Ana Sayfa Blog Sayfa 3056

Mersin’de ’32 kısım tekmili birden bir umut adası’: Kültürhane

Kültürhane’yi duydunuz mu? Ya da soruyu şöyle sorayım: Mersin Üniversitesi’nden ihraç edilen Barış imzacısı akademisyenler tarafından açılan ve kurucularından Ulaş Bayraktar tarafından “32 kısım tekmili birden bir umut adası” olarak tarif edilen Kültürhane‘den haberiniz oldu mu? Olanlar zaten biliyor, ben henüz haberi olmayanlar için aktarayım kendi bildiklerimi ve Cuma günü (25 Ağustos) yaptığım Kültürhane ziyaretinde dostum, arkadaşım ve mekanın ortaklarından Deniz Altınay’dan öğrendiklerimi.

Kitaplar öksüz, yetim kalmasın istedik

Herşey Ocak 2016’da “Bu suça ortak olmayacağız” barış bildirgesine imza atmamız ile başladı diyor Deniz. Henüz ortada barış imzacılarına dair bir yaptırım bulunmuyorken kraldan çok kralcı davranan Mersin Üniversitesi Rektörü’nün işgüzarlığı ile bildirgenin hemen 1 ay sonrası Şubat 2016’da ilk ihraçlar başlamış.

Deniz ile Kültürhane’yi mekanın verandasında konuştuk

İhracın o dönem hukuki bir dayanağı bulunmadığından “Sözleşme yenilememe” gibi tali yollar ile Şubat 2016’da 2, Mart ayında 1, Nisan ayında ise içinde Deniz’in de bulunduğu 3 akademisyenin üniversite ile ilişiği kesilmiş. “Sözleşmeli çalışan akademisyenler için bu yöntem uygulanıyordu” diyor Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde uzman olarak çalışırken üniversiteden çıkarılan Deniz Altınay. 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası gelinen Olağanüstü Hal (OHAL) Dönemi ile hayatımıza dahil olan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) daha gündeme gelmeden Mersin Üniversitesi’nden “Bu suça ortak olmayacağız” barış bildirgesine imza atan 22 akademisyenin yarıya yakınının da üniversite ile ilişiği kesilmiş.

https://www.youtube.com/watch?v=Z3pBeW6GsjU

Deniz Altınay, sözleşmesinin uzatılmayacağı kesinleştğinde son derslerinden birini okulun çimenlerinde gerçekleştirmişti

“En son 29 Nisan 2017’de yayımlanan 689 sayılı KHK ile de bildirgede imzası bulunan tüm arkadaşlarımız üniversitedeki görevlerinden ihraç edildiler” diyor Deniz Altınay. Bu süreçte birçok akademisyen Türkiye’de kendilerine çalışma alanları ile ilgili faaliyette bulunma imkanı bırakılmadığı için yurtdışına gitmek durumunda kalmış. “İşte tamda bu anda şu soru ile karşı karşıya kaldık” diyor Deniz, “Arkadaşlarımızın kitapları ne olacak. Gözleri gibi korudukları. üzerlerine titredikleri ve beraberinde götürme imkanı bulamadıkları onlarca, yüzlerce kitabın akibeti ne olacak. Kültürhane bir bakıma bu ihtiyaçtan da doğdu diyebiliriz. Arkadaşlarımızın kitapları öksüz, yetim kalmasın istedik”

3 Silahşörler!: Ayşe Gül, Ulaş, Deniz ve Nalan

Kültürhane’nin verandasında çaylarımızı yudumlarken konuşuyoruz Deniz ile. Arada çaylarımızı tazeliyor Kültürhane emekçilerinden Cansu. “Peki siz kimsiniz? Kültürhane’nin arkasındaki asıl kişiler kim? Kaç kişi giriştiniz bu işe? Başından bir anlatabilir misin Kültürhane öyküsünü?” diyorum Deniz’e.

3 silahşörler soldan sağa Deniz Altınay, Ulaş Bayraktar, D’artagnan Nalan Turgutlu Bilgin ve Ayşe Gül Yılgör

“4 kişi olarak kurduk ama biz bu hayalin tüm dostlarımız tarafından sahiplenilmesini istiyoruz” diyor Deniz. “Hikayenin başlangıcı aslında Mersin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde Doç. Dr. olarak görev yapan Ulaş’ın (Bayraktar) 29 Nisan 2017 KHK’sı ile üniversiteden ihraç edilmesi idi diyebiliriz. Ulaş hemen “Bir şey yapmalıyız” düşüncesi ile arayışlara girdi. Mayıs ayında da şu an içinde bulunduğumuz mekanı gören bir arkadaşı Ulaş’a haber veriyor. Kendisi de gelip mekanı inceliyor, beğeniyor. Hemen sonrasında da bize mesaj atıp, “Bir mekan var. Ben gördüm beğendim, Ne dersiniz?” diyor ve ardından süreç işlemeye başlıyor. Mayıs ortası gibi sözleşmeyi imzalamıştık. 3 yıllık bir sözleşme yaptık mekan sahibi ile. Ardına da mekanın inşa faaliyetlerine giriştik. Kütüphane kısmını sana başta aktardığım gibi çoğunlukla yurtdışna gitmek durumunda kalan akademisyen arkadaşlarımızın kitaplarından oluşturduk. Birçok yerden kitap bağışı da sürekli geliyor.

Kültürhane’ye hayata geçirme çalışmalarının her aşamasında dayanışma esas gündem

Mermer ustası bir arkadaşımız gelip o işlerimizi kotardı. Derken mutfağı da gene dayanışmacı bir emekle dizayn ettik. Henüz tadilat bitmiş değil ama. Açılış tarihimiz 30 Eylül’e kadar hepsini tamamlamaya gayret ediyoruz. 4 ortak olarak giriştik bu işe demiştim. İşte ben varım, Ulaş var, gene 29 Nisan KHK’sı ile ihraç edilen Mersin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden Prof. Dr. Ayşe Gül Yılgör hocamız var, bir de akademisyen olmasa bile tüm süreçte bizimle birlikte olan ve “Bu suça ortak olmayacağız” barış bildirgesine destek amaçlı oluşturulan “Barış için Feministler” grubundan Nalan Turgutlu Bilgin arkadaşımız var. Tam bu noktada, “3 silahşörler gibi yani” diyorum Deniz’e ve ekliyorum, “Biliyorsun onlar da aslında 4 kişidir. Athos, Portos, Aramis ve D’artagnan. Nalan da grubun D’artagnan’ı oluyor bu durumda” “O konuda bir yorum yapamayacağım Alper. Nalan’a sorabilirsin istersen” şeklinde yanıtlıyor yorumumu Deniz.

Açılış 30 Eylül’de

Mersin için bir kültür vahası olarak adlandırmayı uygun gördüğüm Kültürhane’nin resmi açılışı ise Deniz’in bana aktardığına göre 30 Eylül 2017 Cumartesi günü gerçekleşecek. “Tüm dostlarımızı. Dayanışma ağımıza dahil olmak isteyen herkesi davet ediyoruz açılışımıza” diyor Deniz.

Kültürhane’nin kütüphanesinde Naomi Clein’in iklim değişikliğine dair kitabı, “This Changes Everything” de bulunuyor

Kültürhane için sırf kütüphane, etüd merkezi ve çay içip sohbet edebileceğiniz bir mekanın çok ötesinde bir kurguları olduğunu da ifade ediyor. “Söyleşiler, atölyeler, sinema gösterimleri olsun istiyoruz. Öğrencilerin şehrin tam merkezinde kendilerini akademik olarak güçlü bir mekanda hissedip burada çalışmalarını hayal ediyoruz. Yurtdışına gitmek durumunda kalan arkadaşlarımıza internet aracılığı ile buradan bağlanıp onların alanlarına dair atölyeler, dersler, paneller planlıyoruz. Bu dediğimde bizim şu an aklımıza gelenler. Ama zamanla, buraya gelen dostlarımızın önerileri ile şu an hiç aklımızda olmayan çok başka etkinliklere de ev sahipliği yapabilir elbette Kültürhane. Sana, daha yeni yaşadığım bir anekdotu da aktarayım. Üniversite’den ihraç edilen ve şu an Almanya’da bulunan benimle aynı fakülteden arkadaşım Yrd. Doç. Dr. Eylem Çamuroğlu‘na Kültürhane hayalimizi aktardığımda hemen orada bize benzer bir oluşum ile irtibata geçti. Ve şimdi oradaki arkadaşlar Kültürhane ile kardeş kurum olmak istediklerini iletmişler Eylem’e. Dayanışma ağımızın böyle böyle gelişip serpilmesini de istiyoruz.

Hopa’dan çay, Ovacık’tan nohut, Zapatista’dan kahve, Kazova’dan tişört

“Peki Kültürhane’ye gelen ne yiyip içecek? Çay, kahve var, onu gördüm, yemek de olacak mı peki?” diyorum. “Çay, kahve, içecekler olacak ama lokanta gibi düşünmemek lazım. Aperatifler de olacak elbette ama biz dayanışma ağlarının burada da bulunmasını arzu ediyoruz. Mesela Hopa’da kooperatifin ürettiği çay da burada olsun. Ovacık Belediyesi’nin halka açtığı tarım alanlarından çıkan nohut ve fasülye de Mersinliler ile buluşsun istiyoruz. Kazova emekçilerinin tekstil ürünlerine bile Kültürhane üzerinden ulaşılması mümkün olsun hayalimiz de var. Bununla da sınırlı kalmayacağız elbette. Mersin’de kendi evinde üretim yapan dostlarımız ve arkadaşlarımız için bir alternatif yaratmak da istiyoruz. Dediğim gibi dayanışma ağları üzerinden bir birliktelik kurmak istiyoruz. Kültürhane tüm bunlar için buluşma noktası olabilir diye düşünüyoruz. “Peki Kültürhane hangi saatler arasında açık olacak?” “Şu anki planımız sabah 10:00 akşam 22:00 ama süreç ile de netleşecek biraz o durum.

Devlet ve Rektörlük aslında bizim yolumuzu açtı

Deniz’e şu geçen son 1 yılda nasıl geçindiğini soruyorum. Kendi ifadesine göre Nisan 2016’da, üniversiteden ihraç edildiği günden bu yana neler yaptığını aktarmasını istiyorum. “İhraç edildiğim dönem benim de yurtdışına gitme fırsatım vardı ama ben bunu tercih etmedim, burada kalmak istedim.

Bu söz de Kültürhane’ye giden yolun mermerini döşeyenlere :)

Eğitim-Sen akademik ihraçlar başladığı andan itibaren ihraç edilen tüm akademisyenlere aylık olarak bir yardımda bulunuyor ve o halen sürüyor. İşte senin de bir dersine katıldığın Dayanışma Akademisi ile ilgilendim bu dönem içerisinde. Kültürhane ekibinin bir başka projesi olan ve Suriyeli mülteci çocuklara dönük çalışmalar yürüten Maya Derneği ile birlikte faaliyetler yürüttüm.

Kültürhane zeytin ağacı önünde poz vermeyi biz de ihmal etmedik

Onun dışında zaman zaman gelen çeviriler vardı, bunun gibi dönemsel bazlı gelir getirici işler oldu ama Kültürhane ile bambaşka bir fırsat çıktı karşıma. Aslında hem devlet hem de rektörlük bizi sivil bir ölüme ve çaresizliğe mahkum etmeyi amaçladı ama başaramadılar. Üniversite’de iken hep toplumla bir arada olmayı ve bunun yollarını bulmayı konuşurduk aramızda. Bu ihraçlar ve yaşadığımız süreç bambaşka imkanlar sundu bize. Bilimsel çalışmanın tek yapılacağı alan üniversiteler değil sonuçta. Akademik çalışmayı her yerde sürdürebilirsiniz. Biz de Kültürhane ile buna da bir alan açmayı hedefliyoruz.

Kültürhane’ye destek için Indiegogo Kampanyası

“Bir de destek kampanyası var internette devam eden. Onun hakkında da bilgi alabilir miyim senden?”

“Evet, bir kampanyamız başladı. Daha 1 hafta bile olmadan hayli de destek aldık.

Indiegogo üzerinden devam eden kampanyaya buradan destekte bulunabilirsiniz

Başlangıçta böyle bir niyetimiz yoktu aslında. Barış imzacısı akademisyenlerin iletişimi için kurulan bir mail grubu var. Ulaş, Kültürhane fikrini orada paylaştığında inanılmaz bir destek gördük. Herkes, “Çorbada bizim de tuzumuz bulunsun” dileğini iletti. Ama bu desteği bireysel olarak kabul etmemiz elbette mümkün olamazdı. Arkadaşlarımızın bu talebine yanıt vermek, Kültürhane’yi de hepimizin kılmak adına Ulaş tarafından başlatıldı senin bahsettiğin imza kampanyası ve hiç beklemediğimiz ve bizi çok sevindiren şekilde de devam ediyor.

Üniversite’den Kültürhane’ye nasıl gelinir?

