Sivil Düşün AB Programı‘nın büyük ilgi çeken ve Yeşil Gazete’nin de 2014 yılında hayata geçirdiği Yerel Muhabir Ağı projesini destekleyen Aktivist Programı 26 Kasım Perşembe saat 13.00’te tekrar açılıyor.
Sivil Düşün ekibi aktivist progamını kendi sosyal medya hesaplarından şu şekilde duyurdu,
“Türkiye’nin ve tüm dünyanın insanlık adına büyük acılar yaşadığı bu zor günlerde bizler hayal kurmaya; barış, özgürlük, eşitlik ve demokrasi için çalışmaya ve her şeyden önemlisi gülümsemeye devam etmek zorundayız.
Çünkü biz inanıyoruz ki hak ihlalleri bireylerin ve sivil örgütlerin çabaları ile önlenecek, yine hakların tesisi sivil aktörlerin çabaları ile gerçekleşecek.
Siz de söyleyecek sözüm var; eşitlik, özgürlük, demokrasi ve barış adına hayallerim var diyorsanız…
Sivil Düşün AB Programı Teknik Destek Ekibi olarak biz hazırız, sizi bekliyoruz!
23 Kasım haftası ve 30 Kasım haftası süresince hafta içi hergün yardım masası saatlerimiz devam edecek!”
Bu sene ikincisi verilen Dilek İnce Nefret Suçları İle Mücadele Onur Ödülü’nün bu yılki sahibi Mersin 7 Renk Derneği’nden Elif Tuna Şahin oldu.
Dilek İnce Nefret Suçları ile Mücadele Onur ödülü bu yıl Mersin 7 Renk LGBT Derneği kurucu aktivistlerinden, Akdeniz Kent Konseyi koordinatörü ve HDK Çukurova Bölge Eşsözcüsü trans kadın Elif Tuna Şahin’e verildi
Pembe Hayat’dan Ozan Uğur’un haberinegöre Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği tarafından bu yıl 8.si düzenlenen “20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü” etkinlikleri, 21 Kasım Cumartesi günü Neva Palas Otel’de yapılan resepsiyon ile son buldu.
Norveç, İrlanda ve Meksika Büyükelçiliklerinden, AB Türkiye Delegasyonundan ve Türkiye’deki çeşitli LGBT örgütlerinden temsilcilerin katılımıyla gerçekleştirilen resepsiyonda “Dilek İnce Nefret Suçları İle Mücadele Onur Ödülü”nün 2.si verildi. Ödül bu yıl Mersin 7 Renk LGBT Derneği kurucu aktivistlerinden, Akdeniz Kent Konseyi koordinatörü ve HDK Çukurova Bölge Eşsözcüsü trans kadın Elif Tuna Şahin’e verildi.
Şahin’e ödülü Pembe Hayat Derneği adına Gani Met verdi. Şahin ödülü aldıktan sonra “Başta Pembe Hayat olmak üzere Kaos GL’ye, hayat arkadaşım Yağmur Arıcan’a ve Mersin 7 Renk Derneği’nde ilk günden bu yana büyük emekleri olan yoldaşım Gizem Derin’e çok teşekkür ediyorum. İlk gününden bu yana düşe kalka öğrenen ama yılmadan yeniden ayağa kalkıp direnmeye devam eden Türkiye trans hareketine çok şey borçluyuz. Bu ödülü trans hareketine emek veren herkes adına alıyorum” dedi.
Adına mücadele onur ödülü verilen Dilek İnce, Eryaman Davası sürecinde taraf olan ve çeteler tarafından nefret cinayeti sonucu öldürülen iki çocuk annesi bir trans kadın. Pembe Hayat Derneği, onur ödülünün yanısıra Dilek İnce anısına ihtiyacı olan Translara yardım etmek için bir de Dilek İnce Kıyafet Bankası’nı kurdu. Kıyafet Bankası gönüllülerin gönderdiği kıyafetlerle ihtiyacı olan Translara yardımlarda bulunmakta
Resepsiyonun ardından katılımcılar hep birlikte Eski&Yeni Club’ta düzenlenen Geyikli Gece Partisine katılarak transfobiye karşı dans etti.
Kadıköy Tüketim Kooperatifi Girişimi, 29 Kasım 2015 tarihinde, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-SEN) kurucu başkanı Abudllah Aysu ile Kadıköy KargART’da bir söyleşi düzenliyor.
Abdullah Aysu’nun geçtiğimiz ay Metis yayınevi tarafından yayımlanan “Gıda Krizi”başlığını taşıyan kitabından hareketle “gıda krizi” ve “gıda egemenliği” konularının tartışılacağı etkinlikte, gıda krizinin tarım politikaları ve kentsel kökenlerinin yanısıra, kentte yaşayan insanların nasıl bir örgütlenme modeliyle küçük üreticiyi destekleyebileceği ve gıda krizine karşı gıda egemenliği mücadelesine katkı sunabileceği konuşulacak.
