Ana Sayfa Blog Sayfa 2940

Küründen Kabare’yi oyunun kahramanı Diyarbakırlı Deli Serpil’e sorduk

Nerede doğdu, bilmiyoruz, kaç yaşında, bilmiyoruz, adı, bilmiyoruz… Yok ayol, Seyhan Arman’dan değil, Diyarbakırlı Deli Serpil’den bahsediyorum. Seyhan’ın yazdığı, içinde kaç yaşam hikayesi saklayan, sana, bana hepimize tanıdık da, hiç bilmediğimiz Serpil’den…

Anlamadıysanız hala, buyrun önce Seyhan’la söyleşimize bir göz atın, ardından da ilk fırsatta hemen koşup kendinden dinleyin Diyarbakır’lı Deli Serpil’in duygularınızı allak bullak edecek hikayesini.

Nerede mi? Tabii ki de Küründen Kabare’de!

Röportaj: Irmak Keskin

***

Irmak Keskin: Merhaba Seyhan, önce biraz oyunu överek başlamak istiyorum izninle. Çok güzel ve sinsi ters köşelerle, heteroseksizmle, na-trans normativiteyle, yaklaşımlarla, hem tiye alarak, hem de tüm gerçekliği ve acımasızlığıyla çıkmış Diyarbakırlı Deli Serpil.

Nereden esti, nereden çıktı da sahnelerle buluştu Küründen Kabare?

Irmak Keskin (solda) ve Seyhan Arman

Seyhan Arman: Biraz mecburiyetten çıktı aslında. Tek kişilik bir oyun yapmak istiyordum ama istediğimi bulamıyordum. Sözü benim sözüm olan, ortak dertlerimizin olduğu bir oyun bulamayınca kendim yazmak durumunda kaldım ve ortaya Küründen Kabare çıktı.

Cebimde bu varmış demek ki ? 

Irmak: Hem yazdın, hem oynadın, herşeyine de koşuyorsun, üzerine çok çalışılmış olduğu da çok belli.

Oluşma süreci, görünmez arka plan emekçileri, prodüksiyon, dekor, kostüm ekipleri nasıl bir araya geldi de hepsi bir birine bu kadar uyumlu bir sonuç çıkarabildi? 

Seyhan Arman: Hepsi birbirinden profesyonel ama işine aşkla bağlı insanlarla çalışma fırsatı yakaladım; çok şanslıyım.

En başta sayın Engin Alkan; tiyatro dünyası için bir nimet bence. O kulağımı çekip “Yap artık” demeseydi ben cesaret edemezdim bile. Ayrıca oyunumuzun dış sesi de kendisine ait. Ne desem anlatamam teşekkürümü.

Sonra dramaturg Sinem Özlek; canım o benim. Çok kahrımı çekti, gece gündüz demeden her soruma cevap verdi, çok doğru yollara soktu beni. Provalar esnasında da harikalar yarattı. Sadece dramaturg olarak değil her anlamda destekledi beni.

Yönetmenimiz Melisa İclal Yamanarda; aylarca kahrımı çekti. Hem ev provalarında hem de sahnede.

Dekor, kostüm, afiş tasarımı sevgili Aslı Ersüzer’e ait. Resmen harikalar yarattı. Oyundan çıkan her seyircinin aklında Aslı’nın tasarımı kalıyor.

Işık Cem Yılmazer; o kadar yoğun çalışmasına rağmen bir telefonumla kırmadı beni, koştu geldi.

Yönetmen yardımcımız İlsu Olcahan Kubak; tam evlilik arefesinde gece yarılarına kadar yanımızdaydı. Sağolsun. Müziklerin oluşması için her yardımı karşılıksız yapan Ceren Özkarataş, Mehmet Kartal ve Serdal Karaoğlu’na minnettarım. Radyo sahnesinde ki “Müslüm çal” seslendirmesi içn Salih Usta. Ayrıca Figen Adıgüzel; yine bir telefonla koşup geldi, her şeyimiz oldu. Toparladı bizi. Oyun çıkmak üzereyken kapısını çaldığım Panda Fikir Sanat; Kaan Sebkektay sağolsun sahiplendi projeyi.

Bitmedi tabii ki, oyunda beraber çalıştığımız arkadaşlarım Baran, Mustafa, Ecrin, Pınar ve eli, gönlü değen herkese teşekkür ederim.

Ve tabii ki sayın Sumru Yavrucuk; manevi desteği ile oyun öncesi ve sonrası hep yanımda oldu. Çok teşekkür ederim.

Irmak: Seni Serpil sanan, Serpil’i sen sanan da çok… Sence bunlar da toplumsal önyargılardan mı? Ne dersin?

Seyhan Arman: Bilmem ki, farklı farklı sebepleri olabilir. Oyuncu olduğumu bilmeyen kişiler kendi hikayem zannediyor olabilir. Yada çok gerçek buldukları için. Veya senin dediğin gibi olabilir. Bilemedim.

Irmak: Hem güldürdün, hem gözleri doldurdun, her oyundan sonra bu kadar duyguyu tek başına taşımak, tanıklığını yaptığın, parçası olduğun hayatların ve kendi deneyimlerinin birleşimi ne de olsa Küründen Kabare, yorucu olmuyor mu senin için?

Hem oluşum sürecinde, hem de sonrasında nasıl başa çıkabildin bunlarla? Sahnede o kadar yaşıyorsun ki hepsini de çünkü…

Seyhan Arman: Aslında oyun sonrası çok rahatlıyorum. Bütün o yükü sahneye bırakmış oluyorum çünkü.

Beni daha çok oyun öncesi yoruyor. Fazla titiz olduğum için hatasız eksiksiz tamamlamak adına hırpalıyorum kendimi. Sonuçta insanız ve hiç bir şey dört dörtlük olmuyor biliyorum ama elimde değil.

Neyse ki biraz rahatladım artık; eskisi kadar takılmadan daha rahat bir yerden oynamaya çalışıyorum.

Irmak: Seyircilerinden de olumlu yorumlar alıyorsun, bunlar seni nasıl etkiliyor?

Seyhan Arman: Çok mutlu oluyorum. Bir oyuncu için seyircinin beğenisi dışında bir şey yok zaten. Öteki taraftan yazar ve prodüktör ben olduğum için ayrıca mutlu oluyorum çünkü hayalini kurduğum şey gerçekleşmiş oluyor. Tanıyanlar bilir, benim için her zaman en önemli şey seyircidir. Bu show yaparken de böyle, tiyatroda da. Emek harcayıp gelen seyirciyi memnun edebilmek için çok çalışıyorum ve çok şükür karşılığını alıyorum.

Irmak: Bir de translar için askıda bilet bulunuyor oyunda, kitap karşılığında da oynadın oyunu, gönlü bolluğun zaten oyunculuğun dışında yürüttüğün farklı kampanyalardan da biliniyor da, bu ayrımına na-translardan eleştiri gelmedi mi?

Askıda bilet işe yarıyor mu? Gelen oluyor mu çokça? 

Seyhan Arman: Kitap ve oyuncak karşılığı oynadığımız oyunları Beşiktaş ve Şişli belediyeleri satın almıştı aslında. Benim gönlü bolluğum değildi ?

Askıda bilet uygulamasına gelirsek; hayır hiç negatif tepki gelmedi. Hem neden gelsin ki? Bu dünyada çokça negatif ayrımcılık yapılan bir kitleye pozitif ayrımcılık yapıyoruz. Üstelik o biletler Serpil’in gönlünden koptu. Akranlarına, kardeşlerine bir teşekkür belki de. Öteki taraftan trans bireyler hâlâ “Beni oraya alırlar mı?” diye kaygı yaşıyorlar.

Askıda biletin asıl amacı da o kaygıyı yaşayan arkadaşlarımıza açık davetiye sunmak. Ki zaten çoğu trans arkadaşımız benim ısrarıma rağmen bilet almadan gelmiyor. “Sen çok emek verdin, benim de bir katkım olsun.” diyorlar. 25 yıllık arkadaşım bile davetiye istemedi, bilet aldı düşün.

Irmak: Aynı zamanda LGBTİ+ insanlarla çalışmayı ve iş olanağı yaratmayı da önemsiyorsun, sence bir okul gibi de mi Küründen Kabare?

Seyhan Arman: Yok çok öyle düşünmedim. Okul falan değil elbette ama aynı işi yapabilen bir “arkadaşım” varsa tercihim ondan yana diyelim.

Zaten tiyatrodan çok para kazanılmıyor biliyorsun. Ama Küründen Kabare’ye yada tiyatroya gönül koymuş bir lgbti arkadaşım varsa evet ilk tercihim onunla çalışmak oluyor.

Irmak: Ne kadar daha sahnede olması planlanıyor Küründen Kabare’nin?

İzlemek isteyenler nereden, nasıl takip edebilir, kendi şehirlerine getirmek istediklerinde ulaşabilirler size?

Seyhan Arman: www.kurundenkabare.com web sitemizden hem oyun günlerine, hem bilet satış sitesine hem de ayrıntılı bilgiye ulaşabilirler.

Daha ne kadar oynayacaksın dersen; ilgi böyle devam ederse ömür boyu ? Ama desteğe ihtiyacımız var tabii. Hem oyunun duyulması için hem de devam edebilmemiz için.

Benim amacım mümkün olduğu kadar çok insana oyunu oynamak ama seyircimiz biterse yapacak bir şey yok tabii.

Irmak: 20 Kasım etkinlikleri Ankara’da yasaklanırken, Küründen Kabare de nasibini aldı yasaklardan, ama gene de oyun sahnelendi Ankara’da geçtiğimiz gün.

İstanbul’da Kuirfest’in kısalar seçkisi göstertilmediğinde Garip Çelik’in yönettiği Kuyu filmi ile 7. AB İnsan Hakları Kısa Film yarışmasında en iyi 3. film ödülünü aldınız.

İnadına mı sahnelerde ve perdelerde olmak, yoksa başka yerde olmak istemediğin için mi sahnelerde ve perdelerde olmak?

Belki de Tezer Özlü’nün dediği gibi “yaşamak için yazmak” gibi…

Seyhan Arman: İnattan ziyade kendimi sahnede var ettiğim için diyelim. Ankara’da yasaklanan oyun değil dernek etkinlikleriydi maalesef. 14 Aralık’ta Ankara Tiyatro Günleri kapsamında oynadık. Hatta yeniden talep geldi seyirciden ve Ocak sonu gitmeyi planlıyoruz.

İnsan hakları ödülünü de Ankara’dan aldı “Kuyu”. Ankara seviyor bizi demek ki ?

Irmak: Matmazel Coco’yu göremiyoruz ortalarda bir süredir, nerelere gitti acaba? Gelecek mi geri?

Seyhan Arman: Aslında çok ortada sayılır. Her hafta Cuma ve Cumartesi günleri 2 farklı mekanda sahneye çıkıyor Coco. Hatta 3.sü de başlayacak. Artı hafta içi en az 1-2 gün yine sahnede.

Belki ben Küründen Kabare’ye fazla ağırlık vermişimdir. Bilemedim. Coco’yu küstürmemek gerekli. Dur ben ilgileneyim onunla ?