“Peki Deniz, sana son sorum kardeşim. Diyelim ki ben Mersin Üniversitesi Çiftlikköy Kampüsü’nde okuyan bir öğrenciyim ve Kültürhane’ye gelmek istiyorum. Nasıl geleceğim? Burası ulaşım açısından da rahat erişilebilir bir yerde mi?” “Hemen tarif edeyim Alper. Mersin Yenişehir ilçesi Dikenliyol’dayız şu anda. Kültürhane’nin bulunduğu cadde 18. cadde olarak geçiyor. Üniversite içinden de geçen Pozcu minibüsleri ile kapımızın önüne kadar gelebilir öğrenci arkadaşlar. Ama ön camlarında mor plaka bulunan ve üzerinde “Çevreyolu” yazan minibüslere binmeleri gerekiyor. Bu detayı da aktarmam gerekiyor.”

Tam bana bu bilgiyi vermişken Kültürhane’yi de barındıran 18. Cadde üzerine Deniz’in bana tarif ettiği Mor Plakalı ve üzerinde “Çevreyolu” ibaresi bulunan Pozcu minibüsü yanaşıyor. İkimiz de bu tesadüfe gülümsüyoruz.

Kültürhane’den ayrılmadan önce Deniz’e, “Yeşil Gazete için ben genelde evden çalışıyordum ama artık iş yerim Kültürhane olacak gibi görünüyor kardeşim. Sonradan aman zaman olmasın” diyorum :)

Her zamanki gülümsemesi ile karşılıyor kinayeli itirafımı Deniz ve “Lafı mı olur Alperciim. Her zaman bekleriz. Burası senin de evin sayılır artık” şeklinde yanıtlıyor.

Kültürhane, Mersin Yenişehir Dikenliyol 18. Cadde’de

Hepinizi bekleriz!

#anavarrza

 

 

Alper Tolga Akkuş

‘Muzaffer İzgü doğdu, okudu, düşler kurdu, yazdı ve gitti’

Gülmece, genç/çocuk kitapları yazarı ve Öğretmen Muzaffer İzgü, karaciğer rahatsızlığı nedeniyle 84 yaşında hayatını kaybetti. Çoğu çocuklara yönelik, 154 kitabı bulunan İzgü, İzmir Katip Çelebi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne Ağustos 2016’da kaldırılmıştı. 3 çocuk babası Usta yazar, kanser olduğunu öğrendikten sonra evine dönmek istemiş ve tedaviyi kabul etmemişti. Muzaffer İzgü, daha önce verdiği bir röportajda, öldükten sonra kendisine dair “Muzaffer İzgü doğdu, okudu, düşler kurdu, yazdı ve gitti” denilmesini istemişti. İzgü’nün oğlu Ahmet Şahin İzgü ile gelini Muhterem İzgü büyük üzüntü yaşadıklarını belirtti.

Türk Edebiyatı’nın gülmecenin son üçlüsünü kaybettiğini söyleyen Ahmet Şahin İzgü, “Türk okurunun başı sağolsun. Sevgili babamızı kaybettik. Babamızı kaybetmemizle gülmecenin son üçlüsünü de kaybetmiş bulunuyoruz.  Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin ve Muzaffer İzgü. Cenazeyi Pazartesi öğlen Hocazade Camii’nde kaldırmayı düşünüyoruz. Babamız Doğançay Mezarlığı’nda eşi Gülümser İzgü’nün yanına defnedilecek” dedi. Ayrıca Muzaffer İzgü’nün yazar dostu Bekir Yurdakul da acılı aileyi yalnız bırakmadı. İzmir’deki evinde yaşamını yitiren Türk Edebiyatı’nın usta ismi Muzaffer İzgü, Pazartesi günü Hocazade Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından Doğançay Mezarlığı’nda, eşinin mezarının yanına defnedilecek.

Muzaffer İzgü (1933 Adana – 2017 İzmir)

29 Ekim 1933 günü Adana’da doğdu.Babası, Elazığ’ın Dişidi mahallesinden çalışmak üzere Adana’ya gelen ve Adana Kız Lisesi’nde hademelik yapan Şam doğumlu Ahmet İzgü, annesi Antakya’dan Adana’ya gelmiş olan Havva İzgü’dür. Yoksul bir çocukluk geçirdi. İzgü’nün ifadesine göre babası Adana’da ilk gecekonduyu yapan kişidir. Muzaffer İzgü; bulaşıkçılık, garsonluk, sinemalarda gazoz satıcılığı gibi işlerde çalışarak eğitimine devam etti. Üç yıllık İnönü İlkokulu’ndan sonra dördüncü sınıfı Gazipaşa İlkokulu’nda, bu okulun depremde zarar görmesi üzerine beşinci sınıfı İstiklal İlkokulu’nda okuyarak ilköğrenimini tamamladı. Öğrenimini Tepebağ Ortaokulu’nda sürdürdü. 3 yıllık ortaokulu bitirdikten sonra yatılı olarak Diyarbakır Öğretmenokulu’nda okudu. Bu okulda tanıştığı Günsel Hanım ile görev yerleri olan Silvan’da oğulları Bülent İzgü dünyaya geldi. Diyarbakır İlköğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra Silvan’da, Aydın’ın Akçakoca Köyü’nde, Cincin Köyü’nde, Aydın merkezindeki yetiştirme yurdunda, Güzelhisar İlkokulku’nda öğretmenlik yaptı.

Aydın’da görev yaparken ikiz kızları Nevin ve Sevin doğdu. 11 yıllık ilkokul öğretmenliğinin ardından ortaokul öğretmenliğine geçti, Aydın Gazipaşa Ortaokulu’nda Türkçe öğretmenliği yaptı ve 1978 yılında emekli olarak öğretmenliği bıraktı, İzmir’e yerleşti. İlk yazılarını 1959 yılında Aydın’da yayımlanan Hüraydın Gazetesi’nde yayımladı. Küçük öykü ve röportajlar derleyen İzgü, 1964 yılından itibaren yazarlığını Demokrat İzmir Gazetesi’nde sürdürdü. Bu gazetedeki köşesinde her hafta bir öykü yayımladığı gibi gülmece dergisi Akbaba’da da öykülerini yayımladı.  İstanbul’da çıkan Milliyet ve Akşam gazetelerinde röportajları yayınlandı. Zamanla, röportaj ve öykülerin yanı sıra tiyatro oyunu yazmaya yönelen İzgü, özel tiyatrolarda oynanan, radyolarda yayınlanan oyun ve skeçleriyle ün yaptı. Yazdığı ilk oyun, Nejat Uygur için yazdığı İnsaniyettin’dir. İlk kitabı Gecekondu, 1970 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayımlandı, bunu 1971 yılında İlyas Efendi, 1972 yılında Halo Dayı adlı kitabı izledi.  Attilâ İlhan ile tanıştıktan sonra kitaplarını Bilgi Yayınevi’nde yayımlayan İzgü’nün bu yayınevi tarafından basılan ilk kitabı Donumdaki Para (1977) idi. Bilgi Yayınevi, İzgü’nün 42 roman ve öykü kitabını, 73 çocuk kitabını yayımladı. Zıkkımın Kökü ile Ekmek Parası adlı eserlerinde kendi yaşam öyküsünü ortaya koydu.

Umutlu olmak – Hüseyin Çakır

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

“…Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum

Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz

De ki bütün işe yarayanlar

İşe yaramaz sanılanlardan çıkar…”

Aziz Nesin’in Şiirinden;

Ahmet Nesin’den alıntı

***

Umut yitirilmeye başladı mı karamsarlık, kötümserlik ve koşullara teslimiyet başlar, her şey karanlık yol olur. Sık ormanda kaybolmuş,  kendini yalnız ve kimsesizlik duygusunun girdabında boğulmaya bırakmış gibi çaresizlik içinde hisseder, hiç olan umutsuz bir boşluğa bakarsınız.

Böyle bir durumda önce hayaller yok olur. Hayal kurma yetileri körelir.

Kendini işe yaramaz, anlamsız olarak görmeye başlarsın.

Kendine yabancılaşma, pasif olma hali tam da budur.

Baktığını görmeme, gördüğü nü anlama ve anlamlandıramama hali.

Bir şey için adım atıldı mı aynı zaman da umut ve hayal kurma da başlar.

Ne demiş üstadın birisi: “İlk adımı attın mı yol yarılanmış demektir.”

Hayal kurmak ve hayallerinin peşinde koşmak da yola çıkmak ve yürümek gibi.

Hayal kurmak ve gelecek hikâyesi kurgulamak için önce umutlu olmak lazım.

Umutlu olma duygusu bireysel hayatımızda kendi kurgularımız, becerilerimiz, başarı ve başarısızlıklarımız ve fiili yaşantımızın toplamından ortaya çıkan bireysel bir hal ise de, sonuç olarak aile, sosyal çevre ve ülkenin içinde bulunduğu durum umutlu veya umutsuz olmamızı belirleyen faktörler.

Umutlu olmak: Aynı zamanda dayanışma içinde olma duygusunu içinde taşımak ve dışında da bunun olduğunu bilme hali. Bu hal bireysel,  ailevi, sosyal olabilir, olması güzeldir.

“Herkese kapımız açık”  kültürü ve söylemi açta açıkta kalanlar için söylenir; bu aynı zamanda umudunu yitirenler için umut kapısıdır.
MUTLU VE MUTSUZLAR

Uzunca bir zamandır Türkiye toplumunun yarısı ne kadar mutlu, umutlu ise öteki yarısı o kadar mutsuz ve umutsuz. Mutsuz ve umutsuzluk, yalnızlık hissiyle birlikte, dayanışma ruhunu da yok ediyor; en azından böyle olduğu düşünülüyor, yazılıyor, çiziliyor; araştırma şirketleri anket sonuçlarında dayanışma duygusu ve eyleminin çok gerilediğini söylüyordu.

Üstelik, küreselleşmenin bireyselleşmeyi bencilliğe dönüştürdüğü , teknolojinin insanları yalnızlaştırdığı, duyarsızlaştırdığı yorumları yapılıyordu. Kıyaslama teknoloji öncesi sosyal davranış ve pratiklerle karşılaştırılarak yapılıyor; genel olarak sol gelenekten gelenler kendi geçmiş pratikleri ve duygu-düşünce halleriyle bugünü kıyaslayınca  karşılarına kara bir tablo çıkıyor.

Bakış açısını değiştirmeden bakıldığında hakikaten tablo  kara olarak görülür.
Tam yeri geldi, “değişmeyen tek şey değişimdir”  zihniyetiyle bakıldığında, dünkü olup bitenler ve dünkü umut ve umutsuzluklar bugünden  farklı, farklı olguları görmek için de bakış açısının değişmesi gerekiyor.

Mikro değişimler zamanında yaşıyoruz, sol jargonla söylemek gerekirse, devrimler çağı değil evrimlerle ilerleme ve gelişme zamanındayız.

Umutlu olmak için bu mikro gelişmeleri izler ve  görürsek, mesela Gezi Direnişi şaşırtmaz veya Adalet Yürüyüşünün sempati toplamasını da CHP’nin tek başına bir başarısı değil, toplumun gelecek umudunun Adalet arayışı olarak dışa vurması olarak görürüz.

Umutsuzluk, dayanışma ruhunu yok edebileceği gibi güçlendirebilirde.

Nesin Vakfı’nın sosyal medya üstünden açtığı kampanya umutlu olmayı ve dayanışma ruhunun ölmediğini göstermesi açısından  öğretici  idi.

Bir imza atmak gibi değil, para vererek bir sosyal projeye destek olunması şunu gösterdi: Doğru olan bir projenin karşılığı her zaman oluyor. Bu mikro örnek, doğru okunursa, umutlu olmak ve başarmak için çok öğretici derslerle dolu.
Nesin Vakfı  Facebook sayfasından 12 Ağustos 2017’de  şu çağrıyı yaptı:

“…Nesin Vakfı’nın şu anki arazisi artık dar gelmeye başladı. Havuzu, spor alanı, marangozhanesi, seramik atölyesi, müştemilatları, meyve ağaçları ve tabii ki iki ana bina bayağı yer kaplıyor, artık 14 dönüme sığamaz olduk. Arazimizi yüzde 50’den fazla artırarak 22 dönüme çıkarmak istiyoruz.
Almayı planladığımız arazinin üstünde iki katlı ve toplam 200 m2’lik bir ev, ayrıca bir ahır ve bir müştemilat var. Yüz dolayında meyve ağacı da cabası. Fiyatı uygun: 2 milyon TL.
Ama para olmayınca fiyat istediği kadar uygun olsun… Bizde böyle bir para yok tabii. Böyle zor durumlarımızda sizlere başvuruyoruz, başka kime başvuracağız ki? 2000 kişiden 1000 liralık bağışla Vakfımızı genişletebiliriz, daha çok çocuk daha ferah bir alanda büyüyebilir.
Bağışçılarımızın adını mermer bir levhaya yazıp yeni arazimizin görünür bir yerine asacağız.”

Nesin Vakfı Facebook sayfasındaki bu çağrıyı 14 binin üstünde kişi tıklamış ve 8775 kişi paylaşmış.

Nesin Vakfı 12 gün sonra  ”Ve yan araziyi aldık! Alkışlar hepimize ve daha nice nice başarılara…” diye duyurdu. Bu duruyu ilk gün 5 bin kişi tıkladı.

