Ana Sayfa Blog Sayfa 2953

[Arada Bir] Martının ilk uçuşu- Yaşar Özürküt

Gecenin güne dönüştüğü bir vakitteyim. Bu saatlerde deniz ala-buladır. Karadan, griye doğru an be an değişir deniz. Sonunda mor bir mavilik kuşatır çevreyi. Karşının, hele hele Dragos Tepesi’nin göz kırpan gece kalıntısı ışıkları da, göz kırpışlarını usul usul terkeder. Yakamozlar nöbet değiştirir. Martıların gece çığlıkları kesilmiştir. Günün ilk ışıklarıyla yeniden başlayacak olan cıyaklamalar, yerini arada bir yavrularını yoklayan ana martıların “gak-guk”larına bırakmıştır.

Penceremin karşısındaki çatıdaki doğa olayını, bu yıl gün-be-gün izledim. İlkin, çöp- çaput, ip-ot getirdiler gagalarıyla. Sonra da geçen yılki, kuluçka mekânında çevre düzenlemesi yaptılar. Derleyip toparladılar. Dişi martı bir güzel yerleşti mekâna. Ama sürekli o yatmadı yumurtaların üstünde. Arada bir nöbet değiştirdiler. Erkek martı, babalık nöbetini alıp yumurtaların soğumasını engellerken; dişi martı da kanat çırpıp denize doğru yalpa vurarak uzaklaştı sık sık. Kaç gün sonraydı hesaplamadım. İlkin ikiydi, sonra üçleşti yavrular. Geçen yıl da üç yavru vardı bu çatıda. Yavrulardan biri cılızdı. Bu yıl da öyle. İlk badi badi yürüyüşler, aile büyüklerinin gözetiminde oldu. Üçüncü yavru hep gerilerde kalıyordu. Bu yıl da öyle oldu. Üçüncü yavru diğer ikisinden daha cılız… Sürekli diğer ikisinden ayrı geziyor. Kendi başına buyruk davranıyor. Zaman zaman ana baba martıların getirdiği  ve büyük bir törene dönüşen gak’lamalardan sonra kusarak aile sofrasına sundukları yiyeceklere de yabancı kalıyor üçüncü yavru. Diğerleri büyük bir iştahla saldırıp, yiyecekleri mideye indirirken, o onları uzaktan izliyor sadece. Sonra da gelip artıkları gagasıyla toplamaya çalışıyor. Diğer iki yavru, uyumlu bir çift olarak, birlikte dolaşırken; o, hep ayrı onlardan. Kendi kafasına göre takılıyor.Öğle güneşinin dik ışıklarını diğer iki yavru martı, bacanın gölgesinde geçirirken; üçüncüsü için öyle bir sorun yok. Onun işi, çatının ucuna kadar gelerek komşu çatıdaki tek yavrunun kanat çırpışlarını gözlemek. Ya da, düştüm düşecek kadar kıyıya gelip, gagasını aşağıda ne olup bitiyor diye uzatmak. Dikkatle gözledim, böylesi durumda ana martı acı acı gaklayarak geliyor cılız yavrunun yanına. Sürekli bir aşağı bir yukarı kalkıp inen başıyla sanki kıyıya yaklaşmanın tehlikesini anlatıyor ona. Üçüncü yavru anlar görünse de, çok geçmeden yine çatının kıyısında alıyor soluğu. Bunun dışında zaten aileden kimsenin ona aldırdığı yok. Onun varlığı, ancak kıyı tehlikesiyle fark ediliyor gibi. O da bunu bilerek yapıyor. Geç doğmuş olmanın, diğer iki kardeşiyle farklı oluşun ilgi eksiğini böyle gideriyor üçüncü yavru.

Bu geç doğuş mu, ilgi eksikliği mi, beslenme yetersizliği mi bilemem; ama bu yavru sanki altı aylık da diğerleri tam dokuz aylık çocuk gibi. Giderek bu fark arttı. Palazlanan iki yavruya karşın, bu üçüncüsü yürümekte zorlanıyordu. İlk kanat çırpma provaları başlayınca, iş iyice anlaşıldı. Üçüncü yavru sadece gözlemci… Diğer ikisi, karşı çatıdaki eke yavrunun da meydan gösterilerinin etkisiyle olsa gerek; boydan boya çatıyı arşınlayacak şekilde kanat çırparak ilk uçma talimlerine başladılar. Bu süreç yavru martıların, çevreye uyumu için en tehlikeli süreç. Başarısız bir kanat çırpış, çatıdan aşağı zamansız bir inişi getirebilir. O nedenle olsa gerek, ana martı hep çatı kıyısında nöbettedir bu süreçte.

İlkin kanat provaları başlıyor. Buna, yerinde kanat sayma da diyebiliriz. Durmadan kanat çırpıyorlar. Yavaş yavaş ayakları giriyor devreye. Ayakları üstünde zıplayarak, havayla ilk temaslarını sağlıyorlar. Bu onlara cesaret veriyor. Giderek yol mesafesini çoğaltıp, enine boyuna arşınlıyorlar çatıyı.

Bu işin tehlikesi şu; güçlü ve sağlam kanat çırparak, günü geldiğinde yumuşak bir uçuşla aşağı inemezlerse, durum kötü! Ayak-kanat dengesiyle uçmayı iyice öğrenmeden, aşağıya heveslenen kanadı kırık martı yavrularıyla dolu Ada sokakları. O ilk provada, kanatlarını iyi kullanamayan yavrular, yere yaklaştığında ayak yerine kanatlarından birini yere destek veriyor. İş tamam!. Yeteri kadar güçlenmemiş olan kanat kemiği kırıldı mı, artık o martı yavrusu kedilerin oyuncağı olmaya mahkûm. Uçamazlar. Uzun sürmeyecek bir ömrü kırık kanatla geçirmek zorundalar. Bazıları şefkatli bir ada sakininin yardımıyla veterinerle tanışsa, kanat tedavisi görse de mümkünü yok. Düzelmez. Artık onların yaşamı, deniz kıyısındaki balık artıklarına, ya da ada sakinlerinin, günü birlikçilerin bıraktığı yiyecek artıklarından paylarına düşecek olan kalıntılara bağlıdır. Bir martı ömrü böyle geçer.

Bu tehlikeyi iyi bilen ana baba martılar da uçuş talimlerini büyük bir dikkatle izleyip, gerektiği yerde uyarıyorlar yavrularını. Gerçi ben anlamıyorum dillerinden. Ama öyle olmasa, onlar kanat provası yaparken, çatı oluklarının kenarına kadar gelip nöbete girmezler. Ama tüm bu gaklamalar, guklamalar üçüncü yavruya vız geliyor. Kendinden sadece iki gün önce dünyaya gelmiş olan kardeşlerine inat, onların kanat prova nöbetine ilgisiz. Sanki bir gün kanat çırpma gereksinimi olmayacak gibi tembel tembel dolaşıyor ortalıkta.

Geçen hafta bir dostuma yemek sözüm vardı. Kaburga yiyecektik. O geceyi karşıda geçirdim. Ada’ya döndüğümde ilk işim komşu çatıya göz atmak oldu. Yavrulardan biri yoktu. Çelimsiz yavru ortalıkta dolaşıyor, utangaç utangaç kanat provası yapıyordu. Palazlanmış kardeşi de boydan boya uçuş talimlerini sürdürüyor, ustaca kanat çırpıyor, çatının üstünde dakikalarca havada durabiliyordu. Üçüncü yavru yoktu. Komşu bahçeyi taradım gözlerimle, kanat kırıp düşmüş müydü? Hayır yoktu. Zaten öyle olsa, ana baba martılar; hatta tüm komşu çatının martıları bir figan koparıyorlar ki, ne gece uykusu, ne iki satır bir şey okuyamazsınız. Ta ki o yavrunun güvenliği sağlanana dek, o bahçede ya ana, ya baba; yavruyla birlikte nöbettedir.

Meraklı gözlerle taradım komşu bahçeyi. Sessiz! Sokaktan da yavru cıyaklaması gelmiyor. Ana baba martılar da mutlu mutlu dolaşıyor çatıda. Demek ki ilk yavru başarılı bir uçuşla evrendeki yerini aldı. Kıyıda yiyecek kavgasına paydaş oldu. Sıra diğerlerinde. Acaba onlar ne durumda diye düşünürken, çatının deniz tarafındaki kıyısına gelmiş olan yavru martı aniden kanat çırparak komşu çatıların üstünden, güvenli bir uçuşla uzaklaştı aileden. Gözden ırayana kadar izledim yavru martıyı. Bu olay, yavru martının doğaya uyumu açısından ne kadar tarihi bir ansa; benim için de büyük bir rastlantıydı.

Hep bir ilk uçuşu merak etmiştim. Çünkü bu ilk uçuştan sonra, yavrular geriye aynı çatıya dönmüyorlardı. İlkin yaşam savaşı, yiyecek kavgası derken; vakti saati gelince de çatı paylaşım savaşı vardı martıların dünyasında. Güçlü olan, kavgayı kazanan martı ailesinin bir çatısı oluyordu. Bir gün böyle bir çatı paylaşım kavgasını dakikalarca izlemiştim. Bu sözünü ettiğim komşu çatının paylaşımıydı. Oraya yerleşmiş olan bir çift martı, çatıyı işgale gelen başka bir çiftle kıyasıya kavga etmişti. Erkek martıların kavgasını, dişi martı gözlemiş gerektiğinde yardım etmişti eşine. Alt alta, üst üste bağırtı çağırtıyla süren kavga, neredeyse kanlı bitecekti.