Irmak: Sırada nasıl projeler bekliyor bizi? Süprizlerin var mı? 

Seyhan Arman: Yeni yazdığım bir oyun var. Gerçi bana rol yok ama olsun; benim sözüm olacak yine sahnelerde.

Ayrıca bir korku filminde oynadım “Zohak“. Yakında vizyonda olacak.

Bir de belgesel projemiz var gündemde. Bakalım gelecek günler neler getirecek.

Irmak: Son olarak eklemek, yapmak istediğin madilik var mı? ?

Seyhan Arman: Adım çıkmış dokuza inmiyor sekize ? Ben ve madilik aşk olsun; asla madilik yapmam. Ahahahhaha söylerken bile inanmadım tabii ?

Evet biraz patavatsızım sanırım. Teşekkür ederim bu güzel  sohbet için.

 

Röportaj: Irmak Keskin

(Yeşil Gazete)

[Bir hüzün adası] İmroz – Gökçeada

Geçtiğimiz günlerde birileri adada altın madeni açmaya yeltendiler ama başta belediye başkanı Ünal Çetin ve köy muhtarları olmak üzere 8 bin insanıyla adalılar bu girişime izin vermediler. Bu kararda ülke geneline yayılan dayanışma ağının da etkisi oldu. Hemen birkaç gün içerisinde 20 bin imzalı bir dilekçe hazırlandı ve ilgili yerlere ulaştırıldı. Altın aramaya niyetli firma bu tepki karşısında maden için ÇED raporu talebini geri çekmek zorunda kaldı. Maden arama ruhsatının iptal edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

https://www.youtube.com/watch?v=-O9DmCBN40M&feature=youtu.be

Geçen hafta Açık Radyo (94,9) Babil’den Sonra programımda Cemal Karakuş’un Belki Kaf Dağı Gökçeadadır kitabında yer alan İmroz- Gökçeada şiirleri ve adalar denizi Ege’den seçtiğim şarkılarla bu mücadeleye omuz verenlere bir selam göndermek istedim. Bu yazıda da adanın dününden ve bugününden bahsedip, geleceğine dair düşüncelerimi yazmak istiyorum. Yazıda fotoğraflarını kullanmama izin veren fotoğraf sanatçıları Gültekin Tetik ve Ersin Gürbüz’e de teşekkür ediyorum.

Kendisi de uzun yıllardan bugüne Gökçeada’da yaşayan yazar Deniz Kavukçuoğlu, 2013 yılında yayımlanan, bir sivil tarih çalışması da denebilecek kitabı Hüzün Adasında Bir Köy: Gökçeada- Bademli (İmroz-Gliki) kitabında adanın tarihini, yerli Rumların adada yaşadığı sıkıntılı günleri, 1960-1970’li yıllarda devletin uyguladığı baskı politikasını, Rumlara ait arazilerin istimlak edilmesini, ailelerin dağılmasını, mallarının yağmalanmasını, bir zamanlar köylüler için bir cennet olan, onların ana vatanı olan adanın zamanla bir hüzün adasına dönüşmesini çok güzel anlatıyor. Adanın bugününü daha iyi anlayabilmek için bu kitabı okumanızı öneriyorum.

Kaleköy’de günbatımı/ Fotoğraf: Gültekin Tetik

Gökçeada’ya ilk kez 1985 yılında gittim. 1970’li yıllarda adadaki yatılı öğretmen okulunda okuyan arkadaşım Avukat Hikmet Korubeyi beni ada ile tanıştıran isim olmuştu. Adanın hüzünlü hikâyesini ilk kez ondan dinlemiştim. Bugün ne yazık ki o da yaşamıyor.

O gün feribot adaya yaklaşırken hayal kırıklığı yaşamadım desem yalan olur. Kuzu Limanı’na yaklaşırken denizin ortasında ağaçsız, boz tepeleriyle karşıma dikilen adanın görüntüsü ilk anda hayal ettiğim görüntüden oldukça uzaktı. Ama adaya ayak basıp, limanı sert kuzey rüzgârlarından koruyan tepeleri aştığımızda bereketli topraklarıyla göz alabildiğine uzanan ova, ovayı bölen onlarca irili ufaklı tepe, tepelerin yamaçlarına kurulu, terk edilmiş yıkık dökük taş evleriyle ve rüzgârla birlikte sizi kucaklayan hüzün adalı şair arkadaşım Cemal Karakuş’un bir şiirinde betimlediği gibi bir anda sizi bir ana rahmi gibi sarıp sarmalayıveriyor. Bu tutkulu duygu bir daha peşinizi bırakmıyor.

O yıllarda adadaki ulaşımı sağlayan 1-2 tane minibüs vardı. Bugün de adanın batı ucunda, güneşin en son battığı yer olan Uğurluköyü’ nde yaşayan Metin Atamak’ın minibüsüyle adanın merkezine (Panaghia Köyü) gelmiş ve artık hayatta olmayan Madam Marika’nın oğlu ile birlikte yaşadığı evinde unutamadığımız güzel bir hafta geçirmiştik. Madamı Atina’dan İmroz’a sürükleyen, acılı, hüzünlü ama bir o kadar da renkli yaşam öyküsünü ondan dinlemiştik. Madamın yaşam öyküsünü sonraki yıllarda gazeteci Celal Başlangıç’ta yazmıştı. O günden sonra hemen her yaz adaya gittim ve dostlarımı da her seferinde adaya taşıdım. Yakın gelecekte bir daha ayrılmamak üzere Gökçeada’ya gitmeyi ve kalan ömrümü de orada tamamlamayı istiyorum.

Adanın tarihi çok eskilere gidiyor. İmroz’a dair çok sayıda kitap yayımlandı.  Adanın en kapsamlı tarihini Gökçeada-İmroz Koruma Yardımlaşma Geliştirme ve Yaşatma Derneği’nin 2010’da yayımladığı “İmroz Tarihi Üzerine Bir İnceleme” kitabında bulabilirsiniz. Kitap Andreas Mustoksidis (1785- 1860) tarafından kaleme alınan ve keşiş Kutlumuşlu Bartholomeos (1772- 1851) tarafından tamamlanarak 1845 yılında İstanbul’da basılan kitabın tıpkıbasımı.

Kitap antik kaynaklarda adayla ilgili bilgilerle başlıyor ve İmroz’un oluşumu ve Tufan Efsanesi bahsi ile devam ediyor. İmroz’un fiziki yapısı, adada yetişen ürünler, İmroz adının nereden geldiği, Homeros’a göre İmroz kenti ve Truva savaşı bahsi de kitapta yer alıyor. Kitapta 16. ve 19. Yüzyıl arasında hazırlanmış haritalara da yer verilmiş. Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyesi’nde yer alan İmroz haritası da kitapta yer alıyor. İmroz- Gökçeada tarihini öğrenmek isteyenler için üç dilde (Türkçe, İngilizce ve Yunanca) basılan kitabı da okumanızı öneririm.

Kitaba göre adaya ilk gelenler M.Ö. 1192’de Pelasglar olmuş. Sonra Atina’nın egemenlik yıllarını görüyoruz. Ada stratejik konumu, su kaynaklarının bolluğu ve bereketli topraklarıyla her zaman çok çeşitli uygarlıkların ilgi odağında yer aldı. Persler, Romalılar, Bulgarlar, Franksiyenler ve Bizanslılar adayı çeşitli dönemlerde işgal ettiler. 1453’den sonra İmroz, Osmanlı yönetimine geçti. Sonraki yıllarda Osmanlı- Venedik savaşlarıyla ada birkaç kez el değiştirdi. 1821 yılından itibaren İmroz Osmanlı İmparatorluğu yönetimine bırakıldı. 1. Balkan Savaşı yıllarında (1912) İmroz Yunanistan tarafından işgal edildi. Kasım 1913’de yapılan Atina Antlaşması’ yla Gökçeada, Bozcaada ve Kastelerozi dışındaki tüm Ege adaları Yunanistan’a bırakıldı.   Bu sırada, Birinci Dünya Savaşı başladı ve Yunanlılar adada kaldı. ANZAK, İngiliz ve Fransız güçleri, Gelibolu Savaşları sırasında, Gökçeada ve Limni’yi üs olarak kullandı. Temmuz 1920 yılında yapılan Sevr Antlaşması, Gökçeada ve Bozcada’yı, Yunanistan’a bıraktı.   1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması’yla İmroz ve Bozcada, Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katıldı. Adanın kısaca tarihi böyle. Aslında hikâye çok daha uzun ve tarihi isimleri – isimsiz yerel birçok karakteri içeriyor. Bunlardan bir tanesi de Dr. Foka. Uzun yıllar ada halkına şifa taşımış.  Umarım birileri bir gün bu tarihi oturup bütün ayrıntılarıyla – karakterleriyle günümüze kadar kaleme alır.

Kastro (Kaleköy) yerleşimi. Tepedeki antik kale kalıntılarının bir kısmı bugün de ayakta, ama ovadaki yel değirmenlerinin yerinde yeller esiyor!

Adanın tarih içerisindeki yaşam ve toplumsal faaliyetleri, genelde Kaleköy (Kastro) ve yakın çevresinde yoğunlaşmış. Bugün de özellikle yaz aylarında adanın en hareketli bölgesi burasıdır. Tepedeki antik kalenin izlerini bugün de görmek mümkün.

1950’li yıllarda Kaleköy limanında bir sünger teknesi.

Kastro limanı bir zamanlar adaya deniz yoluyla ulaşımın merkeziymiş. Deniz kıyıda sığlaştığı için büyük gemiler açıkta demirliyormuş ve insanlar, hayvanlar ve her türlü yük kayıklarla kıyıya taşınıyormuş. Kuzu Limanı’nın açılmasıyla deniz ulaşımında eski önemini kaybeden Kaleköy, bugün meyhaneleri, balıkçı kahvesi, turistik eşya satılan tezgâhları ve balıkçı barınağıyla adaya gelenlerin uğramadan geçmediği şirin bir kıyı semti görünümünde.

Kaleköy kumsalına vurmuş bir Gagalı Balina, 1950’

Gökçeada’da bir zamanlar Rumların yaşadığı çok sayıda köy var. Antik zamanlarda adalılar yerleşim yerlerini kurmadan önce gözlerine kestirdikleri yerlere bir koyun kesip bırakırlarmış. Koyun nerede daha geç çürürse orasını insan yerleşimine en uygun, havası, rüzgârı bol oksijenli yer olarak bilip, evlerini oraya inşa ederlermiş. Eski köylerin çoğu yüksek tepelerin yamaçlarına kurulmuş.  Adanın korsan istilalarına da açık bir yer olması ve yaklaşan tehlikeyi zamanında sezip, önlem almaya zaman kalması amacıyla denizi ve ovayı yüksekten gören yerlerin tercih edildiği de rivayet ediliyor.