Bu dayanışma duygusuyla ilgili, çok düşündürücü ve sevindirici bir olay Nesin Vakfınca paylaşıldı

“…Dün gece (saat, 20:15) bir bey geldi kapımıza. Sabahtan beri bankadan para yatırmaya çalışmış, önce numara yanlış demişler, yok öyle, yok böyle demişler ama bir türlü parayı yatıramamış. Sonunda yılmamış atlamış otobüse taa İstanbul’dan buraya Çatalca’ya kadar gelmiş. Ve elden bağışını yapıp çayımızı dahi içmeyip gerisin geri gitti. Adını da vermek istemedi. Bunları niye anlattım bu arazi bu özveriyle alındı bu tarihe böyle düşüle…”

Hepimiz  “enseyi karartmadan”  bu örnek üstünden  biraz düşünsek…

Hüseyin Çakır – artigercek.com

Hayvan hakları aktivistleri: Kahraman mı, terörist mi! – Yağmur Özgür Güven

İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti. Peki bu bedeli kim ödeyecek? [Hayvan Deneyleri] yazı dizisinde bu sorunun cevabını hep birlikte bulmaya çalışacağız

***

1970’lerden itibaren çevre ve hayvan hakları mücadelesi şekil değiştirmeye başladı ve artık pozitif mesajlar veren sloganlı yürüyüşler yerine daha “radikal” yöntemler deneniyordu. Bu yeni hareket, mevcut örgütlerin savunusunu yeterli bulmayan ve on yıllardır denenen yöntemlerden sonuç alınamadığı için daha farklı ve saldırgan yöntemlere ihtiyaç olduğunu düşünen aktivistlerin ayrılarak yeni örgütler kurmasıyla doğdu. Çevre ve hayvanları koruyan bu örgütlerin çoğunun bir ülkesi, merkezi, yetkilisi hatta iç hiyerarşisi dahi yoktu, haklarında bilinenler ise web sitelerinde ya da yolladıkları e-postalarda yazanlardan ibaretti. Amaç-kural ve yöntemlerini benimseyen herkes, hangi coğrafyada ya da hangi milletten olduğu fark etmeksizin, örgüt adına eylem yapabilirdi. Eskisine göre daha agresif olan bu yeni hareketle birlikte Kuzey Amerika ve Birleşik Krallık’ta bir takım isimler sıkça duyulmaya başlandı: Animal Liberation Front (ALF-Hayvan Özgürlüğü Cephesi), Earth Liberation Front (ELF-Yeryüzü Kurtuluş Cephesi), Urban Gorillas, Earth First!, EMETIC, Band of Mercy, Hunt Saboteurs, Forever Free, Operation Bite Back, SHAC bunlardan sadece birkaçıydı.   Çevre örgütleriyle hayvan hakları aktivistleri pek bir araya gelmedilerse de birkaç istisna yaşanmıştı, bunlardan biri: 2001 yılında ELF ve ALF, Huntingdon Life Sciences adlı deney şirketine maddi desteği nedeniyle Long Island’daki beş Bank of NY şubesine saldırarak tüm camları kırıp atm’leri parçaladılar ve şubelerin tüm duvarlarına yazılamalar yapıldı. Bu aktivistlerin “doğrudan eylem” (“direct action”) olarak adlandırdığı hareketin hükumetlerdeki karşılığı “eko-terörizm” idi.

Onların “ekotaj” (“ecotage”-ekoloji motiveli sabotaj) ya da hayvanları “özgürleştirme” (“liberate”) adını verdiği eylemlerin karşılığı ise; “sabotaj” ve “hırsızlık”. ABD tarihindeki en büyük “eko-terör” zararı, 2003 yılında ELF’nin San Diego’da inşaat halindeki toplu konut kompleksini tamamen yok ederek $50 milyon zarara yol açmasıydı. Kompleksin ayakta kalan duvarına üzerinde “Eğer inşa ederseniz, biz yakacağız.” yazan bir pankart asılmıştı.

ELF İngiltere’de 1992-ABD’de 1996, ALF ise İngiltere’de 1976-ABD’de 1979’da ilk eylemleriyle ortaya çıktı. ELF ve ALF eylemlerinde hedef insan değil, mülktü. Baskın yapılan laboratuvarlardaki hayvanlar alınıp deney ekipmanları kullanılamaz hale getiriliyor ya da avcıların kulübeleri yıkılıyor, tuzaklar bulunup yok ediliyor, kürk çiftliklerine baskınlarla kürkü için yetiştirilmiş hayvanlar doğaya salınıyor veya kaçırılıyor, çevre katliamına yol açan inşaatlara zarar veriliyor, petrol şirketlerine ait gemiler engellenmeye çalışılıyor, bazı yapım aşamasındaki laboratuvar binaları ateşe veriliyordu. Çalınan hayvanlar “özgürleştirilmiş” oluyorlardı ve kar maskesi giymiş hayvan hakları aktivistleri, kompleksin bir yerine muhakkak sprey boya ile hayvanların özgürleştirilmelerine dair slogan ya da logo ile imzalarını bırakıyorlardı.

Hayvan özgürlüğü hareketinde bu logo çoğunlukla ALF idi. ALF, Britanya’da 10 yıl içinde 1500 aktivistiyle her yıl araştırma laboratuvarlarına milyonlarca pound maddi zarar veren bir örgüte dönüşmüştü. 1980’lerin ortalarında, kendi içinde kopmalarla ARM (Animal Rights Militia) gibi yeni gruplar ortaya çıkmaya başladı ve bu, sanılanın aksine hareketin daha da yayılmasına sebep oldu. Eylemler artık mülke zarar ve yazılamalarla sınırlı değildi; tehdit, bombalamalar ve saldırılar başlamıştı. Scotland Yard’a göre ALF, artık IRA ile aynı kategorideydi: terörist. ABD’de de özgürleştirme ve doğrudan eylemler olağanca hızıyla devam ederken, aynı Britanya’daki gibi, yöntemlerin insana fiziksel ve psikolojik şiddete doğru kaymasıyla anlaşmazlıklar yaşandı. Kimileri en önemli ilkeleri olan “insana değil mülke zarar”dan sapıldığını ve karşı taraftan bir farkları kalmayacağını iddia ederken, kimileriyse daha ılımlı yöntemlerle bu savaşın kazanılamayacağını savunuyordu. 1980’de Ringling Bros. Sirki karavanı üzerine sprey boya ile yazılamalar yapılmasını takiben, 1982 yılında; Maryland Üniversitesi’nden 42 tavşan, Howard Üniversitesi’nden $3000 değerinde kedi, Florida Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 2 sıçan, Maryland’deki Deniz Kuvvetleri Araştırma Laboratuvarı’ndan 1 köpek, 1983 yılında; aynı laboratuvardan 3 köpek, Toronto’daki Western Hospital’dan 5 kedi, Maryland Üniversitesi’nden çok sayıda tavşan, UCLA Tıp Merkezi’nden 12 köpek ve 6 sıçan, Johns Hopkins Üniversitesi’nden 6 sıçan, 1984 yılında ise; California Eyalet Üniversitesi Psikoloji Departmanı’ndan $1900 değerinde 23 sıçan, Pennsylvania Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nden köpek, kedi ve güvercinler, California City of Hope Research’den $500,000 değerinde 36 köpek, 11 kedi, 12 tavşan, 28 fare, 13 sıçan çalınmıştı. Bu ve benzeri eylemlerin hepsini ALF üstlendi. Sonraki yıllarda laboratuvarlara yapılan doğrudan eylemler, sayıca azalsa da devam etti. Azalmanın sebebi, mücadeleye ilginin bitmesi, geleceğe dair kişisel kaygı ve korkular ya da bu yöntemlerin artık kabul görmemesi değil, araştırma laboratuvarları ve üniversitelerin aldığı yüksek güvenlik önlemleriydi. Eylemlerin yönü, laboratuvarlardan kürk çiftliklerine çevrildi. Cezaevlerinde bulunan güvenlik sistemleriyle donatılan bu binalara girmek artık imkansızdı. Eskiden mülakatlarda sadece iş deneyimi ve eğitime bakılırken, artık üye olunan gruplardan forumlarda yapılan yorumlara kadar işe alınacak kişilerin her türlü incelemeden geçtiği bu yeni sistemde, işe başlayarak içeri sızabilmek de artık eskisi kadar kolay değildi. Fakat eski çalışanların işten ayrılma sonrası itirafları, haksızca işten atılma sonrası intikam amaçlı ifşa ya da halen çalışıyorken yanlış tarafta olduğunu fark ederek saf değiştiren çalışanların örgütlere katılmasıyla kapalı kapılar ardında neler olduğu az da olsa halen bilinebiliyordu. 1990’lara gelindiğinde, doğrudan eylemleri insanlara şiddet içeren ALF artık FBI’ın araştırma konusu olmuştu. 2000’lere gelindiğinde; örgüte mensup kişiler, bağlantıları, eylemleri finanse eden kişi ve resmi olarak kayıtlı ve yasalar çerçevesinde çalışan örgütler, herkes mercek altındaydı. Binlerce kişi tutuklandı, yargılandı ve mahkûm oldu.

Bu incelemelerin odağındaki PeTA, 1997 ve 1998’de ALF ile bağlantılı olduğu bilinen kişilere yaptığı maddi bağışların amacını yetkililere açıklayamıyor ancak doğrudan eylemlerde yakalanarak yargılanan aktivistlerin savunma masraflarını üstlenme veya kefaletlerini ödeme konusunda da korkusuz davrandığı için hakkındaki şüphe ve suçlamalar da artıyordu.  PeTA kurucularından hayvan hakları aktivisti Alex PachechoKundakçılık, mülke zarar, hırsızlık, hayvanlar için yapıldığında kabul edilebilir suçlardır” derken, Earth First!’ün kurucularından çevreci aktivist Dave Foreman ise; “Eve geldiğinizde birilerinin 11 yaşındaki kızınız, karınız ve yaşlı annenize tecavüz ettiğini gördüğünüzde, koltuğa oturup onlarla sakince konuşmazsınız. Silahınızı alır ve onları cehenneme yollarsınız… bu insanlar, annelerini (‘tabiat ana’) tecavüzden kurtarmaya çalışıyor” açıklamasıyla çevre ve hayvan hakları hareketinin şiddet ile radikalleşmesinin sebebini karşı taraftan yöneltilen şiddete bağlayarak açıklıyordu. Londra’da bir kahve dükkanında hayvanları korumak için on kişiyle kurulan mütevazı örgüt 150 yıl sonra mensupları onlarca suçtan yargılanan terörist gruba, ağaç ve nadir bitkileri, koruma alanlarını ve çevreyi korumak için kurulan çevreci grup ise radikal çevreci örgüte evrilmişti. Organizasyonların radikalleşmesiyle birlikte, hükumetler de bu suçlarla ilgili bir takım yasalar yapma gereği duydu. Ağustos 1992’de ABD Animal Enterprise Protection Act’i (AEPA) yürürlüğe koydu, 1988-92 arasında 32 eyalet ise çoktan hayvan teşebbüslü eylemlerle ilgili düzenlemeler yapmıştı.   AEPA’ya göre, hayvanlarla ilgili eylemlerde $10,000 ve üzeri zarara sebep olan kişiler 1 yıldan başlayan hapis cezasıyla cezalandırılır, fiziksel saldırı da eklenirse bu süre 10 yıldır. Sonraki haftalarda ayrıntılı olarak yazacağım, hem ABD hem de İngiltere’de yıllarca devam eden kıtalararası deney karşıtı mücadele “HLS ve SHAC” olayında tutuklanan 7 deney karşıtı aktivist, 2004 yılında bu yasaya göre yargılanarak 1-7 yıl arası cezalarla mahkûm edildiler. 2006 sonbaharında da Animal Enterprise Terrorism Act (AETA) sadece bir kongre üyesinin itirazı sonucu (Dennis Kuccinich) oy çokluğuyla ve başkan George Bush’un onayı ile yürürlüğe girdi.

 

Yağmur Özgür Güven

Harvey kasırgası şiddetini artırarak Teksas’ı vurdu: Kategori 4!

Meksika körfezinde oluşan Harvey kasırgası, gece saatlerinde Corpus Cristi kasabası üzerinden Teksas kıyılarına vurdu. Daha önce Kategori 3 şiddetine ulaşması beklenen Harvey kasırgası, karaya vurduğu anda hızını beklenmedik şekilde artırarak saatte 210 kilometre hıza çıktı ve Kategori 4 oldu.

Harvey kasırgası’nın gözü tam kıyıya vurduğu sırada uydu görüntüsü

Şiddetli yağmur ve sert rüzgârın Teksas’ın güney kıyılarını etkisi altına almasıyla bölgede elektrikler tamamen kesildi, şebeke sularının kaynatılmadan kullanılmaması istendi. Corpus Christi’de yaşayanların büyük bölümünün dün kuzeye doğru giderek kenti boşalttıkları söylenirken, kentte kaç bin kişinin kaldığı bilinmiyor. Kasırga’dan Houston, San Antonio ve Austin kentleriyle Loussiana eyaletinin batısı da etkileniyor.

Harvey kasırgası dün gece 11:00 sularında (TR saatiyle bu sabah 7:00) merkezi Teksas’ın güney kıyısındaki Port O’Connor ve Port Aransas arasında olacak şekilde karaya ulaştığında şiddeti saatte 210 kilometreye (Kategori 4) ulaşmıştı. Gece 2:00 sularında hızı saatte 200 kilometreye inerek Kategori 3’e gerilese de hâlâ çok şiddetli bir kasırga olmayı sürdüren Harvey, 2005’ten bu yana ABD’de görülen ilk Kategori 4 kasırga.