Ada’da ilk günlerimdi. Martılarla fazla tanışıklığım yoktu. Merakla izledim. Belki bir yarım saat sürdü kavga. Sonra işgale gelen martı kanat çırpıp uzaklaşmak istedi. Öteki de peşinden. Komşunun terasında yeniden kavgaya tutuştular. On beş dakika kadar da orada sürdü kavga. Yakından gözlemek için dürbüne davrandım. Manzara korkunçtu. İşgalcinin kanat kemiğini gagasıyla sıkıca kavramış olan ev sahibi, bir ayağıyla da altına aldığı martının boğazına basıyor, nefesini kesiyordu.  Soluksuz kalan işgalciden, yılan ıslığı gibi fısıltı halinde sesler çıkıyordu. Dakikalarca sürdü bu manzara. Telefona davranıp, komşuyu uyarmak geldi içimden. Ama telefon numarasını bilmiyordum. İnip haber vereyim, terasa çıkıp ayırsınlar diye düşündüm. Ama geç kalmış olmalıydım. Çünkü ‘çatı sahibi’ martı, uçarak döndüğü mekânında  eşiyle sevinç  çığlıkları atarken, işgalci martı komşu terasta boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Bir katliama tanıklık etmiştim. İçim burkuldu. Ezildim. Üzüntü içinde ne yapacağımı bilemeden donakaldım. Ama gözlerimi de komşu terastan ayıramıyordum. Olay otuz metre uzakta geçiyordu. Çıplak gözle net görünüyordu. Ama daha iyi görebilmek için dürbünü kullandım.

Çok geçmeden işgalci martıda ilk yaşam belirtileri başladı. İlkin ayaklarını oynattı. Sonra kanatları ve gagası hareketlendi. Ayaklarının üstüne kalktığı an, müthiş sevindim. İşgalci de olsa, sonuçta bir canlıydı o da. Günah onun muydu? Yeteri kadar çatı olsa, hiç gelir de ‘meşgul’ bir çatıyı ele geçirmeye çalışır mıydı? diye düşündüm. İşgale gelip ev sahibi martıyla kavgaya tutuştuğu an suçladığım, sonra dayağı yediğinde acıdığım martıyı, merakla izledim. Uçacak kadar güç toplayınca arkasına bakmadan ters yöne kanat çırparak gözden ıradı. Martılar dünyası da güçlü olandan yanaydı.

Bu olayı bire bir gözlediğim için, yavru martıların ilk uçuşunu, çatı kavgasına kadar sürecek olan yaşam serüvenini hep merak etmiştim. Bir rastlantı sonucu tanıklık ettiğim bu ilk uçuşu gözleyen yalnız ben değildim. Meraklı bakışlarla ikinci yavrusunun güvenli uçuşunu izleyen ana martı ve de kardeşinin ilk uçuşunu, kendi uçuşu için de örnek olarak gözleyen tembel, üçüncü martı yavrusu da gözlüyordu olayı.

Sular aydınlandı. Güneşin ilk ışıkları karşı dağlardan uç verdi. Kabataş’tan saat 6.50’de hareket etmiş olan sabah vapuru, zarif bir gelin gibi süzülerek yaklaşıyor Büyükada İskelesine. Ben başka bir Ada’yı düşlüyorum. Uzak bir Ada’yı… Martılar gibi kanat çırpıp oralara uçmak geliyor içimden. Ama olanaksız.

Artık uyumalıyım…

 

Yaşar Özürküt

Greenwashing: Yeşil ile göz boyama trendi – Kübra Köprülüoğlu

Dünyada 1980’lerden beri markaların ilgi alanına girmiş olan yeşili pazarlama, çevreye duyarlılık gibi konular 2010 yılından itibaren dramatik bir artış ile bize kadar sıçramış durumda. Peki nedir bu greenwashing? Bir şirketin çevreye faydalı işler yaptığını iddia etmesi ama gerçekte zarar vermesi olarak kısaca özetleyebiliriz.

‘Greenwashing’ yanıltıcı, gerçekdışı ve yanlış etkiler yaratır. Örneğin çevreye zararlı atık bırakan bir endüstri şirketi/markası logosunda yeşil renk kullanıp gelecek nesiller için çalıştığını ifade eden bir slogan kullanıyorsa bu greenwashing yani yeşille boyamaktır. Daha karmaşık başka bir örnek vermek gerekirse güzellik sektöründe üretim yapan iki farklı marka düşünün. Bu markalardan biri doğa dostu, hayvanlar üzerinde test yapmayan bir marka olsun, ürünlerinin içeriği kimyasal değil doğal olsun, diğeri de hayvan testleriyle meşhur, kimyasal içerikli ürün grubuna sahip bir marka olsun. Bu iki marka aynı şirkete ait olduğu için bu da bir “yeşile boyama” tekniğidir.

Peki başka nasıl olabilir bu “greenwashing” olayı? Tabii ki ambalaj tasarımlarıyla. Örneğin bir yumurta şirketi organik yumurta üretip aynı zamanda konvansiyonel yumurta üretimi de yapıyorsa o şirketi de bu gruba dahil edebiliriz. Ekolojik olmayı, organik üretimi, kapitalizmin yeni bir beslenme grubu olarak gören bu sözde zeki canlılar mevzunun aslında yemek içmekten öteye gittiğini anlayamadığından olsa gerek, böyle üretimlere girebiliyorlar. Alışveriş ederken markaların diğer ürün gruplarını da incelemek gerekiyor dolayısıyla. Bir diğer örnek de ambalaj tasarımlarıyla yapılan kurnazlık. Ambalajı geri dönüşümlü kağıttan ürettiği için çevreye duyarlı bir marka olduğunu reklam ve pazalama kampanyalarında vurgulamak, ama ambalajın içine koyduğu üründe koruyucu maddeler kullanmak ve gdo’lu, pestisitli ürünlerden üretim yapmış olmak da aynı kandırma yöntemine giriyor.

Reklam filmlerinde de sıkça rastlıyoruz, yeşil meralarda gezinen mutlu ineklerden gelen taze sütler gösteriliyor, ancak aldığınız süt UHT ambalajının içinde size sunulan, kaynağı da küçücük alanlarda, kapalı mekanlara sıkıştırılmış, ne idüğü belirsiz kimyasal yem destekleriyle beslenen ineklerden geliyor aslında. Meyve suyu reklamında gördüğünüz refah içinde yaşayan, turistik bir İtalyan köyündeymişçesine giyinmiş süslü ve şık çiftçiler yerine bizim köylerimizde eli nasırlı, senelerce süt sağmaktan dizlerinde türlü hastalık oluşmuş, yüzlerce dönüm arazisinde yetiştirdiği vişnesini toplama parası kurtarmıyor diye dalında bırakan, dönümlerce kavun bostanını toplayamadan yerde bırakan, mono kültüre hapsolmuş bir çiftçi yaşıyor.

Bir de mekanlarda yapılıyor bu kandırmaca. Oturuyorsunuz ahşap zeminle kaplanmış, rahat hipster kafenize. Hamburgeriniz geliyor bir ahşap kütük diliminde, üstüne bir de Güney Amerika’da, Afrika’da türlü sıkıntıyla üretilmiş, okyanusları aşıp fincanınıza düşmüş kahvenizi içerken tekrar düşünmeniz gerekiyor neredeyim ve ne yapıyorum diye.

Ülkemizde bir de “doğal” “geleneksel” kelimeleri ile de kandırma yapılıyor. Özellikle yine ambalaj tasarımlarında ve gazete/dergi ilanlarında gördüğümüz “doğal lezzet” gibi ifadeler sözel olarak bize ürünün içeriğinin de doğal olacağı izlenimini veriyor, “tarihi” lafını görünce içinde koruyucular, katkı maddeleri olmaz gibi geliyor, ancak içindekiler kısmına şöyle bir göz attığımızda ninelerimizin zamanında var olmayan glikoz şurubunu bir çırpıda fark edebiliyoruz.

Son olarak bazı markalar yasal olarak zaten yapmamaları gereken şeyleri sanki “marifet” yapıyormuş gibi gösterip, doğal olarak yapmak zorunda oldukları şeylerden pirim yapmaya çalışabiliyor, fabrikaların kimyasal atıklarını nehirlere bırakmamaları gerekmesi gibi…

Düşünmeye ve sorgulamaya başlamak için kısa bir yol haritası çıkarırsak eğer,

–       Markanın geçmişini şöyle bir araştırın, bu gününe bakın. Günümüzde internet bunun için çok kolay bir adres.

–       Sertifikanın gerçekliğini sorgulayın. Sertifika şirketlerini araştırın. Kendiniz için güvendiğiniz bir sertifika şirketi bulun bulabilirseniz.

–       Görünüşe hemen paye vermeyin.

–       Kanıt arayın.

–       Ürünlerin içindekiler kısmını mutlaka okuyun, televizyon reklamlarında altta akan minnacık punto ile yazılmış titrek yazıları okumaya çalışın.

–       Aşağıdaki kaynaklara bir göz atın.

