‘nda kısa ve uzun metrajlı olmak üzere 26 film gösterimi yapıldı. Mezopotamya bataklığından, Colorado nehrindeki deltanın uyanışına, Turkan’a yerlilerinin halk mücadelesine dair filmler gösterildi. Bisikletin hayatımızın en güzel ulaşım aracı olabileceği, nasıl sağlıklı bir çevre içinde yapabileceğimizi gösterdi.

21

Festivalde gösterilen filmler doğal kaynaklarımızı nasıl yanlış kullandığımızı, endüstrinin dünyaya etkilerini, iklim değişikliği gözler önüne serdi. Aynı zamanda da yüzleşmekte olduğumuz bu çevresel sorunlar ile nasıl mücadele edeceğimizin yollarını, permakültür denilen ekolojik tasarım ile gelecek çözümleri, temiz gıda yetiştirme yollarını öğretti.

Festival de çocuklar içinde atölye çalışmaları yapıldı. Malzemeleri geri dönüştürüp tişörtlerine baskı yapıp, cam boyadılar.

23

25

Konuşmacılardan Fırat Ateşok yerelde gerçekleşen sorunlardan ve iklim krizinden söz etti.

Sedef Uncu Akı da dünyanın her yerinden, kıyafetlerimizin arkasındaki insanlara ve mekanlara endüstriyelleşmiş topluma bakışımızı anlattı.

Grup Atlas
Grup Atlas

Festival de Grup Atlas ve Akkapı Çocuk Orkestrası’nın müzik dinletileri ve Yaşam ile Dans topluluğunun dans gösterisi gerçekleşti. Kapanışta da tüm katılımcılar sahneye çıkarak dans etti.

Akkapı Çocuk Orkestrası
Akkapı Çocuk Orkestrası

Festivale katılan herkesin kafasında olan iklim krizi, ekonomik eşitsizlikler, sosyal çözünme konularında ki soru işaretlerine birlikte çözümler arandı.

Sürdürülebilir, eşitlikçi ve barışçıl bir gelecek belki de 21 yy sonunda insan neslinin hayatta kalabilmesi doğayla uyum içinde olması ile mümkündür. Bu festivalde de dünyaya daha az hasar vererek yaşamayı öğrenmeyi ve doğa ile uyum içinde hayatta kalmayı sağlayacak yolları öğrendik.

19-Emine-Sarigul

 

 

Emine Sarıgül

 

Amasra’da Termik Santral Lavvar Tesisi’nin “ÇED gerekli değildir” kararına iptal!

Amasra’ya yapılmak istenen Termik Santral Lavvar Tesisi’nin “ÇED Gerekli Değildir” kararı ile ilgili dava zaferle sonuçlandı. Mahkeme ÇED Gerekli Değildir kararını iptal etti.

63

Zonguldak İdare Mahkemesinde 25 Kasım 2015 Çarşamba günü yapılan duruşmaya Gömü Köyü muhtarı Mehmet Bıldırcın, Gömü Köylüleri ve Bartın Platformu üyeleri katıldı.

Duruşmaya katılan Bartın Platformu avukatlarından Av. Yakup Okumuşoğlu, bu kararın termik santral yapılmasına bir engel olduğunu ve Ankara’da 1.5 yıldır bekleyen ÇED nihayi raporunun bakanlık tarafından geri çevrilmesi gerektiğini açıkladı.

64

Bartın Platformu avukatlarından Av. Engin Uzun da Bartın Barosu olarak takip ettikleri bu sürecin iptalle sonuçlanmasının Bartın ve Amasra için iyi bir haber olduğunu belirtip, Amasra’da yaşayanlar olarak dava kararının termik santralin hayatımızı karartmaması yönünde birkez daha umut işareti olduğunu belirtti.

 

(Yeşil Gazete)

Türkiye iklim değişikliğini ciddiye alabilir mi? – Lisa Friedman

Bu yazı ekoiq.com/ dan alınmıştır. Çeviri: Zeynep Hayzen Ateş

E5’te giderken uzakta bu tarihi şehrin beton gökdelenleri ve Osmanlı mimarisi kubbeleriyle camiler görünüyor. Gelecek, ufukta ışıldıyor.

