İtalya Parlamentosu, laboratuvar ortamında et üretimini ve bu ürünlerin satışını yasaklayan yasa tasarısını kabul etti.
Temsilciler Meclisi’nde dün onaylanan yasayla omurgalı hayvanlardan elde edilen hücre kültürü veya dokulardan gıda ve yem üretimi ve satışına 10-60 bin Euro arası para cezası verilebilecek. Ayrıca, bitkilerden elde edilen ürünlerin “biftek” ve “salam” gibi isimlerle satışı da yasaklanacak.
Laboratuvar ortamında, hayvan hücre ve doku kültürleri kullanılarak üretilen etin üretimini ve satışını yasaklayan yasa, ”İtalya mutfağının” ve çiftçilik sektörünün korunması amacıyla hazırlandı.
BBC’nin aktardığına göre, sağ koalisyon hükümetinin ilk kez kurduğu Gıda Egemenliği Bakanlığı tarafından hazırlanan düzenlemeye, Ziraatçılar Birliği gibi kuruluşlar destek veriyordu.
Tarım, Gıda Egemenliği ve Ormancılık Bakanı Francesco Lollobrigida dün tasarının Parlamento’da onaylanmasının ardından, İtalya’nın ”dünyada sentetik gıdanın sosyal ve ekonomik risklerinden kurtulan ilk ülke olduğunu” ve bunun hem sağlık ve istihdam hem de kültür ve geleneklerin korunması için yapıldığını söyledi.
Ülkenin en büyük ziraatçılar birliği olan Coldiretti, ‘’laboratuvarda üretilen sentetik gıdalara’’ karşı imza kampanyası başlatmış ve 2 milyondan fazla imza toplamıştı. Birlik, ‘’insan sağlığı üzerindeki uzun vadeli etkileri konusundaki şüphelere rağmen, finansal güç gruplarının ve çok uluslu şirketlerin bu tür sentetik gıdaları dünya pazarlarına dayatmaya çalıştığını’’ öne sürüyordu.
Coldiretti’nin yaptığı ankette İtalyanların yüzde 74’ünün laboratuvarda üretilen gıdalara karşı olduğu belirlenmişti.
Aktivistler ve muhalifler tepkili: Gerici bir yasa
Yasal düzenlemeye karşı çıkanlar ise laboratuvar ortamında et üretiminin, hem çevresel hem de etik açıdan daha avantajlı olduğunu savunuyor. Ayrıca yasak kararıyla bu alandaki araştırma-geliştirme faaliyetlerinde geri kalınması riskine de dikkat çekiliyor.
Yasak karşıtları hükümeti ‘’sentetik et’’ ifadesini kullanarak korku yaratmaya çalışmakla da suçluyor.
Tasarının dün Temsilciler Meclisi’nde oylandığı saatlerde, muhalefetteki Daha Fazla Avrupa Partisi meclis önünde bir gösteri yaptı. Partinin genel sekreteri Riccardo Magi, Başbakan Giorgia Meloni liderliğindeki hükümetin ‘’gerici bir yasayla’’ İtalyan araştırmacıları ve bu sektörde gelecekte oluşacak pazara açılmak isteyen şirketleri sabote ettiğini savundu.
Meloni’nin eniştesi olan bakan Lollobrigida daha önce de çekirge gibi böceklerden elde edilen unların satışına kısıtlama getirmiş, pizza ve makarna gibi tipik ürünlerde kullanımını yasaklamıştı. İtalyan bakan, Avrupa Birliği çapında da benzer yasak kararlarının alınmasını umduğunu söyledi.
İktidar bloğunun Ankara‘daki Atatürk Kültür Merkezi alanlarında inşa edilmek istenen Millet Bahçesi projesi ikinci kez yargıdan döndü.
Planı Mimarlar Odası Ankara Şubesi yargıya taşımıştı. Ankara 13. İdare Mahkemesi, dava sonucunda ikinci planın da yürütmesini durdurdu.
İdare Mahkemesi, yargı kararlarının yerine getirilmediğine dikkat çekerken, söz konusu 1 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 97.maddesinin (n) bendi uyarınca Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nca 1 Kasım 2022’de resen onaylanan, Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun 27 Ekim 2022 tarihli kararı ve Ankara Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu’nun 31 Ekim 2022 tarihli kararı ile uygun görülen ‘Ankara ili, Altındağ ilçesi, Zübeyde Hanım mahallesi, Atatürk Kültür Merkezi 1.Bölge (Başkent Millet Bahçesi) 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı ve 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı‘nın uygulanmaya devam edilmesi halinde telafisi imkânsız zararlar yaşanacağını vurguladı.
Ankara 13. İdare Mahkemesi, yürütmeyi durdurma gerekçesinde hukuk devleti ilkesine zarar verildiğini belirtti. Mahkeme plan değişikliğine ilişkin işlemlerin uygulanması halinde telafisi güç zararlar oluşacağını belirterek ikinci planın da yürütmesini durdurdu.
Kararı değerlendiren Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan şunları söyledi: “Başkent iktidarın Cumhuriyetle hesaplaşmasının zirve mekânı oldu. Çünkü Ankara demek başkent demek, ‘Laik Cumhuriyet’ demektir. Mimarlar Odası Ankara Şubesi olarak ideolojik olarak mekânı yok etmeye, kentleşme politikalarını rant odaklı dönüştürmeye çalışanlar bir kez daha kaybetmiştir. Atatürk’ün tarihi tören pistini yıkarak, AKM alanlarını 1700 araçlık otopark ile betona boğanlar kaybetmiştir. Cumhuriyet değerlerini savunmaya, korumaya bilimin ve tekniğin izinde geliştirmeye devam edeceğiz.”
Yargı: AKM alanı başkente özgü özel bir alandır
Karakuş Candan, daha önce bilirkişilerin de mahkemeye ‘Atatürk Kültür Merkezi alanlarında Millet Bahçesi Cumhuriyet hafızasını yok saymaktır’ görüşünü sunduğunu hatırlattı; “Şimdi de yargı Millet Bahçesi yapımını durdurarak, AKM alanına daha fazla zarar verilmesine izin vermedi. Mahkeme gerekçesinde ‘Planda Atatürk Kültür Merkezi alanın ‘Başkente özgü’ ve ‘özel alan olma’ tasarımın temel vizyonu olması gerekirken bunun gözetilmediği sonucuna varmıştır’ diyerek ideolojik hesaplaşmanın boyutunu ortaya koymuştur” diye konuştu.
Mahkemenin verdiği karar gerekçesinde, “Dava konusu işlemlerin hukuka aykırı olduğu saptanmasına rağmen uygulamanın sürdürülmesi, tüm eylem ve işlemleri hukuka uygunluk karinesine dayanan hukuk devleti ilkesine aykırı bir durum yaratacaktır. Zira, işlemlerin yürütmesinin durdurulmamasına karar verilmemesi halinde, hukuka aykırı bulunan işlemlerin etki alanına bağlı olarak ilgililer açısından oluşacak zarar, işlemlerin uygulanmasına devam olunmasıyla artacak, yargılamanın sonunda verilebilecek iptal kararı ile önceki halin iadesi olanaksızlaşacaktır” ifadeleri yer alıyor.