Harvey kasırgası dün Meksika körfezi üzerindeyken

Kasırgayla birlikte elektrik hatlarının koptuğu, ağaçların kökünden söküldüğü ve su baskınlarının yaşandığı bildirilirken, bölgenin haftalarca yaşanmaz halde kalacağı tahmini yapılıyor.

Dün gece Corpus Christi yakınları

Kasırga henüz karaya vurmadan önce yapılan tahminlere göre Harvey kasırgası sadece Corpus Christi’ye 90 cm. yağış bırakacak ve 20-30 cm. yükskliğindeki fırtına dalgalarına neden olacak. Corpus Christi’nin yılda aldığı ortalama toplam yağış 80 cm. civarında.

Okyanus yüzeyindeki yüksek sıcaklık nedeniyle oluşan kasırgaların sıklığının ve şiddetinin iklim değişikliği nedeniyle okyanus sıcaklıklarının yükselmesin e bağlı olarak arttığı biliniyor. Ayrıca iklim değişikliğiyle yükselen deniz seviyeleri kasırganın deniz üzerinde oluşturduğu karaya vuran fırtına dalgalarının (storm surge) büyüklüğünü de artırıyor.

2005’de New Orleans’ı vuran ve saatteki hızı 280 kilometreye ulaşan Kateori 5 şiddetindeki Katrina kasırgasında en az 1245 kişi hayatını kaybetmişti.

(Yeşil Gazete)

[Kedi-Siz] Serdar Önal: Bana göre çirkin kedi yok

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor. [Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Nasıl bir giriş ile başlasam, neler yazsam diye düşünürken anladım ki işim zor. Nereden başlamalı… Bir dönemin en yakışıklı mankeni, fazla karizma… İnsan ister istemez kıskanıyor Sonra harika bir moda – reklam fotoğrafçısı, modelliği bırakıp moda dünyasını bırakamadı. Radyocu, bildiğimiz kedici… Devam etmeyeceğim yoruldum Aklım pek almıyor bunca güzel şeyi nasıl yapıyor.Şimdi üzerine bir de “BABA” sıfatı ekleniyor… Eminim onun da altından güzel kalkacak… Çünkü o Serdar Önal

18 – Serdar Önal: Bana göre çirkin kedi yok

Tolga Öztorun: Aslında siyah kedileri kimse pek istemez, aksine sizin evde fazlaca siyah kedi var. (Onları bize sevgili eşin, tatlı arkadaşım Beste Bereket anlattı ) Nedir bu istenmeyene karşı sempati?

Serdar Önal: Aslında ben gri kedileri daha cok seviyorum fakat ırkçı değilim elbette. Neredeyse her renk ve görece güzellikte kedim olmuştur. Görece diyorum çünkü bana göre çirkin kedi yok. Ortaçağda siyah kediler maalesef cadı kabul edilen kişilerle beraber, uğursuz sayıldıkları için yakıldı. Belki de siyah kedilerin istenmemesi buradan günümüze gelmiş olabilir. Sırf bu saçmalık sebebiyle bile pozitif ayrımcılık yapabiliriz.

Tolga Öztorun: Dönem dönem bazı kedi ırkları moda oluyor. Bizim canım sokak kedileri tu-kaka oluyor. Hem bir baba olarak, hem bir tıp insanı olarak bu ırk sevdasını bize yorumlar mısın?

Serdar Önal: Bence köpekler, insanlar, saçlar, pantalonlar, telefonlar vs konusunda da estetik kaygı ile, popüler kültürden etkilenip seçimler o doğrultuda yapılıyor olabilir. Bir zamanlar moda ve reklam fotografçılığı yaparken ben de kişileri etkileyip belli bir ürüne yönlendirmek icin çalışan, bir çeşit kiralık silahşördüm. Biz insanlar belli yöntemlerle manipüle edilebiliyoruz. O yüzden bazen seçimlerimiz ve beğenilerimizi bize ait zannetsek de etki altında karar vermiş ve sadece kalabalığa uymuş oluyoruz. Ben en azından hayvanlarla ilişkilerimde de ve yaptığım seçimlerimde her zaman o an ihtiyacı olan veya bir şekilde bağ kurduğum kedileri sahiplenmişimdir. Bir süre önce, çalıştıgım şirketin otoparkında yaşamaya çalışan ve sürekli ezilme tehlikesi olan kedileri bir anlık kararla alıp eve getirdim, onlara korunaklı yuva yaptık eşimle, bakımlarını üstlendik. Bu durum İstanbul’daki sel felaketinden bir gün önce oldu ve o an onları alma kararıyla hayatta kalmalarını sağlamış oldum. Herkes elinin uzanabildiği canlılara imkanı elverdiğince bunu yapabilse sokak hayvanları sorununun kalmayacağını düşünüyorum. Şirketimiz bünyesinde gönüllülerin oluşturduğu bir grup düzenli olarak haftada iki kez, yaklaşık 100 km’lik bir parkur içinde sokak köpeklerini besliyoruz. Gaziantep’te olan canlar için derneğine (Cander) kimi zaman çeşitli yardımlarda da bulunmaya çalışıyorum.Evde 3, bahçede de heralde 8-10 civarında kediye bakıyoruz. Mümkün olduğunca eşimle birlikte kedi ve köpek sahiplendirmeye calısıyoruz.

Elbette bunların normalde sistematik bir şekilde yapılması verimli olacaktır. Örnek olarak daha büyük çözümler için geniş alanlar satın alınıp yada kiralanıp veteriner ve barınma hizmetlerinin hayvan haklarına uygun şekilde düzenlenebilmesi dileğindeyim.

Tolga Öztorun: Moda ve reklam çekimlerinde kedilerin kullanılmasını nasıl buluyorsun? Kediyi köpekten farklı kılan, sadece sahibi istiyor diye bir davranışı asla göstermez. Yani bir kedinin fotoğrafını sadece o isterse çekebilirsiniz. İşin uzmanı olarak bu çekim işlerine parmak basalım istiyorum.

Serdar Önal: Yıllar önce bir arkadaşımın reklam filmi setine uğradım.Orada yapılan kurguda, iki esnaf vardı; biri reklam ürününü satan, diğeri de sıradan bir ürün satan. Başroldeki kedi filmin sonunda tercihini reklam ürününü satan esnaf yönünde kullanıyordu. Bu eylemi yapabilmesi icin ABD’den yüksek ücretlere kediler ve eğitimcisi getirtilmişti. Kediler diyorum çünkü birbirine tıpatıp benzeyen iki kedi vardı.

Eğitmeni komutlarla kediye yönetmenin istediği herşeyi yaptırdı. Yapmama ihtimali ya da yorulma ihtimaline karşı dublör kedi hazır bekliyordu. Hayvanların doğası gereği yapmadıkları şeyler için ağır egitim, zorlama gibi durumlara elbette karşıyım. Tıpkı sirkler, yunus havuzları gibi. Maalesef çocuk ve ergen iken, sirk ve yunus parkına gitmiştim. Artık hayvanların kullanıldığı/sömürüldüğü yerlere gitmiyorum, fikren sadece vejeteryan beslenmeyi yakın olmama rağmen sağlık koşullarım buna izin vermiyor.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

[Oğuz Gidiyor] Yol arkadaşım bisiklet 200 yaşında 4 – Oğuz Tan

Yazı dizisinin ilk 3 bölümünde yol arkadaşım bisikletin icadından ve 19. yüzyıldaki tarihinden bahsetmiştim. Bu yazıda bisikletin 20. yüzyıldaki tarihini anlatmaya çalışacağım. Bisiklet 20.yüz yıla oldukça önemli bir ulaşım aracı olarak girdi. Yüzyılın ilk yarısında yol bisikleti (roadster), yatay bisiklet ve tandem (çoklu bisiklet) bisikletleri tasarlandı. Yol bisikletinde yapılan bazı değişikliklerle yarış ve gezi bisikletleri üretildi. 19.yüzyılda bazı tasarımlar yapılmış olsa da, yeni katlanır bisikletler geliştirildi ve yüksek hacimde üretilerek askeri amaçlarla kullanıldı. Katlanır bisiklet, birinci ve ikinci dünya savaşlarında da kullanıldı. Uzakdoğu’da ise, Mao Zedung liderliğindeki devrimle kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nde bisiklet ulusal ulaşım aracı ilan edildi. Çin’de bisiklet patlaması yaşandı. Savaşların ve siyasi yapılanmaların dışında, 20. yüzyılın başında Uluslararası Bisiklet Birliği (UCI, Union Cycliste Internationale) kuruldu. Dünya şampiyonaları düzenlendi. Büyük ilgi gören Fransa, İtalya ve İspanya bisiklet turları geleneğe dönüştü. Vites aktarıcısının icat edilmesiyle bisiklet tarihinde yeni bir çığır açıldı.  Bu yüzyılda bisiklet turizmi de gelişti, dünya turu yapanlar çoğaldı. Yüzyılın ikinci yarısında BMX ve dağ bisikletleri geliştirildi. Avrupa’da bisiklete verilen önem, 20.yyılın ilk yarısı boyunca durmaksızın arttı. ABD’de ise 1900-1910 yılları arasında bisiklet dramatik biçimde gözden düştü. Ulaşım aracı olarak bisikletin yerine otomobil geçmişti. 1920’lere gelindiğinde ABD’de bisiklet çocuk oyuncağı olarak görülüyordu. 1940’larda ABD’de üretilen bisikletlerin çoğu çocuk modeliydi. Bisiklete binmek, bu sırada Avrupa’da yetişkin aktivitesi olarak devam etti. Avrupa’da bisiklet yarışları, şehir içi kullanım ve uzun turlar oldukça popüler aktivitelerdi. 1916’da Avrupa’da da çocuk bisikletleri üretiliyordu. 20.Yüzyıl başlarından 2.dünya savaşına kadar, İngiltere’de ve Britanya İmparatorluğu’nun pek çok bölümünde satılan bisikletlerin çoğunluğu roadster bisikletti. Motosiklet ve otomobil endüstrilerindeki ilerlemelere rağmen, İngiltere’de yetişkinlerin kullandığı başlıca taşıt bisikletti. Diğerleriyle birlikte İngiltere’nin önde gelen bisiklet üreticileri Raleigh ve BSA’ydı.

Yol bisikleti (Roadster)

Roadster bisiklet, gündelik işler ve ulaşım amacıyla bir zamanlar dünya çapında kullanılan en yaygın bisiklet türüydü. Günümüzde de Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde kullanılmaktadır. 20. yüzyılın sonlarında batılı ülkelerin kentlerinde geleneksel roadster bisikletler farklı bir tarz ve moda oldu. Geleneksel roadsterler ile günümüz Almanya, Danimarka ve özellikle de Hollanda’sında kullanılan şehir bisikletleri arasında hem tasarım hem de kullanım amacı bakımından büyük benzerlikler var. İlk yıllarında roadster bisikletlerdeki kaşık fren, genellikle sadece ön tarafta bulunuyordu. Kaşık fren mekanizmasında; deri, kauçuk veya metal bir plaka frenleme yapıldığında tekerleğin üstüne baskı uyguluyordu. Yetişkin bisikletlerinde 1930’lara kadar kullanılan kaşık fren, gelişmekte olan ülkelerde uzun yıllar kullanılmaya devam etti. Hatta bu bisikletlerin çoğunda, baskı fren koluyla değil doğrudan ayakla uygulanıyordu. Kaşık frenden sonra çok daha gelişmiş frenler kullanıldı. Bunlar; göbekten kontra fren, gücü çubuklarla ileten ve fren balatalarını jantın iç yüzüne baskılayan fren ve gücü telle iletip göbeğin içindeki balataları karşıt yönlerde baskılayan kampanalı fren modelleriydi. 20.Yüzyıl başladığında en güçlü ve en gelişmiş bisiklet pazarı İngiltere’deydi. Hollanda bisiklet endüstrisi de hızla büyümekteydi. Bu yıllarda Hollanda’lı üreticiler kadro tasarımlarını kopyalıyor veya İngiltere’den kadro ithal ediyorlardı. 1895’te, Hollanda’da satılan bisikletlerin % 85’inde İngiliz gövdeleri kullanılmıştı. Hollandalıların günümüzde de üretimini sürdürdükleri, kadrosunun sağlamlığıyla bilinen geleneksel Hollanda bisikletlerinin tarihi böyle başlamış.

Roadster – Erkek modeli bisikletler

Klasik erkek modelinde, bir başka ismiyle İngiliz Roadsteri’nde, çelik profil boruların lag (İngilizce ‘lug’) adı verilen yuvalar içinde birbirlerine lehimlenmesiyle üretilen elmas biçimli kadro kullanılıyordu. Frenler çubuk tahrikliydi. Daha sonraki modellerde kabloyla yönetilen göbek içi kampanalı frenler, dik sürüş pozisyonu sağlayan North Road gidon, 1, 3 veya 5 vitesli göbek, zincir kapağı, çamurluklar, çelik aynakol, 28” tekerlekler, Westwood jant çemberi ve sıklıkla Sturmey-Archer göbek dinamosu kullanıldı. Roadster uzun süre kullanılmak üzere üretilen dayanıklı bir bisiklet olduğundan, ağırlığı düşük tutmak için özel bir çaba gösterilmedi. Bir roadsterin ağırlığı ortalama 20 kg’dı. Polis memurları ve postacılar roadster bisiklet kullanıyorlardı. Kadrosundaki değişiklikle kadınlara özel üretilen model için genellikle ‘roadster’ kelimesi kullanılmıyordu. Oysa bu bisiklet roadsterin farklı bir modeliydi.