59

Gösterişli lüks siteler ve alışveriş merkezleri yeni modern mahalleleri ele geçirmiş. Turuncu inşaat makineleri yolların kenarına yerleşmiş, yeşeren şehrin bitmek bilmeyen inşaatlarını besliyor.

İstanbul’un büyümesini ve dolayısıyla ülkenin ekonomik merkezi olduğu için genel olarak Türkiye’nin kalkınmasını kömür sağlıyor. Enerji tüketimindeki büyümeyle dünyada Çin’den sonra ikinci sırada gelen Türkiye, yüksek oranda Rus ve İran petrolüne ve doğalgazına bağımlı. Ülke, Avrupa ve Asya arasındaki konumunun avantajlarından yararlanıp enerji koridoru olmaya çalışsa da hükümet geleceğe enerji kaynağı sunmak için kömüre de ciddi miktarda yatırım yapıyor.

60

Türkiye’den bir enerji danışmanlığı firmasına göre Türk hükümeti önümüzdeki dört yılda kömür santralı kapasitesini ikiye katlamayı planlıyor. Böylece Türkiye, dünyada fosil yakıtlara en fazla yatırım yapan üçüncü ülke olacak. 80 termik santral planı, mevcut 22 kömür santralının sayısını beşe katlayacak.

1998-2010 arası üç cumhurbaşkanına danışmanlık yapan Kadir Has Üniversitesi’nden  Profesör Volkan Ediger, “Ülkede var olan yegane doğal kaynak bu” diyor. Türkiye’nin tükettiği enerjinin dörtte birini ürettiğine ve yıllık 60 milyar dolarla Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın önemli bir miktarının enerji ithalatına harcandığına dikkat çekiyor. Ediger “Bu durum önümüzdeki yüzyıl için sürdürülebilir değil. Türkiye’deki enerji talebi konusunda bir numaralı öncelik bağımsız enerji kaynakları bulmak. Bu, Türkiye için çok önemli bir mesele. Geri kalan her şeyden daha önemli. İklim değişikliğinden, çevreden, her şeyden önemli” diyor.

İklim Değişikliği Vurgusu Duymuyoruz

Hükümet liderleri de aynı şekilde düşünüyormuş gibi görünüyor. Resmi kaynaklara göre Türkiye’nin salımı 1990 ile 2013 arasında %110 gibi şoke edici bir oranda artmış. Bu tüketim büyük ölçüde enerji sektöründen özellikle de çimento üretiminden kaynaklanıyor. Climate Action Tracker’daki (İklim Eylemleri Takibi) araştırmacılar 2030’a kadar Türkiye’nin karbon kirliliğinin %134 artacağını öngörüyorlar.

Bu, aralık ayında Paris’te imzalanacak yeni küresel değişim anlaşmasıyla veya gelişmiş ülkelerin yüzyıl sonuna dek dünya enerji sistemlerini karbondan arındırma arzusuyla tutarlı değil. Yeni anlaşma kapsamında tüm ülkelerin, özellikle de Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilerin seragazı salımlarını azaltacak önlemleri duyurması bekleniyor.

Paris’ten kısa süre önce Antalya’da yapılacak G-20 toplantısı da hesaba katılınca, Türkiye iklim değişikliğiyle ilgili sorumluluklarını ciddiye aldığını göstermek için baskı altında olacak. Ama çevre eylemcileri pek iyimser olmadıklarını dile getiriyorlar.

WWF Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) İletişim Müdürü Özgür Gürbüz, “Türk hükümeti iklim değişikliğini asla hükümet programına almıyor. İklim değişimini ülkeye değil politik duruşlarına bir tehdit olarak görüyorlar” diyor. Gürbüz sözlerine şöyle devam ediyor: “Otoyol, köprü, mega projeler inşa etmek istiyorlar. Tüm seçim vaatleri fosil yakıtlara dayanıyor. İklim değişikliği ya da toplu taşımaya yönelik vurgular duymuyoruz. Bundan 20 yıl sonra insanlar Türkiye’ye bakıp ‘Şimdi ne yapacaksınız? Yeni açtığınız kömür madenlerini kapayacak mısınız’ diyecekler” şeklinde konuştu.