Fotoğraf: DHA
‘Plan değişikliği kamu yararına aykırı’
Karakuş Candan, mahkeme gerekçesinde yer alan şu ifadelere dikkat çekti:
“Bu durumda, dava dosyasında yer alan bilgi ve belgeler ile hükme esas alınabilecek nitelikteki bilirkişi raporunun birlikte değerlendirilmesinden, 1 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 97. maddesinin (n) bendi uyarınca Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nca re’sen onaylanan, Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 27/10/2022 tarih ve 3019 sayılı kararı ve Ankara Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu’nun 31/10/2022 tarih ve 442 sayılı kararı ile uygun görülen davaya konu 1/5000 Ölçekli Nazım İmar Planı ve 1/1000 Ölçekli Uygulama İmar Planının hazırlanması aşamasında Ankara 14. İdare Mahkemesi’nin 08/06/2022 tarih ve E:2020/815, K:2022/1346 sayılı kararı ve bu karara yönelik istinaf başvurusunun reddine dair Ankara Bölge İdare Mahkemesi 5. İdari Dava Dairesi’nin 02/03/2023 tarih ve E:2022/1277, K:2023/427 sayılı kararının gerekçesi göz önünde bulundurularak, anılan yargı kararların gereğinin tam olarak yerine getirilmediği,
bu kapsamda, 1/5000 ölçekli AKM Nazım İmar Planında ve 1/1000 ölçekli AKM 1.Bölge Uygulama İmar Planında AKM alanı ve AKM 1. Bölge özelinde 2019 onaylı kentsel tasarım-yerleşim planında kesin olarak belirtilen veya yeni yapılacak kentsel tasarım-yerleşim planında kesin olarak yer alacak kullanımların plan açıklama raporlarında açık ve net olarak açıklanmadığı,
Merasim Pisti zemini altına tekabül eden kapalı otopark kullanımı yönünden yeterli ihtiyaç analizi ve değerlendirme yapılmadığı gibi plan notunda açık otopark öngörülmemesine rağmen planda yerüstü açık otopark önerilmesi neticesinde planla plan notları arasında çelişkinin meydana gelmesine sebebiyet verildiği,
1/1000 ölçekli planda alanda belirtilen 0,05 inşaat emsalinin sadece yapılacak yapılara ilişkin olduğu,
sert zeminin ise yapı zemin oturumlarından başka alandaki tescilli yapılar, yol, havuz, açık-kapalı otopark, vb. unsurları da içerdiği, alanda büyük alan kaplayan Merasim Pisti, altında büyük kapalı otopark, ayrıca açık otoparklar, sert zemin kaplamalı yaya yolları, büyük süs havuzları, alana giriş alanları vb. yer aldığı, mevcut ve öneri yapılarla birlikte tüm diğer unsurlar birlikte değerlendirilerek sert zemin dökümünün alanın 0,10’u kapsamında kalıp kalmadığı yönünde irdeleme yapılıp kabul görmüş nihai bilgilerinin hem plan notlarında hem de plan açıklama raporlarında bulunması gerekirken bu yönde bir etüt, karar üretilmediği ve plana yansıtılmadığı,
1/25.000 ölçekli Başkent Ankara Nazım İmar Planında belirtildiği şekilde Başkentlik kimliği üzerine hassasiyet gösterilmesi, ‘Başkente özgü’ ve ‘özel alan olma’ tasarımın temel vizyonu olması gerekirken bunun gözetilmediği,
1/1000 ölçekli plana ait 3 nolu plan notunda alanda yer alacak yapısal fonksiyonlara ilişkin Emsal:0,05 olarak belirtilmiş ise de, yapılaşma koşullarının plan üzerinde ada-parsel bazlı belirtilmediği ve ana yollardan çekme mesafelerinin plan üzerinde gösterilmediği,
ayrıca AKM 1. Bölgenin Millet Bahçesi olarak planlanmasının üst kademe 1/25000 ölçekli Başkent Ankara Nazım İmar Planına ve planların kademeli birlikteliği ilkesine aykırılık taşıdığı hususunun bilirkişi raporu ile ortaya konulduğu anlaşıldığından,
dava konusu 1/5000 ve 1/1000 ölçekli imar planlarının yargı kararlarının gerekçelerine, imar mevzuatına, şehircilik ilkeleri ve planlama esaslarına, plan tekniklerine, plan hiyerarşisi ve kamu yararına uygun olmadığı sonucuna varılmıştır”
Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, Dolmabahçe Çalışma Ofisi‘nde düzenlenen Su Verimliliği Seferberliği Bilgilendirme Toplantısı’nda konuştu.
Dünyada 2,2 milyar insanın farklı seviyelerde içme suyuna erişimden yoksun olduğunu belirten Yumaklı, “BM tarafından geçtiğimiz 5 yılın, son 170 yıldaki en sıcak dönemi olduğu vurgulanıyor. Sibirya’da bile 38 dereceyi bulan sıcaklıkları görüyoruz. Artık tüm dünyada, kuraklık da deprem ve sel gibi bir afet niteliğinde” dedi.
‘En fazla azalma Marmara Bölgesi’nde’
Türkiye’nin iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı en kırılgan bölgelerden biri olan Akdeniz havzasında yer aldığını vurgulayan Yumaklı, şunları söyledi:
“Orman yangınları, taşkınlar, seller ve ekosistem kayıplarıyla iklim değişikliği etkilerini bütün şiddetiyle hissediyoruz. Ülkemizde son 10 yılda kurak yıllar yaşanırken, kuraklıkların şiddetleri ve süreleri de uzamaya başladı. Önümüzdeki 26 yıl içinde sıcaklıklarda artış; yağışlarda ve toplam kar örtüsünde azalış bekleniyor. Ekim ayında sona eren 2023 su yılında, yağışlar uzun yıllar ortalamasına göre yüzde 6 düştü. En fazla azalma yüzde 25 ile Marmara Bölgesi‘nde kaydedildi. Yağışlar, Hatay’da yüzde 55’e, Edirne ve Tekirdağ çevrelerinde yüzde 40’a varan azalmalar gösterdi.”
Bakan Yumaklı, artık göllerin kuruması, akarsu kaynaklarının azalması veya baraj doluluk seviyelerinin düşmesi haberleriyle daha sık karşılaşıldığını belirterek, Aral Gölü’nün son 50 yılda eski büyüklüğüne oranla yüzde 90, Akşehir Gölü yüzey alanının 2000 yılından bu yana 3’te iki küçüldüğünü söyledi.
‘Nüfusun yarısı, tarım alanlarının yüzde 80’i su yetersizliği yaşayacak’
Türkiye’nin su potansiyeli dikkate alınarak yapılan hesaplamalarda, kişi başına düşen yıllık su miktarının 1313 metreküp olduğunu bildiren Yumaklı, şunları kaydetti:
“Dikkatinizi çekmek isterim, kullandığımız değil, kullanabileceğimiz kişi başı azami miktardan bahsediyorum. Bu değer, uluslararası göstergelere göre ülkemizin su stresi altında olduğu anlamına geliyor. Bu gidişle, 2030 yılında, yani sadece altı yıl sonra bu oran 1000 metreküp altına düşecek ve ülkemiz su kıtlığı çeken ülkeler sınıfına girecek. Yine altı yıl sonra; nüfusumuzun yarısı; sulu tarım alanlarının ise yaklaşık yüzde 80’i su yetersizliği tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Kadim zenginlikleri barındıran eşsiz coğrafyamızda, bugüne kadar bilinenin aksine, artık su kaynaklarımız kısıtlı hale gelmiş durumda. 2030 yılına geldiğimizde, ülkemiz nüfusunun yüzde 10 artması, su kaynaklarının ise yüzde 20 azalması öngörülüyor.”
Eylem planları
Su Verimliliği Seferberliği‘ni milat kabul ettiklerini belirten Bakan, eylem planlarını da anlattı:
“Gelecek 10 yılı kapsayan Su Verimliliği Strateji Belgesi ve Eylem Planı‘nı yayımladık. Belgede kentsel, tarımsal, endüstriyel ve bireysel kullanımlarla ilgili hedefleri, stratejileri ve eylemleri belirledik. İş birliği yaptığımız kurumlarla koordinasyon içinde çalışmalarımıza devam ediyoruz. Kamu kurumlarımızda su verimliliği birimlerinin kurulması sürecini başlattık. İçme suyu sistemlerinde su kayıp oranlarının azaltılması için Belediye Su Kardeşliği uygulamasına geçtik. Kullanılmış suların yeniden kullanımı için ülkemizdeki toplam potansiyeli belirledik. Uygulamanın yaygınlaştırılması çalışmaları devam ediyor.”