Şüphe duyduğunuz ürünler/hizmetler ve şirlketler hakkında ilgili makamları bilgilendirin, örneğin Sağlık Bakanlığı, Tarım Bakanlığı, Reklam Özdenetim Kurulu vb.

Kaynaklar:

Fred Pearce’ın Guardian’daki yazıları.

https://www.theguardian.com/environment/series/greenwash

Yeşile Boyamak – Greenwash

Tüketicinin Çevreci İddialar ile İmtihanı

Tufan Özsoy, Mutlu Yüksel Avcılar  Nisan Kitabevi – Akademik

http://stopgreenwash.org/introduction

www.sinsofgreenwashing.com

 

Bu yazı harmoniaekotopya.blogspot.com.tr/ den alınmıştır

 

 

Kübra Köprülüoğlu

İnsan marketleri ve yalnızlık – Seran Vreskala

Dünyada yalnızlık tehlikesi gitgide artıyor. Çoğu insan ne kadar yalnız olduğundan bahsetmiyor çünkü yalnızlık, zayıflık ya da başarısızlıkla eşdeğer görülüyor. Birkaç yıl evvel New York Times gazetesi yalnız olduğu için öldüğü 15 gün sonra anlaşılan bir adamın hikayesine 4 sayfa ayırmış ve çağın hastalığının yalnızlık olduğunu belirten bir haber yapmıştı. Halbuki neden yalnız olalım ki? Elimizde en azından sosyal medya var, değil mi? Bu sayede onlarca tanıdığımıza, yakınımıza hatta akrabalarımıza ulaşabiliyoruz. Ancak sosyal medyada her saat sevdiklerimizle iletişim halinde olduğumuz için yalnız olmadığımızı düşünenler… çok yanılıyor. Araştırmalar, sosyal medyaya günde iki saatten daha fazla süre harcayanların en az iki kat daha yalnız hissettiğini söylüyor. Bu yalnızlık da insanları ‘gündelik ilişkiler’ yaşanan sitelere yönlendiriyor. Bu uygulamalara yönlenmemizin sebebi de çok yalnızlaşmış olmamız mı yoksa uygulamaları fazla kullanmaktan dolayı yalnızlaşmamız mı?

Bu ‘hook-ups’ yani ‘birlikte takılma’ya olanak veren Tinder, Blendr, Grindr, Scruff, Growlr, Recon gibi uygulamalar mobil olarak coğrafi konumlandırma sağladığı için günün her saatinde ve her yerde kullanılabiliyor; işte, tuvalette, aile yemeğinde ya da arkadaşlarınızla gittiğiniz bir barda bile hemen o anda size yakın olan birilerine ulaşma imkânı sağlıyor. Bu da her renkten, çeşitten, yaştan ve cinsten milyonlarca insana ulaşabilmek demek. Bir nevi insan marketi yani… Gidip raflarda sergilenen ürünlerden istediğinizi alabiliyorsunuz; o da sizi istiyorsa tabii.

Başta heyecan veren bu uygulamalar her ne kadar çok eğlenceli görünse de çok kısa sürede bağımlılık yaptığı için kişiyi sadece karamsar bir yalnızlığa itmiyor; ilişkilerden uzaklaştırdığı için duygusuzlaştırıyor ve aynı zamanda güvensizliğe de sebep oluyor. Bu sebepler yüzünden bu uygulamaları kullanmanın ahlak ya da namusla bir alakası olmasa da Amerikan Psikoloji Derneği bunu alışkanlık haline getirmenin insanlara psikolojik olarak çok zarar verdiğini söylüyor! Mesela dünyada tipik bir Grindr veya Tinder kullanıcısı günde yaklaşık iki saatini uygulama üzerinde harcıyor. Bu da yemek yemek veya egzersiz için ayırdığımız zamandan daha fazla bir süre demek! Bazıları bu uygulamaları sıkıntıdan veya yalnızlıktan kaçmak için kullanırken, diğerleri ise tamamen cinsel amaçlı, gecelik ilişkiler için kullanıyor. Her ne kadar insanlar çok fazla seçenek sunan bu uygulamalar sayesinde kısa bir süre yalnızlıktan kurtulsa da görüşme sonrası çoğu insanın daha da yalnız hissettiği bir gerçek! Uzmanlar bu tip uygulamaları aşırı kullanmanın ruh ve akıl sağlığına olan etkisinin, gece 2’de 3 hamburger yemenin fiziksel sağlığımıza olan etkisiyle aynı olduğunu söylüyor. Yani günlük ilişkilere yönelik uygulamalar, ‘fast food’ yiyecekler gibi çabukluk, kolay tokluk ve rahatlık sağlamasına rağmen, ruhu ve bedeni zedeliyor.

Tinder’in yan etkileri…

Mesela dijital ilişki dünyasının en popüler araçlarından biri Tinder; uygulamanın 50 milyonun üzerinde üyesi var ve 40 küsur farklı dilde kullanılabiliyor. Milyonlarca insandan seçenek sunan uygulamada, beğendiğiniz birini gördüğünüzde ekranı sağa, kişi hoşunuza gitmezse de sola kaydırıyorsunuz. Bir nevi online alış-veriş… Günümüzün teknolojik ve tüketim dünyası için gayet uygun bir sistem olmasına rağmen şaşırtıcı derecede zaman çalan bir tarafı da var.

Öncelikle günlük en az 1 milyar ekran kaydırmanın ve minimum 12 milyon eşleştirmenin yapıldığı bu uygulamayı kullanmak için gerçekten de kalın bir deriye sahip olmak gerekiyor; mesela insanları reddetme ve reddedilme konularında hazırlıklı olmalısınız. Reddettikçe ve reddedildikçe bu konudaki hassasiyet gün geçtikçe azalıyor. Sadece fotoğrafını gördüğünüz ve minik sohbetler yaptığınız birileriyle buluşuyor ve çok kısa sürede, belki de bir şey hissetmemeye çalışarak onlarla kısa bir zaman geçiriyorsunuz. Bu alışkanlık haline geldikçe artık karşıdakine insan yerine başka bir gözle bakmaya başlıyor ve robotik bir şekilde kaydırma yapıyorsunuz. Karşınızdakini tanımaya çalışmak adeta bir yük haline geliyor ve karşınıza çıkacak ‘daha iyi bir seçenek’ peşine düşüyorsunuz. Hatta biriyle buluşmanız iyi geçse bile, o daha iyi seçenek olasılığı yüzünden uygulamaya geri dönüyorsunuz. Bunun sonucu olarak da son yılların popüler hastalığı ‘tükenmişlik sendromu’ yaşamaya başlıyorsunuz. Uzmanlara göre bu sendrom, buluştuğunuz herkesle benzer zamanlar geçirmeye başladığınızda ve yeni biriyle karşılaşmaktan artık heyecan duymadığınızda ortaya çıkıyor. Üstelik o günün akşamına kadar birini bulamadıysanız daha çok yalnız ve depresif hissediyorsunuz.

Peki, bu tür bağımlılıklar sosyal tecride yol açıyorsa, bu ‘fast food’ tarzı sosyalleşmenin sonuçları nelerdir? Chicago Üniversitesi’ndeki Bilişsel ve Sosyal Nörobilim Merkezi’nin kurucusu Dr. John T. Cacioppo’nun sosyal izolasyonun ve yalnızlığın insanların üzerindeki fizyolojik etkileri konusunda yaptığı araştırmaya göre, bu durumlar erken ölüme bile yol açabiliyor. İnsanlar ve sosyal primatlardan sayılan Rhesus maymunları üzerinde yapılan bu çalışma, yalnızlığın sosyal canlılar üzerindeki etkisini inceliyordu. Araştırma sonucunda yalnızlığı ve sosyal tecridi tercih edenlerin bunu daha çok kendilerini korumak için yaptığı, fakat bunun bedensel birtakım sonuçları olduğu ortaya çıktı.

Böyle bir durumun bedenin olgunlaşmamış beyaz kan hücrelerinin üretimini artırarak dolaşımda serbest kalmasına sebep olduğu için, gelecekte kardiyovasküler hastalıklara yol açtığı gözlemlendi. Eğer yalnızlık gereğinden fazla sürer ve sosyal ilişkiler tekrardan oluşturulmazsa, beyaz kan hücreleri proinflamatuar şeklinde tetikleniyor, ki bu durum da ileride inflamatuar sitokin proteinlerinin salgılanmasına, sonucunda da sürekli bir yalnızlık, depresyon ve letarji’ye (insanda yaşam işlevlerinin aşırı ölçüde zayıfladığı, patalojik uyku durumu) sebep oluyor.

Big Mac daha sağlıklı!

Bundan önce yaptıkları araştırmalarda Cacioppo ve meslektaşları yalnız insanların daha yüksek bir vasküler direnç gösterdiklerini, bunun arterlerin sıkılaşmasına ve kan basıncının yükselmesine neden olduğunu da gözlemlediler.

Yani yalnızlık aynı zamanda bağışıklık ve sinir sistemlerini de etkiliyor. Epidemiyolojik araştırmalar sayesinde, sosyal izolasyon yaşayanların yüksek enfeksiyon ve kalp rahatsızlığı riski taşıdıkları ve sosyal becerileri zayıf olanların ise daha fazla alkol tükettikleri, daha az egzersiz yaptıkları ve kötü beslendikleri ortaya çıktı.