Etkinlik Davet Metni:
“Dünya’da sağlıklı ve nitelikli gıda bir ayrıcalık haline gelirken, bu ayrıcalıktan faydalananların sayısı hergeçen gün azalıyor. Gıda krizi, “köylüsüz”, doğayı tahrip eden, endüstriyel şirket tarımının yarattığı, büyük adaletsizliklere dayanan ve hızla yayılan bir gerçeklik haline geldi. Üretimde kullanılan girdilerin, üretim süreçlerinin, ve ürünlerin dağıtım kanallarının bilgisine sahip olmazsak, bu gerçekliği değiştirmemiz mümkün mü?
Gıda Krizine karşı Gıda Egemenliğini savunan Çiftçi-SEN kurucu başkanı Abdullah Aysu’nun geçtiğimiz ay yayınlanan “Gıda Krizi” kitabından hareketle, mevcut ve olası gıda krizinden gıda egemenliğine, bireysel tüketicilikten kooperatifleşmeye kadar bir çok konuyu tartışacak, alternatiflerin nasıl mümkün olabileceğini konuşacağız.”
Başbakan Ahmet Davutoğlu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın onayının ardından Türkiye’nin 64’üncü hükümetinde yer alan isimleri açıkladı.
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın onayının ardından Türkiye’nin 64’üncü hükümetini açıkladı.
64. Hükümetin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na Fatma Güldemet Sarı getirildi. 1970 Darende doğumlu yeni Çevre ve Şehircilik Bakanı Sarı, Nurdağ Kireç Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti.’de şirket ortağı. Aynı zamanda Sarılar Mimarlık Ltd. Şti.’de şirket ortağı ve mimari proje sorumlusu olarak çalışmakta.
Yeni Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı
Siyaset hayatına 2008 yılında Ak Parti Çukurova Kurucu İlçe Başkanı olarak başlayan Fatma Güldemet Sarı, 2011 yılı genel seçimlerinde Adana 7. Sıra milletvekili adayı olmuştu. 2012 – 2014 yılları arasında Ak Parti Adana İl Yönetim Kurulu Üyesi ve Siyasi ve Hukuki İşler Başkanlığı görevinde bulundu. Milletvekili aday adayı olana kadar bu görevine aralıksız devam etti.
64. Türkiye Hükümeti Kabinesi şu isimlerden oluştu:
Başbakan: Ahmet Davutoğlu
Başbakan Yardımcıları: Numan Kurtulmuş, Mehmet Şimşek, Yalçın Akdoğan, Yıldırım Tuğrul Türkeş, Lütfi Elvan
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ,
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu,
Avrupa Birliği Bakanı Volkan Bozkır,
Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık,
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu,
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik,
Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkçi,
İçişleri Bakanı Efkan Ala,
Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz,
Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal,
Maliye Bakanı Naci Ağbal,
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı,
Milli Savunma Bakanlığına İsmet Yılmaz,
Çevre ve Şehircilik Bakanlığına Fatma Güldemet Sarı,
Dışişleri Bakanlığına Mevlüt Çavuşoğlu,
Ekonomi Bakanlığına Mustafa Elitaş,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına Berat Albayrak,
Gençlik ve Spor Bakanlığına Akif Çağatay Kılıç,
Orman ve Su İşleri Bakanlığına Veysel Eroğlu,
Sağlık Bakanlığına Mehmet Müezzinoğlu,
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığına Binali Yıldırım getirildi.
Jason Box ve Naomi Klein tarafından The New Yorker‘da yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Ceren Demirci‘nin çevirisiyle paylaşıyoruz.
***
Paris’teki korkunç terör saldırılarından kısa zaman sonra, geçtiğimiz Cuma, telefonlarımıza arkadaşlarımız ve çalışma arkadaşlarımızdan aldığımız mesajlar yağdı: “O zaman şimdi Paris İklim Zirvesi iptal mi edilecek?” “Savaş çanları çalıyor. İklim zirvesinin sulara gömüleceğinden emin olabilirsiniz.” Bu varsayımlar yeterince mantıklı. Bazı politikacılar iklim değişikliğinin varoluşsal önemine karşı sahte bağlılıklar gösterirken, daha acil olan bir kriz baş gösterince- savaş, market şoku, bir salgın hastalık- iklim politik ajandadan düşüyor.
Fransa hükümeti COP21 (Paris İklim Zirvesi’nin) Kasım ayının sonunda planlandığı gibi başlayacağını söyledi. Ancak planlanan kitlesek yürüyüşler ve eylemler engellendi. Fotoğraf: Chesnot/Getty
Saldırılardan sonra, Fransa hükümeti COP21 iklim zirvesinin planlandığı gibi Kasım sonunda başlayacağını belirtti. Fakat polis planlanan büyük çaptaki yürüyüşleri yasakladı ve böylece iklim zirvesinden direkt etkilenenlerin sesini kısmış oldu. Deniz seviyesindeki yükselmenin ve kavrulmuş tarlaların, askeri gerginlekteki yükseliş ve sınırların kontrölü için yapılan çağrılarla rekabet edebileceğini düşünmek gerçekten de zor.