Sanayide suyun verimli kullanılması için rehber dokümanlar hazırladıklarını, yeşil OSB uygulamasını destekleyen çalışmalar yürüttüklerini belirten Yumaklı şu bilgileri verdi:
“Çiftçilerimize verimli sulama sistemlerinin kullanımına yönelik yüzde 50 hibe desteği sağlıyoruz. Basınçlı sulama sistemlerimizin oranını yüzde 33 seviyesine ulaştırdık. Yağmur suyu hasadı, gri su uygulamalarına yönelik tip projeler hazırladık ve bütün sektörlerle paylaştık. Baraj, gölet ve yeraltı depolaması gibi tesislerimizi artırıyoruz. Toplumun her kesiminde farkındalık oluşturmak için eğitim çalışmalarına başladık.”
İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde, Prof. Dr. Nazlı Demirel‘inkaleme aldığı yüzey suyu sıcaklığında yaşanan artışa, balıklar üzerindeki tehdide ilişkin makalesini yayımlıyoruz.
*
Hamsi, istavrit, sardalya, palamut ve lüfer türlerinin 20 yıllık avlanma verilerindeki değişimler ile Marmara Denizi yüzey suyu sıcaklığında yaşanan artışı inceleyen yeni araştırmamız, avlanma takvimlerinde kayma yaşanan balıkların, tehlikeli düzeyde avcılık baskısıyla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor.
İklim değişikliği nedeniyle balıkların iyi bilinen avlanma takviminde kaymalar olduğunu gösteren, Doç. Dr. Taner Yıldız ve Doç. Dr. Ekin Akoğlu ile birlikte yayınladığımız çalışmaya göre, su sıcaklığının soğuması geciktikçe, palamut ve lüfer gibi balıkların göçleri de erteleniyor: Eylül ortasında başlayan av sezonları, artık Ekim ortasına kaymış durumda.
Bu durumda avcılık, hamsi ve istavrit gibi türler üzerinde yoğunlaşıyor. Palamut ve lüfer gecikmeli olarak Marmara Denizi’ne geldiklerinde ise, temel besin kaynaklarını oluşturan balıkların miktarı oldukça azalmış oluyor.
Yalnızca Türkiye balıkçılığının ana ekseni değil, avcı türler için de çok önemli bir besin kaynağı olan hamsi, aynı zamanda ekosistemin ‘kilit türü’ olma özelliği taşıyor. Özetle, hamsi popülasyonlarındaki azalma, tüm avcı balık türlerinin popülasyonlarını etkileyecek nitelikte.
Çalışmanın bulgularına dayanarak yaptığımız en acil öneri, balıkçılık sezonunun 45 gün gecikmeli başlatılarak 15 Ekim’e kaydırılması ve toplam av sezonunun da kısaltılarak 180 günle sınırlandırılması. Bu önlem, Türkiye balıkçılığındaki en önemli pelajiktürlerin (deniz yüzeyine yakın yaşayan, büyük miktarda sürü oluşturan ve sürekli hareket halinde olan balıkların) popülasyonlarını çökmekten korumanın kısa ve orta vadedeki tek yolu.
1971’den bu yana uygulanan, endüstriyel balıkçılığın zamansal av yasağı, Türkiye’de balık popülasyonlarının korunması için yapılmış düzenlemeler arasında en iyi bilineni.
Türkiye denizlerinde bulunan, ekonomik öneme sahip balıkların büyük çoğunluğu (hamsi, istavrit, lüfer gibi) ilkbahar-yaz döneminde üreyen türler. Dolayısıyla, bu balıkların korunması için, 15 Nisan – 1 Eylül tarihleri arasında toplam 135 günlük av yasağı bulunuyor.
Ancak Türkiye denizlerinin ‘veri-seti kısıtlı’ bölgeler olması, yani balık popülasyon durumlarına ilişkin düzenli veriler bulunmaması, av yasağı gibi düzenlemeleri güncel veriler doğrultusunda gözden geçirerek iyileştirmeyi zorlaştırıyor. İstanbul Balık Hali’nin 20 yıllık karaya çıkarma verilerine dayanan çalışmamız, bu eksikliği gidermeye yardımcı olmayı hedefliyor.
Çalışma kapsamında, özellikle iklim krizinin yaşandığı günümüzde, Marmara Denizi yüzey suyu sıcaklığındaki değişimleri ve hamsi, istavrit, sardalya, palamut ve lüfer türlerinin İstanbul’daki 20 yıllık avlanma verilerini inceledik. Hem bu türlerin değişen çevre koşullarına verdikleri tepkilerden hem de av-avcı ilişkisi kapsamında birbirleriyle ilişkilerinden yola çıkarak, av mevsiminde acil değişikliklere gidilmesi gerektiğini öne sürüyoruz.
Denizdeki ısınma, balıkların göç takvimini değiştiriyor
İklim değişikliğinin denizel ekosistemler üzerindeki etkileri, deniz suyu sıcaklıklarının artması, akıntı sistemlerinin değişmesi, canlıların biyolojik süreçlerinin farklılaşması gibi oldukça farklı şekillerde olabiliyor.
Çalışmanın sonuçları, son 20 yılda, Marmara Denizi yüzey suyu sıcaklıklarının yıllık ortalama 0,05℃ anlamlı ısınma eğiliminde olduğunu ve bu durumun tüm havza boyunca gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Bu artış trendi Karadeniz’den daha az, ancak Ege ve Akdeniz’den daha fazla.
Ilıman iklim kuşağı denizlerinde, sıcaklık değişimleri büyük önem taşır. Sıcaklık, canlıların biyolojik döngülerinde belirleyicidir. Palamut, lüfer gibi türler de, ilkbaharda üreme amacıyla Akdeniz’den Karadeniz’e göç eder, sonbaharda ise kışlama amacıyla Akdeniz’e geri dönerler. Üç bin yıllık İstanbul tarihi boyunca önem arz eden balıkların oldukça iyi bilinen bu göçü, hem su sıcaklığı hem de besin bulunurluğu ile oldukça yakın ilişki içindedir.
Çalışmanın bulgularına göre, mevsimsel olarak su sıcaklığının göç için yeterince soğuması geciktikçe, bu balıkların göç zamanları da erteleniyor. Eylül ortasında beklenen palamut ve lüfer, artık Ekim ortasında Marmara Denizi’ne geliyor. Bu nedenle hamsi ve istavrit gibi türler üzerinde yoğunlaşan avcılık, palamut ve lüferin temel besin kaynaklarının da tükenmesine neden oluyor.
Lüfer, palamut ve hamsinin av sezonu değişiyor
Nitekim çalışmanın en çarpıcı sonuçlarından biri de av sezonlarına ilişkin: Buna göre, yıllar içinde türlerin av sezonunun başlangıç ve bitiş dönemlerinde kaymalar yaşanıyor. Lüfer ve palamut avcılığının başlangıcının Eylül ortasından Ekim ortasına sarktığı, buna karşın, hamsi avcılığının Kasım ortasından Ekim ortasına gerilediği görülüyor.
Av sezonunun süresi açısından bakıldığında ise, lüfer ve palamut avcılığı Ocak ortasında biterken Aralık ortasına gerilemiş, hamsi avcılığı ise Şubat’tan Ocak ortasına gerilemiş görünüyor.
Avlanan tür sayısı giderek azalıyor
Her ne kadar Türkiye’nin diğer denizlerinden çok daha küçük bir yüzölçümüne sahip olsa da, oldukça verimli bir deniz olan Marmara’nın verimliliği, zaten uzun süredir azalıyor.