Çoğu çevre eylemcisi, Türkiye’nin bırakın dünyayı karbondan arındırmakla ilgili yükümlülüklerini ciddiye almayı, ülkeye yönelik yasal düzenlemeler uygulanmadan önce olabildiğince fazla kömür çıkarmayı planladığını söylüyor. Türk enerji araştırmacılarından biri, “Türk zihniyeti bu. Sarı ışık gördüğümüzde yavaşlayacağımıza gaza basıyoruz” diye özetliyor durumu.

Havaalanları, Köprüler ve “Katledilen” Bir Orman

61

Türkiye’nin sınır tanımayan kalkınmasına dair tartışmaları, belki de İstanbul’un Avrupa yakasına inşa edilmesi planlanan üçüncü havalimanının yerinden daha iyi açıklayan başka bir örnek yok. Dünyanın üçüncü en büyük havalimanı olacağı açıklanan 3500 hektarlık alan, çoktan ağaçlardan arındırıldı.

Havalimanının, üçüncü köprünün ve İstanbul’un kuzey ormanlarının ortasından geçecek yeni bir otoyolun yapılmaması için mücadele veren Kuzey Ormanları Savunması’ndan Onur Akgül, ağaçların kesildiği bölgeyi “açık bir yara” olarak tanımlıyor ve “Tüm ormanı katlettiler” diyor.

Bazı köylüler onunla hemfikir. 53 yaşındaki Hayri Koyuncu, Yeniköy’ün etrafındaki yakında havalimanı olacak çayırları işaret ediyor. Söylediğine göre 1924’ten beri ailece İstanbul’un Karadeniz bölgesinde yaşıyor, hayvancılıkla geçimlerini sağlıyorlar. “Geçmişte İstanbul’da satılan fasulye ve diğer sebzeler burada yetiştirilirdi. İneklerimiz ve küçükbaş hayvanlarımız vardı. Mutluyduk. Bu köy kendi başının çaresine bakıyordu” diyen Koyuncu, “Bana kalırsa havalimanı inşa edilirse köylülerin özgürlüğü ortadan kalkacak. Çünkü birinin özgür olabilmesi için hayatta kalmasına yetecek kaynaklara sahip olması gerekir” diye devam ediyor. Dıger bir taraftan İstanbullu taksi şoförü Hamdi Akyüz ise daha fazla mega-proje görmek istediğini dile getiriyor. İstanbul’un ünlü trafiğinde saatler geçiren Akyüz “Bu kadarı yetmez. Üçüncü köprü bile yetmez. Dört, beş köprü lazım bize” diyor.

Havalimanını inşa etmekle görevlendirilen beş şirketten biri olan Mapa İnşaat ve Ticaret A.Ş. İş Geliştirme Müdürü Özcan Ömüral, Türkiye’nin Batı ülkelerinin ormanları kesip termik santrallar inşa ederek elde ettikleri refah seviyesine ulaşmayı hak ettiğini dile getiriyor. Çoğu Türk gibi o da Türkiye ekonomisi tam şahlanırken ülkesine getirilen bu eleştirileri şüpheyle karşılıyor: “Türkiye gelişmekte olan bir ülke ve altyapıya ihtiyacı var. Şehir büyümek zorunda ve siz de yeni yerler inşa etmek zorundasınız. Bana göre yeni kuralları gelişmekte olan ülkelerdeki sanayileşmeyi kontrol altına almak adına getiriyorlar.”