Gliki (Bademli) ve ufukta Samothraki adası/ Fotoğraf: Ersin Gürbüz

Bu köyler içerisinde en çok Gliki’yi (Bademliköy) seviyorum. Köy, Ayios Athanasios dağının batı yamacına kurulmuş. Adalılar buraya ‘adanın balkonu” da diyorlar. Gliki, Yunanca’da tatlı anlamına geliyor. Köy bu ismi nereden alıyor, bilemiyorum ama aşağılarda kalan Kastro’yu ve ufukta yükselen zirvesi bulut kümeleriyle kaplı, heybetli Samothraki adasını buradan seyretmenin tadına doyum olmadığı bir gerçek. Hele günbatımında gökyüzünde oluşan renk cümbüşünü anlatmaya kelimeler yetmez.

Kaleköy Limanı ve geride bereketli topraklarıyla Çınarlı Ovası/ Fotograf: Ersin Gürbüz

Köyün güney yamacından Çınarlı Ovası’nı kuş bakışı izlemek de çok keyifli. Yaz aylarında ovada ekili alanlar rüzgârda dalga dalga oluyor. Eski zamanlarda ovayı geçen nehir kış aylarında taşarmış ve ova adeta deniz gibi görünürmüş. Batıda yer alan sıra tepelerin de seyrine doyum olmuyor. Gliki’den çevreye bakınca insan kendisini bir amfi tiyatrodaymış gibi hissediyor. Köyün hemen üst kısmında bir çamaşırhane yer alıyor. Çamaşırhaneyi asırlık bir ağaç kolluyor. Yazın sıcağında altında oturup, rüzgârın sesini dinlemek büyük bir huzur veriyor insana. Kaynak suyunun şırıltısı ve doğadaki diğer canlıların sesleri de bu ilahi müziği tamamlıyor. Adalılar çamaşırhanedeki kaynak suyundan içme sularını da alıyorlar. Adaya içilebilir suyun ilk kez 1812’de buradan dağıtıldığı biliniyor. Daha önce İmroz halkı içme suyunu Kastro’da kıyıya yakın açılan kuyulardan sağlıyorlarmış. Bu su tuzlu ve kullanılabilir değilmiş ve Gliki’nin yamacında yer aldığı Ayios Athanasios dağının kaynak suları kullanılmaya başlanmış. O su bugün de hala durmaksızın akmaya devam ediyor.

Panaghia Köyü adanın ovaya kurulmuş tek köyü. Bugün de adanın merkezi burası. Kuzu Limanı’ndan gelen araçlar adanın dört bir tarafında yer alan köylere buradan geçip gidiyorlar. Adını aynı adlı kiliseden alan köy ilkbaharla birlikte yeşile bürünen, adeta coşan, bereketli Çınarlı ovasının hemen yanı başında yer alıyor. Bankalar, oteller, devlet daireleri, kafeler, lokantalar ve ticarethanelerin çoğu burada yer alıyor. Adanın pazarı da burada kuruluyor. Bir de balık hali var ve her sabah Ege’nin mavi sularında yakalanan balıklar burada satılıyor.

Ayatodori Köyü (Zeytinliköy) ve baraj göleti/ Fotoğraf: Ersin Gürbüz

Ayatodori köyü (Zeytinliköy) Kastri dağının yamacında, kayalık bir yerde kurulmuş. Taş evleri, butik otelleri ve meydanın çevresinde yer alan kahvehaneleri ile turistlerin uğrak yeri olan şirin bir köy. Meyve bahçelerinin, bağların ve aşağıda yer alan sulak-bereketli ovada göz alabildiğine uzanan ekili tarlaların ve zeytinliklerin seyrine doyum olmuyor. Geçen yıllarda yeniden öğretime açılan adanın tek Rum Okulu da bu köyde. Köye adını veren Ayios Theodoros Kilisesi’de köyün girişinde yer alıyor.

Agridia (Tepeköy) ve uzakta Gökçeada Baraj Gölü/Fotoğraf: Ersin Gürbüz

Agridia (Tepeköy) uçurumlarla çevrili kayalık bir tepeye kurulmuş. Adını Agros’dan alıyormuş. “Küçük tarla” anlamına gelen adından da anlaşılacağı gibi suyu bol ve kaliteli olsa da işlenebilir toprak burada çok az ve bereketsiz. Her yıl 14-16 Ağustos günlerinde burada Meryem Ana Panayırı yapılıyor. O günlerde adaya dışarıdan çok sayıda ziyaretçi geliyor. 14 Ağustos akşamı hayvanlar kesiliyor ve kazanlarda pişiriliyor. 15 Ağustos’da köyün meydanına kurulan kazanlarda yemek, tatlı, şarap dağıtılıyor ve toplu halde yeniyor. Sonra dans, şarkılar başlıyor. Sabaha kadar eğlence devam ediyor. Köyün üst kısmında bir de mezarlık bulunuyor.

Köyün kuzey tarafında yer alan Çınaraltı piknik alanının da görülmeye değer bir manzarası var. Burada yer alan birkaç asırlık çınar ağacının gölgesinde oturup, hemen yanındaki kaynaktan akan buz gibi suyu yudumlayabilir ve uzaktan göz kırpan Samothraki adasını, gün batımına yakın avdan dönen balıkçı teknelerini doyasıya seyredebilirsiniz. Bu köy de adaya gelenlerin uğrak yerlerinden bir tanesi.

Shinudi (Dereköy) Fotoğraf: Ersin Gürbüz

Shinudi (Dereköy) adanın en batı kısmında yer alan bir Rum Köyü. Halakasi ve Madraboduz tepeleri arasında yer alıyor. Osmanlı gezgini Piri Reis’in 16.yy’da iki yerleşim yerinden söz ediyordu. Birisi Kastro (Kaleköy) diğeri de Shinudi. Stratejik konumu ve Pirgos Limanı sayesinde, geçmişte diğer köylere göre ekonomik ve sosyal açıdan daha fazla gelişim göstermiş. Zamanında 1950 hane ile adanın hatta Türkiye’nin en büyük ve kalabalık köyüymüş. İçerisinde 22 kahve, 2 sinema, çok sayıda berber, bakkal, terzi gibi dükkânlar ve 3 zeytinyağı imalathanesi bulunurmuş. Bugün köyde sadece 150 hanede yaşam sürüyor. Nüfusun yarısı Rumlar’dan oluşuyor. Güneydoğu’dan gelen Türkiyeliler de köyde yaşıyorlar.

Köyde ibadete açık iki kilise bulunuyor. Köyün girişindeki Hagia Marina Kilisesi ve çarşıdaki Koimesis Tis Theotokos Kilisesi. İkisi de 1800’lü yılların başında inşa edilmiş. Dereköy’ün merkezden gelirken solda kalan kısmında, kilisenin bulunduğu meydan, eskiden çarşı meydanıymış. Adanın en büyük çamaşırhanesi hala burada ve ziyaret edilebilir.

Devam edecek…

 

Ercüment Gürçay

 

[Kedi-Siz] Zeliha Sunal: Hayvanlara daha iyi şartlarla bakmanın bir yolunu bulmalıyız

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.[Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Röportaj yapmak için yeşil bir sanatçı aranıyorsa akla ilk gelecek isim o olmalı…

Şişe kapağından, okunmuş gazeteye kadar her şeyi geri dönüştürebilir. Bir an eski bir gazeteyi elbise yaparken, diğer yandan da boş plastik şişeler ile size masal dünyası yaratabilir. Yayınladığı fikirleri sürekli merak ile takip ediyorum.

Çevko’nun gönüllü elçisi… Altından bir kalp ile şekil bulmuş.

Senelerini müziğe vermiş, üstelik onu sahnede izlemediyseniz çok büyük bir kayıptasınız. Çünkü o şarkı söylemek için doğmuş. Bilmem kaç dilde şarkı söylüyor, bilmem kaç kostüm değiştiriyor, size geriye sadece eğlenmek kalıyor…

Çünkü o Zeliha Sunal

***

32 – Zeliha Sunal: Hayvanlara daha iyi şartlarla bakmanın bir yolunu bulmalıyız

Tolga Öztorun: Güzel kızın Nicki’den bahsedelim biraz istiyorum. Görüntülerini çok sık paylaştığın için sanki tanıyor gibiyim. Karakteri nasıl bir kedi? Hayatına giriş hikayesi nasıl oldu? Evdeki uyumu nasıl biraz bize onu anlatır mısın?

Zeliha Sunal: Nicki mantı kulaklı, Scottish Fold ve dişi…

Normal kedi ebatlarından daha küçük ve kısa tüylü. Sanırım bir tarafı British olsa gerek. Hayatıma 4 sene önce girdi. Eşim ve arkadaşı bir pet dükkanında görmüşler. Kimse onu istememiş. Çünkü burnunda bir anomali varmış. Eşim de benim eve bir de kedi istediğimi bildiği için bu hayvanı oradan kurtaralım diyerek eve getirdi. Evde bir de abla köpek varken nasıl uyum sağlayacağını aslında ben de merak ediyordum. Doğası gereği temiz ve sakin bir hayvan.

Köpeğim Jolie onun küçük olduğunu görerek hemen sahiplendi ve evde ona bölge oluşturdu. En önemlisi yatağa ve mutfağa girmemesiydi. Nicki son derece söz dinleyen bir kedi ve ne dersek yapıyor. 4 Senedir bizimle ve henüz mutfağa girmedi, masaların üstüne çıkmadı, yemek dilenmedi, yatağa, yanıma hiç gelmedi. Bunu nasıl sağladığımı merak etmişsinizdir. Geri dönüşüm için müzik aleti yaparken kola kutularına ses çıkarması için mercimek vb koyuyordum. Bunun çıkardığı sese tepki gösterdiğini gördüm. Yapmasını istemediğim şeylere bununla ses çıkararak engel oldum ama asla yerli yersiz ses çıkarmadım.

Tolga Öztorun: Kısırlaştırma hakkında ne düşünüyorsun? Özellikle sokakta yaşayan kedilerin kısırlaştırılmasını sormak istiyorum. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Zeliha Sunal: Ben kedimi kısırlaştırmadım. Kızışma zamanında bir tür ilaç kullanarak baş edebiliyorum. Onu incitmek istemedim.

Dışarda yaşayan kedilerin kısırlaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Kapı önünde baktığım kedilerden biri sürekli hamile kalmaktan öldü. Yavrularının sayısı da arttıkça arttı. Bunun gibi çok kedi var. Kısırlaştırma en azından onların sağlıklı hayatta kalmasını sağlar. Kedi nüfusunu kontrol eder. Çünkü bu yavrulara kapı önünde bakanlar evlerine birer tane alıp kurtarmıyor. Kızıyorum.

Tolga Öztorun: Çevre dernekleri gibi aslında hayvan hakları derneklerinin de haklı bilinçlendirmesi gerektiğine inanıyor musun? Bu konuda maalesef hayvan hakları dernekleri biraz çekişmeci bir tutum sergiliyorlar. Tabii ki hepsi değil ama birbirleri ile uğraşmaktan çoğu iş yapamıyor. Bu konuda derneklere ne önerirsin?

