Ana Sayfa Blog Sayfa 3057

Son dönemin Yeşil Kitapları

Modern Dünya İçin Transandantal Doğa

Bu paha biçilmez antoloji, Amerika’nın en büyük düşünür ve yazarlarından biri ve tüm dünyayı etkisi altına almış bir muazzam bir şahsiyet olarak görülen Henry David Thoreau’nun (1817-1862) zekâsı, albenisi ve bilgeliğini yansıtma amacıyla oluşturuldu. Derleyen Alan Jacobs, Thoreau’nun yayımlanmış ve yayımlanmamış yazıları, enfes şiirleri ve klasik spritüel eseri Walden’dan özenle seçtiği parçaları bir araya getirerek politik, ekonomik ve çevresel açıdan yeterince zorlayıcı olan günümüzde her şeyden daha fazla gereksinim duyduğumuz bir ilham kaynağı ve izlenimci bir otobiyografi sayılabilecek bu eseri okurlarıyla buluşturuyor. (Tanıtım Bülteninden) 

Modern Dünya İçin Transandantal Doğa

Yazar: Henry David Thoreau Derleyen: Alan Jacobs

Çevirmen: Ece Tuğba Saka

Ganj Yayınları

2017

 

Hayvanat Bahçeleri ve Doğanın Sonu

Devletlerin güç ve ihtişam simgelerine ihtiyacı vardır. Silah veya altın gibi cansız metaların yaydığı azamet havası yetersiz olduğu için egzotik hayvanlar devletin yabancı ülkeleri fethetmesinin ve onlar üzerindeki iktidarının sembolleri olarak kullanıldılar. Hayvanat bahçeleri yüzünden hayvanlar; vahşi doğadan koparıldı, habitatlarından ve ailelerinden ayrıldı, hapsedildi, satıldı, nakledildi, kafeslere kapatıldı, çeşitli uygulamalara tabi tutuldu, eziyete maruz kaldı, insan odaklı bir şekilde kategorize edildi ve devamlı insan gözetiminde tutuldu. Dolayısıyla hayvanat bahçeleri hem devlet iktidarının hem de türler arası iktidarın uzantısı ve örneğidir. Malamud şöyle yazar: “İnsan ve hayvanların teşhiri, emperyalizmi somutlaştıran kültürel saplantıları gösterir. O numuneleri elde etmek için gereken gücü ve fethi yüceltirler, ticaret ve ekonomik sömürü dinamiklerini içselleştirirler ve kitlelerin imparatorluktaki konumunu dolaylı yoldan pekiştirerek onları emperyalizme dahil ederler. Modern hayvanat bahçeleri, emperyalizmin ötekiyi teşhir etme ve izleyiciyi imtiyazlı bir pozisyona sokma geleneğinin bir kopyasıdır. İzleyici istediği zaman gelebilir, izleyebilir ve gidebilir; oysa [hayvan] orada kalmak zorundadır.” (Tanıtım Bülteninden)

Hayvanat Bahçeleri ve Doğanın Sonu

Yazar: Steven Best

Çevirmen: Deniz Kurt

SUB Basın Yayın

2017

 

Susuzluk :Antik Dünyada Su ve İktidar

 

Gezegenimiz küresel bir su kriziyle karşı karşıya. Biliminsanları, tatlı su kaynaklarındaki tükenişin 2050’de dünya nüfusunun yüzde 75’ini etkiler hale geleceğini öngörüyor. Sınır tanımayan bir kentleşme, doğanın tahrip edilmesi ve iklim değişikliği bu krizin başlıca körükleyicileri. Steven Mithen, yaşadığımız su krizini Susuzluk’ta tarihsel bir perspektif sunarak ele alıyor.

Neolitik Devrim’den bu yana su, bir meta ve ekonomik güç kaynağı olarak görülmüştür. Tarih birbirinden iddialı su yönetim projeleri ve hidrolik mühendisliği örnekleriyle doludur. Mithen, okuru zamanlar arasında bir yolculuğa çıkarıyor: Tarımsal sulamadaki başarılarıyla uygarlık haline gelen Sümerlerden çölün ortasında bir vaha yaratan Nebatilere, sifonlu tuvaletin mucidi Minoslulardan Roma İmparatorluğu’nun hamamlarına, Konstantinopolis’in şehirler arası sukemerlerinden Çin’in su kanallarına dünyanın dört bir yanına uzanan Susuzluk, geçmişin deneyimlerini geleceğe yol göstermek üzere bir araya getiren kapsamlı bir kitap. 

Susuzluk :Antik Dünyada Su ve İktidar

Yazar:Steven Mithen

Çeviren: Ebru Kılıç

Koç Üniversitesi Yayınları

2017

 

 

Derleyen: Barış Gençer Baykan

Melekler Şehri Los Angeles: La La Land’de yaşama kılavuzu – Seran Vreskala

Bazıları burası için ‘dünyanın en güzel şehirlerinden biri’ olduğunu söylese de, bana göre yanık tenin abartıldığı, kötü plastik cerrahinin tavan yaptığı şehir Hollywood’un en başarılı reklamlarından biri. Yine de şehri ele geçiren yapay popüler kültür portrelerine ve etrafta kol gezen gangster çetelerine rağmen 120 km’yi bulan kumsallar, etnik topluluklar, dünyanın en lezzetli mutfakları, efsane müzik ve anarşist sanat, şehrin o distopik ruhunu kurtarmış gibi! 16’ıncı yüzyılda Los Angeles ve Amerika’nın neredeyse tüm güney sahil şeridi bir zamanlar İspanya’ya aitti. Amerikan yerlilerinin yaşadığı bu bölgeye İspanyolların taktığı ‘Los Angeles’ ismi ‘melekler’ anlamına geldiği için, burası ‘Melekler Şehri’ olarak biliniyor. Sıcak ikliminden dolayı bölgenin her yerinde portakal yetiştiği için, şehrin bir diğer ismi de ‘büyük portakal’. Melekler Şehri’nde yaşayanlara da ‘Angelenos’ deniyor. Burada yaşayan arkadaşlarımdan ve çevreden edindiğim bilgilere dayanarak hazırladığım ‘LA’de yaşam kılavuzu’, buradaki hayatınızı bayağı kolaylaştıracak!