2000’li yılların sonuna kadar Marmara Denizi, Türkiye balıkçılığının yüzde 10 ila 15’inden sorumluydu, bugün bu rakam yüzde 5 ila 7 oranına gerilemiş bulunuyor. Son yıllarda, Marmara’daki toplam balıkçılığın yüzde 90’ını yalnızca 11 tür oluşturuyor: Hamsi, istavrit, sardalya, palamut, lüfer, mezgit,tekir, kefal ve derin su pembe karidesi.
Bu noktada dikkat çektiğimiz önemli bir mesele, bu balıklardan hamsinin bir ‘kilittaşı tür’ olması. Bu türlerin ekosistemlerde üstlendiği görev, bir kemerdeki kilittaşının rolüne benzetilebilir: Ortamdan çekilmeleri, bütün ekosistemi olumsuz etkiliyor.
Özellikle göç ve av sezonlarındaki kayma nedeniyle, avcı türler için de çok önemli bir besin kaynağı olan hamsi popülasyonlarının azalması, tüm avcı balık türlerinin popülasyonlarını etkileyebilir.
Av sezonu acilen daraltılmalı, sezon başlangıcı ertelenmeli
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) iklim projeksiyonları, deniz suyu sıcaklıklarının yükselmeye devam edeceğini gösteriyor. Bu durum, balıkçılık yönetiminin, iklim değişikliğinin olası etkilerini gözetecek şekilde, ‘uyarlamalı yönetim düzenlemeleri’ oluşturmasını acil ve mecbur kılıyor. Yani mevcut yönetim işleyişi, sürekli yeni bilgilerle beslenmeli ve esnek olmalı. İklim değişikliğinin etkileri fark edildikçe, yönetim biçimi yeni duruma uyarlanabilmeli.
Bu çerçevede en acil önerimiz, balıkçılık sezonunun başlangıcının 45 gün ertelenerek 15 Ekim’e kaydırılması ve toplam av sezonunun daraltılarak 180 günle sınırlandırılması. Bu yapılmadığı takdirde, oldukça yakın bir gelecekte, Marmara Denizi’nde çok daha sert önlemler alınması ve endüstriyel balıkçılığın tamamen yasaklanması gerekecek.
Ekosistem yaklaşımlı yönetim anlayışı benimsenmeli
Herhangi bir ekosistemin direnci ve sağlığı, içinde barındırdığı canlıların birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkileri ile yakından bağlantılı. Bu canlılar arasındaki dengenin, insan etkileriyle değiştirilmesi, oluşan yeni sistemin direncini düşürür. Buna bağlı olarak da insanların denizlerden elde ettiği yararları aksatır; toplumsal, ekonomik ve yönetimsel sorunlar yaratır. Bu nedenle, ekosistem üzerindeki baskıları dikkate alan bütüncül değerlendirmeler yapılması ve tüm paydaşların katılımıyla kararlar alınması – kısaca ‘ekosistem yaklaşımlı yönetim’ anlayışının benimsenmesi gerekir.
Marmara Denizi ekosisteminin mevcut durumu, sürdürülebilir deniz ekosistemleri için yerel ve merkezi yönetimler arasında ciddi bir işbirliği gerektiğini de ortaya koyuyor. Bunun için orta ve uzun vadede, (i) iklim değişikliğinin olası etkilerini göz önünde bulunduracak, (ii) bilimsel tabanlı, iyi balıkçılık yönetimi uygulamalarını benimseyecek, (iii) kentsel ve endüstriyel faaliyetlerle denize verilen yükleri azaltmayı planlayacak, (iv) aşırı avlanmadan kirliliğe kadar tüm baskı bileşenleri için kısa, orta ve uzun vadeli çözümler sunabilecek, (v) farklı paydaşların karar alma süreçlerine katılımı sağlayacak bir yaklaşımı acilen hayata geçirmek şart.
Kaynak Makale: Demirel, N., Akoglu, E., Yıldız, T. (2023). Shifts in the pelagic fishery dynamics in response to regional sea warming and fishing in the Northeastern Mediterranean. Regional Environmental Change, 23:141 https://doi.org/10.1007/s10113-023-02139-7
Prof.Dr. Nazlı Demirel hakkında
Prof.Dr. Nazlı Demirel
Prof.Dr. Nazlı Demirel, denizel ekosistemler ve biyoçeşitliliğin korunması ile ekosistem yaklaşımlı balıkçılık yönetimi konularında uzmanlaşmış bir deniz bilimcidir.
2001 yılında İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden mezun olmuş, 2004 yılında yüksek lisansını 2010 yılında ise doktorasını İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsü’nde tamamlamıştır.
Misafir araştırmacı olarak 2013-2015 yılları arasında Almanya’da GEOMAR Helmholtz Ocean Research Kiel Enstitüsü’nde Dr. Rainer Froese ile balıkçılık dinamikleri ve balık popülasyonları üzerine çalışmalar yürütmüştür. Şu anda dünya balıkçılığında en yaygın kullanılan ve “veri-seti sınırlı” balık popülasyonları için geliştirilen iki farklı popülasyon değerlendirme yönteminin geliştirici ekibinde yer almıştır. Halen, İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsü’nde görev yapmakta ve lisansüstü düzeyinde komünite ekolojisi, balık biyoçeşitliliği derslerini vermektedir.
Akademik yaşamı boyunca, ekosistem sağlığı, biyoçeşitliliğin zaman içindeki değişimi, denizel canlıların popülasyon dinamikleri, balık popülasyonlarının durum analizi ve balıkçılık yönetimi üzerine ulusal ve uluslararası düzeyde pek çok proje ve çalışma grubunda araştırıcı, uzman, yürütücü ve koordinatör olarak yer almıştır.
Bilimsel yayınları, Fish and Fisheries, Marine Policy, Ocean and Coastal Management, Marine Environmental Research, Regional Environmental Change, Frontiers in Marine Science gibi dergilerde yayımlanmıştır.
Hrant Dink Vakfı‘nın düzenlediği “Cumhuriyet’in 100. yılında Azınlık Hakları” konferansının açılış konuşmasını yapan Rakel Dink,Hrant Dink‘i katleden Ogün Samast’ın, 16 yıl 10 ay sonra tahliye edilmesiyle ilgili konuştu:
“Hrant’ın cinayeti davasında adaletin yerini bulması, şu ya da bu kişinin üç beş yıl fazla ya da az ceza alması değildi. Daha ilk günden beri karanlığın sorgulanması gerektiğini söyledik. Bu davada adaletin yerini bulması ülkenin demokratikleşmesi için olmazsa olmazdır dedik. Şimdi kalkıp ‘bu karar memleketimize hayırlı uğurlu olsun’ mu diyelim?” dedi.
Rakel Dink’in Agos Gazetesi’nin aktardığı konuşması şöyle:
“İki gün önce hepinizin bildiği gibi Hrant’ın katili olduğu söylenen kişiyi serbest bıraktılar. Bir kez daha adaletsizliği yüzümüze çarpıp, yasın en ağır günlerine geri yolladılar bizi. Şunu bir kez daha hatırlattılar: Hrant’ın cinayetini konuşmadan Türkiye’de azınlık haklarını konuşmak mümkün değildir.
Yıllardır katillerle aynı havayı soluyoruz’
Nerede nasıl bir yerde yaşadığımızı bilerek yaşıyoruz elbette. Biz zaten yıllardır katillerle aynı havayı soluyoruz. Çutağımın (Hrant Dink’in) öldürülme emrini verenlerin aramızda dolaştığını biliyoruz zaten. Sabahattin Ali’nin katiliyle, İlhan Erdost‘un, Zeki Tekiner’in, Doğan Öz‘ün, Uğur Mumcu‘nun, Musa Anter‘in katilleri, Sivas‘ın katliamcılarıyll aynı havayı soluduğumuzu bilmiyor muyuz? Bir gün bile ceza almamış katillerin arasına karıştı gitti, bir tetikçi daha. Cumartesi Anneleri‘nin hala daha bir mezar yerleri dahi olmadan, her gün katilleriyle aynı sokaklarda yürümek zorunda kaldıklarını bilmiyor muyuz?