“Özel Koşullar”ın Arkasına Saklanan Bir Ülke

Uluslararası iklim değişikliği görüşmelerinde Türkiye kendine özgü ve kimi zaman izole bir rol oynuyor. 1997’de imzalanan Kyoto Protokolü ülkeleri iki kategoriye ayırdı –sanayileşmiş olanlar veya Ek-A denilen, karbon salımında azaltıma gitmesi zorunlu ülkeler ve gelişmekte olan ve o dönem için paçayı kurtaran “Ek-A olmayan” ülkeler. Türkiye her nasılsa iki gruba birden girdi.

Türk yetkililer bunun basit bir evrak hatası olduğunu söylüyor. Ancak kimileri, ülkenin müzakere masasına yolladığı yetkililerin hazırlıksız gelmelerinden ve gelişmiş ülkeler arasına girmenin ülkenin çıkarlarına daha uygun olacağını varsaymalarından kaynaklandığını belirtiyor. Liderler bu tercihle gelen sorumlulukları anladıkları anda geri adım atmayı denediler. Sonraki yıllarda Türkiye’nin tek bir hedefi vardı: Ek-A listesinden çıkmak. 2001 yılında bunu başardı ve “özel koşulları” kabul edildi. O gün bugündür, analistlerin yorumlarına bakılırsa, ülke dikkat çekmemeye özen gösteriyor.

Hükümet iklim görüşmelerindeki çetin konuların çözümünde nadiren önerilerde bulunuyor. En son öneri sunumu 2013’teydi. Türk delegeler genelde müzakere görüşmeleri sonrası ülkelerine ilk dönenler arasında yer alıyor. Lima’daki son görüşmelerde Türkiye’nin yaptığı tek kayda değer müdahale, başmüzakerecinin “Görüşmelerin saat 17:00’yi geçmesi halinde uygulayacağı veto tehdidi” ile gerçekleşti. Çevre grubu 350.org’dan Mahir Ilgaz “Ses çıkarmazsan belki kimse bizi fark etmez. Pozisyonumuzun bu olduğunu düşünüyorum” diyor. Türkiye delegasyonuyla yapmaya çalıştığımız görüşme girişimleriyse sonuçsuz kaldı.

İngiltere merkezli düşünce kuruluşu E3G’de bir iklim diplomasisi projesine başkanlık eden Liz Gallagher, Türkiye’nin BM görüşmelerinde ne bu konuda taviz vermeyen ülkelerle ne ilerici ülkelerle ne de bölgesel komşularıyla yan yana durduğunu açıklıyor. Gallagher, “İklim pazarlıklarında Türkiye’yi sınıflandırmak zor. Kendi başlarına gibiler. Bazı yönlerden Rusya’ya dönüşüyor, gitgide daha inatçı oluyor. Jeopolitik açıdansa dünyanın geri kalanının kendisi hakkında ne düşündüğüne aldırmıyor” diyor. Gallagher şöyle devam ediyor: “G-20’de sahneye çıkmak, iklim değişikliğini konuşmak zorunda kalacaklar. Ama dürüst olmam gerekirse söyleyecek hiçbir şeyleri yok.”

Yol Var, Ya İrade?

Yine de Türkiye temiz enerji konusunda hiçbir şey yapmamış değil. Hükümet 2010 yılında temiz enerji kullanımını tarife garantisi teşvikleriyle 2030’da %30’a çıkarmayı hedefleyen bir yenilenebilir enerji yasası geçirdi. Başka bir enerji planında ise birincil enerji yoğunluğunu 2023 yılında, 2008’in %20 altına indirmek hedefleniyordu.

Çevreci gruplar yenilenebilir enerjinin %29’u bulduğunu söyleyerek hedefin önemsizliğini vurguluyor. Ayrıca hükümetin güneş ve rüzgar enerjileri için lisanslara sınırlamalar getirirken kömüre yasal ve finansal teşvik verdiğinin altını çiziyorlar.