  • Melekler Şehri’nin başka bir lakabı da, La-La Land… ‘La-La Land’, hayatın katı gerçeklerinden kopuk zihinsel bir durum demek… Bir nevi öforik bir rüyada ya da hayal dünyasında yaşamak gibi. Sahte ama rengarenk bir dünyanın hakim olduğu bir yere böylesi bir lakap takılması çok normal tabii!
  • LA, Amerika’nın TV ve sinema endüstrisinin kalbinin attığı yer… Bu yüzden dünyaca ünlü yıldızlara da ev sahipliği yapıyor. Filmlerin çoğunun çekildiği Hollywood stüdyolarını ve yıldızların yaşadığı bulvarları her yıl milyonlarca insan ziyaret ediyor. Dolayısıyla buraya gelip de tepenin üzerindeki o meşhur Hollywood yazısını görmeden ve oyuncuların el izlerinden oluşan bulvarda yürümeden dönmek, Louvre Müzesi’ne gidip de Mona Lisa’yı görmemek gibi…

  • Buranın ilkbahar ve sonbaharı yok; dolayısıyla sezonlar yaz, kış ve ödüller olarak üçe ayrılıyor. Oscar törenleri elbette en sevilen ve en ilgi çeken sezon…
  • Her yerde dünyaca ünlü film yıldızlarına rastlayabileceğiniz bir şehir LA, bu yüzden hemen herkesin bir ünlü hakkında anlatacak bir hikayesi var. Herhangi bir benzi istasyonunda Ben Affleck’a denk gelmeniz çok normal, çünkü yıldızların da benzin ihtiyacı oluyor. Önemli olan ekranda gördüğünüz ünlü kişilikleri günlük hayatın bir parçası olarak kabul etmek ve normal davranmak!
  • Şehirde gözlemlediğim en ilginç şey, buradaki insanların arabasız ya da barbeküsüz yaşayamamaları… Zaten şehri arabasız gezmek çok zor çünkü her yere ulaşım yok! Hatta şehir içinde bile gideceğiniz yerlere taksiyle gitmek gerekiyor. Her ne kadar raylı sistem ‘Expo Line’ ve paylaşımlı bisikletlerle şehir merkezinden plajlara gitmek mümkünse de, bu yöntem zamanınızdan bayağı çalıyor. Dolayısıyla şehre iner inmez araba kiralamanızda fayda var.
  • Bir zamanlar ‘Amerika’nın gangster merkezi’ diye anılan şehir, geçmişe kıyasla daha güvenli! Yine de Los Angeles Emniyet Müdürlüğü’ne (LAPD) göre, şehirde 45.000’in üstünde üyesi olan yaklaşık 450 çete var ve hala faal durumdalar. Kayıtlar son 3 yılda yüzlerce cinayet işlendiğini, binlerce ağır saldırı, darp ve soygun yapıldığını gösteriyor. Çoğunluğu da uyuşturucu ticareti ve sınır savaşlarından kaynaklanan çete kavgaları oluşturuyor. Bunları anlatmamın sebebi, her ne kadar şehir artık güvenli olsa da, çetelerin aktif olduğu bölgelerden uzak durmanız çünkü hayati tehlike hala mevcut…  (Hollywood’da bu yıl işlenen suçları gösteren harita)
  • Pasifik Okyanusu’nun kıyısında yer alan Los Angeles şehri, Beverly Hills, Pasadena, Santa Monica, Malibu şehirleri gibi, Los Angeles bölgesinin sadece bir parçası… Kilometrelerce uzayan kumsalları, kozmopolit yapısı ve trafiğiyle meşhur. Sadece iyi bir park yeri buldukları için gece evlerine dönmeyenler de var, şehrin batı tarafında yaşadığı için sevgilisinden ayrılan da… Çünkü burada yaşayanlar için şehrin batı tarafına taşınmak neredeyse Hindistan’a taşınmakla eşdeğer. Trafik büyük bir problem olduğu için, burada lokasyonlar mesafe yerine zamanla ölçülüyor. Bir yerden bir yere gitmek ‘şu kadar km’ yerine ‘şu kadar sürer’ diyorlar.

 

  • Bir yerde tarfikteki kötü sürücüler hakkında şunları okumuştum; ‘Bazı sürücüler gerçekten berbat ama onlara kimse bağırıp çağırmaz çünkü LA’de kötü sürücü diye bir şey yok! Çünkü araba kullanan herkes kötü.’ Bu ne kadar doğru bir genelleme bilmiyorum ama burada araba kullanırken kendimi İstanbul’da hissettiğim doğrudur. Tarfikte en sevdiğim kurallardan biri de, içinde 2 ya da daha fazla yolcusu olan arabalara özel şerit ayrılması… Bu hem araç paylaşmaya özendiriyor hem de trafiği rahatlatan bir sistem. Üstelik bu şeritler genelde trafikte en hızlı ilerleyen şerit.
  • Yemekleri o kadar iyi ki, yol kenarında duran seyyar yemek arabalarında bile neredeyse ‘gurme’ denebilecek yemekler bulabiliyorsunuz. Burada Meksika mutfağından tutun, Tay, Kore hatta Etiyopya gibi neredeyse tüm dünya mutfaklarından örnekler var ve hepsi de çok lezzetli. Fakat pizzaları gerçekten kötü ve burada yememeniz gereken tek şey… Bir de sadece pizza ya da Burrito yemek istemiyorsanız, gece 11:00’den sonra açık, iyi bir restoran bulamayacağınız için erkenden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor! Önemli tavsiye: Buraya gelip de ‘In-N-Out’ burgerlerinden yemezseniz çok pişman olursunuz.

  • Burada yaşayan hemen herkes bir oyuncu adayı olduğu için, oyuncu bir sevgilinizin olması çok normal ama her ne kadar Hollywood’un o büyülü dünyasını sevseniz de bir oyuncu veya oyuncu adayı ile çıkmak gerçekten çok zor. Anlatılanlara göre seçmelerin stresi ve reddedilişlerden kaynaklanan drama günlük hayatınızın vahim bir parçası haline geliyor. Ama ille de o dünyanın bir parçası olmak istiyorsanız, arkadaşlarım bir makyaj sanatçısı ya da dublörle çıkmanızı tavsiye ediyorlar; zaten onların anlatacakları hikayeler daha ilginçmiş!
  • Yapılan araştırmalara göre Los Angeles Amerika’nın en az kitap okuyan bölgelerinden… Gerçek ‘angelenos’lar TV/film izliyor, trekking-egzersiz-sörf ve yoga yapıyor, bisiklete biniyor, paten kayıyor, barbekü partilerinden çıkmıyor, rap seviyor, tüm gün güneşleniyor, senaryo çalışıyor, rol yapıyor fakat kitap okumuyorlar. Eğer herhangi bir angeleno’dan kitap tavsiyesi isterseniz, ‘Kitabını okumadım ama filmini izledim’ diyecektir.
  • Burada yaşayan hemen herkesin köpeği var. Sanki şehirde kanunen evcil hayvan olarak sadece köpekler kabul edilmiş gibi… Üstelik bütün hayvan sahipleri, köpeklerine tüylü evlat muamelesi yapıyor. Öyle ki köpeklerin özel plajları, kuaförleri, mağazaları ve parkları var.
  • Buranın sakinleri depremlere çok alışık; sarsıntılar burada normal sayılıyor ve korkulmuyor. Sabah akşam minik artçılar hissetmek, günlük hayatın bir parçası…
  • ‘Hollywood Forever’ isimli mezarlıkta düzenlenen film akşamlarını sakın kaçırmayın. Bir yaz akşamı, yıldızların altında, mezarların üzerinde ve iyi bir şarap eşliğinde film seyretmek gerçekten de hem ürkütücü hem çok romantik!