Hrant bilmiyor muydu nerede yaşadığını? Türk düşmanı yaftasını ona yapıştırmaya kalktıklarında işkence ediyorlardı ona. Güvercin tedirginliği derken, lirik yalnızlık derken, kendi azınlık halini haykırıp duruyordu. Elbette sembolik anlamı var tetikçinin serbestçe dolaşmasının. Aynı cinayet günü olduğu gibi, bugün de. Ülke gerçeğini Cumhuriyet’in 100. yılında görmeyenlerin gözüne sokuyor, unutanlara hatırlatıyor. Hrant Dink’i öldüren tetikçi serbest, Osman Kavala içerde. Azmettirenler serbest, Çiğdemimiz (Mater) içerde. Hedef gösterenler serbest, avukatlarımız içeride.
‘Burada yaşamak bazı günler daha zor’
“Bazı günler daha zor oluyor burada yaşamak. Yargıtay ilk kez saçmalamış gibi yapamıyoruz. Çutağımın (Hrant Dink) kalemini kıran aynı Yargıtay değilmiş gibi yapamıyoruz. Osman, Çiğdem ve arkadaşlarıyla ilgili kararları aynı Yargıtay almamış gibi yapamıyoruz. ‘Kötüyü aklayan da, doğruyu mahkum eden de, Rabbi tiksindirir’ diyor kelam. Ben de tiksiniyorum. Hrant’ın cinayeti davasında adaletin yerini bulması, şu ya da bu kişinin üç beş yıl fazla ya da az ceza alması değildi. Daha ilk günden beri karanlığın sorgulanması gerektiğini söyledik. Bu davada adaletin yerini bulması ülkenin demokratikleşmesi için olmazsa olmazdır dedik. Şimdi kalkıp ‘bu karar memleketimize hayırlı uğurlu olsun’ mu diyelim?
‘Olanlar olmamış gibi davranamıyoruz’
Devlet terörü, soykırım gibi kelimeler bugünlerde haklı olarak bolca kullanılırken, kendi ülkemizde olanlar olmamış gibi davranamıyoruz. Ve biz bugün yine her zamanki gibi içimizdeki isyanla, sebatla, akla, bilime, vicdana sığınıyoruz. Bugün konferansımızda birçok tarihi belgeler, akademik sunumlar, makaleler anlatımlar duyacağız. Yaşadığımız yeri değiştirmek dönüştürmek dışında, daha iyi bir ülke ve daha iyi bir dünya için çalışmak dışında, onurlu bir yaşayış bilmiyoruz. Elimizden gelen yüreğimizden geçenin çok azı olsa da, bildiğimiz yapmaya, her gün daha iyi yapmaya çalışarak, karanlığı bir nebze olsun aydınlatma devam edeceğiz.”
Dokuz çevre derneği ve iki yurttaş tarafından açılan davada yönetmeliğin kamu yararına bir yasal düzenleme olmadığından iptali istendi. Ayrıca açık yönetmeliğin hukuka aykırılık ve telafisi imkansız zarar şartlarını birlikte taşıdığından davalı idarenin savunması alınmaksızın yürütmenin durdurulması talep edildi. Öte yandan adli yardım ve yargılamanın duruşmalı yapılması talebinin ve davanın kabulü istendi. Yönetmeliğin neden kamu yararına aykırı olduğu ise dosyanın avukatlarından İsmail Hakkı Atal tarafından şöyle açıklandı:
“AKP, 2010 referandumunda ‘özgürlükler ve insan hakları‘ kandırmacasıyla ülkeyi nasıl faşizan ve özgürlüklerin yok edildiği, insan haklarının tehlikede olduğu bir hale getirdiyse; şimdi de ‘tarımsal üretimin planlanması’ kandırmacasıyla kırsaldaki küçük çiftçimizin ve hayvancımızın geleneksel üretim yöntemlerini bitirmeye çalışıyor. Küçük çiftçi ve hayvancıyı bitirmeye yönelik bu yasal düzenlemeyle; üretim izni vermeyeceği küçük çiftçiyi topraklarını terk etmeye zorlayarak tarımı ve hayvancılığı tamamen büyük endüstriyel tarım ve hayvancılık şirketlerinin egemenliğine bırakmak istiyor.”
Fotoğraf: Yasin Dikme – AA- arşiv
‘Köylünün haklarının korunacağına ilişkin hiçbir hüküm yok’
Tarım ve Orman Bakanlığına karşı davacılar arasında Adana Çevre ve Tüketici Koruma Derneği, Antakya Çevre Koruma Derneği, İskenderun Çevre Koruma Derneği, Mersin Doga ve Çevre Derneği, Tarsus Çevre Koruma Kültür ve Sanat Merkezi Derneği, Fatsa Doga ve Çevre Derneği, Ordu Çevre Derneği , Muğla Çevre ve Ekoloji Politikaları Derneği ve Muş Meşe Derneği bulunuyor.
13 Kasım’da açılan davaya ilişkin açıklamada bulunan Avukat Atal, “AKP yönetmeliğin 13. maddesiyle tarımsal üretimi , 15. madde ile ise hayvansal üretimi planlayacağını iddia ediyor. Her iki maddeye de baktığımızda üretim izni koşulları hiçbir şekilde somutlaştırılmamış olup, küçük ölçekte geleneksel yöntemlerle tarımsal üretim ve hayvancılık yapan köylüye öncelik tanınmasına, büyük endüstriyel tarım ve hayvancılık işletmelerine karşı küçük ölçekte üretim yapan köylünün haklarının korunacağına ilişkin hiçbir hüküm yok” dedi ve ekledi:
“Yönetmeliğin bu haliyle uygulanması halinde il bazındaki üretim kotalarının büyük endüstriyel tarım, hayvancılık, meyvecilik işletmeleri tarafından doldurulacağı ve küçük çiftçiye üretim izni verilmeyeceği kesin. 13. Maddeyle tarımsal üretim izninin işletme veya havza bazında verileceğinin öngörülmesi ise maliye kaydı olmadığı halde geleneksel organik üretim yapan ihtiyaç fazlasını da satan yoksul köylümüze tarımsal üretim izni verilmesini engelleyecek bir hüküm.”
Yönetmeliği çıkaran Tarım ve Orman Bakanlığının dahil olduğu AKP hükümetinin, 2005’te kırsalda yaşayan çiftçi -köylü -hayvancı nüfusunu 10 yıl içinde yüzde 35’ten yüzde 8’e (2005 itibariyle 70 milyonluk nüfusta 25 milyondan 5 milyona) indirmek için AB’ye taahhüt verdiğini hatırlatan Atal, şunları kaydetti:
“AKP yerli çiftçinin-hayvancının iflas etmesine sebep olacak şekilde yurtdışından canlı hayvan -tarımsal ürün ithal ederek sürekli küçük çiftçiyi -köylüyü yoksullaştırdı ve kırsal alan nüfusunu yüzde 35’ten yüzde 15’e indirdi. Diğer yandan kırsalda yaşayan köylümüz AKP’nin 2008 ile 2023 arasında her köye dört maden ruhsatı düşecek şekilde verdiği 386 bin maden ruhsatına karşı da engel teşkil ediyor ve kırsal alan bu nedenle de boşaltılmak isteniyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra AKP iktidara gelene kadar egemen olan kamucu politikalarla 1923 ile 2002 arasında 79 yılda sadece 1186 maden ruhsatı verilmiş olduğunu da belirtelim.”
Devlete görevleri hatırlatıldı
Dava konusu yönetmeliğin iptalinin gerekliliği olarak Anayasayla korunan sosyal devlet ilkesine, yine Anayasanın 5. maddesinde yer alan devletin siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırma görevine işaret edildi. Ayrıca Anayasanın “…Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” ibaresinin bulunduğu 10. maddesine de işaret edildi.