Spor Roadster bisikletler

Spor roadsterin kadrosu daha hafif, sele borusu daha dikti. Alın borusundaki açı 70-72 dereceydi.Kablolu frenler, konforlu ‘düz’ North Road gidon, çamurluklar ve bazen 3, 4 veya 5 vitesli göbek oluyordu. Spor roadsterin kadrosu daha hafif, sele borusu daha dikti. Alın borusundaki açı 70-72 dereceydi. Kablolu frenler, konforlu ‘düz’ North Road gidon, çamurluklar ve bazen 3, 4 veya 5 vitesli göbek oluyordu. Geleneksel İngiliz ölçülerinde 26 inçlik, Endrick jant çemberli tekerlekler kullanılıyordu. Orta göbeğin daha aşağıda olması sayesinde sürücünün yerden yüksekliği daha azdı. Spor roadster 16-18 kg geliyordu. Kulüp spor Roadster bisikletleri Kulüp spor veya yarı-yarış roadsterleri, zamanın en üst performansa sahip bisikletleriydi. Aktif olan pek çok bisiklet kulübünün üyeleri bu roadstere bindiği için bu isim verilmişti. Tipik bir kulüp spor roadsterinde Reynolds 531 kadro boruları, dar ve yaysız kösele sele, ters çevrilmiş North Road gidon, kalpiyeli çelik pedallar, alaşım jant çemberleri ve 26 inç yüksek basınçlı lastikler vardı. Genellikle tek vitesli olan kulüp spor roadsterin tekerlek göbeğinin bir tarafı tek vitesli freewheel, diğer tarafı fixed-gear(dişliyle bütünleşik biçimde birlikte dönen tekerlek göbeği) oluyordu. 5-15 arası vitesi olan aktarıcılı sistemlerse 1940’ta kullanıma geçti. Kulüp spor roadster grup halinde hızlı gitmek için üretilmiş olsa da tur ve time-trial (zamana karşı) için de yaygın olarak kullanıldı.

Roadster – Kadın modeli bisikletler

Kadınların bisiklete daha kolay binip inebilmeleri, etek ve elbiseleriyle kullanabilmeleri için bu modelde kadro üst borusunun pozisyonu değiştirildi. Bu tasarım günümüz bisikletlerinde de kullanılıyor. Bir de, arka tekerleğin üst bölümünde, çamurluktan farklı bir koruma vardı – eteklik. Eteklik sayesinde kadınların kıyafetleri tekerleğe veya jant tellerine takılmıyordu. Gövde ve gidon açıları nedeniyle sürüş pozisyonu erkek modelindeki kadar dik değildi. 20. Yüzyılın ilerleyen bölümlerinde İngiltere ve pek çok diğer ülkede kadın modeli roadsterlerin modası geçse de, bu bisikletlere olan ilgi Hollanda’da hiçbir zaman azalmadı. Hollanda bisikleti olarak tanınan kadın roadsterinin ülke dilindeki ismi ‘omafiets’ yani ‘büyükanne bisikleti’.

Aktarıcıların gelişimi

Bisikletler, sürücülerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere evrim geçirmeye devam ediyordu. 1900-1910 yılları arasında Fransız bisiklet turcuları tarafından bulunan aktarıcı üzerinde sürekli geliştirme çalışmaları yapıldı. Bisikletler, sürücülerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere evrim geçirmeye devam ediyordu. 1900-1910 yılları arasında Fransız bisiklet turcuları tarafından bulunan aktarıcı üzerinde sürekli geliştirme çalışmaları yapıldı. Avrupa’daki yarış organizasyonlarında aktarıcılı vites kullanılmasına 1930’a kadar izin verilmemişti. O zamana kadar, yarış bisikletlerinde arka tekerlek göbeğinin iki yanında yer alan, farklı diş sayılarındaki birer dişliyle 2 vitese sahip olmak mümkündü. Vites değiştirmek için ise yarışcının durması, tekerleği sökmesi ve çevirip tekrar takması gerekiyordu. Aktarıcının kullanılmasıyla hem durma zorunluluğu ortadan kalktı hem de vites sayısı ve performans arttı. Böylece yarış süreleri de belirgin biçimde kısaldı. Tasarımcılar yeni mekanik teknolojiler üzerinde çalışacak, daha hızlı, dayanıklı, küçük ve hafif aktarıcılar geliştirme gayreti içinde olacaktı. İlerleyen yıllarda farklı markalar tarafından değişik aktarıcı modelleri geliştirildi.

Le Cyclo aktarıcılar

Albert Raimond’un kurduğu Cylo isimli Fransız şirket, vites aktarıcıları tarihindeki dev isimlerden birisi olacaktı. Raimond ‘Le Cyclo’ aktarıcısını 1923’te geliştirdi. İngiltere’de bu tasarımın ismi Cyclo Standart olacaktı. Bu aktarıcılar 1926’da İngiltere’de ithal edilmeye başlandı. 1932’deki Büyük Buhran ekonomik krizi sonrasında, yerli ekonomiyi korumak adına İngiltere’de Fransa’dan ithal edilen aktarıcılara çok yüksek vergiler uygulanmaya başlandı. Bu duruma karşılık, Raimond ve İngiltere’deki temsilcisi Louis Camillis, Birmingham’da Cyclo Gear Company’yi kurup vites aktarıcısı ve free-wheel göbek(tekerleğin zincirden bağımsız serbest dönmesini sağlayan göbek mekanizması) üretmeye başladılar. 1930’ların sonunda Cyclo Gear Company, İngiliz aktarıcı pazarının açık biçimde lideriydi. Fransa’daki şirket ise pazardaki gücünü kaybediyor, yerini Simplex’e bırakıyordu. Başlangıçta sadece Fransız tasarımları üreten Cyclo Gear Company, zamanla kendi ürün çeşitlerini oluşturdu. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra bisiklet pazarı yükselişe geçtiğinde, Fransız Cyclo şirketinin pazarda gücü yoktu ve odağını aktarıcılardan freewheel göbeklere kaydırdı. İngiliz şirket ise gücüne güç katmış, çekme zincirli ‘Benelux’ aktarıcı grubunu üretiyordu. İki şirketten hiç biri, Campagnolo Gran Sport ve paralelogram tasarımlarının önemini fark etmedi. Cyclo Gear Company’nin 1960 başlarında ürettiği paralelogram vites aktarıcısının tepki hızı zayıftı. İngiltere’de aktarıcı üretimi 1970’de son buldu. Cyclo, Birminghan’da bisiklet aletleri üretmeye devam etti ve bilinen bir marka olarak hala üretime devam ediyor. Cyclo Gear Company’nin Fransız ve İtalyan markalara kıyasla iki önemli dezavantajı vardı. İlki; İngiltere’de geleneksel olarak Tour de France veya Giro d’Italia gibi destansı bisiklet yol yarışları düzenlenmiyordu. İngiltere’de bisiklet sporu garipsenen ve gizli yapılan bir aktiviteydi. Genellikle sabahın erken saatlerinde ‘zamana karşı’(time trial) disiplininde yapılıyordu. Bu nedenle İngiltere’de vites aktarıcıları için geniş bir pazar yoktu. İkinci dezavantaj ise İngiliz pazarındaki en baskın üreticinin Raleigh olmasıydı. Raleigh vites aktarıcılarına düşkün değildi. Ana neden Raleig’in Sturmey-Archer göbekten vites sisteminin marka sahibi olmasıydı. Fakat Raleigh aktarıcılı sistemin mühendisliğini de beğenmiyordu. Güvenilir bir marka olarak itibar kazanan Raleigh, 1950’lerin çekiş zincirli vites aktarıcısını yeterince güvenilir bulmuyordu. İngiltere’de bisiklet sporunun konumu, Cyclo’nun önde gelen bir marka olmasına izin vermedi. Raleigh de kitle-Pazar ürünü olmasını engelleyince, marka aktarıcı üretmeye devam edemedi.

Tandem bisikletler

Tandem veya ikiz, birden fazla kişi tarafından sürülmek üzere tasarlanmış bir bisiklettir. Az da olsa 3 tekerlekli trisiklet tandemler de üretildi. Tandem terimi, aslında kişi sayısını değil, oturma düzenini refere eder. Oturma düzeni yan yana değil, baştan kıça doğrudur. İki sürücünün yan yana oturduğu bisikletler de var ve bunlara ‘sosyal bisiklet’ deniyor. Tandemlerle ilişkili patentler 1890 sonlarında başlamış. Danimarkalı Mikael Pedersen, kendi icadı olan ve İngiltere’de üretilen Pederson bisikletinin 1898’de 2 kişilik ve 4 kişilik birer tandemlerini geliştirdi. 2 kişilik tandem 11 kilogram, 4 kişiliği ise 29 kilogramdı. Bu tandemler 2.Boer Savaşı’nda da kullanıldı. Güney Afrika’ya yerleşen bazı Hollandalılar, kıtayı ana vatanları olarak kabul etmişlerdi. Çiftçi anlamına gelen ‘boer (okunuşu: buğr)’ kelimesi, bu etnik grubun başlıca iktisadi faaliyetini refere eder. Güney Afrika’daki Hollanda yerleşimi aynı zamanda Endonezya’daki sömürgeye giden bir ikmâl üssüydü. Resmen bir devlet kurulmasa da, fiilen Hollanda’dan bağımsız bir idareye kavuşan Güney Afrika, siyah halkı köle olarak kullanan zengin muhafazakâr protestan beyaz çiftçilerin güç sahibi olduğu bir ülke olmuştu. 19. yüzyıl boyunca aralarında geçen bir dizi savaş sonucunda, Britanya Krallığı Boer’leri Güney Afrika’nın iç kısımlarına ittiler. Tandemin 2.Dünya Savaşı’ndan sonra azalan popülaritesi, 1960’larda tekrar arttı. 1971’de İngiltere’de Tandem Kulübü kuruldu. Lejeune ve Gitane isimli Fransız şirketleri tandem üretmeye başladı. ABD’de ise 1976’da Bill McCready, Santana Cycles’ı kurdu ve tandem üretmeye başladı. Modern teknolojinin gelişmesiyle bisiklet parçaları ve kadrolar sağlamlaştı. Günümüzde üretilen tandemler, geleneksel bisikletler kadar sağlam ve dayanıklı. İki kişilik bir tandemdeki pedal gücü, tek kişilik geleneksel bisiklettekinin iki katıdır. Güçle birlikte hız da iki katına çıkmak zorunda değil. Tandemin çekiş sisteminde daha fazla dişli ve zincir kullanılmasına rağmen, sürtünmeye bağlı kayda değer bir kuvvet kaybı olmaz. Geleneksel bisikletle aynı hava direncine sahiptir. Yüksek performans için üretilen bir tandemin ağırlığı iki tane bisikletin toplam ağırlığından daha az olabiliyor. Bu durumda kuvvet-ağırlık oranı tek bir bisiklete ve sürücüsüne kıyasla tandemde daha verimlidir. Düz yolda ve yokuş aşağı giderken, sürücü tarafından üretilen gücün büyük bir kısmı hava direncini yenmek için kullanılır. Bu nedenle tandem, aynı sürücülerin ayrı ayrı kullandıkları geleneksel bisikletlerden daha yüksek hızlara ulaşabilir. Teknik olarak yokuş çıkarken geleneksel bisikletlerden yavaş olmak zorunda değillerse de, sürücülerinin fiziksel kabiliyetleri aynı olmadığından, kadans (birim zamandaki pedal devir sayısı) ve diğer uyum problemleri yaşayabildiklerinden genellikle tandemler daha yavaştır. Tandemde ön taraftaki sürücü için, hem pedal çevirip hem de direksiyonu yönettiği için ‘kaptan’, ‘pilot’, ‘dümenci’ gibi lakaplar kullanılırdı. Sadece pedal çeviren arka sürücü için ise ‘ateşçi’, ‘kılavuz’, ‘tuğamiral’ lakapları kullanılırdı. Günümüz modern tandem sürücüleri için bunlar yerine ‘ön sürücü’ ve ‘arka sürücü’ terimleri kullanılıyor. Dişli setleri tandemlerin çoğunda zamanlama zinciri ile mekanik olarak birbirlerine bağlıdır, böylelikle eşit devirlerde dönerler. Tandemler, engelli olimpiyatlarındaki müsabakalarda da kullanılıyor. Görme engelli bisikletçiler ateşçi, tam görme yetisine sahip bisikletçiler ise kaptan oluyorlar. Yaz Olimpiyatları bisiklet dalında 1908’de ve 1920-1972 yılları arasında erkekler tandem müsabakası da yer alıyordu.