  • Onlarca plajı olmasına rağmen, Venice Beach benim en sevdiğim plajlardan… Burası resmen birbirinden tuhaf insanların yaşadığı, rengarenk bir kültüre sahip bir hippi semti. Kıyafetleri, davranışları, binaları, hayatları bile gökkuşağının renklerine sahip. Ot içmek de yasal ama bunun için gerekli yerlerden izin almanız gerekiyor. Bu arada Venedik’ten aldıkları ilhamla inşa edilen, kanallarla çevrili evlerin olduğu semt gerçekten de görmeye değer. Hippilerin yaşadığı bir yer olduğu için fiyatların makul olacağını düşünebilirsiniz fakat burası kesinlikle ucuz bir yer değil!
  • İlginçtir, LA tüm şehirler arasında en çok müze ve tiyatroya sahip bir şehir. Bu da kenti sanat ve kültür alanında en ilgi çekici yer yapıyor.

 

 

Seran Vreskala

Otomobil IV: Otomobilli kent ve kentliler üzerine düşünceler

Bu yazı dizisinin bağlanacağı yer, acaba “aşırı teknoloji kullanımı” diye bir terim olabilir mi, diye düşünüyorum. Bilmiyorum, ama gönüllü fedakârlık ya da gönüllü teknoloji tasarrufu diyebileceğimiz bir konuya davet yaparak bitirebilir miyiz bu diziyi? Gönüllü olarak otomobil kullanmayı ret etme/ otomobilli olmayı ret etme gibi bir davranış önerisi söz konusu olabilir mi acaba? Bu da biraz, vejetaryen ya da vegan bir yaşam seçimi, biraz da (iftarda yeniden aşırı yemek düzenine dönmemek koşuluyla) oruç tutmak, diyet-perhiz yapmak gibi bir öneriye benziyor. Bilmiyorum, böyle düşününce mümkün olabilir mi?

“Otomobilden gönüllü olarak vazgeçme”

Bu tür tercihi olanlar vardır elbette ancak bu insanlar toplumun içinde yüz binde bir ya da milyonda bir denilebilecek kadar küçük bir oran oluştururlar. Ancak, bu sayıyı büyütebilmek de,  gerçekten, bugünkü iklim, çevre ve kent felaketlerini hazırlayanlara karşı umulmadık derecede güçlü ve stratejik bir darbe indirmekle eş anlamlı olabilir. Bu, hem otomobili ve ideolojisini üretenlere, hem otomobil altyapısını üretenlere ve onların politikacılarına, hem de otomobilin kullandığı enerji imparatorluklarına indirilmiş bir darbe olur ve bu kadar çok yönlü olacağı için de, gerçekten etkili bir darbe olur.

Artık bir devrim yapıp, devrimden sonrasında da bir ütopya (ya da ütopya gibi bir kolektif yaşam düzeni) kurabilmeyi düşlemek çok zor. Ama gönüllü bir tasarruf yaparak, yaşam biçimimizi daha az makine-motor ve elektronik/ elektromanyetik eşya/ araç bağımlısı hale getirmek mümkün (ya da değil mi?).

Daha çok yürüyerek, daha çok bisiklete binerek, daha çok kamu taşıt araçlarını kullanarak, daha çok taksi veya uber kullanarak yaşarsak, yapılması gereken işleri daha çok kendimiz yaparsak ve makinelere-motorlara değil, robotlara değil (şimdilik en çok “mutfak robotu” kullanıyoruz belki, ama kullandığımız birçok eşya ve makine, robotlar tarafından üretiliyor) el (veya akıl ve el) emeğine bağlı iş yaparak, başka bir yaşam (ve kent yaşamı) kurmak imkansız mı?

Bu sorunun doğru ve gerçekçi yanıtı: “evet, imkansız”. Bunu biliyorum, ancak yine de, ne kadar çok insan, bu “gönüllü teknoloji orucuna ya da diyetine katılsa, belki bir anlamı olabilir gibi geliyor insana, bir an için. Sonra bunun da imkansız olduğu hemen anlaşılıyor. Çünkü otomobil perhizi yapanların yerini, hemen, otomobil arsızları ya da otomobil oburları dolduracaktır.

Bugün için otomobili caydıran faktörler, otomobillerin en azından kentlerde kullanılamaz olması, otomobil kullanımının keyif vermek yerine bir eziyete dönüşmesi, ya da belki otomobil kullanımının çok pahalı hale getirilmesi gibi stratejiler, belki daha gerçekçi olabilir. Ancak Türkiye, dünyanın en pahalı benzinini kullanan ülkelerden biri olduğu halde, bunun kentte trafiğe giren otomobil sayısında radikal bir caydırıcı etki yapmadığını da gözlemleyebiliyoruz.

Bu durumda, otomobil (daha çok kent içindeki otomobil) sayısında azalmayı sağlayabilmek için, kent halkının kendi iradesiyle ve isteğiyle, bir çeşit “kent içinde otomobil kullanım anayasası” türünde toplumsal anlaşma metni hazırlaması, bunu tartışması ve kabul etmesi mümkün olabilir mi? Bu tartışmaya, kentteki otomobil sahipleri, otomobilsizleri, bisikletliler ve otomobile işini yapabilmek için veya kendi bireysel sağlığını koruyabilmek için ihtiyacı olanlar, taksiciler, uberciler ve toplu taşın sistemi işletmeleri (metro, raylı sistem ve özel sektöre ya da belediyeye ait otobüs-midibüs, vapur/ tekne, dolmuş vb) farklı kategoriler olarak katılmalı ve bir sonuca varmayı amaçlayan ve belki hiçbir tarafı tam olarak tatmin etmeyecek, taslak bir anlaşma metni imzalasa, bu kadarcığı olsun, olamaz mı? Bu tür “otomobil anayasası” taslağı yapan kentler, yeryüzünün başka taraflarında da olmaya başlasa ve bu sayılar giderek çoğalsa ve anayasalar arası ilişkiler/ karşılaştırmalar yapılabilmeği başlansa…

Gerçi böyle bir çalışmanın yapılması, sanki ancak o kentin belediyesi eliyle ya da onun sağlayacağı kolaylıklarla gerçekleşebilir gibi duruyor, ama hiçbir belediyenin (en azından Türkiye’deki hiç bir belediyenin), asla böyle bir konuda öncü veya kolaylaştırıcı rolü oynamayacağını, kesinlikle tahmin edebiliriz. Bu durumda yine etki yarıçapı çok küçük olmakla birlikte, sivil tolumun, yurttaş inisiyatiflerinin, bireylerin yaratıcı arayışları söz konusu olabilir. Bu konuda, konuşmalar, tartışmalar, forumlar, konferanslar, hatta belgesel filmler, afişler, grafitiler vb ile sonsuz ve (oldukça verimsiz) bir çabayı göze almak gerekir. (Ama işe yarar mı?)