Dava dosyasında “Devlet, bitkisel ve hayvansal ürünlerin değerlendirilmesi ve gerçek değerlerinin üreticinin eline geçmesi için gereken tedbirleri alır” ifadelerinin yer aldığı madde 45’e ve “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir” ifadesine yer verilen 48. maddeye de değinildi.
Son olarak Türkiye’nin çeşitli noktalarındaki ekokırımlara işaret ederek İsmail Hakkı Atal şu ifadeleri kullandı:
“Akbelen’de, Kazdağları’nda, Tokat’ta, Afyon’da, Bergama’da halen üretime devam eden köylüler, enerji ve maden şirketlerinin işgaline karşı direnmektedir. Dün (15 Kasım) Akbelen’de tapulu tarlasını LİMAK’tan koruduğu için jandarma tarafından gözaltına alınmak istenen İkizköy’lü Haydar Demir’in yaşadığı olay; ‘Yeni Türkiye yüzyılının’ milletin efendisi olan köylüyü ‘efendilik’ten kölemen haline getirmeye çalışan bir yönetimi simgelediğini göstermektedir.”
Sunucu ve Yazar Metin Uca, tedavi gördüğü hastanede 62 yaşında hayatını kaybetti. Menajeri Kübra Kalem Baykara, Metin Uca’nın ölümünü sosyal medya platformu X üzerinden duyurdu:
“Metin Ucamızı kaybettik. Kalbimiz acıyor.”
Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde 3 Kasım’da araç kullanırken yaşadığı rahatsızlık sonrası trafik kazası geçiren Uca’nın şah damarlarının tıkalı olduğu bildirilmişti. Metin Uca, tedavi gördüğü hastanede entübe edilmişti.
Metin Uca’nın sosyal medya hesabından 13 Kasım Pazartesi günü paylaşılan mesajda, şu ifadelere yer verilmişti:
“Hızla iyileşiyorum. En kısa zamanda beraber olacağız, doğum günümü birlikte sahnede kutlayacağız. Güzel doğum günü mesajlarınız ve iyi dilekleriniz için çok teşekkürler. Sonsuz sevgimle.”
Uca’nın menajeri Baykara, dün şu açıklamada bulunmuştu:
“15 Kasım sabahı taburcu edilmesi beklenirken acil bir operasyona alınması gerekti. Operasyondan sonra oluşan komplikasyonlar nedeniyle tedbir amaçlı entübe edildi. 72 saati atlatmayı, ardından tedavisine devam edebilmeyi umuyoruz.”
‘Tören istemiyorum’
Uca, Şubat 2023’te Haberler.com‘un YouTube kanalına verdiği röportajda vasiyeti doğrultusunda ölümü sonrasında bir cenaze töreni yapılmamasını istediğini söylemişti.
Öldükten sonra yakılmak istediğini belirten Uca, “Ben güzel öleceğimi düşünüyorum. Burası özgür bir ülke olsa, yakılarak ölmek isteyenlere de saygı duyulurdu ama ne yazık ki böyle bir şansımız yok. Ben yakılarak ölmek istiyorum, küllerimin de İstanbul Boğazı’ndan serpilmesini istiyorum ama ne yazık ki böyle bir şansımız yok” ifadelerini kullandı ve ekledi:
“Umarım dostlarım, bu konuda bıraktığım vasiyet çerçevesinde bunu yaparlar. Tören istemiyorum çünkü. Hatırlanmak istemiyorum.”
Metin Uca hakkında
13 Kasım 1961’de İstanbul’da dünyaya gelen Metin Uca, kimya mühendisliği, jeoloji mühendisliği ve tiyatro eğitimleri aldı. Uca, 1987’de kazandığı Anadolu Ajansı sınavıyla muhabirliğe başladı. 1989 yılında TRT’ye geçen Metin Uca, daha sonra özel televizyonlarda muhabirlik ve programcılık yaptı.
1999 sonrası “Günaydın Türkiye” adlı sabah haberleri programıyla tanınan Metin Uca, uzun yıllar boyunca tek kişilik gösteriler ve seslendirme çalışmaları yaptı.
Agos gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni, Gazeteci Hrant Dink cinayetinin faili OgünSamast‘ın tahliyesi sonrasında Dink’in öldürüldüğü Sebat Apartmanı (eski Agos gazetesi) önünde protesto gösterileri ve basın açıklamaları yapıldı.
Agos gazetesinde yer alan habere göre; Türkiye İşçi Partisi (TİP) milletvekili Sera Kadıgil, Dink’in vurulduğu yerde yaptığı açıklamada şunları söyledi:
“Aslında Ogün Samast sadece bir piyondu çünkü kendi savunmasında şöyle diyordu: ‘Ben 17 yaşında bir çocuktum, nereden bilirdim Agos’u, nereden tanırdım Hrant’ı… Onu işaret edenler, hedef gösterenler, o parmaklar bu salonda değil?’ diye soruyordu. Biz de bu soruyu soruyoruz. 80’e yakın kişi yargılandı bu davada, 50’si kamu görevlisiydi. Yalnızca üç kişiyi tutukladılar, biri Ogün Samast’tı. Çocuk olduğu için dün tahliye edildi. İki tane daha görünen sanık var içeride, yatıyorlar. Hrant Dink faili meçhul bir cinayettir. Dün salıverilen Ogün Samast, bu işin yalnızca görünen bir enstrümanıdır. Örgüt üyeliğinden bile yargılanmamıştır. O yüzden bu kadar çabuk tahliyesi mümkün olmuştur. Bugün aradan geçen 16 yıldan sonra büyük bir mahcubiyetle tekrar buranın önündeyiz.”
Sol Parti adına açıklamayı İstanbul İl örgütünden Nuriye Alsancak okudu. Alsancak şöyle dedi:
“Tetikçi katil Ogün Samast da dün serbest bırakıldı. Hrant Dink davasında tetikçiler dışında asıl suçlulara ise hiçbir zaman ulaşılamadı. Bir dönem Ergenekonculara yüklenen cinayetin, bir başka dönem FETÖ’cüler tarafından planladığı savunuldu. Hrant’ı katleden karanlık, geçmişte Sivas’ta, Maraş’ta katliamlar yaptı. Uğur Mumcu’ları bu hayattan kopardı. Katiller ya bulunmadı ya da zaman aşımıyla serbest bırakıldı. Ülkeyi saran aynı karanlık bugün de AKP iktidarı eliyle devam ediyor. Hrant’ın katili serbest bırakılırken milletvekili seçilen Can Atalay, AYM kararına rağmen hukuksuz biçimde tahliye edilmiyor. Hrant’ın katili serbest bırakılırken Gezi tutukluları AİHM kararlarına rağmen serbest bırakılmıyor. AKP iktidarinin getirdiği af tasarılarıyla katiller, tecavüzcüler, mafya elebaşları ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşıyor . Bugün göstermelik yargılamalar sonucu tetikçi katiller serbest bırakılsa da kardeşimiz Hrant Dink’in hesabını bu karanlık çetelerden, bu iktidardan sormaya devam edeceğiz.”
‘Bu dava bitmez, bitmeyecek’
Sol Parti MYK üyesi Alper Taş ise iktidara halkın sinir uçlarıyla oynamaması çağrısında bulundu. Emek Partisi‘nden yapılan açıklamada da şu ifadelere yer verildi:
“Gültan Kışanak, Can Atalay, Osman Kavala ve daha birçok insan kimseyi öldürmediler, gerekçesiz tutuluyorlar. Hrant Dink’in katili ise başından beri kollanmıştı şimdi de serbest bırakıldı. Anayasa Mahkemesinin kararlarını tanımayan ve kapatmak isteyen iktidar hukuku çiğnemeye devam ediyor, katillere yol veriyor. Ama bu dava bitmez, bitmeyecek. Biz bitti demeden kapanmayacak.”