Ama Türkiye’de Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) ile çalışan Adonai Herrera-Martinez hükümetin küçük enerji şirketlerini ve enerji yeterlilik projelerini destelemek için kredi sağlayan bir sürdürülebilir enerji girişimiyle çalışmaya çok istekli olduğunu dile getiriyor. Eurosolar Türkiye Bölümü Başkan Tanay Sıdkı Uyar ise ülkenin 2023’e kadar %100 yenilenebilir enerjiye geçebileceğinden emin. Uyar, “Türkiye Kaliforniya’dan bile önce %100 yenilenebilir enerjiye geçebilir. Bu mümkün. Yenilenebilir enerji teknolojileri gelişti ve fosil yakıtlarla rekabet edecek aşamaya geldi” diyor.

Ama o noktaya ulaşmak, ilerleyen yıllarda hükümetin ne gibi politikalar uygulayacağına ve Paris hedefine bağlı. Çevreciler, Türkiye’nin emisyonunun doruk noktaya ulaşacağı yılı belirlemesini istiyordu ama hükümet Paris bildirisinde 2030’a kadar salımı %21 oranına “kadar” azaltmayı hedeflediğini açıklayınca bu umutlar söndü.

Aktivistler bu hedefin 2030’a kadar Türkiye’nin karbon salımının 11 tona yükselmesi anlamına geleceğini hesapladı. Bu %116 civarı bir artış demek. Özgür Gürbüz attığı tweet’te bu beyanın “hiçbir şey önermediğini” kaydetti.

Uluslararası Enerji Ekonomisi Birliği’nin (IAEE) sıradaki başkanı olarak seçilen ve Türkiye’nin Paris beyanı için bir model hazırlama projesine başkanlık eden Gürkan Kumbaroğlu, Türkiye’nin hâlâ iklim değişikliğine karşı üretilecek küresel çözümün parçası olabileceği umduğunu dile getiriyor. Ama bunun olabilmesi için de kömürü sahiplenmeyi bırakması ve temiz enerjilerin önündeki engelleri kaldırması gerektiğini kaydediyor.

“Türkiye’nin yenilenebilir enerji potansiyeli Avrupa ülkelerinden yüksek. Enerji verimliliğinden rüzgar ve güneş enerjilerine, Türkiye’de işlenmeyi bekleyen ciddi bir potansiyel var” diyen Kumbaroğlu sorunlarla ilgili olarak da “Şu anda çatınıza güneş paneli koymak isteseniz zorlu bir bürokratik mücadeleye girmek zorundasınız. Evinize yeni bir kat inşa ediyormuş gibi izin almanız gerek” diyor.

2025’e kadar enerji yoğunluğu artışının radikal biçimde değişmesini, Avrupa ülkelerine benzer oranlara gelmesini ve yenilenebilir enerjinin büyük bölümünün bir karbon fiyatlandırılmasıyla kesin olarak belirlenmesini istediğini kaydeden Uyar, “Türkiye eğer yenilenebilir enerji yolunu seçerse Ortadoğu ülkelerine örnek olabilir” diyor.

WF’ten Gürbüz, eylemcilerin Türkiye’de hakim olan ‘haksız bir yükün altına sokulmak istendiği’ söylemiyle savaşması gerektiğini söyledi. Gürbüz “Bence bu bilinçli bir yanlış anlaşılma. Biz Türkiye’den dünyayı kurtarmasını beklemiyoruz. Her ülkenin kendine düşeni yapmasını istiyoruz. Herkes evinin önünü süpürürse sokaklar temiz olur” diyor.

Not: Orijinal makale Environment & Energy Publishing LLC’nin (E&E) yayını Cli­mateWire tarafından hazırlanan Greater Ex­pectations (Daha Büyük Beklentiler) dosyası kapsamında yayımlandı. Dosya, her ülkenin karbon emisyonlarını azaltmasını isteyen bir dünya karşısında gelişmekte olan ülkelerde­ki temel gerçeklikleri ortaya çıkarıyor. E&E, ABD ve dünyadaki enerji ve çevre politika­larına dair günlük haber konusunda önde gelen kaynaklardan biri.

www.eenews.net

 

Bu yazı ekoiq.com/ dan alınmıştır

Çeviri: Zeynep Hayzen Ateş

62-Lisa Friedman

 