Otomobilsiz (ya da çok az özel otomobilli) kentler düşüncesinin belki ileride bir tarihte gerçekleşebilmesi için, şimdiden bu konudaki düşünsel hazırlıkları yapmak, verileri toplamak, gereken tartışmaları yapmak, belki anlamlı olabilecek ittifakları kurmak (sporcular, bisikletçiler, solunum hastalıkları olanlar, kitle taşımacılığı yapanlar, taksiciler ve uberciler vb) ve onlarla birlikte, bu düşüncenin toplumun içinde duyulur-algılanabilir ve giderek alışılabilir bir talep olmasını sağlamak ve bu fikri adım adım inşa etmekle, giderek bir anlam inşa edilebilir belki?

Ne kadar çok kentli bu konuyu kendiliğinden anlamlı bulmaya başlasa, ne kadar geniş kent kesimi, bu talebi politik olarak dile getirse, giderek daha güçlü bir anlamı olabilir mi bunun? Ve her şeyden önemlisi, bu basit kararlılıkla, devrim kadar etkili bir sonuç elde edilebilir mi?

İlk adım, belki de nasıl bir çağrı ve sonra kimlere çağrı ve daha sonra, nasıl bir toplanmalar/ tartışmalar stratejisi ve daha da sonra, “kent içinde otomobil kullanım anayasası” için ilk taslaklar nasıl olmalı konularında bir dizi düşünce geliştirilmesi/ geliştirilmeye başlanması, yararlı olabilir.

Otomobil pozisyonunun güçlü olması ve her zaman da güçlü olmaya devam etmesini nedenlerinden biri, her zaman döneminin en ileri teknolojisini kullanması ve ayrıca, teknolojinin geliştirilmesi için sürekli talepte bulunması ve teknoloji geliştiren/ yenilikler yaratan bir pozisyonda olmasıdır, denilebilir. Bütün sanayiler yenilenmeye/ yeni teknolojiye ihtiyaç duyar, ancak otomobil pazarını sürekli genişletebilmek için teknoloji açlığı içinde olan ve sürekli yeni gelişmeye ve yeniliğe ihtiyaç duyan bir konumdadır. Bir anlamda (telefon/ iletişim ve bilgisayarla birlikte) teknoloji öncüsü konumunda olduğu için, hem teknoloji geliştiriciler, otomotiv sanayi ile iyi ilişki içindedir, hem de otomobil tüketicileri, bir tür teknolojik gelişme sarhoşluğu içinde, otomobillerdeki yenilenmeleri beklerler. Otomobildeki moda değişikliği ve moda şovları, denilebilir ki, hot-kotür ya da giyim-kuşam defilelerinden çok daha fazla, yenilik açlığı içinde olan bir müşteri/ talep grubuna sahiptir.

Yaşamın giderek daha teknoloji odaklı,/makine odaklı, daha robot odaklı, daha yapay zekanın kararlarına göre biçimlenmesi yerine, daha insan odaklı ve daha çok insan aklıyla ve el emeğiyle, kol gücüyle, yürüyerek ve terleyerek yapılan işler odaklı olmasına doğru, bilinçli ve istekli (teknolojik olarak geriye doğru) bir seçim yapmalıyız/ yapabilir miyiz? Teknolojik gelişmeler sonsuz ve her teknolojik gelişme, bir şeyler kazandırırken, başka şeyleri de kaybettiriyor. Ancak kazandırdıklarını, en çok kime kazandırıyor?

Bugün herkesin cebinde bir telefon var ama bu, gerçekten daha kolay ve daha mutlu ve daha bilgili, hızlı bir yaşam mı demek? Bütün insanların cep telefonsuz olduğu döneme göre daha ileri ve yaşanılası bir yaşam mı demek? Daha az teknolojiyle yaşadığımız zaman (“nostalji” yapmadan) daha mı kötü ve çekilmez bir yaşamımız vardı ve bu kadar teknoloji sahibi olmak, bugün bizi daha mı özgür kıldı vb türü sorular üzerinde biraz düşünmek, ilginç olabilir belki?

 

Akın Atauz

[Babil’den Sonra] Yunan müziğinin Çaykovski’si Manos Hacıdakis

Manos Hacıdakis, doğumunun 92. yılında doğduğu kent olan Xanthi’de (İskeçe) bir hafta sürecek bir etkinlikle anılacak. Etkinlikler 25 Ağustos- 1 Eylül tarihleri arasında Hacıdakis’in doğduğu evde gerçekleştirilecek. Bu ev ölümünden sonra bir müzeye ve kültür merkezine dönüştürülmüştü.

Manos Hacıdakis’in Xanthi’de müzeye ve kültür merkezine dönüştürülen evi

 Bir hafta boyunca Hacıdakis’in şarkılarının işleneceği bu ses seminerini, Hacıdakis’in piyanosu eşliğinde sayısız konserler veren, arkadaşı ve dünyaca ünlü bir bariton olan Spyros Sakkas düzenledi. Seminerin sonunda katılımcılarla birlikte bir de konser gerçekleştirilecek.

Yunan dilinin müzikal tınısıyla çok küçük yaşlarda tanıştım. Yedikule’deki Rum komşularımızın müzikli dilleri, bugün de tadını ruhumda duyumsadığım mahalle duygusunu tamamlayan seslerdi benim için. Henüz televizyonun hayatımıza hükmetmediği günlerde hayatıma giren radyonun kısa dalga frekansları arasında yakaladığım bu müzikal dile de takılıp kalmıştı ruhum.

Adını bilerek dinlediğim ilk Yunan müzisyen Mikis Theodorakis oldu. Bülent abimin kasetleri arasında bulduğum kaset, Zorba filminin müziklerinin yer aldığı kırmızı etiketli bir kasetti.

1980’lerin ortalarında Manos Hacidakis’le tanıştım. O günlerde Beyazıt’ta çalışıyordum ve her hafta sonu Sahaflar Çarşısı’nın arka kapısını geçip üniversitenin önündeki meydana giderdim. Seyyar tezgâhlarda aradığınız her şeyi uygun fiyata bulmak mümkündü. Plakçı tezgâhları da o meydana kurulurdu. Manos Hacıdakis’i de ilk kez orada tanıdım. İlk edindiğim plağı Gioconda’s Smile LP’siydi. Bilerek aldığımı söyleyemem ama eve gidip de plağı dinlediğim anda büyülemişti beni. Sonra izini sürmeye devam ettim. Bugün 135 albümlük bir Hacıdakis arşivi bilgisayarımda yüklü ve dinledikçe Hacıdakis’in tanrısal müziğine yeniden tutkuyla bağlanıyorum. Boşuna ona Yunan müziğinin Çaykovski’si dememişler.

Hacıdakis 1985’de kurduğu  “Siriyos Oda Orkestrası” ile bir kayıtta    

Yunan müziğine olan tutkum 1990’lı yıllardan sonra Rebetiko müziği ile daha da renklendi. Costas Ferris’in Rebetiko filmi o yıllarda İstanbul’da gösterime girmişti ve yine aynı günlerde 1991’de Muammer Ketencoğlu ile bugün de süren dostluğumuzun ilk adımlarını atmıştık.