Hrant’ın arkadaşları: Biz bitti demeden bu dava bitmez
Hrant’ın Arkadaşları İnisiyatifi de Samast’ın serbest bırakılmasına ilişkin açıklamada bulundu. Açıklamada şunlar kaydedildi:
“Hrant Dink cinayeti halen aydınlatılmamış, sorumluları açığa çıkartılmamışken; birçok dostumuz, hak savunucuları, gazeteciler, siyasetçiler haksız ve hukuksuz bir şekilde cezaevlerinde tutuluyorken, Hrant Dink’in katili Ogün Samast tahliye edildi.
Biliyorduk, dile getiriyorduk ama bu son gelişmeyle tescillendi: Adalet yok! Vicdan yok! Hakkaniyet yok!
Gözümüzün içine baka baka ‘öldür’ diyenleri, bir bebekten katil yaratan bu karanlığı güçlendiriyorlar!
Peşini bırakmayacağız, unutmayacağız, ‘katilleri koruyan cinayete ortaktır’ demeye devam edeceğiz.
Biz bitti demeden bu dava bitmez!”
Hrant Dink cinayeti
Hrant Dink, gazetesi Agos’ta yayımladığı “Sabiha Hatun’un Sırrı” başlıklı röportajının Hürriyet gazetesinde yayımlanmasının ardından hedef haline getirilerek, 19 Ocak 2007 yılında saat 15.00’de Ogün Samast tarafından gazetesinin önünde sırtından kurşunlanarak öldürüldü.
Tetikçi Ogün Samast kısa sürede yakalandı. Samast’ın sorgu için götürüldüğü karakolda elinde Türk bayrağı ve arkasında Mustafa Kemal Atatürk’ün “Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” sözü görünen fotoğraflarının çekilmesi tepkiyle karşılandı. Suikast sırasında taktiği beyaz beresi ise cinayetin sembolü haline geldi.
Hrant Dink’in cenazesine tarihte benzerine rastlanmayan bir katılım gerçekleşti. Binlerce insan “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” pankartlarıyla cenazeye katıldı. Yenikapı’ya kadar yapılan yürüyüşe 100 binin üzerinde insan katıldı. Ülkenin her yerinde Dink’in yası tutuldu.
Dink’in öldürüldüğü gün yayımlanan “Güvercin tedirginliği” yazısı toplumu suikast kadar sarsmıştı. Toplumun dikkati Dink cinayeti soruşturmasına yöneldi. Kısa sürede Samast dışında cinayetin azmettiricisi olduğu iddiasıyla Yasin Hayal ve muhbir Erhan Tuncel tutuklandı. Tuncel’in Emniyet ve Jandarma İstihbarat Teşkilatı ile bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Emniyet tarafından yapılan bir açıklamayla Erhan Tuncel’in Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek’in elemanı olduğu doğrulandı.
Hrant Dink suikastı davası 2 Temmuz 2007 tarihinde Beşiktaş’taki eski Devlet Güvenlik Mahkemesi binasında başladı. Yargılamada sanıklara örgüt suçlamasında ise bulunulmadı. Sanıkların mahkemedeki rahat tavırları da tepki uyandırdı.
Meclis’te, Hrant Dink Cinayetini Araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyon yaptığı çalışmaların sonucunda Trabzon ve İstanbul emniyet birimlerinin “ihmali” olduğunu belirtti. Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağrılarak Vali Muammer Güler’le görüşmesi sırasında odada bulunan üç kişi tarafından tehdit edilmesi sıklıkla gündeme geldi ve bu üç kişinin kim olduğu soruldu. Mahkeme de aynı soruyu Valiliğe yöneltti ancak yanıt verilmedi. Dink ailesinin ve avukatlarının tekrar sorulması taleplerini ise reddetti.
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “Ankara’nın derin dehlizlerinde kaybolmasına izin vermeyeceğiz” dedi. Ancak yargılama sonucunda “örgüt” bulunamadı. Anayasa Mahkemesi’ne etkin soruşturulma yürütülmemesi nedeniyle Dink ailesinin açtığı davadan ise yaşam hakkı, ifade özgürlüğü ve etkili başvuru haklarının ihlal edildiğine hüküm edildi.
Ekim 2015 yılında kamu görevlilerine yönelik yeni bir dava açıldı. Dönemin Trabzon Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek, İstanbul Emniyet İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer hakkında “kasten adam öldürme” suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve İstihbarat Daire Başkanı SabriUzun’a ise “görevi kötüye kullanma” suçlamasından altı yıla kadar hapis cezası talep edildi.
Yargılama sonucunda mahkeme, Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer’i “tasarlayarak kasten öldürme” suçundan ayrı ayrı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Tutuklu sanık eski subay MuharremDemirkale’yi “Anayasa’yı ihlal” ve “kasten öldürmeye yardım” suçlarından iki kez müebbet hapisle cezalandırdı. Tutuklu sanıklar Okan Şimşek ve Veysal Şahin ile hakkında adli kontrol kararı bulunan tutuksuz sanık eski Trabzon İl Jandarma Komutanı sanık AliÖz’ü “kasten öldürme” suçundan 25’er yıl, “resmi belgede sahtecilik” suçundan üç yıl dörder ay hapis cezasına çarptıran heyet, tutuklu sanık Ercan Gün’e FETÖ kapsamında “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçundan 10 yıl hapis cezası verdi.
Tutuksuz sanıklar eski İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler ve dönemin Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç hakkında “ihmali davranışla öldürme” suçundan beraat, “kamu görevini ihmal” suçundan haklarındaki dava dosyasının zaman aşımı nedeniyle düşürülmesi kararı veren heyet, tutuksuz sanıklar eski İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun ve dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah hakkındaki dava dosyasının zaman aşımı nedeniyle düşürülmesine hükmetti.
Mahkeme heyeti, haklarında yakalama kararı bulunan firari sanıklar Fetullah Gülen, Adem Yavuz Arslan, Ekrem Dumanlı, Coşgun Çakar, Halil İbrahim Koca, Mehmet Akif Yılmaz, Mehmet Faruk Mercan, Metin Canbay, Ömer Faruk Kartın, Serkan Şahan, Yılmaz Angın, Yunus Yazar ve Zekeriya Öz’ün savunmalarının alınamamış olması nedeniyle dosyalarının ayrılmasına karar verdi.
Hrant Dink Cinayeti Davası’nda dosyası ayrı tutulan Fetullah Gülen, Adem Yavuz Arslan, Ekrem Dumanlı ve eski savcı Zekeriya Öz’ün de aralarında bulunduğu 12’si firari 13 sanığın yargılandığı dava 5 Eylül’de görüldü.
Davada ilginç bir gelişme ortaya çıktı. Hakkında yakalama kararı bulunan firari sanık eski Emniyet Müdürü Yunus Yazar’ın Mayıs 2023’te Ankara’da yakalandığı ve ifadesinin alınmasının ardından Dink davası açısından tahliye edildiği öğrenildi. Ancak Yunus Yazar başka bir suçtan tutuklandı.
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmaya, tutuklu sanık Yunus Yazar ve avukatı Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile bağlandı. Bazı firari sanıkların avukatları da duruşmada hazır bulundu.
Duruşmada savunma yapan Yunus Yazar, aleyhindeki delillerin gerçekle bağdaşmadığını öne sürerek hakkındaki iddiaları reddetti.
Ara kararını açıklayan mahkeme heyeti, hakkında yakalama kararı bulunan 12 sanığın dosyalarının ayrılmasına karar verdi.
Heyet, sanık Yazar’ın benzer suçlardan yargılandığı Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesinin dosyaların birleştirilmesi taleplerini reddettiğini belirterek, uyuşmazlığın giderilmesi için Yargıtay 5. Ceza Dairesine müzekkere yazılmasına hükmederek duruşmayı erteledi.