Bütün bunlar oldukça anlaşılabilir. Güvenliğimizin tehlikede olduğunu hissettiğimizde başka bir konu hakkında kafa yormak kolay değil. Paris saldırıları gibi önemli şoklar da konuyu değiştirme konusunda çok başarılı. Peki ya bunun olmasına izin vermemeye karar versek? Ya konuyu değiştirmek yerine insanların güvenliği açısından esas olan iklim değişikliği tartışmasını derinleştirip, çözüm seçeneklerini arttırsak? Ya savaş adı altında kenara itilmek yerine, gezegenin barış için en iyi umudu olarak iklim hareketi sahnenin tam ortasında yerini alsa?
Suriye’deki şiddet ile küresel ısınma arasındaki ilişki artık tartışma götürmüyor. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry bu ay şöyle konuştu, “Suriye’deki iç savaşın hemen öncesinde ülkenin kayda geçmiş en kötü kuraklığı yaşamış olması tesadüf değildir. 1,5 milyon insan Suriye’nin tarlalarından şehirlerine göç etti ve bölgede halihazırda yükselişte olan politik çalkalanmalar arttı.
Kerry, Suriye’nin istikrarsızlığına katkı sağlayan başka etkenlere de dikkat çekti. Ciddi boyuttaki kuraklık bunlardan biri, fakat diktatörün baskıcı rejimi ve dinde aşırılık da etkenler arasında. Bir diğer büyük etken ise Irak’ın 10 sene önceki işgali. Bu savaş -tıpkı daha öncekiler gibi- Batı’nın Irak petrolüne susamışlığından bağımsız değildi ve bu sebeple işgal kararını iklim değişikliğinden ayrı düşünmek zor olmaya başladı. Paris’teki saldırılar için sorumluluk alan İŞİD için bu çok fazla petrol ve çok az su koşulları uygun zemini hazırladı.
Eğer Orta Doğu’daki istikrarsızlığın bu sebeplere bağlı olduğunu kavrarsak, Paris saldırılarının halihazırda yetersiz olan iklim taahhütlerimizin önüne geçmesine izin vermek hiç de mantıklı olmaz. Onun yerine, bu trajedinin tam tersine bir tepkiye ilham olması gerekir: emisyonları en hızlı ve etkili şekilde azaltmak için acil baskı yapmak, gelişmekte olan ülkelerin yenilenebilir enerji kullanımına geçmeleri için destek vermek, bu süreçte oldukça lazım olan iş imkanlarını ve ekonomik fırsatları arttırmak. Bu tarz cesur bir iklim dönüşümü, Nature Climate Change dergisindeki yakın tarihli bir yazıda belirtildiği gibi yüzyılın sonunda Orta Doğu’nun insanların tolere edemeyeceği sıcaklıklara şahit olmasını engellemek için tek umudumuz.
Fakat bu bile yetersiz. Yoğun emisyon kısıtlandırılması sadece iklim değişikliğinin çok daha kötüye gitmesini engelleyebilir. Halihazırda mevcut olan ya da yaktığımız fosil yakıtlar sonucunda atmosferde hapsolmuş sıcaklık artışını durduramaz. Bu nedenle iklim tartışmamızdan eksik olan çok önemli bir parça var: atmosferdeki CO2 seviyesini şu andaki 1 milyonda 400 partikülden (400 ppm) tehlikeli sayılmayan üst limite, 350 ppm’e acil azaltma ihtiyacı.
Karbon seviyesini güvenli bir seviyeye indirmedeki başarısızlık Suriye’deki kuraklıktan çok daha yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. En son atmosferdeki CO2 bu kadar yükseldiğinde küresel deniz seviyesi şu andakinden en az 6 metre daha yüksekti. Şu anda bazı bölgelerde durdulamaz gözüken buzul kayıplarıyla karşı karşıyayız. Karbon fazlalığının olduğu bu iklimde, milyonlarca insanın kıyı bölgelerinden, tarım alanlarından edilmesi ve yeraltı sularının yükselen deniz seviyesi sebebiyle tuzlanması kaçınılmaz. En kırılgan alanlar arasında Güney ve Güneydoğu Asya’daki, Şangay ve Jakarta gibi dünyanın en büyük şehirlerinin de aralarında bulunduğu araziler ve Nijerya, Brezilya ve Mısır gibi Afrika ve Latin Amerika kıyı ülkeleri var.
İklimle ilişkili şiddet ve göç zemininde gerçekleşen bir iklim zirvesi sadece ana hedefi kalıcı barış için uygun ortamı hazırlamak olursa yararlı olur. Bu da hukuki icrası mümkün olan, bilinen fosil yakıtların büyük çoğunluğunu toprak altında tutmaya ilişkin taahhütler anlamına geliyor. Bu bağlamda bir diğer gereklilik ise gelişmekte olan ülkelere iklim değişikliğinin sonuçlarıyla mücadele edebilmek için gerçek anlamda finansal yardım ve iklim sebepli göçmenlere daha güvenli bölgelere geçiş yapabilmeleri için haklar tanınması. Güçlü bir iklim antlaşması, aynı zamanda atmosferdeki CO2’nin ve çölleşmenin azaltılması ve daha soğuk ve ılıman iklimlerin desteklenmesi için Orta Doğu ve Akdeniz’de yüksek sayıda yerli ağaçların dikimiyle ilgili programları barındırmalıdır. Ağaç dikimi CO2 seviyesini güvenli seviyeye indirmek için yeterli değil, fakat insanların kendi arazilerinde kalması ve sürdürülebilir geçim kaynaklarına sahip olmalarına yardımcı olabilir.