Sevgili arkadaşım Muammer Ketencoğlu sanatçının ölümünün ardından 1994 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Hacıdakis’in Arayış Dolu Öyküsü” başlıklı bir yazıda usta müzisyeni anlatmıştı. Yazı : “Yaşama salt bir müzisyen olarak değil, genel tavrı olan bir aydın gibi bakardı… Büyük sanatçıların zaman geçtikçe, bir anlamda öldükten sonra anlaşıldıkları söylenir. Acı, -ama yitip gitmeye yeğdir kuşkusuz. İşte kendi serüveni içinde kusursuzluğu yakalamak istercesine, nota nota işlediği yüzlerce ölümsüz şarkının yaratıcısı Manos Hacıdakis’le dinleyicisinin ilişkisi böylesine buruktur. Onun yapıtına ve yaşam tarzına baktığımızda, aksi sanatçı görüntüsü arkasında bu burukluğun gitgide büyüyen gölgesine karşın özgün yaratıcılığını koruma amaçlı diretici bir kişilik buluruz. Büyük ustanın ölümünün üstümde yarattığı etkileri anlatarak yazıyı dramatize etmeye hiç niyetim yok. Ancak onu yitireli iki hafta olduğu halde bu ilk çiziktirme denemesinin bana ait olmasından duyduğum üzüntüyü de belirtmeden geçemeyeceğim…”  cümleleriyle başlıyordu ve devamında usta müzisyeni çeşitli yönleriyle anlatıyordu.

Hacıdakis 1925’de İskeçe’de varlıklı bir ailenin içerisinde doğmuş. Babası ile annesi ayrılınca annesiyle birlikte 1932’de Atina’ya taşınmışlar. Babasının erken ölümü üzerine maddi sıkıntılar da başlamış. Çok çeşitli işlerde çalışarak annesiyle birlikte savaş yıllarının, işgal günlerinin zorluklarını göğüslemiş. Şarkılarında o günlerden kalma ince bir hüznü her zaman hissediliyorsunuz.

Hacıdakis işgale karşı Yunan direniş hareketine katılmış, savaş sonrası yıkımından sıyrılmaya çalışan Yunanistan için mücadele vermiş. 1964’de sıkı dostu Theodorakis ile yaptıkları müziğe dair tartışma sonucunda ondan farklı bir siyasi yol izlemiş ve müziğinde de anti-popülist bir anlayışı benimsemiştir. Hacıdakis’in müziğinin beni Theodorakis’in müziğinden daha çok etkilediğin çok rahat söyleyebilirim. Bana göre Hacıdakis geçen yüz yılın dünyadaki en önemli besteci ve müzisyenlerinden birisiydi.

Klasik müzik eğitimine henüz 4 yaşında piyano dersleri alarak başlamış, sonra akordeon ve violin çalmayı da erken yaşlarda öğrenmiş. 1940-1943 yılları arasında Menelaos Pallandios’dan ileri müzik teorisi ve kompozisyon dersleri almış. Aynı yıllarda da Atina Üniversitesi’nde felsefe eğitimi görmüş. Üniversite yıllarında Nikos Gatsos, Yorgos Seferis, Odysseas Elitis gibi entelektüellerle sık sık bir araya gelirlermiş. Nikos Gatsos en sevdiği söz yazarıydı ve uzun yıllar onunla birlikte ses kompozisyonları üzerine çalıştılar.

Kayseri kökenli Amerikalı yönetmen Elia Kazan’ın 1963 tarihli “America, America” filminin müzikleri de Manos Hacıdakis’e aittir

 1946’da film müzikleri besteleyerek başladığı müzikal yolculuğunda kent kökenli Yunan halk müziğinin etkilerini görüyoruz. Hacıdakis bu müzik dilini alıp klasik müzik eğitiminin olanaklarıyla çok daha ileri bir yere taşıdı.

Keza yine müziğinde Rebetiko’nun etkisini de görüyoruz. Bu müzikle ilgili görüşleri Yunan orta sınıflarında tepkiyle karşılansa da Rebetiko müziğine yaklaşımı Yunan müziğini radikal bir biçimde değiştirmiş. Buzuki ustası Zambetas ve Rebetiko müziğinin önemli bestecisi Vasilis Tsitsanis ile birlikte çalışmış ve plaklar yapmış. Buzukinin olanaklarını sonuna kadar zorlamış.

Yaşamı boyunca film müziklerinin, Yunan Antik dramaları için yaptığı müziklerin, oda müziklerinin ve kent kökenli halk şarkılarının çağdaş yorumlarının yer aldığı onlarca albüm yapmış. Yaşar Kemal’in İnce Memed romanından Peter Ustinov’un sinemaya uyarladığı Memed My Hawk filminin müzikleri de Manos Hacıdakis’e aittir.

1958’de şarkıcı Nana Mouskouri ile çalışmaya başlamış. 1966’da Yunanistan’daki askeri diktatörlüğe muhalefeti nedeniyle çalışmalarına New York’da devam etmiş ve 1972’ye kadar ülkesine dönmemiş. Diktatörlüğün yıkılması ardından 1975- 1981 yılları arasında Atina Devlet Orkestrası’nda, Ulusal Opera’da ve Ulusal Radyo’da çeşitli görevler üstlenmiş. Umduğunu bulamayıp yeniden müziğe dönen Hacıdakis 1985’de Siriyos Oda Orkestrası ile eski-yeni birçok yapıtını kaydetmiş, birçok önemli sanatçının kayıtlarında orkestrasıyla yer almış.

Manos Hacıdakis’in yayınlanmış 4 tane de şiir kitabı vardır.

Manos Hacıdakis 15 Haziran 1994’de 68 yaşında Atina’da hayata veda etti.

Bugün bu programda şarkı çevirileriyle bana destek veren ve şu an Xanthi’deki seminerde yer alan sevgili arkadaşım İvi Dermancı’ya, Bay Spiros Sakkas’a ve seminere katılan dostlarımıza, Hacıdakis in deyimiyle bir zamanlar “…beyaz bir ışık saçan, doğunun yıldızı…” İstanbul’dan, Açık Radyo, Babil’den Sonra programından, Manos Hacıdakis şarkılarıyla bir selam göndermek istedim.

Bugün iklim değişikliği ve ekolojik yıkımlarla, açlıkla, adaletsizlikle, yoksullukla, savaşlarla, kalabalık insan göçleriyle, ölümlerle vs. yara bere içerisinde kalan ruhlarımızı onarmada, daha iyi bir hayatı hep birlikte yeniden kurmada müziğin (sanatın) evrensel diline inanıyorum. Babil’den Sonra ayrışan dillerimizi-kalplerimizi ancak müziğin (sanatın) diliyle yeniden sağaltabiliriz. Yapmamız gereken yegâne şey kalplerimizin ritmini takip etmek. Ne diyordu Bob Marley bir şarkısında: “Üzülme kardeşim, bu dünyada hepimiz aynıyız. Barışı birlikte gerçekleştireceğiz. Kalplerimiz yakın ve güzel duygularla, titreşimlerle yüklü. Kalbimizin ritmini takip edelim.”