Dink cinayeti Türkiye’de değişen siyasi konjektöre göre “Ergenekon” ve “FETÖ” yapılanmalarıyla anıldı. Ancak Dink’i hedef haline getirenler, 301’inci maddeden “Türklüğe hakaretten” dava açanlar, bilirkişi raporlarında hakaret olmadığının yer almasına rağmen mahkumiyet kararı verenler Dink’in ifadesiyle “mahkemenin arkasındaki derin güç” yargılanmadı veya yargılanamadı. Suikastin gerçek faillerinin ortaya çıkılması hala en büyük talep. Türkiye’nin Hrant Dink’e hala bir adalet borcu var.
Eşi benzeri görülmemiş bir sıcak dalgasının yaşandığı Brezilya genelinde yaklaşık üç bin kasaba ve şehir için kırmızı alarm verildi.
Yerel yönetimler Rio de Janeiro‘da Pazar günü (12 Kasım) 42.5C ile Kasım ayının rekorunun kırıldığını, Salı günü (14 Kasım) ise yüksek nem oranı nedeniyle sıcaklığın 58.5C’ye kadar çıktığını söyledi.
BBC‘de yer alan habere göre; en iyi ihtimalle yarına (17 Kasım) kadar sürmesi beklenen sıcaklardan yüz milyondan fazla insan etkilendi. Yetkililer bu durumu El Niño iklim fenomeni ve iklim değişikliği ile ilişkilendirdi.
Ulusal Meteoroloji Enstitüsü (Inmet), São Paulo şehrinin Salı günü (14 Kasım) öğleden sonra ortalama 37.3 dereceyi gördüğünü bildirdi.
AFP haber ajansına konuşan 22 yaşındaki Riquelme da Silva, “Çok yorgunum, çok zor” dedi ve ekledi:
“Eve gittiğimde soğuk su var, yoksa kalkamıyorum bile çünkü çok yorgunum. Uyumak bile çok zor.”
60 yaşında bir sokak satıcısı olan Dora, dışarıda çalışanlar için sıcağı “dayanılmaz” olarak tanımladı.
Inmet ülkenin büyük bir bölümü için kırmızı alarm verdi. Bu uyarılar, sıcaklıkların beş günden uzun bir süre boyunca ortalamanın 5C üzerinde seyredebileceğini ve sağlık açısından ciddi bir tehlike oluşturabileceğini gösteriyor.
Güney yarımkürede yazın başlamasına bir aydan fazla bir süre kala yaşanan sıcak dalgası, insanların kendilerini serin tutmaya çalışması nedeniyle Brezilya’nın enerji tüketiminin rekor seviyelere yükselmesine neden oldu.
Geçen hafta yayınlanan Inmet araştırması, ülkedeki ortalama sıcaklığın Temmuz’dan Ekim’e kadar tarihsel ortalamanın üzerinde olduğunu gösterdi.
İklim değişikliği nedeniyle dünyanın birçok yerinde aşırı hava koşulları daha sık ve daha şiddetli hale geliyor.
Bilim insanlarına göre, sıcak dalgaları birçok yerde daha uzun süreli ve daha yoğun hale geliyor ve insan kaynaklı sera gazı salımlarının devam etmesine paralel olarak bu durumun da sürmesi bekleniyor. Ek olarak Dünya şu anda küresel sıcaklıkların tipik olarak arttığı bir El Niño iklim fenomeninin etkisinde.
El Niño nedir?
Doğu ve orta Pasifik Okyanusu‘ndaki okyanus sıcaklıklarında yaklaşık her üç ila beş yılda bir görülen yükseliş, El Niño’nun açık belirtilerinden biri. Bu durum dünya genelinde birbirini tetikleyen aşırı hava koşulları yaratarak bir yıla kadar etkili olabiliyor.
Bu dönemde doğu Pasifikte uzanan güney ABD gibi bölgelerde ortalamanın üzerinde yağış ve hatta tahribat yaratan toprak kaymaları yaşanabiliyor.
Okyanusun diğer ucundaki, Endonezya ve güneydoğu Asya gibi bölgelerde ise kuraklık etkili oluyor ve bu kuraklık yıkıcı orman yangınlarını tetikleyebiliyor.
Dünyanın diğer bölgelerinde ise yıkıcı seller, gıda güvensizliğine yol açabilecek mahsul kayıpları, tropikal hastalıklardaki artış ve balık popülasyonlarında düşüş gibi etkiler gözlemleniyor.
Bu olayların tamamı, hem yerel hem de küresel ekonomileri zarara uğratabiliyor.
Avrupa İstatistik Ofisi‘nin (Eurostat) Salı günü (14 Kasım) yayımladığı sonuçlara göre, Türkiye 2022’de Avrupa Birliği‘nden (AB) en fazla geri dönüştürülebilir plastik atık ithal eden ülke oldu. 2022’de AB dışına en çok ihraç edilen geri dönüştürülebilir atıklar sırasıyla kağıt, plastik ve cam oldu.
BBC Türkçe’de yer alan habere göre; Türkiye AB dışına gönderilen tüm geri dönüştürülebilir plastiğin yüzde 29’una tekabül eden 319 bin tonunu ithal etti. Onu yüzde 17 payla Endonezya ve yüzde 15 payla Malezya izledi.
2022’de birlik ülkeleri 1,1 milyon ton geri dönüştürülebilir plastik ürünü, AB dışındaki ülkelere ihraç etti. Eurostat verilerine göre; Türkiye 588 bin tonluk hacimle, geçen yıl AB’den en fazla geri dönüştürülebilir kağıt ithal eden ülkelerden biri oldu. AB’nin toplam 4,9 milyon ton olarak kayda geçen geri dönüştürülebilir kağıt ihracatının yüzde 29’u Hindistan‘a; yüzde 19’u Endonezya‘ya ve yüzde 12’si Türkiye’ye yapıldı.
AB 2022’de sınırları dışına toplam 6,4 milyon ton geri dönüştürülebilir kağıt, plastik ve cam ihraç etti. Bu, toplam ihracatın 2021’e göre yüzde 8,4 oranında arttığı; baz yılı olarak kabul edilen 2010’a göre yüzde 35’ten fazla azaldığı anlamına geliyor. Birlik ülkeleri geçen yıl, 930 milyon euro değerinde geri dönüştürülebilir kağıt, 423 milyon euro değerinde geri dönüştürülebilir plastik ve 25 milyon euro değerinde geri dönüştürülebilir cam ihraç etti.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), Eylül 2022’de yayımladığı raporunda Türkiye’de plastik geri dönüşüm tesislerinde çalışanların ve tesis çevresinde yaşayanların temel sağlık haklarının tehdit altında olduğunu söylemişti. Tesislerde çalışanlarla görüşen örgüt, bu kişilerin solunum hastalıkları, kronik baş ağrısı ve cilt sorunlarından şikayetçi olduklarını, çalışırken koruyucu ekipmana ve meslek hastalıkları için sağlık hizmetlerine erişimleri olmadığını paylaşmıştı.
Eurostat’ın 2021 atık ihracatı verilerine göre; Türkiye, 14,7 milyon tonla Avrupa Birliği’nden en fazla atık ithal eden ülke olmuştu. AB’den ihraç edilen tüm hurda metalin yaklaşık üçte ikisini oluşturan 13,1 milyon tonluk bölümü Türkiye’ye gönderilmişti. Brüksel merkezli Avrupa Çelik Derneği (EUROFER) AB’nin hurda metallerini “daha düşük çevre, iklim, çalışma ve sosyal standartlara sahip üçüncü ülkelere ihraç etmesini” eleştirmişti.
Avrupa Parlamentosu bu yılın başında imha edilecek tüm atıkların sevkiyatının yasaklanması da dahil olmak üzere, atık sevkiyatına yönelik daha sıkı prosedürler ve kontrol önlemleri getiren yeni bir yasa teklifini kabul etmişti.