Yatay bisikletler

Genellikle ergonomik sebeplerle tercih edilen yatay bisiklette sürücü arkasına uzanmış, yatay pozisyonda durur. Sürücünün ağırlığı, geleneksel bisikletteki seleye kıyasla, bel ve kalça destekleri olan daha geniş bir yüzey alanına konforlu şekilde dağılır. Geleneksel bisiklette sürücünün bütün ağırlığı seleye oturan kemikler, ayaklar ve elleri üzerine biner. Çoğu yatay bisiklet aerodinamikolarak avantajlıdır. Sırtüstü uzanarak pedal çeviren sürücünün daha küçük bir frontal profili (hava direncine maruz kalan ön yüzey alanı) vardır. Bisiklet dünya hız rekoru, bir yatay bisiklete aittir. Elmas biçimdeki bisiklet gövdelerinin kullanılmaz hale gelmemesi için, 1934’te Uluslararası Bisiklet Birliği (UCI) tarafından yasaklanmıştır. Günümüzde Dünya İnsan Gücüyle Çalışan Araçlar Birliği (WHPVA) ve Uluslararası İnsan Gücüyle Çalışan Araçlar Birliği (IHPVA) bayrakları altında yarışıyorlar. Yatay bisikletler pek çok farklı konfigürasyonda üretilebiliyor. Aks mesafesi(tekerlek merkezleri arasındaki mesafe), tekerlek çapı, direksiyon tipi ve pozisyonu, önden veya arkadan çekiş konfigüre edilebilir özellikler arasında. Üç tekerlekli olursa yatay trisiklet oluyor. Yatay bisiklet tasarımları 19.yyıl ortalarında başlasa ve alınan ilk patentler 1900 tarihli olsa da, bu ilk denemeler beklenilen başarıya ulaşamadılar. Fransız Challand’ın 1897’deki ve Amerikalı Brown’un 1901’deki dizaynları, günümüz yatay bisikletlerinin öncüleri olarak kabul edilir.

Vélo-Velocar ve Vélorizontal

Hafif sınıf arabalar üreten ve bir mucit olan Charles Mochet, 1930’larda, pedal gücüyle hareket eden 4 tekerlekli, 2 kişilik ‘Velocar’ adındaki arabayı üretti. Muhtemelen Büyük Buhran döneminde(1929’da ABD’de patlak veren ve tüm dünya ekonomisini etkileyen büyük bir kriz) çöken ekonomi sebebiyle, parası motorlu araba satın almaya yetmeyen pek çok kişinin yönelmesiyle Fransa satışları oldukça yüksekti. 4 tekerlekli Velocar’lar hızlı gidiyor fakat yüksek hızlarda manevra kabiliyetlerini kaybediyorlardı. Bunun üzerine Mochet önce 3, daha sonra da ezber bozan 2 .tekerlekli bir tasarım geliştirdi.   Mochet ‘nin ‘la bicyclette de l’avenir’inde yani ‘geleceğin bisikletinde’, fabrikanın terimiyle Vélo-Vélocar veya V-V’de, gövdenin iskeleti olarak 40mm’lik çelik profil boru kullanıldı. Kullanılan lastikler 18” çapındaydı. Sürücünün üstünde yer alan direksiyona uygulanan kuvvet, döndürme etkisi için ön tekerleğe konik dişlilerle iletiliyordu. Bu araçlarda, Mochet’in tasarladığı farklı aktarıcı modelleri kullanıldı. Pist modelleri ise tek vitesli üretildi. Mochet, yatay bisikletinin hızını görebilmek için tasarımını UCI ve UVF’ye onaylattı ve 2.kategori yarışçısı Francis Faure bu bisikleti kullandı. Faure oldukça başarılıydı. Hem pist hem de yol yarışlarında, Avrupa’nın en iyi bisikletçilerinin çoğunu geride bıraktı. Kısa mesafelerde yeni dünya rekorları kırdı. Bir başka bisiklet sporcusu Paul Morand, 1933’te Paris-Limoges yarışını Mochet’in yatay bisikletiyle kazandı. 7 Temmuz 1933’te, Paris’te bir velodromda, Faure modifiye edilmiş bir Vélo-Velocar kullanarak bir saat içinde 45.055 km yol kat ederek, Oscar Egg’in son 20 yıldır kırılamayan rekorunu egale etti ve tüm dikkatleri üzerine çekti. Uluslararası Bisiklet Birliği (UCI), 1934 yılı toplantısında, dik bisiklet üreticilerinin kurduğu lobinin baskısıyla Faure’nin 1 saatlik mesafe rekorunu geçersiz kıldı. 1 Nisan 1934’te UCI, yarış bisikletinin özellikleriyle ilgili yeni kurallar yayınladı. Yeni kurallarda bisiklet orta göbeğinin yerden maksimum yüksekliği, seleyle yataydaki maksimum mesafesi, ön tekerlekle yataydaki minimum mesafesi gibi değerler bildirildi. Bu, açıkça, yatay bisikletleri UCI yarışlarından men etmek için yapılmıştı. Kararın altındaysa gelenekler, güvenlik ve ekonomik dengeler gibi farklı sebepler yatıyordu. Charles Mochet, UCI’nin yeni kurallarını protesto etmeyi hiçbir zaman bırakmadı fakat kısa süre sonra öldü. Firma önce eşinin daha sonra oğlu Georges Mochet’in yönetiminde, 1941’ kadar yatay bisiklet üretimine devam etti. Müşteri sayısı oldukça azalmıştı. Firmanın ürettiği son model Vélorizontal’de 4 vitesli Cyclo sistem kullanıyordu. Dikey bisiklete kıyasla, Velocar ile sürekli daha iyi dereceler yapıyordu. 1938’de Faure ve Mochet’in oğlu Georges, aerodinamik parçalar kullanarak bisikletle dünya 1 saat mesafe rekorunu kırmak amacıyla Velocar’a karenajlar (halk ismiyle ‘grenaj’) eklediler. 5 Mart 1938’de Faure, Velocar’la 1 saat içinde 50.537km mesafe kat etti ve tarihte destek aracı olmadan 50km’nin üstüne çıkan ilk bisikletçi oldu. UCI’nin yatay bisikletleri ve aerodinamik modifikasyonları yasaklaması, yatay bisikletlerin gelişiminin önüne geçti. Zaman içinde yeni tasarımlar yapılsa da, bunlar ferdi bisiklet tutkunlarına ait oluyor ve 1970’e kadar pek çoğunun ismi dahi bilinmiyordu. Georges Mochet 2008’de öldü. Bisikletin 200 yıldır süren yol hikâyesi devam edecek.

 

Oğuz Tan

[Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] Orman Kalpli Şehir – Nazan Önenç Sönmez

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Orman Kalpli Şehir

Avusturyalı çocuk edebiyatı yazarı Mira Lobe musevi kökenli bir ailede 1913 yılında dünyaya geldi. Hayatı boyunca 100’den fazla  çocuk kitabı yazdı ve bir çok alanda ödüle layık görüldü.

Eselerinde  barış, sevgi, farklılıklara saygı ve toplumsal duyarlılık gibi temaları işleyen Mira Lobe 1995 yılında Viyana’da hayata gözlerini yumdu.

Kitabında ki çizimleri genellikle Susi Weigel tarafından yapıldı.

Mira Lobe ile tanışıklığınız yoksa, bu yazı daha da anlam kazanıyor demektir,muhabbetinizin derinleşmesi ve daim olması adına elimden geleni  bu ve ilerleyen yazılarımda yapacağımı bilmenizi isterim.

Kitabımızın adı Orman Kalpli Şehir , adı bile içinde yaşadığımız dönemler için hasret ve özlem kokuyor değil mi? Mevzuu edilen şehir ormanın tam kenarında yer alıyor. Ve çocuklar da büyükler de bu durumdan çok memnunlar herkesin kendine göre nedenleri var elbet ; çocuklar doya sıya ormanın keyfini çıkarıyor tüm oyunlarına hayvanları ve ormanı dahil ediyorlar .Orman onların en büyük oyun alanı ve  arkadaşı . Durum büyükler ve yaşlılar için de farklı değil aslında haftasonları piknik yapmak ve yürüyüş yapmak için ormana gelip kuş cıvıltıları eşliğinde vakit geçiriyorlar.

Herkes memnun dediysem de bir kişiyi hariç tutmak durumundayım o da ; Belediye Başkanı . Bu orman kenarında ki küçük şehri nasıl olurda büyütürüm diye geceli gündüzlü çalışmalar yapıyor ve en nihayetinde 100. tasarısını çizerken bir yol buluyor. Bu kendince gereksiz ormanı yerle bir edip yerine gökdelenler ,metrolar, büyük alışveriş merkezleri,lunaparklar  yapmaya ve her yeri asfalt ile kaplamaya karar veriyor. Şehrin tüm çocukları başta heycanlansalarda, sonradan oldukça  mutsuz oluyorlar bu durumdan.Başta belediye başkanının çocukları  Juliane ve Julius olmak üzre her biri konuşmaya çalışsada nafile , Belediye başkanı ikna olmuyor. İnatla; “ hepsi gidecek ; çam ağaçlarının altındaki yosun bahçeleri ve altındaki minik agaçlar, kozalak ve oyuncak gemilerin yüzdürüldüğü  küçük gölet ,tüm hayvanlar ve ağaçlar ,hepsi!”

Çok geçmeden tüm orman halkı da bu durumdan haberdar oluyor.Her canlı kendi lisanında yas tutmaya başlıyor . Bu yaslarına çok geçmeden yanıt geliyor .Ormanın arkasından ,gece çöküp ay çıkınca göğe; “Ne oluyor ? “ diye soruyor Ay . Yanıt çok geçmeden güzel sesli  bülbülden geliyor olanı biteni ve olacağı anlatıyor bizim hep güzelliklerden bahis etmiş olan bülbül.Ay’ın yanıtı gecikmiyor olana ; “ Bu durumda size yardımedecek tek kişi var ,o da Küçük Topak Hanım “diyor. Ve ışığından yolluyor büyük meşe ağacının oyuk gövdesine.

Ve bizim hikaye de burda farklı hal almaya başlıyor . Ormanda Ay ile bülbül konuşadursun bizim Belediye başkanı ve çocukları akşam yemeği yemekteler. Çocukların yüzünden düşen bin parça elbet . Ne yapsalar yarın büyük kepçelerin can’ım ormana girişini engellemeye yetecek sözü alamıyorlar babalarından. Ama bilirsiniz çocuklar her zaman büyüklerden daha dirayetli olurlar. Yemekten kalkıp odalarına girip kocaman pankartlar hazırlamaya başlıyorlar . ‘’Ben 100 yaşındayım.1000 yaşımı görmek istiyorum.Lütfen beni kesmeyin !’’ , ‘’ Dikkat yumurta dolu kuş yuvaları ,kırılabilir !’’ , Dikkat ! Tavşan yuvası ‘’ ,Karınca yuvasının üzerinde ; ‘’ Lütfen Yıkmayın buraya çok emek verdik ‘’ , gölette sazlıkların arasına ‘’ Burada en az 80 kurbağa yaşamaktadır.Ve çok daha fazla sayıda balık .Lütfen beton dökmeyiniz ‘’… Uykularını uyutup hazırlanması gereken tüm pankartları hazırlayan çocuklar, sonunda geceye kendilerini emanet edip uykuya dalıyorlar.

Bu arada Belediye başkanına büyük haller olacak, elbet belediye başkanı bundan habersiz. Ayın aydınlattığı meşe ağacı kovuğundan orman cini  Küçük Topak Hanım çıkıyor, görevi mühim .Belediye Başkanının rüyasına girmek için odasına giriyor.Rüya bohçasından hazırladığı rüyaları çıkarıyor ve serüven başlıyor.İlk önce Belediye Başkanını çocukluğuna götürüyor ve çocukken ormanını yıkıp ona oyunsuz,arkadaşsız kalmayı hissettiriyor.

Hemen ardından kuş oluyor belediye başkanı yumurtalarının üzerinde sabır ve sevgi ile bekleyen ana kuş oluyor ve dev kapçe bir hamle ile yuvasını yapmış olduğu ağacı yerle bir ediyor. Uyanmak istiyor Belediye Başkanı, kalbi kuş gibi hızla atmaya başlıyor ama bilirsiniz rüya aleminde alınacak ders bitmeden rüya sonlanmaz.Tam uyanmaya çalışırken Topak Hanım’ın sesi gürlüyor ; “Rüya görmeye devam et !”

Bunun ardından Belediye Başkanı rüyasında  bir kurbağa olduğunu görüyor.Gümüş sazlıkların arasında yüzüp ,nilüfer çiçekerinin üzerinden atlarken büyük kepçe gelip beton dökmeye ve onu boğmaya başlıyor,boğuluyor Belediye başkanı . Uyanmak istiyor ama Topak Hanım’ın sesi ikinci kez gürlüyor ; “Rüya görmeye devam et ! “

Rüyasında Belediye başkanı türlü hallere giriyor, orman oluyor ,ağaç oluyor, kuş oluyor,kurbağa oluyor,köstebek oluyor , göl oluyor… Ve sonunda Topak hanım görevini tamamlayıp geceye karışıyor.

Sonrasında olanlar için kitabı almanızı hararetle öneririm.

Kitapta kullanılan semboller çok çarpıcı Ay’dan haber gelmesi , rüyalar ile ders verilmesi ve bir insanın hayalinde kuşu yaşaması, kurbağa olması ,orman olması her yaşananı onlar gözünden ve bedeninden seyir etmesi  muazzam bir deneyim. Masallarınıza,hayallerinize ve doğanıza sahip çıkın der gibi kitap.Bir de çocukların ve doğanın eş oranlı masumiyeti ve azminin vurgulanması muazzam. Çocuğu doğa ile bırak teknolojini ve metropolünü kalbe zarar vermeden kur .Eğer çocuğu doğadan ,doğayı çocuktan ayırırsan Topak Hanımın rüya bohçası ile yamacında belirmesi an meselesidir.