 

Ercüment Gürçay

Seçimler öncesinde Almanya’da ekonomi tıkırında

Eylül ayında yapılacak genel seçimler öncesinde Alman ekonomisindeki gelişme hazinenin yüzünü güldürdü. AB’nin en büyük ekonomisi Almanya’da devlet gelirlerindeki fazla rekor düzeye çıktı. Federal devlet, eyalet ve belediyelerle sosyal güvenlik kasaları 2016 yılının ilk yarısında harcadığından 18 milyar 3 milyon Euro fazlasının gelir hanesine yazdı.  Federal İstatistik Dairesi’nin açıkladığı rakamlara göre kamu sektörü dış faktörlerin katkısı olmadan iki Alman devletinin birleşmesi sonrasındaki en yüksek fazlayı elde etti. Kamu bütçelerindeki fazla son kez 28 milyar 800 milyon Euro ile mobil telefon frekanslarının açık artırmayla satıldığı 2000 yılının ikinci altı aylık döneminde elde edilmişti. Bütçe gelirlerinin artmasında, vergi ve sosyal sigorta primlerindeki artışın önemli katkısı oldu. İstihdam piyasasından da olumlu haberler geliyor.

Kayıtlı işsiz sayısı 2,5 milyonla iki Almanya’nın birleşmesinden sonraki en düşük seviyesine geriledi. Mülteciler için yapılan harcamaların olumlu etkisi Yılın ikinci üç aylık döneminde tüketim harcamalarıyla yüz binlerce mülteci için yapılan harcamalar ekonomik konjonktüre ivme kazandırdı. Alman malları da dünya genelinde talep görüyor. Dünya ekonomisindeki canlanma sayesinde ihracat ve Alman şirketlerinin iç yatırımları arttı.  Almanya’nın Gayrı Safi Yurtiçi Hasılası (GSYH) yılın ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 0,6 oranında yükseldi. 2017 başında GSYH artışı yüzde 0,7 olmuştu. 2017’nin ilk altı ayında bütçe fazlası milli gelirin yüzde 1,1’ini buluyordu. Böylece Avrupa’nın ekonomisi en güçlü ülkesi Almanya, Maastricht Kriterleri ile belirlenmiş olan borçlanma üst sınırından daha da uzaklaşmış oldu. Maastricht Kriterleri ek borçlanma oranının GSYH’nın yüzde 3’ünü geçmemesini öngörüyor. Almanya son kez 2010 yılında yüzde 4,2’lik oranla borçlanma üst sınırını aşmıştı. Son üç yıldır ise Almanya’nın kamu bütçeleri fazla veriyor. Uzmanlara göre Alman ekonomisi büyüme trendini muhafaza edecek. Bu yılki canlanmanın beklentileri aşmasının mümkün olduğunu belirten Almanya Merkez Bankası yetkilileri yüzde 1,9 olarak saptadıkları tahmini büyüme hızının daha da yukarı çekilebileceğini söylüyor.

Fındığınızı nasıl alırdınız: fındıkta mevcut durum – Umut Kocagöz

Türkiye’nin dünyada birinci olduğu ürünlerden bir tanesi fındık. İstanbul’un kuzey ilçelerinden Gürcistan sınırına kadar, Karadeniz’in neredeyse her bölgesinde fındık yetiştiriliyor. Bölgeden bölgeye fındığın cinsi ve kalitesi değişiyor. Bazı yerlerde “çerezlik” diye tabir edilen aile tüketimi için, bazı yerlerde devlet ve özel sermayeye satışı yapılarak ailenin geçimi için üretiliyor. Fındık zamanında kalabalık bir ailenin bütün masraflarını karşılamaya yetermiş: çocukların okul masrafı, ailenin gıda, yol, giyim, barınma gibi masrafları. Aileler yaşamlarını fındık üzerine kurabilirmiş. Fındığın bir değeri varmış, fındık üreticisi de fındık üretmenin değerini alırmış. Hatta denilebilir ki, fındık üreticisi fındık ürettiği için adeta ödüllendirilirmiş. Çünkü fındık, dönemin tabiri ile “milli ürün” imiş. Yani, Karadeniz bölgesinde, yukarıda bahsettiğim hatta yaşayan yüzbinlerce ailenin ana geçim kaynağı, yaşamını üzerine kurduğu ve idame ettiği temel ürünmüş. Devlet kooperatifler aracılığıyla çiftçilerin fındığını satın alma garantisi veriyormuş. Bu amaçla, fındık hasadı döneminde fındığın alım fiyatını açıklıyormuş. Kooperatifler aracılığıyla (Fiskobirlik) fındık fiyatlarını düzenliyormuş. Üreticinin alın terine bir değer biçme konusunda rol oynayarak, fındık çiftçisini destekliyor, üretilen fındığa sahip çıkıyormuş.

Fındık Fiyatları

Geçtiğimiz hafta açıklanan fındık fiyatları, bu mişli-muşlu süreç üzerine bir daha düşünmemiz gerektiğini ortaya çıkardı. Fındık Üreticileri Sendikası’nın (Fındık-SEN) yaptığı değerlendirmeyi göz önüne aldığımızda, fındığın bu seneki taban fiyatının 15TL olması gerekiyor[1]. Bu fiyat, fındık üretimi için yapılan masrafın yanında, fındık üreticilerinin onurlu bir şekilde yaşamalarını da göz önüne alıyor.  Lakin geçtiğimiz hafta yapılan açıklamalarda fındığın taban fiyatı 10TL olarak belirlendi[2]. 10TL, “psikolojik eşik” olarak da ifade ediliyor. 10TL’nin altında alım yapılmaması, üreticilerin fındıklarını satmaması öneriliyor. Lakin durum pek de öyle değil. Devlet, 10TL fiyatını TMO üzerinden yaptığı alımlara istinaden açıklıyor. Yani devlet, alacağı fındığı 10TL’den alacak. Lakin, her üreticinin fındığının tamamını devlete satma şansı yok. Çünkü kota var. Yani devlet, fındık üreticisinin fındığının yalnızca bir bölümünü satın alıyor. Kalan fındık, tüccarlara, küçük veya büyük şirketlere satılıyor. Ama süreç bu şekilde işlemiyor. Hasat sonuna gelindiğinde çeşitli masraflar yaparak borçlu hale gelmiş çiftçi, borçlarını bir an önce ödemek için ürününü “tüccar” veya “aracı” olarak ifade edilen kesimlere satıyor. Bu kesimlerden hızlı ve nakit para alma durumu oluyor. Elbette bu kesimler fındığın kilosunu 10TL’den almıyor. Borsada fındığın durumuna göre, bazı bölgelerde 9, bazı bölgelerde 8.50TL, bazı bölgelerde ise 7.50TL fiyatları telaffuz ediliyor. Bu fiyatlar zaman içinde değişiyor. Üreticiden fındığı alan tüccarlar, fındığı küçüklü büyüklü, yerel veya küresel fabrikalara, şirketlere satıyor. Şirketler de fındığı çeşitli biçimlerde işleyerek tüketiciye satıyor. Mesela, 10TL’ye fındığını satan üretici, kendi sattığı fındığı bir mağazada almak istese, çeşitli işlemlerden geçmesine istinaden 40, 50, 70, 80, 100TL gibi fiyatlarla karşılaşabiliyor. Mesela kavrulmuş fındığı orta büyüklükte olan ve orta kalitede ürün yapan bir şirketten almak istese 80TL civarı bir fiyat ödemek durumunda.  Burada yapılan işlemlerin, fındığın maliyeti ile beraber total olarak 30-35TL civarında olduğu söyleniyor. Yani geri kalan şirket, aracılar, tüccarlar arasında bölüşülen kâr. Elbette bu fiyatlar yalnızca fındık üreticisini bağlamıyor. Fındık tüketicisi de fındığı bu kadar fazla fiyata yemek zorunda kalıyor. Yani, “milli ürün” bir anda “lüks tüketim ürünü” biçimini alıyor. Bir çok faydası, kullanım alanı, çeşidi bulunan fındık, yukarıdaki hesaplamalar göz önüne alındığında, aslında bu kadar pahalı olmak zorunda değil. Fındıkta kaybedenin hem fındık üreticisi çiftçi, hem de fındık tüketicisi halk olduğunu ne yazık ki açık açık söyleyebiliriz. Bunların yanında, fındığın üretim biçimi ve koşulları açısından da fındık üreticilerinin desteklenmediğini ifade etmek gerekiyor. Konvansiyonel tarım yöntemlerine bağlı olarak, fındıkta kimyasal gübre ve ilaç kullanımının yaygın olduğunu söyleyebiliriz.