 

Lisa Friedman

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin dördüncü Ankara randevusu şenlikli geçti

Sürdürülebilir Yaşam Kollektifi tarafından bu yıl 20 ilde eş zamanlı olarak 20 – 22 Kasım tarihlerinde düzenlenen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Ankara organizasyonunu 350 Ankara İklim Aktivist grubu ve İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi birlikte yürüttük. İMO Kültür ve Kongre Merkezi’nde gerçekleşen festivale Ankaralıların ilgisi büyüktü. Her meslek grubundan, her yaştan izleyici kimi zaman ikinci salonu bile doldurarak sürdürülebilirlik meselesinin, iklim değişikliği gibi hepimizin meselesi olduğunu ispatladı.

51

Bu yıl Ankara’da 4. kez gerçekleştirdiğimiz festivalde Ankaralı izleyicilere 29 film, 4 söyleşi, 4 müzik dinletisi ve 4 filmin sesli betimlemesinden oluşan bir seçki sunduk. Sürdürülebilirliğin herkesin meselesi olduğu noktasından yola çıkarak görme engellilerin de filmleri izlemesini sağlayabilmek için 4 filmde canlı sesli betimleme yaptık. Engelleri kaldırmak için başlattığımız bu çalışmada çok sayıda izleyicimiz de kendilerine verilen göz bantları ile bu deneyimi yaşama şansı buldu.

52

Festival farkındalık yaratmak değil, doğru bilgiyi yaymak ve bu bilgiden ilham alarak yeni arayışların peşine düşme serüveni olarak okunabilir. Türkiye’de 2010 da yapılan anketlerde iklim değişikliğini ciddi bir sorun olarak görenler %74 iken, 2015’de bu oran %37’ye düştü. Hem de aşırı iklim olayları daha sık ve daha şiddetli yaşanırken ve bu olaylardan sonra iklim değişikliği daha çok telaffuz edilmesine rağmen ciddiye alma yarıya düştü. 2010’dan bu yana yapılan bir çok “farkındalık projesi” aslında kaynakların sınırlı olduğunu, doğanın bir kaynak olmadığını ve iklim değişikliğine dair çözümleri doğru bilgi ile ortaya koymak yerine meselenin görünürlüğü üstüne çalışmalar yaptı. Durum böyle olunca, daha yeşil bir araba ile ulaşımı sağlayabileceğimiz, daha verimli bir buzdolabı ile iklim değişikliğini durdurabileceğimiz, sistemi sorgulamadan alışkanlıklarla sorunu çözebileceğimiz illüzyonu sorunu hafifletti.

53

Festivalde izlediğimiz filmlerle ise çok daha ötesini, dünyadaki mücadeleyi , mevcut karbon ekonomisine alternatif çözümleri izleyicilere aktararak yapabileceğimiz çok şey olduğunu gösterdik.

54

Kum Savaşları” filmi ile kumun sadece üzerinde güneşlendiğimiz bir doğal kaynak olmadığını, konutların, yolların yapılması için nasıl acımasızca yok edilerek metaya dönüştürüldüğü gördük. Türkiye’deki kum savaşlarını ise Prof Dr. Mustafa Tokyay’dan dinledik.

57

İklim değişikliğinin geldiği noktayı aktivistler ve bilim insanlarının ağzından “Hayatta Kalma Bilgeliği” filmi ile izleyip, Türkiye’nin mevcut karbon merkezli büyüme çıkmazını, yani hayatta kalma aritmetiğini Önder Algedik’ten öğrendik.

H2Omx from Surdurulebilir Yasam on Vimeo.

Şehirler planlanırken “sürdürülebilirlik” kavramının dikkate alınmaması sonucu, göl yatağına kurulu Meksiko City’nin nasıl susuz kaldığını, her büyük yağmurun ardından ise sel baskınları ile karşı karşıya geldiğini “H2O MX” filmi ile gördük. Bizim şehirlerimiz suyu kaç km uzaktan getiriyor, hangi vadileri susuz bırakıyor ve ne kadar daha suyumuz kaldı sorularını ise Hasan Akyar ile konuştuk.