Doğa içinde , çocuk yamacında kalın dilerim.

Kitabın Adı : Orman Kalpli Şehir

Yazar: Mira Lobe

Resimleyen: Susi Weigel

Almanca Aslından çeviren: Genç Osman Yavaş

Yayınevi: Final Kültür Sanat Yayınları

 

Nazan Önenç Sönmez

 

Çin’in akademik sansür çalışmalarının düşündürdükleri

18 Ağustos’ta Cambridge University Press (CUP) tarafından Çin hükümetinin sansür taleplerinin yerine getirildiği ve prestijli China Quarterly dergisinde yayınlanan üç yüzün üzerindeki ‘politik açıdan hassas’ makaleye Çin’deki internet siteleri üzerindeki erişimin engellendiği ortaya çıktı.[1] Bu hareket akademik çevrelerce öfkeyle karşılandı. Akademisyenler hem yabancı dildeki akademik yayınlara sansürlemeye kalkıştığı için Çin hükümetini, hem de bu talepleri yerine getirdiği için CUP’u eleştirdi. CUP da bu tepkiye karşılık olarak 21 Ağustos’ta duruşunu değiştirdi ve Çinli okuyuculara sansürlenen içeriklere erişimi yeniden sağladı. Üstelik bu içeriklerin tümüne erişimi ücretsiz hale getirdi. Bu tutum değişikliği elbette ki akademik ve demokrat çevrelerde takdir topladı. Akademik çevrelerin koordineli eylemler yaptığı takdirde yayın kuruluşları üzerinde sahip olduğu güce belki de ilk kez dikkat çekiyor. Öte yandan yaşanan durum ticari akademik yayıncılık sektörünün sorunlu doğası ile ilgili soruları da gündeme getiriyor.[2] Örneğin CUP bir hayır kuruluşu olarak kayıtlı olmakla birlikte yüksek karlı bir işletme niteliği de taşıyor. Yüz milyonlarca sterlin yıllık gelir elde etmekle birlike Çin pazarında geniş ticari çıkarları bulunuyor. Bu nedenle, Çinli tüketicilere erişimini korumak için böyle bir talebe boyun eğme meyili göstermesi şaşırtıcı değil. Bu yazıda benim yapmak istediğim ise başka bir şey. Bu üç yüz makalenin başlık ve özetçelerine baktığımda sansürlenen çalışmaların büyük bir bölümünün birkaç konuda odaklandığını gördüm ve bu listeyi paylaşmak, aralarında ülkemizde nispeten az bilinen ve tartışılan konuları da kısaca özetlemek istedim: – Çin tarihinin önemli dönüm noktalarından olan Tiananmen Meydanı/Katliamına dair araştırmalar

Tiananmen Protestolarinin sembolu haline gelmis olan “Tanklari durduran adam”

1989 Tiananmen Meydanı protestoları, 1980’lerde seçkinlerin yararına yapılan ekonomik reformlar ve siyasi katılıma getirilen kısıtlamalar hakkındaki endişeleri yansıtıyordu. Öğrenciler demokratik haklar, daha fazla şeffaflık, basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü istiyordu. Bir milyon civarında kişinin bir araya geldiği protestolar 400 şehre yayıldı. Komünist Parti yetkilileri 20 Mayıs’da sıkıyönetim ilan etti ve 300 bine yakın askeri birliği Pekin’e gönderdi ve gösterileri zorla bastırdı. Ordunun Tiananmen Meydanına ilerlemesini engellemeye çalışan göstericilerin yüzlercesi öldürüldü. Demokratik ülkelerin uyguladığı ekonomik yaptırımlar ve silah ambargosuna rağmen Çin hükümeti protestoları karşı devrimci bir isyan olarak göstermek istedi ve yalnızca protestocuları değil destekçilerini de yaygın bir biçimde tutukladı, yabancı gazetecileri sinir dışı etti ve olayın yerel basındaki yansımalarını da çok sıkı kontrol etti. – Demokrasi ve hukukun üstünlüğü ile ilgili çalışmalar – Evrensel insan hakları, ve bu hakların Çinli savunucularının hayatları ve baslarına gelenlerle ilgili çalımalar ve Çin devletince uygunsuz bulunan birçok başka sanatçı, şair, yazar, sanat akımı ve bunların yurt içinde ve dışındaki etkileri üzerine yapılmış yayınlar, kültürel ve siyasi aktivizm.

Geçtiğimiz Temmuz ayında ünlü insan hakları aktivisti Liu Şiaobo[3] tutukluyken hayatını kaybetmişti. Şiaobo, 2009’da, halkı devleti yıkmaya kışkırtmak suçlamasıyla 11 yıl hapis cezasına çarptırılmış, 2010’da hapishanedeyken Nobel Barış ödülüne layık görülmüştü. (Copy: REUTERS/ Audun Braastad)
– Komünist partinin eğitim politikası – Falun Gong konulu yayınlar[4] Falun Gong[5] Çin’den tüm dünyaya yayılmış olan doğruluk, merhamet ve hoşgörü ilkelerinin rehberliğinde zihinsel ve bedensel gelişimi sağladığına inanılan bir sağladığına egzersizler, inanışlar ve yaşam tarzı bütünüdür. 1980lerde Çin’de ortaya çıktığında devlet tarafından açıkça desteklenirken, 1990ların sonuna doğru Komünist parti tarafından kâfır bir inanış ve vatan haini ilan edilmiştir. Toplumsal dengeye zarar verdiği gerekçesiyle 1999’da Falun Gong’a inanan ya da egzersizlerini uygulayan yüz binlerce kişi çalışma kamplarına gönderilmiş, mahkemeye çıkartılmadan hapse atılmış, işkence görmüştü. (Bunlardan iki bine yakınının olmuş olduğu raporlanmış, on binlercesinin ise organ mafyasınca katledildiği ve hatta canlı canlı organlarının çıkartıldığı ortaya konmuştur.[6] Falun Gong kurucusu Li Hongzhi ise kitap satışlarından kazandığı ve toplanan bağışlardan edindiği fahiş miktarları aktarmış olduğu fonu her gün artırıyor. Üstün özellikleri olduğu ve hatta uzaylı olduğuna dair imalarda bulunan ‘Üstad Li’ 1996’dan beri ABD’de yaşıyor. – Çin’in kuruluşundan beri varlığıyla barışamadığı Tayvan konulu yayınlar 2.Dünya Savaşını takiben Çin’de Milliyetçi Parti Kuomintang ile Çin Komünist Partisi arasında çıkan iç savaş, 1949’da Komünist Parti’nin zaferiyle sona ermişti. Tayvan adasına sığınan Kuomintang, Çan Kay Şek liderliğinde Çin Cumhuriyetini kurduklarını ilan etti. Bu sırada Pekindeki komünist rejim Soğuk Savaş nedeniyle Batıyla tüm ilişkileri kopardığından Tayvandaki Çin Cumhuriyeti 1970’lerin başına kadar Birleşmiş Milletler’de bütün Çin’i temsil etmiştir. Bu durum 1971’de Çin Halk Cumhuriyeti’nin tüm Çin’i temsilen Birleşmiş Milletler’e kabul edilmesine kadar sürmüştür. İç savaşın herhangi bir barış antlaşması imzalanmadan sona ermesi ve iki tarafın da teknik olarak halen savaş halinde olması nedeniyle o tarihten beri Çin ve Tayvan arasındaki ilişkiler sınırlı ve gergin bir şekilde sürmektedir. Çin halen Tayvan’ı kendi sınırlarına dahil kabul eder ve ayrı bir ülke olarak tanımaz. Üstelik uluslararası alanda bu konuyu ciddi bir sorunsal olarak ortaya koyar ve Tayvan’la özellikle ABD arasındaki yakınlaşmalara sıcak bakmaz.

(Copy: AFP)

Buna istisna olarak, geçen sene ABD Başkanı Trump Tayvan Başkanı Tsai Ing-wen ile yaptığı telefon görüşmesine değinmekte de fayda var: Nixon’un 1972de Çin’e yaptığı tarihi ziyaret ile başlayan normalleşme süreci ancak 1979’da ABD’nin Tayvan Büyükelçiliğini kapatması ve Çin Halk Cumhuriyetini ‘tek Çin’ olarak tanımasıyla düzelmişti. Trump’un Tasai’nin telefonuna cevap vermesi bile bu duruşu tehlikeye sokacak bir ciddiyet taşıyor. Ancak bu sefer ABD diplomasisinde panik yaşanırken Çin’in gayet soğukkanlı bir şekilde ABD ile ilişkilerini böyle ufak hatalardan dolayı bozmak istemediğine dair bir açıklama yapmasıyla konu kapanmıştı. Bana kalırsa bu ağırbaşlı tutum Çin’in uluslararası pozisyonunun görece güçlenmesine bağlanabilir. Her sembolik detaya histerik bir yanıt vermektense yavaş ve dikkatli bir diplomasi izlemek Başkan Şi Cinping’in Batıyla ilişkilerindeki genel yaklaşımına da uygun bir hareket. Ancak bu demek değildir ki ABD-Tayvan arasında sembolik düzeyin ötesine geçen bir yakınlaşmaya göz yumacak. Daha da önemlisi, makaleleri sansürleme çabasının işaret ettiği şu ki, bu soğukkanlı yaklaşım yalnızca disarıya yönelik oluşturulan bir imaj ve ülke içerisinde tek parti, tek devlet, tek bir tarih okuması konusundaki baskı rejimi sürmekte.

Tayvan Başkanı Tasai 2009 yılında Dalay Lama ile görüşmüştü

– Tibet ve Budizm Çin Halk Cumhuriyeti saldırısına maruz kalmadan bağımsız bir devlet olan Tibet’e yönelik siyaseti Çin’i uluslararası alanda ciddi prestij kaybına uğratan bir konu. Ancak 1972’den beri Çin hükümeti zamanında (1720–1912) Qing hanedanının idari yönetimine girmiş olduğundan ülkenin hala Çin’in himayesinde olduğunu savunuyor. Halbuki 1912-1950 yılları arasında Tibet Çin’in himayesinden bağımsızlaşmıştı. 1950 yılında Çin Ordusu Tibet’e girdi ve yerel güçleri kolayca mağlup ettikten sonra Tibetli siyasetçileri baskıyla Çin’in Tibet üzerindeki egemenliğini tanımaya ve 17 maddelik bir anlaşmayı imzalamaya zorladı. Bu anlaşma Dalay Lama[7] önderliğinde özerk bir yönetim sağlamak üzerine kuruluydu Ancak 1955 yılında Komünist bir yönetim sistemi yaratmak üzere bir ‘Tibet Özerk Bölgesi Hazırlık Komitesi’ (PCART) kuruldu ve Dalay Lama hükümeti ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Aldığı ölüm tehditleri üzerine 1959’da Hindistan’a kaçan Dalay Lama 17 maddelik anlaşmadan feragat etti. Tibet Özerk Bölgesi 1965 yılında kurularak Tibet’in Çin eyaletlerine eşdeğer konumda bir idari bölüm haline gelmesi sağlandı. – Moğolistan politikası Moğolistan-Çin ilişkileri, Çin’in “topraklarını kaybettiği” iddialarından ve Moğolistan’ın aşırı nüfus nedeniyle Çin’in genişlemesinden duyduğu korkudan dolayı sürekli bir gerginlik içinde. Soğuk Savaş sırasında SSCB ve Çin arasında kalan Moğolistan, Çin-Sovyet ilişkilerindeki değişikliklerden muzdarip oldu. 1986 yılında Çin tüm Sovyet birliklerinin Moğolistan’dan çekilmesini talep etti. Çin’e göre Moğolistan bir zamanlar Çin’in egemenliğinde idi; bu nedenle de Sovyet birliklerinin şimdi o bölgede yoğunlaşması kabul edilemezdi. Soğuk Savaş sonrasında ise Çin, Moğolistan ile ilişkilerini normalleştirmek için ticaret ve yatırımlarını ülkeye yönlendirdi. Ancak Çin’in iyi niyetine karşı duyulan derin güvensizliğin Moğolistan’da sürüyor olduğu da kesin. Gerginlikleri artıran bir başka faktör de Moğolistanlıların büyük bir kesiminin Dalay Lama odaklı bir Tibet Budizmine inanıyor olması. 2011 yılında Çin Dış İşleri Bakanlığı sürgünde bulunan bir Tibet liderine ev sahipliği yaptığı için Moğolistan’ı kınamıştı. Hatta akabinde Çinli yetkililer ülkede reenkarnasyonun (ölümden sonra yeniden doğuşun) devletten izne tabii (bir diğer deyişle yasak) olduğuna dair bir açıklama yapmıştı. – Uygur halkı ve diğer azınlıklarla ilgili politikalar – Yunnan’da olup bitenler Etnik ve dini farklılıklara sahip birçok grubu barındıran Yunnan, senelerdir Çin’in kalkınma politikalarının kurbanı. Ülkenin biyoçeşitliliğinin yarısından fazlası burada olsa dahi son yıllarda ağır kuraklık çekilen bölgede hava kirliliği de halk sağlığını ciddi şekilde tehdit ediyor. Bu faktörlerin sonucunda ortaya çıkan gerilimler Çin’in gündeme getirilmesini istediği bir konu değil. – Komünist partideki ve özellikle de devlet kadrolarında süregeldiği belgelenen yolsuzluklarla ilgili analizler – Mao ile ilgili yapılmış Komünist parti politikasına ters düşen görüşler ve çıkarımlar içeren yayınlar. Bunların arasında özellikle Kızıl Muhafızlara dair oldukça fazla yayınlar var.