Bu durum, üreticiler için hem ekstra masraf, hem toprak yapısının zarar görmesi, hem de üretilen ürünün kalitesi ve besleyiciliğinde düşüşü ifade ediyor. Fındıkta ekolojik tarım mümkün iken, fındık üretici ilaç şirketlerine bağımlı kılınıyor. Peki böylesi koşullarda, fındık gibi bir ürünü nasıl düşünmemiz gerekir? Devlet aklı, fındığın stratejik bir ürün olduğu yönünde. Doğru olmakla beraber, fındığın her şeyden önce bir “gıda” ürünü olduğunu düşünerek başlamak daha doğru olacaktır. Fındık, devlet için stratejik bir ürün, çiftçi için milli bir ürün, halk için bir gıda ürünü, şirketler için kârlı bir meta özellikleri taşımaktadır.[3] Biz, fındığa halkçı bir perspektifle bakmakla yükümlüyüz.  Kamucu bir politika, halkın fındığa erişimini garanti altına almak, fındık üreticisini de desteklemek zorundadır. Bir yandan fındık üreticisini teşvik edecek fındık taban fiyatları oluşturulmalı, bir yandan bu teşviki gerçekleştirilecek maddi altyapı hazırlanmalıdır. Çünkü esas sorunlardan bir tanesi fiyat politikası ise bir diğeri fındıkta ve genel olarak çiftçilikte gençler için, kadınlar için, çocuklar için bir gelecek olmamasıdır. Fındık da diğer ürünler gibi kırda yaşamı, kırsal kalkınmayı temel alan kamucu bir gözle yeniden değerlendirilmek zorundadır. Lakin, kamucu politika yalnızca devletin hayata geçireceği bir politika değildir. Fındıkta da açıkça görüldüğü gibi “kamu” adına söz ve yetki sahibi olan devlet, fındık alanında kamudan neredeyse çekildi. Fındık fiyatları için yapılan açıklama, Fındık-SEN’in de ifade ettiği gibi fındık şirketlerinin çıkarını yansıtmaktadır.[4] Buna alternatif olarak, küçük çiftçileri destekleyecek tüketim kooperatifleri, küçük çiftçilerin kendi ürünlerine sahip çıktıkları ve pazarladıkları üretici kooperatifleri (köy kalkınma kooperatifleri, tarım-satış kooperatifleri vb.) işlevli olabilir. Üreticilerin bir yandan üretici sendikalarında hak arama süreçlerini büyütmesi, tek tek bütün köylerde örgütlenmesi, fındıkta alternatif bir politikanın gelişmesine örgütlü güçleriyle müdahale etmesi gerekiyor. Bir yandan da alternatif bir kır ve tarımsal yaşam üretmenin yollarını aramalı, imeceler düzenleyerek, kooperatiflerde yan yana gelerek, hayatı beraber örerek, kırı, kır yaşamını, üretimi mümkün ve kolektif hale getirmelidir. Üreticiler ve tüketiciler olarak, kamu adına devletin geri adım attığı rolü üstlenmek, aradan aracıları kaldırarak birleşmek, kamu olmak zorundayız. Fındık için de, diğer gıda ürünleri için de bize başka bir yol görünmüyor.

[1] https://www.karasaban.net/findik-sen-findik-referans-fiyati-15-tl/

[2] http://www.insanhaber.com/calisma-hayati/findik-sen-ferrero-nun-istedigi-oldu-findik-10-tl-h100487.html

[3] Bu hususta yapılan bir değerlendirme için bknz: https://www.karasaban.net/rekolteden-stratejiye-findik-kabugunu-doldurmayan-tartismalar/

[4] Burada Ferrero’nun adının özellikle geçmesinin önemli bir nedeni, bu şirketin fındıkta büyük bir tekel olarak örgütlenmesi, aynı zamanda da Tarım Bakanlığı gibi son derece örgütlü bir biçimde çalışması ve güçlü bir cazibe merkezi yaratmasıdır.

 

Umut Kocagöz

Kazdağları’nda buluşan STK’lardan doğa talanına karşı birlikte mücadele kararı

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği tarafından bu yıl üçüncüsü organize edilen Ekofest, 16-20 Ağustos tarihleri arasında Darıdere Tabiat Parkı yakınlarındaki Fidanlık Mevkiinde oluşturulan kamp alanında gerçekleşti. Festivalin dördüncü gününde düzenlenen çevre forumu, yirmi bir sivil toplum kuruluşunu bir araya getirdi. “Hayat topraktan doğar” temasıyla ülkenin dört bir yanından çevre aktivistlerini, doğaseverleri çağıran Kazdağı Ekofest için yine, 1/100 bin ölçekli Balıkesir – Çanakkale Çevre Düzeni Planında gösterilen Mıhlı Çayı‘ndan Zeytinli Çayı‘na kadar olan dereler üzerindeki baraj projeleri hayata geçerse üzerinde yaşayan tüm canlılarla birlikte sular altında kalacak bölge seçildi. Mıhlı Çayı‘nın kenarında gerçekleşen foruma katılanlar, dahil oldukları sivil toplum kuruluşunun amacını, kendi bölgelerinde neye karşı mücadele ettiklerini anlattı. Forumun sonunda yayınlanan, yirmi bir STK’nın imza attığı Kazdağı Ekofest 2017 Sonuç Bildirgesi‘nden doğa talanına karşı birlikte mücadele etme ve ortak mücadele stratejileri geliştirme kararı çıktı. 