Zeliha Sunal: Birkaç yıl önce siz Tuna Arman ile beraber eylem yaparken kaç dernek yanınızdaydı? Bugün bir şeyler başarıldıysa ses getirdiğiniz içindir. Son zamanda hayvanlara yapılan şiddete karşı çekilen videolar derneklerden daha çok ses getirdi. Sosyal medya görevini yaptı ve başardı.

Haberlere bile konu olmak, mahkemelere çıkarmak da bugüne kadar yapılmayan işlerdi. Bu da derneklerin politikalarını yeniden gözden geçirmelerini sağlamalı. Söz uçar görüntü kalır…

Bence tüm hayvan dernekleri bu tarz şiddet videolarını kanun yapanların gözüne sokarsa ben ülkede hayvanlar için yasalar değişebilir kanaatindeyim.

Hepimiz hayvan severiz. Birkaç zalim bizim ruhumuzu bozamaz. Hayvanları kısırlaştırmanın, bakım evlerinde daha iyi şartlarla bakmanın bir yolunu bulmalıyız. Halkımızı eğitmek şart ama hediye hayvan almamayı, eğitimini veremediği hayvanı ormana bırakmamayı öğretemedik.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

[İnsan Deneyleri] ABD’de bilim marifetiyle insan hakları ihlalleri

İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti. Peki bu bedeli kim ödeyecek? [Hayvan Deneyleri] yazı dizisinde bu sorunun cevabını hep birlikte bulmaya çalışacağız

demiştik Yağmur Özgür Güven’in “Hayvan Deneyleri” yazı dizisi tanıtımında, Güven, [İnsan Deneyleri]ni de aktarmaya başlıyor. İlk dizinin tanıtımındaki ilk cümle burada da geçerli, “İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti.”

***

2 – ABD’de bilim marifetiyle insan hakları ihlalleri

ABD, özellikle 19. ve 20. yüzyılda “tıbbi tedavi” adı altında ve kişilerin rızası alınmaksızın ırksal azınlıklar, mahkumlar, yoksul ve dezavantajlı kişiler üzerinde gerçekleştirilen bilimsel deneylere ev sahipliği yaptı.

Jinekolojinin babası kabul edilen J. Marion Sims 1845-49 yılları arasında köle kadınlarda anestezi vermeden çoklu deneysel ameliyatlar yapmış, içlerinden biri tam 34 ameliyat geçirmişti. 1896 yılında Boston Çocuk Hastanesi’nde baş asistan A.H. Wentworth, yaşı 4-36 ay arasında değişen çocuklar üzerinde defalarca omurilik kanalı deneyleri yapmış ve yedisinin ölümüne sebep olmuştu. The Philadelphia Polyclinic dergisi 1896 Ekim sayısında menenjit şüphesi olan bir çocuk hastada yapılan lomber ponksiyon[1] uygulamasının ardından çocuğun nabzının 250’ye çıkarak kendini yatağa ve duvara vurmasından bahsediyordu. [2] Pennsylvania Temsilciler Meclisi 1913 kayıtlarına göre; 146 çocuğa kasten frengi bulaştırılmış ve yetimhanedeki 14 çocuk tüberküloz araştırmalarında görme yetilerini kaybetmişlerdi.[3] 1919-22 yılları arasında Dr. Leo Stanley, San Quentin’deki 500 mahkûm üzerinde testis nakli deneyleri yapmıştı ve 1951’e kadar farklı konulardaki deneylerine mahkumlar üzerinde devam etti. Stanley, idam edilen mahkumlardan ve hatta bazı büyükbaş hayvanlardan aldığı testisleri genç ve sağlıklı erkek mahkumlara naklediyordu.

1930-40’larda Almanya’da zirve yapan ırkçı tutum, ABD’de de karşılık buluyordu; Afrika kökenli insanların kanı kabul edilmiyordu[4]. Amerikalı psikiyatristler Alman psikiyatristlerden etkilenmişlerdi; iki grup da kısırlaştırma-lobotomi-elektroşok gibi yöntemler kullandılar. ABD’ye göç eden çok sayıda Alman bilim adamı, Hava Kuvvetleri’nde işe alındı; korkunç yöntemlerle elde ettikleri bilgileriyle  jet-roket makine ve yakıtları, hava hekimliği ve havacılık araştırmaları konusunda ABD’deki teknisyenlerden daha donanımlıydılar.[5]

Çıkarılan yasalar ve bu yasaların bir gereği olarak genetik hastalığı olan kişilerin kısırlaştırılması da sadece Nazi Almanyasına özgü değildi: Charlottesville’de yaşayan Carrie Buck, zihinsel olarak hasta bir annenin sağlıklı kızıydı ve Virginia yasalarına göre ‘potansiyel olarak normal çocuktan daha az normal çocuk sahibi olabilir’ denilerek 1927 yılında isteği dışında kısırlaştırıldı. Fakat bu olay bir ilk değildi; ABD’de tıbbi sebepler olmaksızın yapılan ilk kısırlaştırma operasyonu, 1899 yılında Harry Sharp tarafından 19 yaşındaki bir genç erkekte gerçekleştirildi ve Sharp, ABD’deki öjeni hareketinin başrolündeki kişilerden biri oldu.

 

Kobay ve sıçanlar üzerinde vazektomi deneyleri yapan Robert Oslund, gerçekleştirdiği 200’ün üzerindeki prosedüre ait çalışmalarını 1923’te yayınlayarak uygulamaların sağlık üzerinde olumsuz etkiler yaratmadığı görüşünü savundu. 1909-1924 yılları arasında yaklaşık 6,000 kişi epilepsi, suça yatkınlık gibi sebeplerden dolayı rızası dışında kısırlaştırılmıştı. İngiliz tıp dergisi Lancet’te 1945’te yayınlanan makalede ise, sadece 1941-43 yılları arasında ABD’de 42 bin kişinin kısırlaştırıldığı bilgisi yer alıyordu. 2. Dünya Savaşı’nın sonunda davranış modifikasyonu ve öjeni amaçlı kısırlaştırmada toplam rakam 320 bine ulaşmıştı.

1940-60 yılları arasında mahkumlar üzerinde yapılan sayısız uygulamadan söz edilebilir: Harvardlı biyokimyager Edward Cohn tarafından Massachusettsli 64 mahkuma sığır kanı enjekte edilmiş, Chicago Tıp Fakültesi’nden Dr.Alving tarafından Illinois’deki 400 mahkum üzerinde ve Atlanta’daki 800 mahkum üzerinde sıtma deneyleri yapılmış, Pennsylvania Üniversitesi’nden Dr.Stokes tarafından 200 kadın mahkuma kasten hepatit bulaştırılmış, ABD ordusu ile yapılan anlaşma ile Pennsylvania Üniversitesi tarafından Pennsylvania’daki yüzlerce mahkum üzerinde psikofarmakoloji deneyleri, Dr.Sabin tarafından Ohio’daki 33 mahkum üzerinde çocuk felci aşısı deneyleri yapılmış, dermatoloji çalışmaları yapan Dr.Klingman tarafından Holmesburg’daki 70 mahkuma kanserojen bir madde olan dioksin enjekte edilmişti.

1932’den 1972’ye kadar süren ABD Kamu Sağlığı Hizmetleri tarafından desteklenen Tuskegee Frengi Araştırmalarında, frengi hastası 399 Afrika kökenli Amerikalı erkek çiftçi, hastalığın doğal seyrini anlayabilmek için kendilerine hiçbir bilgi verilmeksizin denek olarak kullanılarak tedaviden mahrum bırakıldı. Pek çoğu ailelerine de bulaştırdı ve hayatlarını kaybettiler. Oysa o yıllarda penisilin keşfedilmişti ve bu hastalar için tedaviler geliştirilebilirdi. Konu basına sızınca araştırma mecburen durduruldu. 1997 yılında Başkan Clinton, ABD devletinin gerçekleştirdiği bu utanç verici uygulamadan dolayı Tuskeegee deney kurbanlarından ulus adına özür diledi.

ABD’de zihinsel engelliler için devlet tarafından işletilen en büyük kurum olan Staten Island’daki “Willowbrook State School for the Retarded” zihinsel engelliler okulunda ise, çocuklara aşı bulma amacıyla kasten aktif hepatit virüsü bulaştırıldı ve yapılan çalışmaya silahlı kuvvetler tarafından fon sağlanıyordu. Dr. Saul Krugman’ın yönetiminde yapılan bu çalışmalar 1950’lerde başlayarak 1972’ye kadar devam etti ve aileleri, çocuklarının aşı olacağına dair yalan bilgilerle kandırılarak onay formları imzalatılmıştı. 1956’da, Walter E. Fernald Eyalet Okulu’ndaki zihinsel engelli çocuklara ağız ve damariçi yolla radyoaktif kalsiyum verildi.

1960’larda ABD ve İngiltere’deki tıbbi araştırmaların ve bazı tıbbi uygulamaların insan haklarını ihlal etmesi gündemdeydi. 1963’te Brooklyn’deki Yahudi Kronik Hastalıklar Hastanesi’ndeki 22 yaşlı hastaya canlı kanser hücreleri enjekte edilerek, sağlıklı hücrelerin kanserli hücrelerle nasıl savaştığı araştırıldı. Madness Network News’e göre CIA, 1953-67 yılları arasında LSD ve 1954’te üretilen thorazine ve benzer antipsikotik ilaçları incelemek üzere seçtiği doktorları görevlendirerek mahkumlar üzerinde yıllar süren deneyler yaptırdı. 1940-60 arasında ABD’de 50 bin insana lobotomi uygulandığı düşünülüyordu ve zamanla bunun yerini güçlü psikiyatrik ilaçlar aldı, bu ilaçların yan etkileri nedeniyle binlerce insanın hayatını kaybetmiş olduğu yapılan incelemeler sonunda anlaşılmıştı: ABD Ulusal Madde Bağımlılığı Kurumu, 1976-77 yılları arasında acil servislere gelen ve ilaç kullanımıyla ilgili olan 5800 ölüm vakasının çoğunun, psikiyatri ilaçlarından kaynaklandığını tespit etti. Patoloji uzmanlarının yaptığı araştırmalar, bu ilaçların öğürme refleksini bastırması sonucunda gıda aspirasyonu yani gıdanın yanlışlıkla solunum yoluna kaçmasına sebep olduğunu göstermişti ve öğürme refleksi eksikliği, psikiyatri hastalarının %40.3’ünde görülürken, ilaçların uzun süreli kullanımı da merkezi sinir sisteminde geri döndürülemeyen hasarlar yaratıyordu.[6]

Tekrar üremeye değer görülmeyen insanların zorla kısırlaştırılması yasasını 1907’de onaylayan ilk eyalet olan[7] Indiana’da, 1982 yılında ilk pasif pediatrik ötanazi vakası yaşandı. 9 Nisan 1982’de Bloomington Hastanesi’nde down sendromlu olarak doğan erkek bebek Doe’nun, yemek borusundaki deformasyonun yiyeceklerin midesine ulaşmasını engellemesi nedeniyle acil bir ameliyat olması gerekiyordu ancak aile down sendromlu bir çocuğu büyütmek istemedikleri gerekçesiyle buna izin vermedi. Doe, 15 Nisan 1982’de açlıktan öldü. Yüksek Mahkeme de 3’e 1 oyla Doe ile ilgili kararın aileye ait olduğuna hükmettiğinden, doktorlar hiçbir şey yapmamışlar ve bebek ölüme terk edilmişti. Bu olayın toplumda yankı bulması nedeniyle dönemin başkanı Ronald Reagan’ın isteğiyle bir yönetmelik hazırlandı ve yönetmelikte, “konjenital bozuklukları ne denli ağır ve yaşama olasılıkları ne denli düşük olursa olsun, doktorların tüm yenidoğanların yaşamını sürdürmek için ellerinden geleni yapmakla yükümlü tutuldukları” belirtiliyordu.[8]