Konfüçyüs Mezarlığı

Kültür Devrimi sırasında Mao Zedong’un harekete geçirdiği fanatik bir grup olan Kızıl Muhafızlar hem bir öğrenci hareketi, hem de askerî bir kitlesel hareket olarak devrimin önemli bir militan kolunu oluşurmuşlardır. Özellikle 1966-67 yolları boyunca Maoizm’e uygun bulmadıkları inanışlara ait kutsal yerleri ve tarihi mezarlıkları yağmalamışlardı. Bunu örneğin sonradan UNESCO Dünya Mirası Alanı ilan edilecek olan Qufu’daki Konfuçyüs Tapınağında mezardan çıkardıkları bir cesedi çıplak bir şekilde ağaca asmak suretiyle gerçekleştirmişlerdi. Bir Kızıl Muhafız liderine göre hareketin amaçları şunlardı: “Başkan Mao, geleceğimizi silahlı devrimci bir gençlik örgütü olarak tanımladı… Yani Başkan Mao Kızıl Başkomutanı ise, biz de onun Kızıl askerleri isek, bizi kim durdurabilir? İlk önce Çin’i içten dışa kızıl yapacağız, sonra diğer ülkelerdeki işçileri dünyayı kızıl yapmakta yardım edeceğiz…

 

Ayşem Mert

Sinan Logie’den “Antroposen Serisi” ve “Istanbul 2023” – Ahunur Özkarahan

Sinan Logie, 1998’de Brüksel Özgür Üniversitesi, Victor Horta Mimarlık Fakültesi’nden mezun olmuştur. İlk mimari deneyimlerini Belçika’nın en ilerici ofisleri arasında olan L’Escaut Architectures’de gerçekleṣtirir. 2011 yılında İstanbul’a yerleşen Logie, mimarlık ve sanat çalışmalarına ek olarak 2013 yılından beri Bilgi Üniversitesi’nde ders vermektedir. Kent, mimarlik, mekan, zihin ve beden ilişkileri üzerinden yoğunlaşan Logie, birçok projesi yanında ‘Antroposen Serisi’ adlı bir resim serisi de üretmiştir. Projelerinden bir diğeri de Antropolog Yoann Morvan ile birlikte yazdığı ve kentin saçaklanmasını inceleyen İstanbul 2023 isimli kitabıdır. 2014 sonbaharında Paris B2 Yayınevi tarafından yayınlanan kitap, Türkçe versiyonu ile 2017’de İletiṣim Yayınevi tarafından okurlara sunulmuṣtur. Logie ayrıca, Yaṣar Adanalı ile birlikte mekansal adalet üzerinde araṣtırmalara yoğunlaṣan Beyond Istanbul enstitüsünü 2015’te kuranlar arasındadır. Logie, 2014 yılından bu yana Öktem&Aykut sanat galerisiyle çalıṣmaktadır.

“Antroposen Serisi”

‘Antroposen Serisi’, Logie tarafından üretilen bir yağlı boya serisidir. Altyapıların doğaya yayılması ve tüm tabiatın aslında artık planlanmış bir alan olduğuna dair bir söylemle üretilmiştir. Logie, neoliberal çağda bizim doğayla ilişkimizi sorgulamaktadır. Antroposen Çağı (Anthropocene), Holosen Çağı’nın ardından yeni bir jeolojik çağ olarak kayıtlara geçirilmek istenen bir çağdır. İnsan türü yerküreye daha önceleri benzeri olmayan izler bırakmaktadır. Bilim insanları, Antroposen Çağı’nın Sanayi Devrimi ile başladığını savunmaktadırlar ve insanlar yalnızca sadece iki yüzyıl gibi kısa bir sürede dünyayı geniş ve görülmemiş değişimlere uğratmıştır; bu da milyonlarca yıl süreyle dünyanın durumunu değiştirecek yeni bir jeolojik dönemin başlangıcıdır. Uluslararası Jeoloji Bilimleri Birliği (IUGS)’ne göre hala Holosen Çağı’ndayız. Ancak nüfus artışı, büyük kentlerin çoğalması, fosil yakıt kullanımındaki müthiş artış vb. etkenlerin sonuçları nedeniyle yeni girilen jeolojik döneme Antroposen Çağı denilmiştir. Yine de bu çağın resmi olarak kabul edilmesi için, bilimsel olarak somut olması gerekir ve bilimsel topluluklarca onayı verilmelidir.

Antroposen Çağı ve sanat ile ilgili önemli başvuru kaynaklarından biri de Art in the Anthropocene: Encounters Among Aesthetics, Politics, Environments and Epistemologies (Antroposen’de Sanat: Estetik, Politika, Çevre ve Epistemolojilerin Karşılaşmaları) adlı kitaptır. Sanatçılar, küratörler, bilim adamları ve aktivistleri bir araya getiren disiplinler arası konuşmalarda, insan türünün jeolojik olarak yeniden düzenlenişine değinilmektedir. “Eurocene”, “Technocene”, “Capitalocene” ve “Plantationocene” gibi kavramlar türemiş olsa da, jeolojik ve biyolojik anlamda insan türünün ele alınışı burada asıl hedeftir. İlginç diyaloglar ve anlatımların olduğu bu kitap Open Humanities Press tarafından ücretsiz olarak okuyuculara sunulmuştur. Kitabın İngilizce versiyonunu okumak için web adresi: http://www.openhumanitiespress.org/books/titles/art-in-the-anthropocene/ İstanbul’da yaşamak bu mega şehrin Antroposen Çağı’nın bir başkenti olduğunu görmenizi sağlar. Doğa her türlü işgal edilmiştir, ama önemli olan bir nokta vardır ki çevre, oldukça eril ellerle ve oldukça eril mimarlarla biçimlendirilmektedir. Belki de doğa ile ilişkilerimizin daha az testosterona ihtiyaç vardır. Kadın mimarların hızla artıyor olması göz önünde bulundurulacak olursa, kadınlar tarafından tasarlanmış yapılı çevreler daha fazla hayata geçirilecektir. Mimarlığın yeryüzü ve doğa ana ile olan ilişkisini değiştirmesi şart görünmektedir.

Sinan Logie, ‘Antroposen Serisi’, tuval üzerine yağlıboya, 151x251cm, 2016
(Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır)
http://sinan-logie.blogspot.com.tr/2016/11/fluid-structures-phase-12-anthropocene.html
Sinan Logie, ‘Antroposen Serisi’, tuval üzerine yağlıboya, 121x211cm, Özel Koleksiyon, Ankara, 2016
(Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır) http://sinan-logie.blogspot.com.tr/2016/11/fluid-structures-phase-12-anthropocene.html

“Istanbul 2023”

Istanbul 2023 kitabını okuyup bitirdiğinizde Sinan Logie ve Yoann Morvan’ın katettiği yolları yürümek isteyeceksiniz. Şehrin çarpık ve kontrolsüz hızda gelişen hikayesi, sadece satırlarda gezinip hak vermek duygusundan öteye götürecektir okuyucuyu, onlar gibi keşfetmek, belki bir şeyler yapmak adına harekete geçirecektir herkesi bu kitap. Adım adım yürünen Istanbul… İç içe geçmiş hikayeleri, tarihi, siyaset ve ekonominin kenti tekrar inşa edişi, doğanın emlak ve büyüme uğruna hoyratça harcanışı. Hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını, samimi ve akıcı bir dilde anlatmıştır Sinan Logie ve Yoann Morvan. Kitapta, ‘Gezi Olayları’ndan, Istanbul’un giderek daha da kirlenen su kaynakları, taş ocakları ve çöplükleri, göçlerin tarihi ve bugüne etkileri, kapalı alanlarıyla (Çitleme) oluşan İstanbul’un yeni kent sosyolojisi, sınırları durmadan genişleyen şehir ve bu durumun doğa üzerindeki etkileri, siyasetçiler, hukukçular, gayrimenkul girişimcileri ve mimarların el ele vererek yarının kentini inşa edişi, endüstriyel bölgelerde ayakta kalmaya çalışan doğa ve insanlar. Tüm bunlar, Istanbul 2023’de söz edilen konulardan sadece birkaçıdır. Bol fotoğrafla desteklenen Istanbul’un hikayesini, her adımlarında sanki oradaymış onlarla yürüyormuşuz gibi bize aktarmıştır Sinan Logie ve Yoann Morvan.

Sinan Logie & Yoann Morvan, “Istanbul 2023”, İletişim Yayınları, 2017

Istanbul 2023 birçok önemli konuyu bize sunmaktadır, bunlardan biri şehrin su meselesidir.

İnsanlar ve doğa için hayat kaynağı, dengeleri değiştiğinde ise doğa ve canlılar için tahribatı büyük olan “Su”. Su, gezegenimizin can damarıdır. Dünya eko-sistemleri su ile bağlanır ve sürdürülür, bitkilerin büyümesi ve gelişmesi için kalıcı yaşam alanları sağlar; 8.500 çeşit balığa ev olmuştur sular. İnsan türünün başarısının bir kısmı içme suyunu depolamak, besin yetiştirmek, endüstriyel süreçleri yönetmek, enerjiyi üretme gücünden yararlanarak sel ve kuraklığı önleyebilmesi ve kontrol edebilmesidir. Bununla birlikte, doğanın kontrol edilmesi için var olan bu dürtü artık dezavantajlar barındırmaktadır. Dünya’nın doğal güzelliklerinin çoğu yok edilmiştir ve gezegenin yaşamı için gerekli olan ekolojik destek sistemlerinin çoğu bozulmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimi ile Istanbul “serin, berrak, şifalı suların şehri” olma halini koruyabilmekte midir? 2035 itibariye su kaynakları Istanbul’un taleplerini karşılayamayacak düzeye gelecektir. Haliç, Kağıthane, Cendere Vadisi tümü temiz ve şifalı su kaynaklarını yitirmiş veya yitirmek üzeredir. 1950’lerde endüstriyel gelişimin ardından Haliç’in durumu 1970’lerde kötü kokuların ve kolera salgının başlaması ile korkunç bir hal almıştır. 1990’larda çamurun temizliği ve arıtma işlemleri yapılmıştır; fakat sorunun ölçeğini anlayabilmek için Haliç’ten yukarı doğru ilerlemek gerekir. Eskilerde “Avrupa’nın tatlı suları” olarak nitelendirilen Kağıthane bölgesine. Zamanında buraya kağıt üretimi için kullanılan bir su değirmeni tesis edilmiştir. Vadinin derinliklerine doğru ise matbaalar ve fabrikalar görülmeye başlanır. Bu üretim merkezlerinin atıkları kontrol edilememekte, suyun geliş yönünde zehirli atıklar birikmektedir. Sorunlardan biri de şehirde aşırı betonlaşma ile suyun yüzeydeki akışının hızlanıp sellere sebep olmasıdır. Kemerburgaz ve Hamidiye’nin temiz suları arasında Cendere’nin aktığı vadi, bir endüstriyel koridordur. Bu kesitin hemen başında “Su Medeniyetleri”ne adanmış müze projesi bulunmaktadır. Cendere’nin yatağı ise atıklarını buraya boşaltan sanayi işletmeleri ile doludur. Zamanında Istanbul’un 145 çeşmesine su veren kaynaklar artık sadece 17 çeşmeye su verebilmektedir. Cendere’nin her şeye rağmen korunacak olması umudu, yakınlarında yapılacak çevre yolu ile içinden çıkılmaz bir konu haline dönüşecektir. Terkos Gölü kıyılarında bir pompalama istasyonu bulunmaktadır ve yakın zamanda bir müzeye dönüştürülmüştür; fakat henüz etkin bir programa sahip değildir. Sinan Logie ve Yoann Morvan, Istanbul’un su kaynaklarını takipleri sırasında birçok fotoğraf çekmiştir.

Kitaptan bazı fotoğraflar:

”19. Yüzyılda Kağıthane’nin Mesire Alanları”, Fotoğraf: Anonim
”21. Yüzyılda Kağıthane’nin Eski Mesire Alanları”, Fotoğraf: Sinan Logie
(Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır)
“Cendere Vadisi, TEM Köprüsü’nden Kağıthane’ye Doğru Bakıṣ”, Fotoğraf: Sinan Logie
(Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır)
“Terkos’da ‘Su Medeniyetleri Müzesi’nin Baṣarılı Mimari ve Peyzajı”, Fotoğaf: Sinan Logie
(Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır)
”Terkos’da ‘Su Medeniyetleri Müzesi’ ve Eski Osmanlı Su Pompalama İstasyonu”, Fotoğraf: Sinan Logie
(Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır)

Sinan Logie ile “Antroposen Çağı”, Istanbul 2023 ve kitaptan seçilen “Su” konusunun ardından önümüzdeki hafta, dünyadaki su sorunları, özellikle nehirler, su yoluyla bulaşan hastalıklar ve su kıtlığı gibi konular üzerine çalışmalar yapan ekoloji sanatçısı ve aktivist Basia Irland ile devam edeceğiz.

 

 

Ahunur Özkarahan