Paris zirvesinin bütün bunları başaramayacağını biliyorduk. Fakat sadece birkaç gün önce, cesur kolektif iklim eylemleri eliminizin altında gözüküyordu: boru hatlarına ve Kuzey Kutbu sondajına karşı elle tutulur zaferler kazanan iklim hareketi yükselişteydi. Hükümetler hedeflerini sağlamlaştırıyordu ve hatta bazıları fosil yakıt şirketlerine kafa tutuyordu.
Konferansın ana hedeflerine ulaşılması için yeterli baskı vardı: karbon emisyonlarını temelli olarak azaltmak için icrası mümkün ve bağlayıcı uluslararası bir antlaşma. Yine de iklim hareketi, zirve sırasında baskıyı sürdürmenin çok önemli olduğunu düşünüyordu. Bu hedef şimdi çok daha zorlaştı.
En son bu kadar iklim momentumu olduğunda sene 2008’di ve Avrupa yenilebilir enerji devriminin lideriydi. Barack Obama Demokratik adaylığı kabul ettiğinde şu sözü veriyordu: bu seçimler deniz seviyesindeki yükselişin azalmaya başladığı ve gezegenin iyileşmeye başladığı an olacak. Hemen sonrasında finansal krizin tüm yankılanmaları duyulmaya başlandı. Dünya, 2009’un sonunda Kopenhag İklim Değişikliği Konferansı’nda buluştuğunda küresel odak çoktan iklimden banka kurtarmalarına kaymıştı ve antlaşma geniş çapta bir felaket olarak anlaşılıyordu. İlerleyen yıllarda Güney Avrupa’da yenilenebilir enerji için destek kesilmiş, hedefler önemini yitirmiş ve gelişmekte olan ülkelere yapılacak olan iklimle ilgili finansal yardım sözleri yok olmuştu. Halbuki yenilenebilir enerjiye, verime ve toplu taşımaya yapılan yatırımlar üzerine kurulmuş iklim krizine karşı kararlı bir yanıt, pekala yeterli iş imkanı yaratabilir ve itibarsız kemer sıkma polikalarının önüne geçebilirdi.
Aynı hikayenin tekrarlanmasına, bu sefer terörün konuyu değiştirmesine izin verme lüksümüz yok. Tam tersine, yazar ve enerji uzmanı Michael T. Klare’in öne sürdüğü gibi Paris, sadece iklim konferansı değil aynı zamanda barış konferansı olarak görülmelidir -tarihteki belki de en önemli barışa çağrı. Fakat bu, anlaşma ancak şimdi ve gelecekte insan hayatlarını elle tutulur bir şekilde geliştirecek, karbon güvenliği olan bir ekonomi kurabilirse başarabilir. Nihayet iklim değişikliğinin savaşlara ve ekonomik yıkıma sebep olduğunun farkettik. Şimdi de akıllıca tasarlanmış iklim politikalarının kalıcı barış ve ekonomik adalet için esas olduğunu farketme zamanı.
Geçen hafta anlatmaya başladığım Katalonya’nın bağımsızlık mücadelesi1 Katalanlar için olduğu kadar İspanya’nın geri kalanı için de büyük önem taşıyor: Birincisi federal yapısı farklı özerk bölgelere farklı oranlarda serbesti sağlamaya olanak tanıdığı halde İspanyol hükümetleri genel olarak geçmişle hesaplaşmamak suretiyle, bugünkü Halk Partisi (Partido Popular) iktidarı ise özel olarak Katalanları hoşnutsuz kılmak suretiyle İspanya’nın içinde barındırdığı halklara net bir mesaj veriyor. Diğer yandandan Aralık ayında yapılacak olan seçimlerde Başbakan Mariano Rajoy ikinci kez seçilmeye, Sosyalistler (PSOE) hükümeti ondan geri almaya, yeni partiler ise kazanmaya başladıkları siyasi alanı genişletmeye çalışacaklar. Podemos (‘Yapabiliriz’) ve Cs (Ciutadans, yani ‘Yurttaşlar’) 2015 eyalet seçimlerinde kazandıkları başarı sonucunda Senatoda zaten temsil ediliyorlar, şimdi Parlamentoya milletvekili sokmaya çalışacaklar. İlk kez katıldıkları seçimlerdeki oy oranları sırasıyla %14 ve %10 olan bu iki parti sistemdeki yerleşik partilerin işlerini giderek güçleştireceğe benziyor. Bu arka plan da Katalan bağımsızlığına Madrid’in verdiği tepkiyi anlamak açısından büyük önem taşıyor.