Oysa ki hekimlerin hastalarını iyileştirmeleri için ellerinden geleni yapmaları ya da mesleklerini kötüye kullanmamaları için herhangi bir yasal düzenlemeye gerek bile olmamalıydı:

“…. Hangi eve girersem gireyim, hastaya yardım için gireceğim. Kasıtlı olan bütün kötülüklerden kaçınacağım. İster hür ister köle olsun, erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan sakınacağım. ……”

(Hipokrat Yemini’nden)

[1] LP: Lomber ponksiyon bir tıbbi teşhis ve bazen tedavi yöntemidir. Beyin omurilik sıvısı örneği alınarak biyokimyasal, mikrobiyolojik ve sitolojik inceleme yapılabilmesi için bir tıbbi prosedürdür. Bazen de artmış kafa içi basıncı düşürmek için yapılır. – Vikipedi

[2] American Humane Association, Human Vivisection: A Statement and Inquiry, 1900, s.6

[3] Human Experimentation: Before the Nazi Era and After – http://www.micahbooks.com/readingroom/humanexperimentation.html

[4] Straus, Dr. Eugene W-Alex, Tıbbi Mucizeler, İstanbul, 2014, s.159

[5] Lenny Lapon, Beyaz Önlüklü Katiller, 2016, s.115

[6] Lapon, age, s.99-106-163

[7] https://www.uvm.edu/~lkaelber/eugenics/IN/IN.html

[8] N. Yasemin Oğuz, Pediatrik Ötanazi, 1996, s.771

 

Yağmur Özgür Güven

[Oğuz Gidiyor] Fransa Bisiklet Turu – Oğuz Tan

Yol arkadaşım bisiklet 200 yaşında 11

Bu yazımda Fransa Bisiklet Turu’nun (Tour De France) tarihinden bahsetmek istiyorum. Bisikletle bağ kuran pek çoğumuzun bildiği, dünyanın en önemli sportif etkinliklerinden biri olan Tour de France’ın ortaya çıkışının ilginç bir de hikâyesi var.

Fransa Bisiklet Turu (Tour de France); her yıl düzenlenen, çok büyük bir bölümü Fransa sınırlarında, küçük bir bölümü de komşu ülke sınırlarında koşulan bir yarış. Diğer büyük turlardaki (İtalya: Giro d’Italia ve İspanya: Vuelta a España) gibi Fransa Bisiklet Turu’nda da, kabaca 3 haftada 21 etap koşulur. Günümüzde Amaury Sport Organisation tarafından düzenlenen Tour de France, ilk defa, 1903 yılında, L’Auto isimli gazetenin satışlarını arttırmak için düzenlendi. 1903’ten Beri, 1. ve 2. Dünya Savaş yılları haricinde, her yıl düzenlendi. Zaman içinde ün ve popülerlik kazanmaya devam ettikçe, yarış mesafeleri uzadı ve turun etkisi tüm dünyaya yayıldı. 1903’te Ağırlıklı olarak Fransız sporcuların katılımıyla başlayan tur, günümüzde, tüm dünyadan üst düzey sporcuların katılımıyla gerçekleşen bir UCI Dünya Turu. Fransa Bisiklet Turu’na katılan takımların büyük çoğunluğu UCI dünya takımları. Kalan takımlar ise, organizatörlerin davetleriyle katılmaktalar.

İlk olarak 1903’te düzenlenen Fransa Bisiklet Turu’nun köklerini, ülkede yayımlanan iki farklı spor gazetesinin arasında gerçekleşen rekabet oluşturuyor. Bunlardan biri Le Vélo’ydu; Fransa’nın ilk ve en büyüğü, günde 80.000 kopya satan bir spor gazetesi. Diğeri ise L’Auto’ydu; aralarında Comte Jules-Albert de Dion, Adolphe Clément ve Édouard Michelin’in de bulunduğu gazeteci, iş adam ve kadınları tarafından 1899’da kurulan bir spor gazetesi. L’Auto’ya editör olarak atanan Henri Desgrange, hem ülkenin önemli bir bisikletçisi hem de Paris’teki Parc des Princes(Prensler Parkı) Veledromu’nun sahibi olan iki ortaktan biriydi.

Prensler Parkı; Fransız İhtilâli’nin öncüsü niteliğinde, 1789’da gerçekleşen Bastille Baskını’na kadar, 18. yüzyılda, Kraliyet Ailesi’nin avlanma sahasıydı. 1897’de Spor hayatı başlayan, 3.200 koltuk kapasiteli Prensler Parkı Veledromu, günümüzde 48.000 koltuk kapasiteli büyük bir stadyum. 1924 Yaz Olimpiyatları’na, 1984 Avrupa Futbol Şampiyonası finaline ve 1998 Fifa Dünya Kupası’na ev sahipliği yapan Prensler Parkı, 1974 yılından beri, Fransız Futbol Ligi 1. lig takımlarından Paris Saint-Germain FC’nin maçlarını oynadığı stadyum.

Rakip gazeteden daha fazla satmak üzere yayın hayatına başlayan L’Auto, beklenilen başarıyı gösteremediğinden, 1902 Kasım’ında, Paris’teki ofisinde önemli bir kriz toplantısı gerçekleştirildi. Toplantıda söz hakkına sahip olması beklenen son kişi, Desgrange’ın Giffard’s Gazetesi’nden transfer ettiği, ekibin en kıdemsiz çalışanı, 26 yaşındaki baş bisiklet gazetecisi Géo Lefèvre’dü. Lefèvre, 6 günlük bir bisiklet yarışı organize etmeyi önerdi. Bu uzun yarışla, pistlerde koşulan popüler yarış türünü pist dışına, bütün Fransa’ya taşımayı öngördü. Uzun mesafeli bisiklet yarışları, daha fazla gazete satılmasını sağlıyordu sağlamasına fakat Lefèvre’ün önerdiği mesafedeki bir yarış daha önce hiç denenmemişti. Böyle bir yarış düzenleyerek, L’Auto, rakibini yakalayabilir hatta sektör dışında bırakabilirdi. Denemeye değerdi. L’Auto, 19 Ocak 1903’te yarışın duyurusunu yaptı.

1903’ten günümüze Fransa Bisiklet Turu

Tur, ilk olarak 1903’te koşuldu. Plan; 31 Mayıs – 5 Temmuz tarihleri arasında Paris’te başlayacak ve tekrar Paris’e dönmeden önce Lyon, Marsilya, Bordo ve Nat’ta duracak 5 etaplı bir yarıştı. Güney Fransa’da, Akdeniz ile Atlantik arasındaki uzun mesafeyi kırmak için Toulouse şehri de eklendi. Etaplar gece koşulacak ve ertesi akşam tamamlanacaktı.

Etapların gece başlaması, ertesi akşama kadar koşulması ve etaplar arasındaki dinlenme süreleri nedeniyle yarış hem göz korkutuyordu hem de maliyetleri çok yüksekti. Üstelik 15 kişi kayıt olmuştu. Desgrange, hiç bir zaman tam olarak ikna olmadığı bu yarış fikrinden, neredeyse vazgeçiyordu. Bunun yerine, süreyi 19 güne düşürdü, tarihleri 1-19 Temmuz olarak değiştirdi ve etapların herhangi birinde 20 km/s ortalama hızın altına düşmeyen bütün sporculara günlük ödenek ayırdı. Böylelikle bisiklet sporcularına, yarışta geçen süre boyunca fabrikada çalışmış olmaları durumunda kazanacakları para ödenmiş olacaktı. Desgrange, yarışa katılım ücretini de 20 franktan 10 franka düşürdü. Genel kategori birincilik ödülünü 12.000 frank, etap birincilik ödülünü de 3.000 frank olarak belirledi. Böylelikle, yarışın galibi, çoğu işçinin bir yıl boyunca kazandığı paranın 6 katını kazanmış olacaktı. Bu değişikliklerden sonra, katılımcı sayısı 60’ın üstüne çıktı. Katılımcılar arasında profesyoneller, amatörler, işsizler ve bazı maceraperestler vardı.

1903 Fransa Bisiklet Turu, 6 etapta koşuldu. Ortalama uzunlukları 400 km’nin üstündeki etaplar, günümüz modern yarışlarındaki etaplara kıyasla (21 etap, ort. 165-175 km/etap) sıra dışı biçimde uzundu. Bu uzun etaplar arasında sporcular 1 ila 3 gün dinlendiler. Rota genellikle düzlüktü. Belirgin tırmanışın olduğu, tek bir dağ etabı vardı. Takımlar halinde gruplanmayan sporcular, bireysel olarak yarıştılar. Genel kategoride yarışmak için 10, tek bir etaba katılmak için ise 5 frank ödediler. Etaplar oldukça uzun olduklarından, hepsi de, gün doğumundan önce başladı. Son etap ise, bir önceki gece 21:00’da start aldı. Her etabın en hızlı 8 sporcusu, etaba göre değişmekle birlikte, 50 ila 1500 frank arasında para ödülleri aldılar. Yarış sonunda, genel kategorinin ilk 14 sporcusu, 1. için 3000, 14. için 25 frank olacak şekilde para ödülleri aldılar. Yarış süresince 200 franktan fazla para ödülü kazanmamış ve ortalama hızlarının 20 km/s altına düşmemiş olması şartı ile, genel kategoride kalan diğer 7 sporcuya da 95’er frank ödül verildi. Böylelikle, 19 gün süren yarışın her günü için bu sporculara 5 frank ödenmiş oldu.

Fransa Bisiklet Turu’nun babası: Henri Desgrange (ortada)

Yarış, Montgeron köyündeki Café Reveil Matin’in önünde başladı. Start; L’Auto’nun genel sekreteri olan, bir zamanların sıkı bisikletçisi, korkulu Georges Abran(1846-1918) tarafından 1 Temmuz 1903’te 15.16’da verildi. L’Auto, o sabah, yarışa ön sayfasında yer vermedi. Yarışçılar arasında, galip gelecek Maurice Garin ile cüsseli rakibi Hippolyte Aucouturier, Alman favori Josef Fischer ve bir takım maceraperestler vardı. Pek çok bisikletçi, turun üst düzeyde bir fiziksel çaba gerektirmesi nedeniyle, ilk etapları tamamladıktan sonra yarıştan çekildi. 4. Etabın sonunda, turda 24 yarışçı kalmıştı. Tur, Paris’in ucundaki Ville d’Avray’de, Père Auto Restoranı’nın önünde sona erdi. Ardından, Paris’in merkezine törensel bir sürüş yapıldı, Prensler Parkı’nda(Parc des Princes) birkaç tur atıldı. Hem yarışın hem de 1, 5 ve 6. etapların galibi, 25.68 km/s ortalamasıyla Maurice Garin, yarışa damgasını vuran isim oldu. Yarışı 21. sırada, sonuncu olarak bitiren Arsène Millocheau’nun derecesi ise 64s 47dk 22sn oldu. L’Auto için işler yolunda gitti ve dolaşımdaki gazete sayısı iki katına çıktı. Yarışın etkisi, Desgrange’nin dahi tahmin etmediği kadar büyük oldu.