Dayanışma içinde olmalıyız

Kazdağı Ekofest 2017 buluşmasından çıkan sonuç bildirgesinin tamamı şöyle: “Türkiye’nin her yanında birbirine benzer doğa talanı ve doğa tahribatı ile karşı karşıya kalmaktayız. Sorunlar yerel görünmekle beraber aslında bir bütün ve bu nedenle yalnızca yerel çevreci yaklaşımlarla mücadele etmenin yeterli olmayacağının farkındayız. Doğa tahribatına ve doğa koruma mücadelesine insan odaklı değil, ekoloji ve ekosistem odaklı olarak bakıyor, insanın ekosistem içerisinde yalnızca küçük bir unsur olduğunu biliyoruz. Ülkemizin doğasının korunması için bütünsel yaklaşımla, programlı bir şekilde tüm doğa koruma örgütleri olarak bir araya gelmenin ve ortak mücadele stratejileri geliştirmenin önemi ve gerekliliğine inanıyoruz. Ortak mücadele için süreçlere ihtiyacımız olduğu ve yeni mücadele yöntemleri geliştirmenin gerekliliğinin farkındayız.

Bu konuda kişisel kibir ve egolarımızdan arınarak, dayanışma içerisinde, bilimsel yöntemlerle, hep birlikte çalışacağız.”

Yerel mücadelenin önemi

Doğayı korumak için doğayı tanıma ve anlamanın önemine, çocuklar için ekoloji eğitimleri verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Yırca gibi, Gülpınar, Artvin gibi yerel halkın içinde olduğu mücadelelerin daha başarılı olduğunu biliyor, yerel halkın mücadele içinde olmasına daha fazla önem vermenin gerekliliğine inanıyoruz.”

ÇED süreçlerinde mahkeme kararlarının uygulansın

“Ülkemizde madencilik, inşaat sektörü, enerji ihtiyacı gerekçesiyle ve havaalanı, köprü gibi mega projelerle doğamız talan edilmekte ve tahribata uğramaktadır. Ormanlar, meralar, zeytinlik alanlar yok edilmektedir. Tarım alanlarımız yatırımcılara peşkeş çekilmektedir.

Doğa koruma örgütleri olarak bu tahribatlar ve talan karşısında hem ÇED süreçlerinde, hem alanda, hem de hukuksal olarak mücadele etmekteyiz. Ancak ÇED süreçleri objektif olarak yürütülmemekte, ÇED gerekli değildir kararları artmakta, hukuksal mücadeleler yetersiz kalmakta, mahkeme kararları uygulanmamaktadır. Çevre Etki Değerlendirme süreçlerinin yerel halkın, STK’ların ve bilim insanlarının daha aktif katılımıyla ve objektif olarak yürütülmesi gerekliliğine inanıyor, bu süreçlerin yatırımcıların etki ve baskılarından uzak tutulması gerektiğini düşünüyoruz. Mahkeme kararlarının uygulanmasını istiyoruz.”

“Doğanın bizim tarafımızdan kurtulmasının gerekmeyeceği bir gelecek umuduyla, sermayeden yana değil doğadan yana politikalar ve uygulamalar istiyoruz.”

“Gerçek enerji ihtiyacı gözetilmeden, enerji tasarrufu önlemleri alınmadan ve bu önlemler tüm topluma mal edilmeden enerji üretimi gerekçesiyle yapılan HES’ler ve diğer yatırımlar doğamızda önemli tahribatlara yol açmıştır ve açmaktadır. Enerji üretimi gerçek ihtiyaca uygun olarak belirlenmeli ve yenilenebilir enerji kaynakları ile çözülmeli, enerji konusu merkezi otoritenin bir güç aracı olmaktan çıkartılarak, demokratikleşmenin bir aracı haline getirilmelidir.

 

(Yeşil Gazete)

Finlandiya translar için zorunlu ameliyatı tartışıyor

Finlandiya hükümeti, trans vatandaşları için ameliyat zorunluluğunu kaldırmaya hazırlanıyor. Mevzuata göre şu an bir transın yasalar önünde beyanının dikkate alınması için zorunlu kısırlaştırma operasyonundan geçmesi gerekiyor.

Ayrıca tıbben “trans” teşhisi konması ve kapsamlı bir psikolojik taramaya tabii tutulması gerekliliği var.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, Finlandiya hükümetine bu koşulları ortadan kaldırmak için çeşitli tavsiyelerde bulundu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Nisan ayında toplumsal cinsiyet tanınması için sterilizasyon yapılması gerektiğini bir insan hakları ihlali kararına varmıştı.

 

(Kaosgl.org)

Sen de destek ver: Boğaz köprüleri bisikletli ulaşıma açılsın!

Engelsiz Pedal Derneği, Don Kişot Sosyal Merkezi, Don Kişot Bisiklet Kolektifi ve Critical Mass bisikletçileri 26 Ağustos Cumartesi 17.15 ile 22.15 saatleri arasında Boğaz köprülerinin bisiklet trafiğine açılması talebiyle bir bisiklet eylemi düzenliyor.

Formasız, telsizsiz ve amirsiz bir bisikletli boğaz geçişi talep eden Critical MASS “Köprülü Ağustos” bisiklet eylemi Göztepe 60. Yıl Parkı’ndan başlayarak, Üsküdar, Kuzguncuk rotasını takip ederek köprüye ulaşacak.

“Arabadan in, Bisiklete bin!” sloganlarıyla pedal basacak olan grup köprüden sonra Taksim, Cihangir hattını izleyecek ve eylemi Karaköy’de sonlandıracak.

Grup Change org. üzerinden imza kampanyası başlattı.

https://www.change.org/p/boğaz-köprüleri-bisikletli-ulaşıma-açılsın

Katılımla ilgili olarak bilgi “Critical Mass İstanbul” Facebook hesabı üzerinden alınabilir.

 

(Yeşil Gazete)

Milli güreşçi Yasemin Adar’dan sahte hesap açıklaması

Türkiye’nin kadınlarda dünya şampiyonluğu sevinci yaşayan ilk güreşçisi olan Yasemin Adar, kendisi adına açılan Twitter hesabından atılan tweetlerin kendisine ait olmadığını açıkladı.  Adar, Dünya Güreş Şampiyonası’nda kadınlar 75 kiloda altın madalya kazanmış, bunun üzerine Twitter’da “YaseminAdarr” isimli bir kullanıcı, kendisinin fotoğrafını kullanarak, “Kazandığım bu madalya ezilen, öldürülen,  şiddet gören,taciz ve tecavüz mağduru olan tüm kadınlara armağan ediyorum” yazılı bir paylaşımda bulunmuştu.