Çıkan sonuca göre obesitenin %20, aşırı alkol tüketiminin %30 oranda erken ölüm oranını arttırdığı anlaşılırken, sosyal tecridin ise erken ölüm oranını %45 gibi şaşırtıcı bir rakama yükselttiği gözlemlendi. Günlük ilişkilere yönelik siteleri aşırı kullanmanın yalnızlık hissini daha kalıcı hale getirdiğini göz önünde bulundursak, Big Mac yemek akıllı telefon kullanmaktan daha az ölümcül hale geliyor.

Elbette bu tip uygulamaların çok kötü ya da tu-kaka bir şey olduğunu söylemiyoruz; sosyal hayata dahil olduğunuzda, bu tip yönelimler rahatlık, kolaylık ve çeşitlilik sunuyor; ancak bu uygulamaları yeni insanlarla tanışma konusunda temel araçlardan biri haline getirmek çok zararlı!

 

Seran Vreskala

[Patili Günler] Köpekler ve insanlar – Duygu Er

“Hangi apartman bizim hadi tahmin et” dedim. “Şu güzel kapılı mı?” diye sordu. “Hayır maalesef bizim apartmanımızın kapısı o kadar güzel değil” diye yanıtladım. “Olsun!” dedi, “Orada siz yaşadığınız için en güzel ev sizinkidir”. 4 yaşında bir hanımefendi yarım yamalak Türkçesi ile üstelik, olabildiğince nazik yanıtı ile şaşırtmıştı beni ve evet en güzel ev bizimkiydi, çünkü biz, bir arada çok güzeldik. Sadece insanların değil, köpeklerin, cam önü kuşlarının, değişik türden bitkilerin paylaştığı bir paylaşım alanı bizimkisi.

Bazı kadınlar “anne” olmak için gelmişse dünyaya, ben köpek sahibi olmak için gelmişim, o kesin! Oynadığım her evcilik oyununda tasma ile gezdirdiğim yastık köpeklerim vardı çocukken. Yaşıtlarımın okuduğu gibi roman okumaktansa “köpek bakım kitapları” okudum büyüme çağımda da. Sonra onlar yetmedi, köpek bakım kitaplarının çocuk bakım kitapları baz alınarak yazıldığını öğrendim, onları da okudum. Sokakta bulup, eve getirdiğim her hayvanla birlikte beni kapının önündeki paspasa koyan da bir annem vardı buna ek olarak. Her birine güzel yuvalar buldum, umursamazlık sebebiyle kaybedilmişlerse sahipleri ile papaz oldum. Saatlerce dışarıda komşularımın köpeklerini dışarı çıkarmasını beklerdim ki tasmalarını bir binadan diğerine gidene dek tutmama izin versinler diye veya bu makaleyi yazmamı isteyen arkadaşımla Yeşilköy sahiline gidip çimenlere uzanmış tüm günümüzü orada geçirirken, geçen her bir köpeği sevmek yatardı gidişlerimin altında bir de aslında. Tatile gittiğimizde her limanda sevgili bulan çapkın denizciler gibi patililerimle aşklar yaşardım ve farklı olarak ben hiçbirini unutmadım. Sonra barınaklar, sokaktaki canlarım.. derken oğlumu da terk ettiler bir gün. Öylece kavuştuk biz ve bizim evimiz böylelikle başladı güzelleşmeye.

Evimizi güzelleştiren patili evlatlarımız hakkında biraz bilgi derledim bu hafta, iyi okumalar.

Günümüz gelişmiş teknolojileri ile elde edilen bulgulara yönelik oluşturulan teorilere göre; 15 milyar yıla dayalı yerküre ömrünün 3,7 milyarına dayanan canlı varoluşunda, yalnızca 500 bin yıllık bir geçmişe sahiptir insanoğlunun tarihi. Bilim insanlarına göre; tüm bu tarihinin yalnızca 200 bin yılında boy gösteren Homo Saphiens’ler, yani günümüz düşünen insanları, bilinen haliyle son 92 bin yıldır en yakın ve vefalı dostları ile birliktelerdir, “Köpekler”.

İlk olarak avcılık vasıflarından faydalanıldığına dair deliller bulunan köpeklere, zamanla diğer yetiştirilen hayvanların korunması için çobanlık görevleri verilmiştir. Eski Mısır’da ölülere yeni dünyada yol göstermeleri, kılavuzluk etmeleri için insanları ile birlikte gömüldükleri görülmüş, Roma’da ticaret yollarının güvenliğinin sağlanması için bekçilik yaptırılmış, yük çektirilmiştir. İngiltere’de Victoria döneminde toplumsal statünün bir simgesi haline gelmişlerdir, insanlara yanlarında bulunan köpeklerin cinslerine göre değer biçilmiştir. Ortaçağ’da taşıdıkları pireler yüzünden çağın hastalığı veba salgınının kaynağı olarak görülüp, dışlanmışlarsa da köpekler, tarihin farklı dönemlerinde, farklı medeniyetlerde, farklı amaçlar için kullanılmış, insanlara olan yakınlıkları, sevecenlik ve bağlılıklarını hiç kaybetmemişlerdir.

Davranış bilimi, biyoloji, paleontolojik ve arkeolojik araştırmalar köpek, kurt ve çakalın aynı atadan geldiği, bunların hepsinin içinde köpeğin yiyecek, ısınmak ve toplu halde yaşamak gereksinimleri sebebi ile tarihin ilk evcilleşeni olduğu ortak görüşünde birleşmektelerdir. Günümüzde ise köpekler vahşilerden ayrı sınıflandırılmaktadır.

Dış görünmüşlerinde pek çok farklılıkları olsa da 319 kemik ve 42 dişten oluşan fizyolojik yapılarında muazzam koku alma yetenekleri vardır. Geçmişten bu yana pek çok nedenle belli amaçlar için kullanılmak üzere farklı yapı ve yetenekte cinsler yetiştirilmiş ve günümüzde bulunan çeşitlilik her bir türün en iyisi olarak varlığını sürdürmektedir.

Zeka, bağlılık, özveri, tüm evcillerden daha duyarlı oluşları, dil öğrenebilme yetenekleri, eğitilme, insanlara karşı duyarlılık ve uyumluluk, içtenlik, çeviklik özellikleri sayesinde insan ile başka hiçbir canlı arasında görülmemiş boyutta oluşan iletişim ve dostluk bağındaki başarının büyük bölümü hiç şüphesiz onlara aittir.

…ve bu yazıyı hazırlarken önceden izlediğim bir sahiplendirme videosu geliyor aklıma; “Türkiye’den Amerika’ya sahiplendirilen köpekler”. Türkiye’de Türkçe anlıyorlardı, orada saniyeler içinde İngilizce ’ye uyum sağlamalarını izledim. Köpek yine aynı köpek, vatan farklı, insan farklı, dil farklı. Muazzam uyum ve algı boyutunun en canlı şahitliği oldu gördüklerim. Biz onların anlatmak istediklerini aylarca bir arada yaşayıp ancak anlayabiliyorken üstelik!

 

 

Duygu Er

 

Değişen iklime uyum ve kurumsallaşma

İklim değişikliği, ekonomi literatüründe tipik bir piyasa başarısızlığı olarak kabul edilmekte ve bu piyasa başarısızlığını düzeltmek için hükümet müdahalesine gereksinim duyulmaktadır. 2014 yılında Dünya Ekonomik Forumu’nda iklim değişikliği ekonomileri tehdit eden ilk beş risk içinde sayılmış ve takip eden yıllarda da bu riske tekrar vurgu yapılmıştır. Hükümetlerin bu sorun ile mücadelede başarısız olduğu da ayrıca belirtilmiştir. Stern (2006), yılında hazırladığı rapor ile iklim değişikliğine karşı önlem alınmaması halinde ortaya çıkacak dışsal maliyetlerin küresel düzeyde Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH)’nın yüzde 5 ila 10’una denk gelebileceğini hesaplamıştır.

Ackerman ve Stanton (2008), Stern tarafından geliştirilen modeli kullanarak benzer hesaplamaları ABD için yapmış ve söz konusu dışsal maliyetin, GSYİH’nın yüzde 3,9’una tekabül edeceğini belirtmişlerdir. Maalesef bu hesaplamalar içinde iklim değişikliğine bağlı olarak ortaya çıkacak sağlık sorunlarının yol açacağı maliyetler yer almamaktadır. Bunların da yapılan hesaplara dahil edilebilmesi halinde ortaya çıkacak maliyetler çok daha yüksek olacaktır.

İklim değişikliği ile ilgili mücadelede iki temel yaklaşım mevcuttur; iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarının azaltımı ve değişen iklime uyum sağlamak. Bu iki yaklaşım, birbirinin alternatifi değil tam tersi birbirini tamamlayıcı yaklaşımlardır. Ancak sera gazı azaltımı tartışmaları maalesef uyum tartışmalarını gölgede bırakmaktadır. Diğer bir deyişle uyum politikaları, tartışılması gerektiği kadar tartışılmamaktadır.