Café Reveil Matin

Josef Fischer(üst solda), Maurice Garin(üst sağda)

                                                Hippolyte Aucouturier

1903 Tour De France sonuçlar1.

  1. Etap: 1 Temmuz Çarşamba, Paris – Lyon, 467 km, etap birincisi: Maurice Garin: 17s 45dk 13sn
  2. Etap: 5 Temmuz Pazar, Lyon – Marsilya, 374 km – (Tırmanış: Col de la République – 1161m), etap birincisi: Hyppolyte Aucouturier: 14s 28dk 53sn
  3. Etap: 8 Temmuz Çarşamba, Marsilya – Tuluz, 423 km, etap birincisi: Hippolyte Aucouturier: 17s 55dk 4sn
  4. Etap: 12 Temmuz Pazar, Tuluz – Bordo, 268 km, etap birincisi: Charles Laeser: 8s 46dk
  5. Etap: 13 Temmuz Pazartesi, Bordo – Na, 425 km, etap birincisi: Maurice Garin: 16s 26dk 31sn
  6. ve Son Etap: 18 Temmuz Cumartesi, Na – Paris, 471 km,Etap Birincisi: Maurice Garin: 18s 9dk

Tur, 1904’te de aynı rota üzerinde düzenlendi. Tarihler 2-24 Temmuz’du. Le Vélo Gazetesi, 1904’te sektörden çekildi. 1905’te Düzenlenen 3. turda ise etaplar 03.00 ila 07.30 arasında başlatıldı. Bu kez, hayal edildiği gibi bir yarış oldu. L’Auto’nun satışları 25.000’den 65.000’e çıktı. 1908’e Gelindiğinde gazete 250.000 satıyordu. 1. Dünya Savaşı’nda tur askıya alındı ve savaştan sonra büyümeye devam etti. 1923’te L’Auto 500.000 satıyordu. 1933’te Düzenlenen Fransa Bisiklet Turu’nda, gazete 854.000 kopya satarak bir rekor kırdı.

1.Dünya Savaşı kahramanı, Mareşal Henri Philippe Pétain

1939’da, savaş nedeniyle, tura bir kez daha ara verildi. 1947’ye Kadar tur organize edilmeyecekti. 1939 Temmuz’unda, o yılın turu tamamlandıktan kısa süre sonra, L’Auto, 1940 turunu duyurdu. Fakat aynı yılın Eylül ayında Almanların Polonya’yı ve 1940 Mayıs’ında Hollanda, Belçika ve Fransa’yı işgal etmeleri nedeniyle yeni bir tur düzenlenmedi. 1940 Temmuz sonunda, Kuzey Fransa, Almanlar tarafından yönetilmekteydi. Almanya-Fransa arasındaki teslimiyet anlaşmasına göre, Güney Fransa işgal edilmeyecek ve işbirlikçi yeni bir hükümet(Vichy Hükümeti) tarafından yönetilecekti. Fransız 1. Dünya Savaşı kahramanı Henri Philippe Pétain, Vichy Hükümeti’nin başına geçti. Fransa’nın bu şekilde bölünmüş olarak yönetilmesi, 1942’ye kadar devam etti. Müttefikler Kuzey Afrika’yı istila ettiklerinde, Hitler, varlığını koruyabilmek adına, teslimiyet anlaşmasını iptal etti ve askerlerini göndererek Güney Fransa’yı da işgal etti. Sonrasında ise, müttefikler güçlendi ve Ağustos 1944’te Paris özgürlüğünü elde etti. 1944 Eylül’ünde, Fransa’nın çok büyük bir bölümü, Müttefikler tarafından yönetilmekteydi.

Henüz Kuzey Fransa Almanların, Güney Fransa da Vichy Hükümeti’nin yönetimindeyken, Almanlar işgal bölgelerinde ‘normallik’ istiyorlardı. Turun düzenlenmediği bir Fransa normal olamazdı. Jacques Goddet’ten, Fransa Bisiklet Turu’nu yeniden organize etmesini istediler. Bununla birlikte, Alman işgalindeki Fransa ile Vichy Fransa’sı arasındaki sınırı açmayı da teklif ettiler. Turun kurucusu Henri Desgrange’ın sağlık sorunları yaşaması üzerine, Goddet hem L’Auto’nun editörlüğünü hem de Tour de France’ın yönetimini devraldı. O zamana dek, Fransa Bisiklet Turu’nun babası olarak bilinen Henri Desgrange, bu iki görevi de yerine getiriyordu.

Tour de France direktörü Jacques Goddet

Alman işgali boyunca, Goddet, Tour De France’ı düzenlemeyi reddetti. O dönemde, kısaltılmış olarak koşulan bazı yarış serileri ve etap yarışları vardı. En belirginleri Circuit de France ve Grand Prix du Tour de France idi. Goddet, Grand Prix du Tour de France’ı düzenledi fakat bunun Fransa Bisiklet Turu olmadığını, vurgulayarak, açık biçimde belirtti. İnce bir çizgi üzerinde yürüyen Goddet, oldukça ihtiyatlı davranmalıydı. Goddet’e göre, Fransız savaş kahramanı Henri Philippe Pétain, Almanlarla işbirliği yaparak Fransa için mümkün olan en iyi şeyi yapıyordu; Fransa’nın, Almanlara karşı kazanamayacağı uzun bir savaşa girmesinin ve gereksiz bir yıkım yaşamasının önüne geçiyordu. Goddet; Pétain’i öven yazılar yazdı, yarışlar düzenledi ve bu önemli bisiklet yarışlarına Almanların katılımını kabul etmedi.

1944’te Paris özgürlüğüne kavuştuğunda, işgal süresince yayın hayatına devam ettiği ve Almanlara yakın davrandığı gerekçesi ise, yetkililer L’Auto gazetesinin kapılarına kilit vurdular, kapattılar. Tur yönetimi de dahil, gazetenin sahip olduğu her şeye, Fransız Devleti tarafından el kondu. Böylelikle, Fransa Bisiklet Turu’nun resmi hakları da devletin eline geçti.

Jacques Goddet, kolay pes etmeyecekti. 2 Sene sonra, 1946’da, caddenin karşısında L’Equipe gazetesini kurdu. Böylelikle, Tour De France’ı canlı tutmak için çalışmalarına tekrar başladı. Artık L’Auto olmadığından, Tour De France’ın hiçbir sahibi yoktu. Fakat L’Équipe’in, turun yönetimi için bir rakibi vardı; Miroir Sprint isimli spor dergisi. Fransız Bisiklet Federasyonu, tur yönetimini devralmak amacıyla başvuru yapan örgütler arasında bir deneme yarış düellosu gerçekleştirmeye karar verdi. İki taraf da, birer aday yarış düzenledi. L’Équipe ve Le Parisien Libéré gazeteleri, birlikte, La Course du Tour de France’ı düzenledi. Sports ve Miroir Sprint dergileri de, birlikte, La Ronde de France’ı düzenledi. Sports ve Miroir Sprint, ortak çalışarak 5 günlük Ronde de France yarışını düzenledi. L’Équipe ve Le Parisien Libéré’nin deneme yarışı ise, Monako-Paris arasında geçen 5 etaplı La Course du Tour de France oldu. Goddet, Prensler Parkı(Parc des Princes) Velodromu’nun da desteğini almıştı.

Yaşanan yokluktan ötürü, Fransız Devleti, yarışların en fazla 5 gün sürmelerine izin vermişti. Çünkü savaş sonrası yaşanan sosyal düzenlemede, gıda ve ekipman yardımı, karne uygulaması ile halka ulaşıyordu. Bu sebeple, bisiklet yarışları da 5 günden fazla sürmemeliydi. Her iki yarış da 5’er gün sürdü. Goddet’in yarışı, daha başarılı bulundu. L’Équipe gazetesinin düzenlediği bu yarış hem daha iyi organize edilmişti hem de savaştan önce, başarıya ulaşmış milli takımlar da yarıştığından halkın çok daha fazla ilgisini çekmişti. Böylelikle, 1947 Fransa Bisiklet Turu’nu organize etme hakkı, L’Équipe’e verildi.

1993’Ten günümüze

L’Équipe gazetesinin 1993’te Amaury Grup şirketlerine dâhil olmasıyla birlikte, spor faaliyetlerini yönetmek üzere Amaury Spor Organizasyonu(ASO) kuruldu. Fransa Bisiklet Turu ise, Amaury’nin bir alt kuruluşu olan Société du Tour de France tarafından yönetiliyor. Paris’in batısındaki Issy-les-Moulineaux bölgesinde yer alan ASO’da, cephesinden L’Équipe’i gören fakat ayrı bir binanın içinde, tam zamanlı çalışan 70 kişi var. Bu sayı; bariyerlerin taşınması, etapların oluşturulması, rota için levhaların yerleştirilmesi ve diğer işler için istihdam edilen 500 yüklenici hariç tutulduğunda, yarış esnasında 220’ye kadar yükseliyor. ASO, Tour De France dışında da, yıl boyunca pek çok büyük bisiklet yarışı organize ediyor.

Fransa Bisiklet Turu, günümüzde, geleneksel olarak Temmuz ayında koşuluyor. Rota her yıl değişse de; zamana karşı etapları, Pirene ile Alp dağ zincirleri boyunca geçişleri ve Paris, Champs-Élysées’deki finiş sayesinde yarış formatı her yıl aynı şekilde korunuyor. Fransa Bisiklet Turu’nun modern edisyonları, 21 adet tam-gün süren etaptan oluşuyor. 23 Gün süren yarışta sporcular kabaca 3.500 km mesafe kat ediyorlar. Yarış rotası bir yıl saat yönünde, ertesi yıl ters saat yönünde koşuluyor. Genellikle 20-22 arası takım yer alıyor ve her takımda 9 sporcu. Tüm etaplar boyunca, her sporcunun yarış süreleri tutuluyor. Bu süreler birikmiş olarak toplanıyor ve yarışı en kısa sürede tamamlayan sporcu, sarı formayı giyiyor. Turda en büyük ilgiyi genel kategori dereceleri görse de, tur içinde derecelendirilen başka kategoriler de bulunmakta; sprinterler için puan kategorisi, tırmanıcılar için dağlar kategorisi, 26 yaş altı sporcular için genç sporcu kategorisi ve en hızlı takımlar için takım kategorisi. Takımlar için etap kazanmak da prestijlidir ve bu başarı, genellikle takım sprinteri tarafından elde edilir.