55

3 gün süren festivalde gösterilen filmler, hayata ve doğaya bakışımızı yeniden ele almamız gerektiğini ve hiç zaman kaybetmeden bir şeyler yapmak zorunda olduğumuzu bir kez daha hatırlattı. Hayat felsefimizi değiştiren umudumuzu artıran, ilham veren nice festivallere…

58-Tulin-Yildirim

 

Tülin YILDIRIM
350 Ankara Aktivisti
SYFF Ankara Organizasyonu

Lisanssız güneş enerjisi üretiminin önünü açacak yargı kararı

Enerji  dağıtım şirketlerinin, 1 Megawatt’a  kadar lisanssız üretim hakkı  olan küçük üreticilerin önüne çıkardığı engellere karşı ilk defa Türkiye’nin güneşini parlatacak bir hükme varıldı .

 

güneş sistem

Söz konusu meseleyi yargıya taşıyan  Medyan Enerji Üretim A.Ş şirketi, 1 Megawatt’lık lisanssız güneş enerjisi kurarak AKEDAŞ Dağıtım Şirketi üzerinden Elbistan Termik Santrali A’ya bağlantı başvurusu yapmıştı. Başvurusu  AKEDAŞ tarafından reddedilince Kahramanmaraş İdare Mahkemesi’ne başvurdu. Kahramanmaraş İdare Mahkemesi, bağlantı talepleri reddedilen şirketlerin başvurusu üzerine, yürütmeyi durdurma kararı verdi.

Biz de Yeşil Gazete olarak Güneş Gönüllüsü Dr Alper Öktem’in görüşüne başvurduk, Öktem diyor ki:   Bağlantı başvurusu reddedilen Güneş Enerji santrali (GES) yatırımcısının mahkemede kazandığını okuyunca bu kararın  güneş enerjisinden elektrik üretiminin yaygınlaşmasında bir dönüm noktası olduğunu düşündüm. Şu an bilmediğimiz acaba ev ve işyeri çatılarına yerleştirilen 50 kilowata ye kadar olan ve bürokrasisi azaltılmış uygulamaların  sahipleri de zamanla  benzer durumlarda mahkemeye başvurabilecekler mi? Mahkeme kararı altyapının ülke çapında iyileştirilmesi için derhal yoğun çaba gerektirdiğini gösteriyor.

Bir başka Güneş Gönüllüsünün yorumu ise şöyle oldu: İsteyenin  lisans almaya gerek olmadan çatısına güneş paneli veya arsasına rüzgar türbini kurup, elektrik üretmesine ve tükettiğinden fazlasını da sisteme satmasına 1 Megawatt’a kadar olanak tanıyan bir altyapı var bunun müşterisini kaybetmek istemeyen dağıtım şirketlerinin engellemelerine karşı korunması gerekir. Bu yargı kararı sevindirici.

Sektörden olup adını vermek istemeyen bir  Güneş Gönüllüsü ise  sorunu şöyle açıklıyor: “Elektrik Dağıtımının sözde liberalleşmesini sağlayacak yapının kurulması amacıyla 21 elektrik dağıtım bölgesinin astronomik rakamlara ihale edilmesi enerji holdinglerinin ekonomik dar boğaza  girmesine neden olmuştur. Dağıtım bölgelerinin özelleştirilmesi sırasında fizibilitelere bakılmaksızın yüksek rakamlarla özelleştirme ihalelerini kazanan şirketler iflasın eşiğine gelmiştir.

Bu sebeple bugün çoğu dağıtım şirketi, trafo merkezleri bazında açıklanan Lisanssız Güneş Elektrik kapasitelerini alt şirketlerine peşkeş çekmektedir .  Şöyle ki: Kapasiteleri mevcut trafo merkezlerine gelen başvurular öncelikle ret ediliyor akabinde peşkeş çekilecek şirketlerin başvuru dosyalarında eksik evrak olmasına rağmen bu dosyalar kabul ediliyor.