Uluslararası İklim Değişikliği Paneli’nin periyodik aralıklarla yayımladığı Değerlendirme Raporu, Türkiye’nin iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkelerden biri olduğunu göstermektedir. Azaltım politikalarının etkili olabilmesi ancak sera gazı emisyonlarında çok ciddi düşüşler ile mümkündür. 2015 yılında Paris’te düzenlenen 21. Taraflar Konferansı’nda mutabık kalınan Paris Anlaşması, sıcaklık artışının bu yüzyıl sonuna kadar 1.5 hatta mümkünse 20C ile sınırlandırılmasını gerekli kılar. Ancak Kyoto Protokolü’nden farklı olarak, ülkelere sayısallaştırılmış bir indirim zorunluğu getirilmemiştir. Tam tersi ülkeler bu konuda serbest bırakılmıştır. Ülkeler, kendi azaltım miktarına karar verebilecektir. Ancak ne kadar azaltım yapacaklarını beş yılda bir gözden geçirerek, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Sekreteryası’na rapor etmekle yükümlüdürler. Dünyanın en büyük kirleticisi konumunda olan ABD’de Trump’ın başkan seçilmesi ile ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilmesini de gündeme gelmiştir. Bütün olup biten bu gelişmeler, değişen iklime uyumu daha önemli hale getirmektedir. Diğer taraftan iklim değişikliğinin yol açabileceği sorunlar, henüz katastrofik düzeyde olmasa bile farklı bölgelerde farklı şekilde tecrübe edilmektedir. İklim değişikliğine bağlı olarak yaşanacak farklı sorunlar, iklim mültecileri sayısının dramatik bir şekilde artmasına yol açacaktır. Çevresel Adalet Örgütü, önümüzdeki otuz yıl içinde bu sayının 150 milyon olacağını tahmin etmektedir. Bu durum, ciddi bir güven sorunudur.

İklim değişkliğine bağlı olarak ortaya çıkacak ekonomik kayıpları önlemek ve iklim mültecileri sorununun önüne geçmek için uyum politikaları şarttır. Uyum politikaları, ülkelerin kendilerini iklim değişikliğinin etkilerinden en az etkilenecek şekilde hazırlamalarıdır. İklim değişikliğine uyumda gelişmiş ülkeler, gelişen ülkelere göre çok daha avantajlı durumdadırlar. Gelişmiş ülkelerin neden daha avantajlı olduğunun nedenleri mali kaynaklar, teknoloji, enformasyon ve tecrübe, sosyal altyapı ve kurumsallaşma olarak belirtilebilir.

Bunlar içinde kurumsallaşma önemli bir role sahiptir. Ünlü tarihçi Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara adlı kitabında bir zamanlar denizlerin hakimi, eski başat güç olan İspanya’nın üstünlüğünü kaybetmesinin ve finans alanında Hollanda’nın ön plana çıkmasının en önemli nedeninin, İspanya’nın kurumsallaşamaması olduğunu belirtir. Biz de yakın bir geçmişte aslında konunun ne kadar önemli olduğunu birebir tecrübe ettik. 2000 yılında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun kurulması ile bankacılık sektörü daha ciddi kural ve denetlemelere tabii tutulmuştur. Bu yapılanma Türk Bankacılık Sistemi’ni kuvvetlendirerek, hali hazırda var olan sorunlara çözüm olmuştur. Değişen iklime uyum, bir çok ülkenin bu politikaları ne kadar ciddi uyguladığına bağlı olarak ülkelerin ekonomik açıdan avantajlı ya da dezavantajlı duruma geçmesine neden olacaktır. Ayrıca ülkelere dışarıdan gelen yatırım konusunda da belirleyici olacaktır. Neticede yatırımcılar, yatırım yaptıkları ülkede her anlamda istikrar görmek isterler. Bir diğer deyişle olası riskler, yatırımcıların kararını olumsuz etkileyecektir. İklim değişikliğine uyum, önümüzdeki yıllarda çok daha önemli hale gelecek ve ekonomik ve politik istikrarı sağlayan koşullardan biri olacaktır.

Yabancı yatırımcıların yaptıkları yatırımlara ilave olarak, Türkiye’de hem kamu kurumları, hem özel sektör tarafından yapılan bir çok proje, yabancı kurumların finansmanı ile gerçekleşmektedir. Uzun vadeli, düşük faizle alınan krediler elbette kredi başvurusu yapan kurumların tercih ettiği kredilerdir. Yabancı kurumlar, kredi başvurularını değerlendirirken kredi kuruluşları tarafından o ülkeye verilen kredi notunu da dikkate alırlar. Kredi değerlendirme kuruluşları iklim değişikliğinin oluşturduğu riskleri de dikkate alarak değerlendirme yapacaklardır.

Türkiye’nin çok detaylı bir risk haritasına gereksinimi vardır. Riskler belirlendikten sonra uyum politikalarının uygulanabilmesi için kurumsal alt yapının oluşturulması ve kapasitenin güçlendirilmesi hayati önem arz eder. Tarımda sürdürülebilirliğin sağlanması, ortaya çıkabilecek yeni sağlık sorunlarının belirlenmesi, verimli su kullanımı, su taşkınlarının önlenmesi, hava kirliliğinin asgariye indirilmesi, ekosistem ve biyolojik çeşitliliğin mümkün olduğunca korunması uyum politikalarına birer örnektir. Belirlenen uyum politkaların hayata geçirilemesinde kurumsallaşma yadsınamaz bir öneme sahiptir.

Kaynaklar:

Ackerman, F., ve Stanton E.A., 2008. The cost of climate change: What We’ll Pay if Global Warming Continues Unchecked, NRDC, New York.

Stern, N., 2006. The Economics of climate change: The Stern review. Cambridge University Press, Cambridge.

 

Doç. Dr. Ayşe Uyduranoğlu

Bilgi Üniversitesi Çevre, Enerji ve Sürdürülebilirlik Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü

Irkçılık ve etnisite- Sermin Özürküt

Irkçılığın Avrupa ülkelerindeki yükselişi sürüyor. Bu yükseliş, ırkçı kitle partileri eliyle yapılıyor. Irkçı partiler, parlamenter sistemin önemli bir parçasını oluşturuyorlar. O kadar ki, Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), cumhurbaşkanı adayı çıkarıyor ve kılpayı kaybediyor. FPÖ ve benzeri partilerin oluşturduğu zincir, Avusturya’dan Norveç’e, Norveç’ten Fransa’ya, Fransa’dan Macaristan’a kadar uzanıyor. Bu zincirin halkalarını oluşturan partiler, uyguladıkları ortak politikalardan çok; ırkçı olmadıklarını söyleyerek seçmen tabanlarını genişletiyor ve yükseliyorlar.Irkçı partilerin reddettiği ırkçılık ideolojisi, eşitlik yerine üstünlüğü temel alan bir düşünce sistemidir. Bu sistem, insanlığı ırklara ayırır. Ayrıştırmayı, doğum ile kazanılan deri rengini temel alarak yapar. Deri rengi de, diğer fiziki özellikler ile birlikte zeka ve yeteneği belirler. Bu şekilde beyaz, siyah, kızıl ve sarı olarak ayrıştırılan dört temel ırkın eşit olabileceği düşünülmez. Tersine beyaz ırkın diğerlerinden üstün olduğu ileri sürülür. Bu üstünlük, ne bilimde ne de uygulamada bir türlü kanıtlanamaz. Çünkü, insanlar, derileriyle değil beyinleriyle düşünürler.

Bir ırkın diğerinden üstün olduğu kanıtlanamayınca, ırkçılık, bu sefer de insanlığı etnisitelere ayırır. Örneğin Araplık, Yahudilik gibi etnisiteler, ırk değil etnik gruplardır. Etnik ayrıştırma, biyolojik akrabalık temel alınarak yapılır. Biyolojik akrabalık, sosyal akrabalığın tersine yatak yolu ile oluşur ve damarlardaki kanı belirler. Aynı kanı taşıyan bir etnik grup da, kendi içinde aynı kanı taşıyan bir diğeri ile eşit görülmez. Tersine biri diğerinden üstün sayılır. Örneğin cermenlerin yahudilerden üstün sayılması gibi. Bu etnik grup aidiyetine kök, köken ya da ’soy’ gibi adlar verilir. Ancak, biyolojik bir kazanım olan kan ile bir soyun diğer soydan daha  üstün olduğu kanıtlanamaz. Çünkü, bilimsel olarak  ortak bir kan birliği sınırının belirlenmesi güçtür.  Bu sınırın koyulması için kaç kuşak geri gitmek gerekir? Kuşak sayısı saptansa  bile, damarlardaki ortak kanın nerede ve nasıl başladığı ya da başladığı gibi sürüp sürmediği bilinemez ve belirlenemez.

Irktan sonra etnisitede de üstünlük savı bilimsel kabul görmeyince ırkçılık örgütlenir. Beyaz ırkın üstünlüğünü esas alan ’Ku Klux Klan’ gibi; Cermenlerin Yahudilerden  üstün olduğunu savunan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) gibi örgütler kurar. Bunların kurulmasındaki amaç, düşünsel güç ile kanıtlanamayan üstünlüğün, fiziksel güç ile gösterilmesidir. Gösterilir de. Bu örgütlü şiddet, cinayetten iç savaşa, iç savaştan savaşa kadar uzanır. Örneğin etnisite üstünden ırkçılık yapan NSDAP, İkinci Dünya Savaşında milyonların ölümüne neden olur. Böylesi bir insanlık dramı ırkçılığa karşı büyük bir toplumsal tepki doğurur. Bu tepki nedeniyle ırkçılığın kitlelerdeki etkisi zayıflar. Ancak her ideoloji gibi ırkçılık da yok olmaz; ikinci dünya savaşı sonrası marjinal örgütlenmeler içinde yaşatılır. Örneğin bu dağınık örgütler 1955 yılında kurulan Avusturya Özgürlük Partisi, (FPÖ)’nin tabanını oluşturur. Kurucusu eski bir SS subayı olan FPÖ, yasal bir parti olarak kurulmasından bir yıl sonra meclise 6 milletvekili ile girer.