2017 Fransa Bisiklet Turu

2017’de, bisiklet tarihinin en önemli turlarından biri olan Tour De France, 104. kez koşuldu. 3.540 km Uzunluğundaki yarış, 1 Temmuz’da Almanya’nın Düsseldorf kentinde yapılan bireysel zamana karşı etabıyla başladı ve 23 Temmuz’da Paris’teki Champs-Élysées etabıyla son buldu. 22 Takımda toplam 198 sporcunun katıldığı 21 etaplık yarışın galibi, Team Sky sporcusu Chris Froome oldu. Bu, Chris’in 4. genel kategori birinciliği oldu. İkinci, Cannondale–Drapac takımından Rigoberto Urán ve üçüncü, AG2R La Mondiale takımından Romain Bardet oldu. Açılış etabını kazanan, Team Sky sporcusu Geraint Thomas, turda genel kategori birinciliğini elde edip sarı formayı giyen ilk sporcu oldu. Yarış öncesi favori gösterilen sporcular arasından, açılış etabında en iyi performansı sergileyen Froome, beşinci etabın zirvesinde yer alan varış noktasının ardından, genel kategori liderliğini ele geçirdi. 12. Etabın sonunda, Peyragudes’teki bir diğer zirve varışının dik tırmanışında süre kaybetti ve korumakta olduğu liderliği Astana takımından Fabio Aru’ya kaptırdı. 14. Etabın sonunda, Froome, sarı formayı geri aldı ve yarış sonuna kadar koruyarak genel kategori birincisi oldu.

Chris Froome, 2017 Tour de France genel kategori birincisi

Puan kategorisinde, birinciliği Team Sunweb sporcusu Michael Matthews aldı. Takım arkadaşı Warren Barguil ise, iki dağ etabında birinci gelmekle birlikte, dağ kategori birincisi ve en mücadeleci sporcu ödülünün sahibi oldu. Genel kategoride 7. olan Orica–Scott sporcusu Simon Yates, genç sporcu kategorisinin birincisi oldu.

Takım kategorisinde 1.’lik yine Team Sky’ın oldu.

Yazı dizisi devam edecek.

 

Oğuz Tan

Bisiklet Gezgini

Politikacı gözüyle ırkçılık ve ırkçılar – Sermin Özürküt

Irkçılığın dünü bilinmeden bugününü anlamak ve yarın nereye gideceğini kestirebilmek güçtür. Bu güçlüğü,  uluslararası toplum, bugün Kudüs meselesinde yaşıyor. Kudüs, üç büyük tek tanrılı dünya dini olan Musevilik, Hristiyanlık ve İslam için eşdeğerde öneme sahip bir kenttir. Böylesi bir eşdeğere Kudüs’ün temsil ettiği dinlere inanan tüm dünya ulus etnisiteleri de önem verir. Bu önem, Birleşmiş Milletler (BM) kararlarında  yer alır. Ancak İsrail, 1980 yılında ülke azınlık etnisitesi olan müslüman ve hristiyan araplar ile uzlaşmadan Kudüs’ü başkent ilan eder. Bu karara, günümüze gelindiğinde ABD de katılır. Bugün Kudüs’ün sadece museviliğe verilmesini  savunan İsrail ve ABD, dünün de BM ırkçılık konferanslarını terkeden ve boykot eden devletleridir.

               BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, Navanetham (Navi) Pillay (2009)

Irkçılığa karşı mücadelenin değerlendirildiği bu konferanslar, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından düzenlenir.  BM, konferanslar ile, 1966 yılında üye devletlerin imzasına açılan ’Irkçılığın tasfiyesine dair sözleşme’nin uygulamasını izler. Irkçılığa karşı mücadele toplantılarının ilkleri, 1978 ve 1983 ’de Cenevrede yapılır. Ancak  bunların en yığınsalı, 2001 yılında  Apartheid’in ülkesi G.Afrika Cumhuriyetinde yapılanıdır. Durban kentinde yapılarak ’Durban I’ adını alan bu konferansı, İsrail ve ABD terkeder. Aynı ülkeler, 2009’daki Durban II’yi de boykot ederler. Boykot kararını, o günün BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, Navanetham (Navi) Pillay geri aldırmaya çalışır. Başaramaz. Pillay, boykot sürecindeki açıklamasında, ’Dünyada musevilik ve islam düşmanlığının artacağı konusunda kaygılıyım’ der.

Dediği gibi de olur. Apartheid’i yaşamış olan G. Afrikalı hukukçu Navi Pillay’ın kaygısı gerçeğe dönüşür. Daha sonraki yıllarda özellikle Avrupa’da var olan ırkçı kitle partilerine yenileri eklenir. Bu partiler de, musevilik üzerinden yahudi düşmanlığı (antisemitizm) yaparlar. Düşmanlık yapılan bir alan daha açarlar. İslam üzerinden bu dine inanan etnik gruplara karşı düşmanlık yürütürler. Resmi dinleri hristiyanlık olan bu ülkelerin ırkçıları, salt musevi ya da müslüman oldukları için yahudileri ve islama inanan tüm etnisiteleri, kendi kültürlerine tehdit sayar. Üstelik de bunu ırkçı olmadıklarını söyleyerek yaparlar. Irkçılık inkarını o kadar iyi yaparlar ki, seçmen tabanları giderek genişler ve ırkçı partiler yükselişe geçer. Yükselişi sağlayan, bu partilere oy veren  seçmen tabanıdır. Hem sağ hem sol kanat partilerinden ırkçılığa kayan bu seçmen tabanı, kendi kültürünü tehdit altında görür. Doğdukları ve yaşadıkları yerdeki kültür, azınlıktaki dinlere inanan etnik gruplarca  bozulmaktadır. Oysa diğer etnik gruplardaki insanlar, doğdukları yerler dışında yaşayan insanlardır. Her insan gibi yaşanılan yeri seçebilmiş ama doğdukları yeri seçememişlerdir. Çünkü, hiçbir insan nerede doğacağını seçemez. Her insan gibi dünyanın herhangi bir yerinde doğar. Bu nedenle insanların nerede doğduğundan çok nasıl yaşadıkları önemlidir. Bu önemi, İkinci Dünya Savaşının ırkçı vahşetini yaşamış olan  musevi düşünür Abraham Joshua Heschel şöyle açıklar: Hiç kimse özgeçmişini, doğduğu gün yazamaz”.

Heschel’in dediğinin tersine ırkçı seçmen, yapılan işler yerine  sadece doğum ile elde edilen nitelikleri öne çıkarır. Ancak,  bu seçmen tabanı da aynen Avrupa’nın ırkçı kitle partileri gibi ırkçı olduğunu reddeder. Reddederken ama’lı fakat’lı cümleler kurar. Cümlelerin ama’ya gelene kadarki kısmı, ama’dan sonraki kısmın ırkçı söylemini gizlemek içindir. Ama’lı görüşlerin en çok kullanılanı, “Irkçı değilim ama, …” diye başlar. Ama’dan sonra aşağılanan etnisiteyi çağrıştıracak kültürel bir ögeye karşı olunduğu söylenir. Örneğin, “Irkçı değilim ama, dünyadaki her komploda Musevilerin parmağı vardır ’der. Aralarında Araplar da olmasına karşın genelde Museviliğe inananların çoğu Yahudilerdir. Böylece Yahudilerin tümünü birden komplocu ilan eder.  Bir başkası, doğrudan ırkçı olduğunu reddetmeden cümlenin başında taviz verir ve ‘ama’ sını koyar. Örneğin,   “Tabii ki İslam’ın da alkol karşıtlığı gibi iyi yanları var ama İslam dini, şiddete eğilimli ve gerici bir dindir” der. Bunu diyerek İslam’a inanan Araplık, Türklük gibi birçok etnisiteyi bir kalemde gerici ve şiddet yanlısı ilan eder. Irkçılığa eğilimli seçmen bir de empati cümlesi kurar.   “Mültecilerin durumu içler acısı ama çoğunun da suç işleme alışkanlığı var” der. Bunu diyerek mülteci konumunda olan tüm etnik grupları potansiyel suçluya dönüştürür.

Yisrael Beiteinu (İsrail Evimizdir) Partisi’nin lideri Yisrael Lieberman

Görüşlerini bu üç tür, ‘inkar-taviz-empati’ sözleriyle ifade eden gündelik ırkçılar, ırkçı partilerin seçmen tabanı olmaya adaydır. Bu adaylık, çözüm göstermeden seçmenin duymak istediğini söyleyen popülist parti politikası ile oya dönüşür. Bu dönüşme ile ırkçı partiler, iç politikada ırkçılığı yükseltirler. Bu yükseliş, koalisyon ortağı olma düzeyine kadar geldiğinde de dış politikayı etkiler. Örneğin İsrail, 2009 yılındaki BM ırkçılık toplantısını boykot ettiğinde dışişleri bakanı, Yisrael Beiteinu (İsrail Evimizdir) Partisi’nin lideri olan Yisrael Lieberman’dır. ’İsrail Evimizdir’ Partisi, sağ kanat hükümetlerinin birçok kez ve hala koalisyon ortağıdır. Avrupa’dakilere benzer biçimde aşırı sağ, sağ populist gibi adlarla betimlenen bu ırkçı parti, koalisyon partisi olarak hükümet kararlarını etkileme olanağına sahiptir. Bu etkileşim, Kudüs kararı ile İsrail’in ülke dışında yaşayan  çoğunluk etnisitesi yahudilik ile azınlık etnisitesi araplığa kadar uzanır. Özellikle Avrupa’da göçmen ya da azınlık olarak yaşayan yahudiler ile müslüman araplara karşı düşmanlık yükselişe geçer. İsrail’in Kudüs kararına ABD’nin onay vermesi ile de antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) ivme  kazanır. Irkçılık, nasıl islam dini üzerinden müslüman etnisitelere ve bu arada da araplığa karşı düşmanlığa geçiş yapıyorsa; İsrail’in politikası üzerinden de yahudi düşmanlığına geçiş yapar. Çünkü ırkçı partiler ve seçmenleri, yaşamla kazanılanları değil doğumla elde edilen nitelikleri temel alır. Oysa önemli olan nerede doğulduğu değil nasıl yaşandığıdır. A. Joshua Heschel’in bu görüşünü, İslam düşünürü İbn-i Haldun da Mukaddime’ sinde şöyle özetler: 

Bir kimseyi ameli (ç.n. yaptıkları) geri bırakmışsa soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez”. 