Akabinde ne mi oluyor?

Başvuru dosyasına ret cevap verilen yatırımcılar mağdur, dağıtım şirketinin desteklediği GES yatırımcıları, yatırımını garanti altına aldığını gösteren Çağrı Mektubu (bağlantı izni) yazısını cebine atıyor.

Dağıtım şirketlerinin bazı yatırımcıların yaptığı Lisanssız Güneş Elektrik Santrali başvurusuna olumsuz cevap vermesinin sebeplerinden biri; bölgeye enerji sağlayan elektrik hattına bağlantı yapılmasını istemedikleridir (ilgili yetkililer “hatta güneş elektrik santrali bağlayamayız” diye savunmaya geçiyor). Ama üst makamlardan emir geldiğinde (TEİAŞ, TEDAŞ, EPDK, Dağıtım Şirketi sahibi vb.) bahse konu hatta bağlantı yapmak çocuk oyuncağı oluyor!

Ayrıca, reklam yapmak için Türkiye’ye yatırımcı çekmek isteyen GES firmaları, TEİAŞ’ta destek görebilecekleri “dayıları” harekete geçiriyor ve istedikleri trafo merkezinde kapasite artışı yapabiliyorlar”.

Güneş enerjisinin yaygınlaşması amacıyla toplumsal dinamizmi harekete geçirmek isteyen, enerjinin büyük şirketlerin tekelinde olmasına karşı çıkan, enerjide otonomiyi arzulayan  Güneş Gönüllüleri’nin bir de facebook sayfası var, siz de Güneş Gönüllüsü  olmak isterseniz  onlarla buluşabilirsiniz .

Pınar Demircan

Yeşil Gazete

NATO’dan düşürülen Rus Uçağı ile ilgili olağanüstü toplantı çağrısı

NATO, Türkiye-Suriye sınırında bir Rus uçağının düşürülmesi nedeniyle olağanüstü toplantı çağrısı yaptı. NATO’dan yapılan açıklamada Türkiye ile yakın bir iletişim içinde olunduğu belirtildi.

50

Türkiye – Suriye sınırında Rusya’ya ait SU-24 tipi savaş uçağının Türk F16’ları tarafından düşürülmesinin ardından NATO akşam saat 18.00’de (TSİ) (24 Kasım Salı) olağanüstü toplantı çağrısı yaptı. NATO tarafından yapılan açıklamada, “NATO durumu yakından izliyor. Türk yetkililer ile iletişim halindeyiz” denildi.

Başbakan Davutoğlu daha önce düşürülen uçakla ilgili NATO, BM ve ilgili ülkeler nezdinde gerekli girişimlerde bulunulması talimatı verdiğini bildirmişti.

Rus Interfax ajansının verdiği bilgilere göre, Rusya Savunma Bakanlığı’nın konuyla ilgili açıklamasında ise düşürülen uçağın Suriye hava sahasından hiç çıkmadığı belirtildi. Kremlin Sözcüsü de konuya dair açıklamasında bunun ‘çok ciddi bir olay’ olduğunu ancak henüz sonuç çıkartmak için erken olduğunu belirtti.

CNN Türk kanalında, pilotlardan birinin Türkmen savaşçıların elinde olduğu, diğerini arama çalışmalarının ise sürdüğü bilgisine yer verildi.

Öte yandan bugün Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un da Türkiye’ye bir ziyaret düzenlemesi bekleniyor. Ziyaretin gündeminde, iki ülke arasındaki gerginliklerin yatıştırılması ve Suriye yer alıyor. Rus hava kuvvetleri eylül ayı başından bu yana Suriye’de hava saldırıları düzenliyor. Saldırıların başlamasından bu yana ilk kez bir Rus uçağı düşürüldü.

Rusya Esad hükümetine destek verirken, Türk hükümetinin Suriye’nin ‘Esad’sız bir geleceği’ olması gerektiğini savunuyor.

 

(Deutsche Welle Türkçe)