Herkes rengini belli etmek zorunda kaldı
Katalonya Başkanı Artur Mas, bağımsızlık sürecini başlatan koalisyona da liderlik ediyor.
Kasım ayında hararetlenen bağımsızlık tartışmaları İspanyol siyasetçileri ve tüm siyasi partileri konuyla ilgili açıklama yapmaya mecbur bıraktığı için bağımsızlık sürecini başlatmak Katalonya Başkanı Artur Mas açısından akıllıca bir adımdı. Örneğin, Podemos lideri İglesias, belki de en ilgi çeken açılımlarından birini yaparak “Bizim amacımız önce sağı iktidardan devirmek, ardından anayasa reformu yapmak, sonra cumhuriyet ilan etmek. Bunlardan sonra Katalanlar hâlâ ayrılmak istiyorsa, halkoylaması yapmak” dedi.2 Cumhuriyet’in ilan edilmesi Faşist Franco Diktasının açtığı yaraları sarmaya başlayabilir, ve İspanya’nın en çok vergi ödeyen, en az devlet yatırımı alan, en zengin bölgesini vergi özerkliğine kavuşturabilir. Tabii herkes Katalan bağımsızlığına bu kadar sempati duymuyor.
Podemos’un siyaset bilimci lideri Pablo İglesias Katalan bağımsızlığına Katalonya’nın karar vermesi gerektiğini söylüyor.
Katalanları mutlu ederek İspanya’da kalmaya ikna etmek sol partilerin ortak stratejisi gibi görünüyor. Seçimlerden önce Katalan Sosyalistler Halk Partisi, hükümetinin Katalonya’da yapmış olduğu bütün değişiklikleri geri alma sözü vermişti. Bu değişiklikler örneğin 2010 yılında iptal edilen vergi özerkliğini Katalanlara geri vermeyi, ve İspanya’nın 2008 mali krizinin yükünü azaltmak için ‘esnek iş gücü’ gibi neo-liberal bir söylem kullanarak yeniden yazdığı iş kanununu iptal etmeyi de kapsıyor. Ancak İspanyol Sosyalistlerin lideri Pedro Sánchez hükümetin Anayasa Mahkemesine gitmesini, hukuki süreci sürdürmesini destekliyor ve insanları kimlikleri arasında seçim yapmaya zorlamanın doğru olmadığını savunuyor. Üstelik, hem Katalan hem de İspanyol Sosyalist Partilerinin önemli isimlerinden eski Savunma Bakanı Carme Chacón da bağımsızlık karşıtı olduğunu saklamayarak Sosyalistlerinin içindeki bölünmüşlüğü gözler önüne serdi. Bağımsızlığa giden sürecin başlatılması yalnızca Katalan halkının değil tüm İspanya’nın isteklerine karşı olmanın yanısıra hukuki düzenden kopuşu temsil etmekte diyerek Madrid’in süreci görmezden gelmeye her türlü hakkının olduğunu iddia etti.
Carme Chacón: Eski savunma Bakanı Katalan bağımsızlığını hukuk devletinin ve demokrasinin sonu olarak yorumladi.
Son zamanlarda desteğini giderek artıran popülistpost-milliyetçi C’s de bağımsızlık karşıtı: Podemos’un son aylarda kaybettiği oylarının neredeyse tamamını kendine çekmeyi başaran bu parti Katalonya’da doğup İspanya’nın tamamında örgütlenmeye ancak son yıllarda başladı. Henüz yerleşmiş siyasi yapıların içinde bulunmadıkları için yolsuzluğa bulaşmamış yeni siyasetçileri meclise sokmayı hedefleyen C’s çok net bir parti programına sahip değil. Ancak herkesi kucaklayan söylemi ve karizmatik liderleri sayesinde desteği bir süredir büyüyor ve Katalan bağımsızlığına net bir şekilde karşı çıkıyor. Katalan partiler arasında en belirsiz ve en bağımsızlık karşıtı olanın İspanya’da destek bulması gayet normal görünebilir, ancak C’s şehirli, üst-orta sınıf Katalanlar tarafından da destekleniyor.
Sekiz yıl öncesinde kullandıkları bir C’s afişinde parti lideri Albert Rivera hangi dili konuştuğunuzun ya da ne giydiğinizin değil yalnızca sizin önemli olduğunuzu ifade ediyor.
Hükümet ve Anayasa Mahkemesi bağımsızlığa karşı, ancak tartışma sürüyor
Madrid’de tek başına iktidarda bulunan Halk Partisi, Katalan seçimlerinde altıncı sıraya düştüğü için gücünün sınırları da belli olmuş oldu. Görüştüğüm Katalan bir ekonomist Halk Partisinin bağımsızlığa sert bir tepki vermesinin zorunlu olduğunu söyledi: “Katalonya bağımsızlıktan her bahsettiğinde Halk Partisine İspanya’nın geri kalanında bir oy kazandırıyor; Rajoy burda kazanmayı zaten beklemiyor.” demişti ve bu tahmininde haklı da çıktı. Madrid hükümeti Katalonya’nın İspanya’dan ayrılmasına hiçbir koşulda izin vermeyeceğini tekrar ederek bağımsızlık çalışmalarının anayasada geçen ‘ulusal birlik’ ilkesine aykırı olduğunu iddia etti. Rajoy, bunları İspanya’nın Katalonya’ya en uzak bölgesi olan Salamanca’da söylerken İspanya’nın varolan dengelerini adeta fiziksel olarak korumaya çalışıyordu.