Günümüze dek varlığını sürdüren FPÖ ve benzeri ırkçı partiler, 1960’lara gelindiğinde bir engel ile karşılaşırlar. Bu engel, Birleşmiş Milletler Örgütü (BM)’nden gelir. Irkçılığın Tasfiye Edilmesine Dair BM Sözleşmesi, 1966 yılında üye devletlerin imzasına açılır. Sözleşmenin birinci maddesi,  devlet sınırları içinde ırk ve etnisiteye dayalı ayrımcılığı yasaklar. BM sözleşmesinin içeriği, uluslararası toplumun ırkçılığa tepkisidir. Bu tepki ırkçılığın taktik değiştirmesine neden olur. Irkçı partiler, ’ırk’ ve ’etnisite’yi sözlüklerinden çıkarırlar. Bu nedenledir ki, Avrupada, ’aşırı sağ’, ’tutucu sağ’ ya da ’sağ populist’ diye de adlandırılan ırkçı partilerin hepsi ırkçı olduğunu reddeder. Çünkü ’ırk’ ve etnisite yerine başka bir ayraç bulurlar. Bu ayraç, ’kültür’dür.

Kültür, etnik grup adı kullanılmadan, etnisiteye bağlanır. Çünkü, etnisitenin birinci ölçütü ’kültür’dür. Kültür ise, dil ile yaratılan değerler toplamıdır. Bu toplamın içinde din, gelenek, yaşam biçimi de dahil olmak üzere değişik bileşkenler vardır. Bu bileşkenlerin karşılıklı etkileşimi ile oluşan ’etnisite kültürü’ dinamiktir. Zaman içinde değişir ve gelişir. Çünkü, diğer etnisite kültürleri ile etkileşim içindedir.  Ancak ırkçılık, dinamik olan bu kültür anlayışı yerine kültürün miras yoluyla devredilen ve değişmeyen biçimini temel alır. Böylece kültür, biyolojik akraba olan etnik grubun bir önceki kuşaktan devralıp sonrakine devrettiği değerler toplamı olur. Bu değişmez değerler toplamı, etnisitenin kültürüdür. Çeşitli kültürlere de günümüz ırkçılığı üstün ya da aşağı demez, ’farklıdır’ der.

Farklılığı açıklayabilmek için ırkçılık, kültürü bileşkenlerine  ayırır ve bunlardan biri olan dine ulaşır. Üç tek tanrılı dünya dini olan musevilik, hristiyanlık ve islam için de biri diğerinden üstündür demez; ’farklıdır’ der. Ancak, bu farklılığın ülkeye bir tehdit oluşturduğunu söyler. Tehdit, islam dininin ülkedeki başat etnisite kültüründeki dini, yani hristiyanlığı etkilemesidir. Örneğin Avusturya’nın FPÖ’sü, ”Evimizde islama yer yok” cümlesini, seçim sloganı; “Viyana İstanbul olmamalıdır” da seçim afişi yapar. Bu yöntem ile ırkçılık, din üzerinden ulus etnisitesi olan Türklüğe uzanır.

Böylece günümüz ırkçılığı, daha önce kullandığı etnisite yerine kültürü, üstünlük kıstası yerine de farklılığı kullanır. Sonra da, tüm söylem ve eylemlerini uygulamaya koyar. Yabancı düşmanlığı yapar. Göçmenleri asimile etmek ister. Mülteci istemez. Irkçı parti, hem bunları yapar hem de ırkçı olmadığını iddia eder. Bu duruş ile de günümüz ırkçı partileri, özdeyişin içeriğini hak eder.

”Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz ”.

 

Sermin Özürküt 

İletişim: [email protected]

Ahmet amcanın oğlu ile görüştük: Misket elmalarının fidanları vahşi doğadan

Gazetemizde dün Amasya’nın Taşova ilçesi Tatlıpınar köyünde yaşayan 85 yaşındaki Ahmet amcanın (Aydoğan) babasıyla 71 yıl önce diktiği misket elmalarının neslinin devamı için fidanlarının ücretsiz dağıtımı ile ilgili bir habere yer vermiştik.

85 yaşındaki Ahmet Amca nesli sürsün diye misket elmalarının fidanlarını ücretsiz dağıtıyor başlıklı haberimiz okurlarımızdan yoğun ilgi gördü. Hatta gazetemizin resmi iletişim adresi [email protected] üzerinden tarafımıza, “Ahmet amcaya ulaşmak ve misket elması fidanlarından da edinmek istiyoruz” talepleri de geldi.

Bu gelişme sonrasında internette kısa bir araştırma yapıp Ahmet amcanın yaşadığı Taşova ilçesinin yerel gazetesi Taşova Haber’e ulaştık. Taşova Haber’den Ahmet Günaydın’ın yönlendirmesi ile de Ahmet amcanın oğlu, aynı zamanda Taşova Belediye Başkan Yardımcısı Kadir Aydoğan’a ulaştık.

Kadir Aydoğan babasının bu işlemi Almanya’dan yurda kesin dönüş yaptığı 1990 yılından bu yana, yani 27 yıldır yaptığını ve bugüne dek 5 bin kadar misket elması fidanını insanlarla buluşturduğunu aktardı.

Aydoğan’ın ifadesine göre fidanlar yurtiçinde pek çok yere, milletvekillerine kadar ulaştığı gibi Almanya’da yaşayan Taşovalılara kadar ulaşmış.

Misket fidanları vahşi hayvan gübrelerinden

Aydoğan ayrıca babasının fidanları haberde geçtiği şekilde tohumdan dikip yapmadığını yabani misket elması fidanlarını ormandan topladığını belirtti. Ormanda yaşayan kargaların, yaban domuzlarının, kurtların ve diğer hayvanların gübreleri ile vahşi ortamdan edindiğini  ifade eden Aydoğan, “Bu şekilde elde ettiği için yılda en fazla 100 fidan aşılayabiliyoruz. Onların da en fazla 50 – 60 tanesi tutuyor. Elimizde de şu an fidan kalmadı, hepsini dağıttık. En erken ilkbaharda yeni fidanlar çıkar. Okurlarınıza bu bilgiyi aktarabilirsiniz” şeklinde konuştu.

“Almanya’dan ilk geldiği dönemde köyümüz Tatlıpınar’ın da eski adı olan Darmaderesi kirazı ile başladı, şimdi de ceviz için çalışmalar yapıyor ama asıl konusu Amasya misket elması” diyen Aydoğan, babasının bunu yaparken ormandan vahşi fidanları topladığını, yabani fidanları kendi bahçesine getirip aşıladığını ve tutanları da ücretsiz dağıttığını belirtti.

Yeni fidanlar en erken Mart – Nisan aylarında

Suni değil yabani fidandan üretim yapıldığını özellikle belirten Taşova Belediyesi Başkan Yardımcısı Kadir Aydoğan, “Amasya misketimiz iki yılda bir verir, sert ve suludur, sonbaharda kırağın düşmeden ya da kar yağmadan toplanmaz, kokuludur, aroması farklıdır, ısırıldığında dişleri kanatır, uzun süre saklanabilir, dayanıklıdır ancak ekonomik bulunmadığı için ırkı kaybolma tehlikesi ile karşı karşıyadır” dedi.

Babası Ahmet Aydoğan’ın ormandan söküm yapıp fidanları kendi bahçesinde aşılayacağını aktaran Kadir Aydoğan, yeni fidanların dağıtımının en erken Mart ya da Nisan aylarını bulacağını belirterek sözlerini tamamladı.

 

Fotoğraflar: Kadir Aydoğan

Haber: Alper Tolga Akkuş 

(Yeşil Gazete)

Avrupa Birliği’nde kömüre dayalı elektrik üretimi yüzde 54 zarar ediyor

Carbon Tracker’ın bugün yayımladığı bir rapora göre, Avrupa Birliği’ndeki kömürlü termik santrallerin yarısından fazlası zarar ediyor ve bu oran 2030’da %97’ye yükselecek. Rapora göre, santral sahibi şirketleri ilgili tarihe kadar toplam kurulu güçlerinin sadece %27’sini kapatmayı planlıyorlar. Ancak, 2030 yılına kadar tüm santrallerin kapatılması kararı alınırsa, elektrik şirketleri, 22 milyar Euro zarardan kurtulabilir.

Kömürün 2030’a kadar terk edilmesi, şirketleri 22 milyar Euro zarardan kurtarabilir

Avrupa Birliği’nde giderek artan hava kalitesi standartları ile karbon fiyatları kömürlü termik santral işletme maliyetlerini arttırırken,  temiz teknoloji maliyetleri ise düşmeye devam ediyor. Kömürlü santraller hali hazırda finansal sorunlar ile karşılaşıyor, bu durumun giderek kötüleşmesi bekleniyor.