Rajoy hükümeti, 2014 Kasımında Katalonya’da yapılması planlanan bağımsızlık konulu halkoylamasını Anayasa Mahkemesi’ne taşıyarak oylamanın geçersiz sayılmasını sağlamıştı. Hatta ardından Mas’ın anayasaya aykırı hareket ettiği gerekçesiyle tutuklanabileceği söylentileri ortaya çıkmıştı. Madrid yine aynı şeyi yapmayı denedi, ancak bu sefer gerek medya da gerekse akademide “Konu Anayasa Mahkemesine taşınabilecek önemde mi, yoksa değil mi?” konulu ciddi bir tartışma başladı. Otonom Madrid Üniversitesi Anayasa Hukuku Profesörlerinden Antonio Arroyo, El Pais için kaleme aldığı makalede3 bahsi geçen ulusal birlik ilkesinin İspanya’nın varlığını sürdürmesine ciddi bir tehdit oluşturan durumlarda geçerli olduğunu, Katalanların bağımsızlık talebinin ise böyle bir tehdit oluşturmadığını iddia etti. Bu görüşe göre hükümet, Anayasa Mahkemesine devletin varlığının tehdit edildiğini kanıtlamakla yükümlü ve aksi takdirde ulusal birlik ilkesi uygulanamaz, çünkü otonom bölgelerden birisinin ayrılması İspanyol devletinin siyasi organlarının hiçbirinin tasfiyesini gerektirmez.
Alman federal hukukunu örnek alarak hazırlanmış olan İspanyol Anayasası hükümete otonom bölgeler üzerinde bir takım yetkiler veriyor: Örneğin eğer bir eyalet hukuka aykırı davranırsa bölgede yönetimi hükümet üstlenebilir, ancak böyle bir durumda dahi İspanyol hukumeti varolan eyalet hükümetini tasfiye edemez, finansmanını kesemez, ya da sorun çözümlendikten sonra eyaleti yönetmeye devam edemez. Bu gibi maddeler İtalyan ve İsviçre Anayasalarında da mevcuttur. Hatta Alman Anayasasında ordunun böyle durumlarda hiçbir şekilde müdahale edemeyeceğinin de altı çizilmiştir. İspanya’da ise hükümetin müdahaleye başvurmamasının altında iki hukuki sebep yatıyor: Birincisi, orantılılık esasına göre hiçbir şekilde şiddete başvurmayan bir halka askeri müdahalede bulunmak meşru olmayacağı için; ikincisi de askeri müdahale içinde bulunulan krizi çözmeyeceğinden hükümetin orduyu harekete geçirmek için hukuki bir dayanağı olmadığı için. Bunun yerine Madrid, Anayasa Mahkemesine başvurarak konunun İspanya’nın tamamını ilgilendirdiği ve İspanyol Parlamentosunda tartışılması gerektiğine vurgu yapıyor. “Ülkenin iyiliği için bütün siyasi ve hukuki mekanizmaları harekete geçirmeye” söz veren Rajoy, bağımsızlık yanlılarının sürecin İspanya’nın hiçbir kurumundan, özellikle de Anayasa Mahkemesinin kararlarından, etkilenmeyeceği konusunda verdiği kararı da dolayısıyla görmezden geliyor.
Anayasa Mahkemesi ise davayı kabul etmek suretiyle bağımsızlık sürecini hukuken durdurmuş oldu. Katalan hükümeti beklendiği gibi kararı tanımadığını açıkladı. Anayası Mahkemesinin hükümetin önerisi üzerine kabul ettiği 21 ayrılıkçı Katalan lidere kanuna aykırı davranmaları halinde başlarına gelebilecekleri açıklayan kişisel iletiler 15 yıla varan hapis cezalarına dahi değinmekle birlikte bunun gerçekleşeceğini kimse düşünmüyor. Şimdilik herkes mahkemeye sunacakları belgeleri hazırlıyor. Kararın bağımsızlığı onaylamayacağı net olmakla birlikte bunun nasıl gerekçelendirileceği gerek İspanya’nın gerekse de Katalonya’nın önümüzdeki senelerdeki siyasi sürecini etkileyeceğe benziyor.
Aralığın 20’sinde yapılacak olan seçimlere doğru siyasi partilerin bağımsızlık konusundaki söylemlerini tekrar gözden geçireceğim. Şimdilik sizleri ayrılıkçı siyasetin barışçıl bir çerçevede uygulanabileceği ve buna hukuki yollarla karşı çıkmanın da mümkün olduğunu anlatan bu hikayeyle başbaşa bırakıyorum…
Türk askeri kaynakları düşürülen Rus uçağının izini paylaştı. CNN Türk’te yapılan analize göre kırmızı izler Rus uçağının, mavi izler ise Türk F16 uçaklarının izlediği rotayı gösteriyor.
TSK düşüren ve düşürülen uçakların seyir rotasını paylaştı.
Bu görsel üzerinden ölçümleme yapıldığında hava sahası ihlalinin yaklaşık 4.0 km olduğu belirleniyor.
Google haritalarına göre ihlal menzili 4 km olarak ölçülebiliyor.
Eski Sovyet yapısı SU-24 Sukhoi uçakları 1,315 km/sa hızla uçabiliyor. Seyir anındaki hızını bilmiyor olsak bile 700 km/sa ortalama hızla uçtuğu varsayıldığında toplam hava sahası ihlalinin 15-20 sn süresince gerçekleştiğini tahmin etmek mümkün görünüyor.
Bu nedenle kamuoyuna açıklandığı şekli ile 10 kez uyarı yapıldığına dair ifadenin, akla ilk gelen şekli ile pilottan pilota bir diyalog ya da iletişimden ziyade, ilgili otomatik kontrol sistemlerinden giden sinyalleşmeler olabileceği düşünülebilir. Zira her bir uyarı için sadece 1.5 – 2.0 saniyelik bir aralık söz konusu. Ancak detaylar havacılık uzmanlarının açıklamaları ile şekillenecektir.
Mardin’in Nusaybin ilçesinde sokağa çıkma yasağı nedeniyle 25-26 Kasım tarihlerinde yapılması planlanan Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sınavı 12-13 Aralık’a ertelendi. Erteleme bilgisini Nusaybin İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü okullara mesaj göndererek açıkladı.
Okul müdürlerine gönderilen mesajda “25-26 Kasim’da yapılacak olan TEOG sınavı ilçemizde iptal edilmiş olup öğrencilerimizin tümü mazeret belirtmeksizin 12-13 Aralık’ta yapılacak mazeret sınavına katılacaklardır” denildi.
Milli Eğitim Bakanlığı’nca TEOG sistemi kapsamında, sekizinci sınıf öğrencilerine yönelik 25 ve 26 Kasım’da yapılacak merkezi ortak sınavlara 1 milyon 174 bin 427 öğrenci katılacak.
Ortak sınavlar, yurtiçinde 970 merkezde, 16 bin 237 okulda, 91 bin 349 salonda; yurtdışında ise yedi ülkede, 14 merkezde, 22 okulda gerçekleştirilecek.
Nusaybin haricinde tüm Türkiye’de öğrenciler 25 Kasım Çarşamba günü yapılacak birinci oturumda Türkçe, matematik, din kültürü ve ahlak bilgisi; 26 Kasım Perşembe günkü ikinci oturumda ise fen, teknoloji, inkılap tarihi ve Atatürkçülük ile yabancı dil derslerinden sınava girecek.
Mardin’in Nusaybin ilçesinin 15 mahallesinde 13 Kasım Cuma günü 21.00’den itibaren geçerli olmak üzere, kaymakamlık kararıyla sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Bitiş zamanı açıklanmayan yasak 11. gününde ve halen devam ediyor.
Sur ve İdil’de sınav yerleri değiştirildi
Diyarbakır’ın merkez Sur ve Şırnak’ın İdil ilçelerinde de 25-26 Kasım’daki TEOG sınavlarına girecek öğrencilerin sınav merkezileri değiştirildi.
Sur’daki dört okulda eğitim yapılamadığından öğrenciler ilçedeki başka okullarda eğitimlerini sürdürüyor.
Aynı şekilde Şırnak’ın İdil’deki Turgut Özal ve Yeni Mahalle’de bulunan dört okuldaki öğrenciler de TEOG’a kendi okulları yerine başka okullarda girecek.
2000 yılında dünyada fotovoltaik panellerin (Güneş Enerji Santrali -GES) toplam kurulu gücü 1,3
Gigawatt idi, 1999 da ise 0,8 Gigawatt. 2014 yılı sonunda bu rakam 185 Gigawatt olarak tahmin ediliyordu.
Değerli Okuyucu, dünya bir teknolojik devrim yaşadı. Güneşten elektrik üretimi 15 yılda yuvarlak rakamla 185 kat arttı. Hatta 1996 yılına göre 617 kat. O yıl dünyadaki kurulu güç 0,3 GW idi çünkü (O yıl bu rakama bizim de katkımız olmuştu. Almanya’da evimizin çatısına 2,16 kW kurulu gücü olan GES kurdurmuştuk)
0,3 GW yani 300 Megawatt (MW) yani 300.000 Kilowatt (kW). Yıl 1996 idi.
Türkiye’de toplam GES kurulu gücü bu yıl sonunda bir umut 300 MW a çıkabilir.
2014 yılında ülkelere göre kişi başına kurulu güç örneğin Almanya’da 400 Wattan fazlaydı ve Çin’de 20 Watt idi. Türkiye’de galiba 4 Watt olacak 2015 yılı sonunda.