Carbon Tracker Analisti ve raporun yazarlarından Matt Gray, “Yenilenebilir enerjide yaşanan ekonomik değişim ile hava kirliliği politikaları ve artan karbon fiyatları da AB’de kömüre dayalı elektriği bir “zarar sarmalı”na soktu. Şirketlerinin önlerinde, kömürden vazgeçmek ya da hükümete lobi yaparak kendilerini kurtarmalarını ummaktan başka bir seçenek görünmüyor.” dedi.

Carbon Tracker, raporda AB’deki tüm kömür santrallerinin karlılığını analiz ederek, Paris Anlaşması’na uyumlu bir biçimde alınacak olan kömürü terk kararlarının finansal etkilerine baktıAnalize göre, Alman elektrik şirketleri RWE ve Uniper 2030’a kadar kömürlü termik santrallerini kapatarak sırasıyla 5,3 milyar Euro ve 1,7 milyar Euro değerinde kaybı önleyebilir. Bu stratejiyle, İtalyan Enel ve Romen CE Oltenia hariç, Avrupa’nın en büyük 15 kömürlü termik santral işletmesinin tümünün zararlarını büyümeden önlenebilecek.

Almanya en fazla kar etmeyen kömürlü termik santralin bulunduğu ülke olarak santralleri erken tarihte kapatarak 12 milyar Euroluk olası zararı önleyebilir. Polonya’da bu sayı 2,7 milyar Euro, Çek Cumhuriyeti’nde 2,2 milyar Euro, İspanya’da 1,8 milyar Euro ve Birleşik Krallık’ta 1,7 milyar Euro’yu buluyor.

2030a gelindiğinde kömürlü termik santraller zarar ediyor olacak

Carbon Tracker Veri Bilimcisi ve raporun yazarlarından Laurence Watson, ”Varlık modelimiz, var olan uluslararası iklim değişikliği ile mücadeleyi amaçlayan rejimlere uyumlu bir biçimde, enerji piyasası üzerindeki etkileri üzerine hazırlandı. Avrupa’daki kömürlü termik santrallerin %54’ü halihazırda zarar ediyor ve 2030 yılına gelindiğinde hepsi zarar ediyor olacak.” açıklamasında bulundu.

Şimdiden 7 ülke (Danimarka, Finlandiya, Fransa, İtalya, Hollanda, Portekiz ve Birleşik Krallık), kömürlü termik santrallerin kapatılması için tarih olarak 2030 yılını ya da daha yakın bir tarihi vererek kömürün verimsizliğini ve emisyon hedefleriyle uyumsuzluğunu ortaya koydu. Raporda “Birleşik Krallık kömürü terk ederek, sadece iyileştirilmiş hava kalitesine bağlı olarak vatandaşlarının üstün yararlarını doğrultusunda hareket etmekle kalmıyor, aynı zamanda elektrik şirketleri hissedarlarının maddi çıkarlarını da korumuş oluyor” ifadesine yer veriliyor.

Raporda, elektrik üretimi yapan şirketlerin, zarar etmesine rağmen kömürlü santralleri açık tutmaya çalışabilecekleri de ifade ediliyor.  Bu maliyetlerin kamu tarafından karşılanabileceğine dair beklentiler veya kömürlü termik santrallerin kapatılması için ödeme yapabilecekleri umudu, santral kapatılmasıyla ortaya çıkan çevresel restorasyon maliyetleri ve hükümetlerin siyasi nedenlerden santrallerin kapatılmasına karşı çıkmaları var.

Avrupa Komisyonu’ndan 2025’e kadar kömürlü termik santrallerin kapasite teşviki almalarını yasaklama teklifi

Ancak, daha sıkı AB hava kalitesi standartları bu şirketlerin halihazırda kar etmeyen santrallere yatırım yapmak ya da zararlarını azaltmak arasında karar vermeye itecek. Kömürlü termik santraller 2021 yılına kadar bu standartlara uymak zorunda olacak ve bu da mevcut kurulu gücün %70’inin pahalı yeni teknoloji kurulumu yapmasını gerektirecek. Artan karbon fiyatları da maliyetleri arttırabilir. Aynı zamanda, Avrupa Komisyonu, üye ülkelerden yeni destek ihtimalinin önünü kapatarak, 2025’e kadar kömürlü termik santrallerin kapasite teşviki almalarını yasaklamayı teklif etti.

Carbon Tracker 28 AB ülkesinde 619 kömür ünitesinin brüt karlılığını analiz etti. Carbon Tracker, kömür şirketlerinin referans senaryo planları ve üye ülkelerin kömürü terk etme politikaları ile 2030 yılına kadar AB’de kömüre dayalı elektriği sonlandıran ve küresel ısınmayı 1,75°C derece ile sınırlandırılmasına %50 ihtimal veren Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2°C Derecenin Ötesinde (IEA B2DS) karşılaştırdı.

 

(Yeşil Gazete)

5’inci Toprak Ana Günleri ve Yerli Malı Haftası 13 Aralık’ta başlıyor

Slow Food Yaveş Gari Bodrum Birliği bu sene 13-17 Aralık tarihleri arasında Bodrum Belediyesi desteği ve Boder (Bodrum Turistik Otelciler İşletmeciler ve Yatırımcılar Derneği) işbirliği ile geleneksel pazar yeri ikramlarına ve eğitimlerine davet ediyor. 5’incisi düzenlenen Toprak Ana Günleri ve Yerli Malı Haftası etkinliği kapsamında Dr. Yavuz Dizdar beslenme konusunda katılımcıları bilgilendirecek, okullar dışında Nurol Kültür Merkezi’nde de halka açık bir söyleşi gerçekleştirecek. Pazar yerinde çorba ikramı yapılacak. Ayrıca bu yıl sürdürülebilir turizm konulu “Her Şey Dahil İsraf Hariç” adlı kampanya ve iklim değişikliğinin geleceğimizi tehdit ettiği günümüzde, sürdürülebilir bir dünya için yürütülen Slow Food YEREL ÜRET YEREL TÜKET kampanyasıyla sektör profesyonellerinin ve tüketicilerin israfa karşı bilinçlendirilmesi hedefleniyor.

Slow Food hareketi nedir?

Temel hedefi “iyi, temiz ve adil gıda” olan Slow Food hareketi günümüzde 160’dan fazla ülkede bulunan destekleyicileri, Yaveş Gari Bodrum Birliği gibi 1.600 yerel grubu ile uluslararası ölçekte etkili bir harekettir. 2009 yılından bu yana her sene 10 Aralık’ta Slow Food tarafından dünya çapında kutlanan Toprak Ana (Terra Madre) Günü ise, yerel gıdanın dünya çapında fark edilmesi ve kutlanması bakımından çok önemlidir.

Küresel ısınma; tarımda seller, düşen verimlilik, yok olan otlaklar, kaybolan bitki ve hayvan türleri gibi olgularla ile karşımıza çıkıyor. Bunun önemli bir sebebi büyük ölçekli hayvansal gıda üretiminden kaynaklanan metan gazı ile sentetik gübre kullanımdan kaynaklanan karbondioksit gazıdır. Bu kötü gidişatın ilk kurbanları ise dar gelirli çiftçiler, tüketiciler ve yerel ekonomi oluyor. Bu yüzden Slow Food hareketi halkı yöresel gıdaya öncelik vermeye, daha az et tüketmeye, süreci yavaşlatacak ekolojik tarım yöntemlerini desteklemeye davet ediyor.

Program:

-13-15 Aralık tarihleri arasında çeşitli okullarda Dr. Yavuz Dizdar’dan öğrencilere
beslenme farkındalığı seminerleri. (toplam 7 okulda yaklaşık 2000 öğrenci)

-14 Aralık Perşembe saat 14:00-16:00 Nurol Kültür Merkezinde,
Slow Food Yaveş Gari Bodrum Birliği Söyleşisi. Dr. Yavuz Dizdar.
“Yerel Beslenme ya da fast food”

-15 Aralık Cuma saat 10:00-11:00 Bodrum Merkez Pazar Yerinde,
Köylü tezgahlarının yanında, Boder işbirliğiyle “Herşey Dahil, İsraf hariç” “Çer Çöp”
Çorbası Yemek Şovu ve ikramı, Bodrum Gemici Peksimeti ile Bitez’li üreticilerden
Coğrafi İşaretli Bodrum Mandalinası ikramı.

-17 Aralık Pazar günü saat 11:00-12:00 arasında Kızılağaç Pazar Yerinde,
Köylü tezgahlarının yanında, Boder işbirliğiyle “Herşey Dahil, İsraf hariç” “Çer Çöp”
Çorbası Yemek Şovu ve ikramı, Bodrum Gemici Peksimeti ile Bitez’li üreticilerden
Coğrafi İşaretli Bodrum Mandalinası ikramı.

Etkinlik takibi için Facebook: @bodrumslowfoodbodrum

 

(Yeşil Gazete)

Yunanistan’ın bize verdiği ve bizim hâlâ anlamadığımız 2 büyük ders – Baskın Oran

Bu yazı agos.com.tr/ den alınmıştır

Birinci dersi Yunanistan 1923’ten beri veriyordu, daha önemli olan ikincisini geçtiğimiz günlerde verdi.