Çatılar
Almanya’da 1,5 milyon GES var. Evet, sayaç bağlayınca 1 adet fotovoltaik panel de bir GES, 10 bin panel de bir GES.
2012 yılında Almanya’da GES kurulu güç kategorileri ve toplamdaki payları:
Demek ki damlaya damlaya göl heryerde olabiliyor.
Rivayete göre bu rakamları duyan Süleyman Demirel, „ Demek ki böyyük Türkiye’ye giden yol güçcük tesislerden geçiyor“ demiş.
Bizde ne oluyor peki? Bizde öyle bir yasa ve çok gecikerek çıkmış bir yönetmelik var ki, insanın aklına “Ankara galiba çatılara güneş enerji santralleri kurulmasını istemedi “ düşüncesi geliyor. Ne bileyim milyonlarca insanın çatılarında yahut kooperatiflerde enerji üretmesini fazla demokratik bulmuş olabilirler, Yerelde üret yerelde tüket yolunun açılmasını istememişlerdir belki.
Bütün GES’leri sınıflandırıyorum:
A)Şebeke bağlantısı yok “off grid” , dolayisisiyle kayit izin vs gerekmez
1)öztüketim, aküsüz
2) akülü, Öztüketim
B) Kullanmadığını yani ihtiyaç fazlasını şebekeye veriyor “on grid”: Buna lisanssız üretici deniyor. Serbest elektrik alım satımı için gereken lisans yok ama devlet işte nasıl ürettiğinizi regule etmiş: 20 kalem civarı iş halletmeniz lazım
i) 50 kW’a dek “küçük” GES ler icin , bürokratik işlemler azaltılacak haberi vardı. Solarbaba 21.3.2015 te şöyle yazmıştı: “Birçok güneş enerjisi dostunun takip ettiği ve bildiği gibi 2014 sonunda evsel uygulamalar için 30kW şartnamesi/tebliği çıkacaktı ama bu mevzuat hala resmi olarak onaylanmadı. Bu uygulamanın temel amacı 30kW’a kadar olan küçük güneş elektriği kurulumlarının uzun ve pahalı bürokratik süreçlerden geçmeden kolayca kurulmasını sağlamaktı.
26.10.2015’te ise gene Solarbaba resmi açıklamayı aktardı: “Elektrik piyasasındaki gelişmeler çerçevesinde Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretimine İlişkin Yönetmelik (Yönetmelik)’te ve Bağlantı ve Sistem Kullanım Yönetmeliği (Bağlantı Yönetmeliği)’nde değişiklik yapılması ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu amaçla söz konusu Yönetmelikte ve Bağlantı Yönetmeliğinde değişiklik yapılmasına ilişkin taslak hazırlanmıştır.”
Evet, çatılar boş hala daha. Onaylanmayan mevzuat değişikliğinin değiştirilmesini öngören taslaktayız.Atıl bekleyişi bir tekerleme ile ifade ediyorum:
Henüz ortada sadece var bir taslak/
Ne olur çatıya paneli şimdi kursak/
Ne zararı var peki az daha beklesek?
Muğlak durum devam ediyor. Bunu değiştirmek, halkı bilgilendirerek Ankara’yı duyarlı kılmak, belediyeleri harekete geçirmek gerektiğini düşünüyorum.
ii) Lisansız üretimde üst sınır 1 MW olarak belirlenmiş
C) Lisanslı üretimde, üretici elektriği serbest piyasaya, dağıtımcıya doğrudan satabilir. Lisans almak icin asgari 1 MW kurulu gücte bir GES şart.
G 20 üyesiyiz, ama güneşten elektrik üretmede sonuncuyuz
Bi şey yapmalı.
İdeal olan ihtiyaç fazlasını şebekeye vermek ama bunun için mevzuatın değişmesini beklemeye devam etmek Sizce doğru olur mu?
Yoksa akü masrafına katlanıp otonom olmayı mı tercih edersiniz?
Değerli okuyucular ne düşündüğünüzü mail adresim “[email protected]” üzerinden bana yazar mısınız?
Cumhurbaşkanlığı kaynakları, Türkiye’nin hava sahasını ihlal ettiği ve uyarılara da aldırmadığı için angajman kuralları çerçevesinde düşürülen uçağın Su 24 tipi Rus uçağı olduğunu kaydetti.
Hürriyet Gazetesi’nden Erdinç Çelikkan’ın haberine göre Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye sınırında sınır ihlali yapan uçağın düşürülmesi hadisesini yakınen takip ederek bir dizi telefon görüşmesi yaptığı bildirildi.
Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye göre, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla arayarak olaya ilişkin bilgi verdi.
Başka yetkililerden de bilgi alan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuyu Başbakan Ahmet Davutoğlu ile de görüşeceği öğrenildi. Türkiye’nin hava sahasını ihlal ettiği ve uyarılara da aldırmadığı için angajman kuralları çerçevesinde düşürülen uçağın Su 24 tipi Rus uçağı olduğu kaydedildi.