Birinci ders şu ki, Lozan’ı imzaladığımızın daha ikinci yılında biz Md. 42/1’yi ihlal ettik ve bu ihlali şu anda da sürdürüyoruz. Yunanistan ise, ülkesindeki Müslüman-Türk azınlık için bu önemli maddeyi/hakkı günümüze kadar titizlikle uyguladı.

Madde şöyle: “Türk hükümeti, aile statüleri ile kişisel statüleri konusunda, Gayrimüslim azınlıkların gelenek ve göreneklerinin uygulanması için bütün tedbirleri almayı kabul eder”. Md. 45 de, Yunanistan’ın aynı şeyi kendi ülkesindeki Müslüman azınlıklara uygulayacağını söylüyor.

Md. 42/1’i Türkçeye kısaca tercüme edeyim: ‘Türkiye’deki Gayrimüslimlerin dinî nikahı resmen de geçerlidir’. Bu madde, azınlıklara bir “pozitif hak” getiriyor. Hemen hatırlatayım: Pozitif haklar çoğunluğa verilmez, sadece azınlıklara verilir. Yazının sonunda tekrar döneceğiz buraya, çünkü Yunanistan’ın verdiği ikinci ders de bu.

***

Türkiye, 1925 sonunda Gayrimüslimlere ilan etti: ‘Önümüzdeki yıl Medeni Kanun çıkıyor, artık Kilise nikahınız resmî nikah yerine geçmez. Lozan’daki hakkınızdan feragat edeceksiniz ve nikahınızı belediyelerde kıydıracaksınız. İsteyen, sonra gider kilisede de tören yapar’.  

Türkiye’nin bunu demeye hakkı yoktu. Çünkü azınlık bireyleri veya cemaatleri, Lozan gibi 8 devletin imzaladığı bir uluslararası antlaşma hükmünden feragat edemezler. Zaten Lozan Md. 37 açık açık ilan etmiş: Bu koruma hükümleri, “(…) hiçbir kanun (…) ve hiçbir resmî işlem[in]” ortadan kaldıramayacağı bir haklar bütünüdür.  

Sonuç şöyle oldu: Museviler bu Lozan ihlaline hemen uydular. Ermeniler epey direndikten sonra uydular. Rumlar ise çok direndikten sonra uydular çünkü Rum cemaat liderleri ve gazetecileri tutuklanmışlar ve “feragat” olmadan tahliye edilmemişlerdi.

***

Bizim aksimize, Yunanistan bu Md. 42/1’i hiç ihlal etmedi ve İslam aile hukukunu azınlığa aynen uyguladı: 1) Evlenme, 2) Boşanma, 3) Çocukların velayeti, 4) Miras. Zaten ikinci ders dediğim de bu sonuncu konudan çıktı. Şöyle:

Gümülcine’den Hatice Molla Salih ile kocası aralarında konuşuyorlar: ‘Çocuğumuz yok. Hangimiz ölürse mallarımız diğerine kalsın, akrabalarımız akbaba gibi gelip malımıza çökmesin’. Çünkü şeriat hukukuna göre miras sadece çocuklara ve eşe değil, bol miktarda kardeşlere de gidiyor.

Sonuç olarak, gidip noterde vasiyetname düzenliyorlar 2003’te.

44 yıllık evliliğin ardından, koca 2008’de ölüyor. Akrabalar hemen zuhur ediyor. Hatice Hanım (67) vasiyetname sayesinde bidayet ve istinaf mahkemelerinde kazanıyor, ama Yargıtay bozuyor: ‘Sen B. Trakya’da Müslümansın, sorduk müftülüğünüze, noterde yaptığınız vasiyetname Lozan Md. 42/1’in işaret ettiği İslam hukukuna göre geçersiz. Mirası şeriata göre paylaşacaksınız”.

İç süreç tamamlanmamış ama, davayı açalı 8 yıl olmuş, bu süre hesaba katılınca Hatice Hanım AİHM’ye başvuruyor. Orada kesin kazanacak, çünkü hem kendisine bir seçme hakkı tanınmamış, hem de bireyin iradesini tanımayan şeriat hukuku AİHM’nin uyguladığı AİHS’ye taban tabana zıt.

Sonucun ne olacağını gören Başbakan Çipras, yeni yasa çıkarılacağını açıklıyor 24 Kasım’da: Artık, isteyen miras dağıtımında medeni hukuku seçtiğini vasiyetnameyle belirtecek, isteyen de, yine yazılı olarak şeriatıtercih edecek ve bu beyanını istediği zaman değiştirebilecek. Bugüne kadar yapılmış vasiyetnameler de geçerli olacak. (Olayı ayrıntılı biçimde, B. Trakya’daki Azınlıkça dergisinden okuyabilirsiniz, linkini vereyim.

***

Şu anda azınlıktan bazı kişiler, Çipras’ın bu çok gecikmiş olmakla birlikte çok çağdaş girişimine karşı çıkıyorlar. Hem AKP’ye ve onun politikasını mecburen uygulayan T.C. Gümülcine Başkonsolosluğuna yaranacaklar, hem de müftülüklere. Üstelik, bu içine kapanık toplumda Islam’a da selam çakmış olacaklar. Ama esas acı olan, ‘Lozan’ı ve azınlık haklarını savunuyoruz’ argümanını kullanmaları.

(Müftülük demişken, Gümülcine seçilmiş (gayriresmî) müftüsü İbrahim Şerif, vaktiyle, karısının erkek kardeşlerine de miras payı tanıyan şeriat hükümlerine yargıda itiraz etmiş, mirasın medeni kanuna göre paylaştırılmasını talep etmiş. Azınlıktan herkesin ağzında).

B. Trakya’da çıkan gazetelerden Millet manşet atıyor: “Çipras baklayı çıkardı: Azınlık haklarına tecavüz başlıyor” (http://milletgazetesi.gr/view.php?id=8521#.WiAwmRTRSuc.gmail). Habere göre,  “azınlığın önde gelen hukukçularından” Ercan Ahmet şöyle demiş: “Neyin müjdesini veriyor Çipras? Zaten azınlık bireyleri şer’î hukuk veya medeni hukuk arasında seçim yapabilmekte”. Bu “önde gelen hukukçu” herhalde Yunan Yargıtayı kararını henüz duymamış.

Rodop ili milletvekili İlhan Ahmet kalkıyor,  “Şer’î hukukun hükümetin tasarrufuyla tek taraflı olarak kaldırılması mümkün değildir” diyor. Oysa, kaldırılan hak filan yok, aksine, getirilen ek hak var: Seçme hakkı.    

Ama daha ilginci, Hatice Hanım’ın açıp da bidayet ile istinaf aşamalarında kazandığı davayı Yargıtay’a götüren Avukat Ayhan Şakir’in söyledikleri: “Azınlıkla anlaşmadan yasanın çıkması Lozan’a aykırıdır” (http://www.birlikgazetesi.net/haberler/13552-ayhan-akr-azinlikla-anlamadan-yasanin-cikmasi-lozan-antlamasina-aykiridir.html). Avukat olmuş ama yukarıda anlattıklarımı, yani uluslararası hukukuduymamış.

Belki de duymuş da işine gelmiyor. Çünkü B. Trakyalılar anlatıyorlar: Kendisinin annesi ile teyzesi, Hatice Hanım’ın ölen kocasının kız kardeşleri imiş. Yani şeriat uygulanırsa mirasa girecekler, vasiyetnameuygulanırsa giremeyecekler.

Tabii, kendisini en rahatsız eden şey de, Çipras’ın hazırladığı yeni yasada, bugüne kadar yapılmış vasiyetnamelerin geçerli olacağı.

***

Yunanistan’ın bugünkü Türkiye’ye verdiği ikinci ve esas ders, tekrar etmek gerekirse, şu:

İnsanlığın asırlar boyu çabalayıp ulaştığı çağdaş hukuk düzenine istisna, sadece AZINLIĞA hak tanınacaksa getirilebilir. Bu “pozitif hak”a demokrasi denir. Bu haklar ÇOĞUNLUĞA tanınırsa, buna “paralel hukuk” denir ve çok-hukukluluk korkunç bir bataklıktır.

Hıristiyan Yunanistan’ın B. Trakya yöresinde Müslüman azınlığa seçme hakkı tanındı. Ama Türkiye’de tanınan “müftülük nikahı” bir seçme hakkı değil çünkü yüzde 99 Müslüman bir ülkenin taşrasında kolaysa Medeni Hukuk’u seç.

Kaldı ki, şimdi bu “kahir ekseriyet”i gerekçe gösterecek AKP iktidarı daha nerelere yürüyecek ve de yürüyor:

Topun ağzında, Cumaları mesai saatlerini namaz’a göre değiştirmek var. Ardından, Pazar yerine Cuma’nın tatil günü yapılması gelecek. Şimdiden, Cuma günü indirim yapmaya kalkan AVM’lere “Kara Cuma” diye saldırı başladı.

Ardından, mahkemeyle boşanmayı “Boş Ol!”a dönüştürüş gelecek ki, bunun fetvasını Diyanet resmen verdi bile.

Tabii, bu arada Türkiye’deki Gayrimüslim azınlığa 1925 sonunda nikah konusunda getirilen yasak aynen devam etmekte, oysa ilk müftülük resmî nikahına bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan şahitlik etti .

Bu yazı agos.com.tr/ den alınmıştır

 

 

Baskın Oran