 

Sermin Özürküt

İsveç Sol Parti Eski Milletvekili

 

 

Osman Cemal Kaygılı: Çingeneler – Özlem Çuhadar

Size bir de Karmen çalayım

“Hiçlikten geliyorum,

 Ne bir yerim var,

 Ne de vatanım”[1]        

Tony Gatlif’in 1997 yapımı filmi Gadjo Dilo’ yu izleyenler, Stephane’nın elindeki tüm kayıtları yok ettiği şu hazin sahneyi hatırlayacaklardır. Çingeneler arasında onların kültürüne, değer yargılarına saygı duyarak yaşayan Stephane,  film boyunca Çingenelerin eğlenceli ortamlarına dâhil olacak, uğradıkları felaketlere, acı dolu anlarına tanıklık edecek ve filmin sonunda nasıl bir duruş sergileyeceği noktasında tercihini yapacaktır. İşte bu tercih,  genel olarak edebi eserlerde de temel bir yol ayrımı olarak karşımıza çıkar. Çingeneleri, Ahmet Mithat’ın romanında olduğu gibi eğitmeyi, modern insana dönüştürmeyi hedefleyen ya da Çingeneleri gözleme dayalı gerçekçi bir tavırla ele alan yazar eğilimi…Osman Cemal Kaygılı’nın, 1935 yılında Haber gazetesinde tefrika edilen ve 1939’da basılan Çingeneler(2)  adlı romanı, gözleme dayalı anlatımın en önemli örneklerinden biri olarak,  Çingeneleri çok yönlü değerlendirmemize ve gruplar arasında kıyas yapmamıza olanak sağlıyor. Yazarın, Topçular’daki evinin çevresinde oturan harmancı Çingenelerle, Sulukule ve Ayvansaray’daki çalgıcı ve şarkıcı Çingenelerin yaşamlarını şaşırtıcı biçimde detaylı olarak anlattığı eser, bu yönüyle Çingene kültürünü araştıranlar için temel bir kaynak niteliği taşır. Eseri, verdiği detaylı bilgilerden dolayı röportaj roman olarak değerlendiren eleştirmenlere inat Sait Faik, Osman Cemal Kaygılı’nın gözlem gücünü ve roman tekniğindeki başarısını şu sözlerle ifade etmiştir.

Osman Cemal’in Çingeneleri muhakkak bir şaheserdir… Osman Cemal’in bu kitabı için röportaj kokuyor demişlerdi. Kokladım, mis gibi şaheser, bir hakiki roman, avantür romanı kokuyor. Fazla olarak bir de örf ve adet romanı[3]

Kitabın önsözünde Ahmet Haşim’in Çingene tanımlamasına itiraz eden Kaygılı, oba Çingeneleri denilen göçebe Çingene kadınlarıyla, diğerlerinin giyimleri arasındaki farkı belirterek, Haşim’i bu ayrımı bilmeden yazdığı için fantezi yapmakla suçlar. Romanı, Çingene temasını işleyen diğer eserlerden ayıran en önemli özellik de bu serzenişte gizlidir aslında.

Yazar, eser içerisinde verdiği detaylarla bilerek yazdığını hissettirir ve sürekli olarak içerden bir ses olabileceğini düşündürür.

Üç bölümden oluşan romanın birinci bölümünde olaylar özne anlatıcı tarafından, diğer iki bölümde ise anlatıcının mektep ve gençlik arkadaşı olarak tanıttığı İrfan’ın anı defterine yazdıkları üzerinden aktarılır. Birinci bölüm,  iki maceraperest arkadaşın ağustosböcekleriyle kara kurbağaların seslerini dinlemeye gittikleri Topçulardaki Toska’ların harman yeri ve çevresinin betimlenmesiyle başlar.

Ayıp değil ya, kimi kanarya, florya, papağan dinler, zevk alır; kimi de bizim gibi işte böyle ağustosböceği, kurbağa dinlemekten hoşlanır.”( S.7 )   

Behçet Çelik, bu durumun gerekçesini şöyle açıklar: “ Kaygılı, bürokrasinin asker kanadından geldiği halde İttihat Terakki denetimindeki düşün, sanat çevresine girmez. Gündüzleri Cağaloğlu, akşamları Beyoğlu’nda bir araya gelen dönemin ünlü yazarlarından farklı olarak;   gündüzleri geçimini sağlamak için dağlardan yemiş toplamış, biletçilik yapmış, semt pazarlarında basma, pazen satmış, geceleri de Fener’deki Rum meyhanelerinde, Vidos köyündeki Çingene çadırlarında kafayı çekmiştir.” [4]

Tepebaşı bandosunun, meşhur Çingene operası olan Karmen’i çalmaya başlamasıyla, çadırından çıkan bir Çingene kadının, harman yığınlarına yaslanarak Aaaaaah! çekmesi,  iki arkadaşın dikkatini çeker ve onların, ortamın seslerini dinlemekten vazgeçip bu kadına odaklanmalarını sağlar.  Eserde yer alan Tepebaşı gibi bazı mekân isimlerinin, yazarın öz yaşam öyküsünde de karşımıza çıkması, onun yaşadıklarının, görüp eylediklerinin etkisinde yazılar kaleme alan bir yazar oluşunun işaretleri arasındadır. Osman Cemal Kaygılı, 1912’de, henüz 22 yaşındayken, İttihat Terakki aleyhine Tepebaşı tiyatrosunda yapılan bir gösteriye katıldığı ve Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan bir suikasta adı karıştığı gerekçesiyle Sinop’a sürgüne gönderilmiş ve bir arkadaşına gönderdiği fotoğrafın arkasına yazdığı sözlerle bu durumu şöyle ifade etmiştir: Siyaset mezarlığına destursuz abdest bozduğum için per-i hürriyet tarafından çarpıldığımın resmidir.”

Tekrar çadırına dönen kadının, çocuğunu uyutmak için, “Rağduk kela kana, beşe kana…” dizeleriyle başlayan bir ninni söylemeye başlaması,  iki maceraperest arkadaşın yaşamında bir dönüm noktası olacaktır.  Bu ninniyi dinleyen iki arkadaş, derinden etkilenerek kadının bulunduğu çadırın yakınına gidip kadını gizlice izler. Ancak adının sonradan İrfan olduğunu öğrendiğimiz musiki meraklısı gencin,   ninninin etkisiyle sonraki akşamlarda da sürekli olarak harman yerine gitmek istemesi, bir süre sonra aynı zamanda olayların anlatıcısı durumunda olan diğer arkadaşı rahatsız etmeye başlar. Bu rahatsızlığın temel nedeni, anlatıcının Çingenelerle fazla içli dışlı olmak istememesidir. İki roman karakteri arasındaki ayrım da bu bölümden başlayarak temel bir çatışmaya dönüşür. Bu çatışma edebiyatın iki eğilimine de denk düşmektedir: Çingenelerin dünyalarına, duygularına hiç değmeden onları yalnızca bir eser kahramanı olarak konumlandıran ya da onları uzaktan veya değiştiklerinde seven anlatıcı tavrı ile Çingenelerin sosyal şartlarını olduğu gibi yansıtarak, gerçek anlamda onları tanımaya, tanıtmaya çalışan anlatıcının çatışması.

Çingeneler arasında kendisini besleyecek müzikal malzemeler bulmayı amaçladığını belirten İrfan’ın, bu arayıştaki temel itkisinin ne olduğu ise daha sonraki satırlarda anlaşılacaktır. Kalıplaşmış eser kişilerinin görülmediği romanda yazar,  kişileri yerel özelliklerine göre konuşturmuş, canlı bir roman atmosferi yaratmıştır. Tahir Alangu’ya göre; Osman Cemal, İstanbul Türkçesini nükteleri, laf yakıştırmaları, cinaslarıyla yer yer bilirdi. Eserlerine aldığı kişiler onun eserleriyle ilk defa edebiyatımıza giriyorlardı. Şiveleri, duyuşları, yaşayışlarıyla anlattığı bu kişiler,  onun eserlerinin en canlı kalan taraflarıdır.[5] Ayrıca Osman Cemal’in biyografisinde özellikle belirtilen,  onun tiyatroyla yakından ilgili olduğu hatta ortaoyununda kavuklu, pişekâr ve zenne rollerinde oynadığı, çeşitli taklitler yaptığı bilgisi diyaloglardaki canlılığın bir başka gerekçesi olarak görülebilir

Eserin en önemli özelliklerinden biri de bugün bile güncelliğini koruyan Roman- Çingene ayrımlarına dikkat çekmesidir.

(…)- yani ya efendim, sizin anlayacağınız, bizim bütün Çingenelerin adı Romdur; Ne yana gitseniz Çingenelerin hepciğine birden Rom denir… Çingene adı sonradan uydurmadır… Hani ya kendi aramızda biz öyle biliriz… (s.28)

Yine Romanes denilen Çingene diliyle ilgili kitapta yer alan cümleler de araştırmacılar için yol gösterici niteliktedir.

 “Biz bu dile Çingenece diyoruz ama, onlar kendi aralarında “ Romanes “ diyorlar. Zaten kendilerine de Rom dedikleri gibi… Çingeneceyi İstanbul’un şurasında, burasında yerleşmiş, oturmuş olan çalgıcı Çingeneler bilmezler…” (s.40)  devam eden satırlarda kerizci argosuyla Çingenece arasındaki farka da dikkat çekilir. Anlatıcı,  Romanes denilen dilin çok karışık bir dil olduğunu, çalgıcı Çingenelerin ise çoğunlukla sipari, piyiz, cızlam, toslamak, hındım, keriz gibi argo sözcükleri kullandıklarını ayrıca bu sözcüklerin karagözcüler, orta oyuncuları ve argoyla konuşan herkes tarafından zaten bilindiğini vurgular.

Romanın ana karakterlerinden biri olan Ethem’in, İrfan ve arkadaşıyla birlikte kahvaltı yaptığı esnada söylediği sözler, Çingene algısındaki olumsuzluğun temel nedenini sorgulatırken, “açlığın dili olmaz, yoksulluğun vatanı” dizesini anımsatır adeta.

“- sizin gibi beyzade değiliz ki olsun bizim de kanepemiz, koltuğumuz, aynamız, masamız… Malum ya Çingenelik demek, fıkaralık demektir.”(s.31)

 Tarihin farklı dönemlerinde kölelik, gaz odaları ve zorunlu göç süreçlerini yaşamış Çingeneler için her dönemde değişmeyen tek gerçeklik, yoksulluk olmuştur.

“Çingenelerin bir evleri yoktur, belki de tüm insanlık içinde yalnız onların bir memleket düşü yoktur. Hasret çekmek, yüceltilen şeyin tam da kendisidir. Hiçbir zaman olmamış bir geçmişe duyulan hasret belki de hasretlerin en güçlüsüdür.” [6]     

Ethem, romanın bütün bölümlerinde Çingenelerin yaşamına dair bilgi veren,  onların açıklarını, çıkmazlarını hissettiren, İrfan’ı değişik konulardaki bilgisiyle şaşırtan, aynı zamanda romandaki merak unsurunun ve mizahi üslubun da odaklandığı kişi olarak öne çıkar.

Birinci bölümde ninniyi söyleyen Nazlı ile esmer, tirşe gözlü, billur sesli,  adını sonradan İrfan’a yazdığı aşk mektubu sayesinde öğrendiğimiz, Çingene kızı Gülizar arasında kalan İrfan; Nazlı’nın harman yerinden uzaklaşmasıyla birlikte sadece Nazlı’ya odaklanır. Yine bu bölümde olayların anlatıcısı konumunda olan eser kişisi,  İrfan’ı içine düştüğü durumdan kurtarmak istese de başarılı olamaz ve iki arkadaşın bir süre sonra yolları ayrılır. Nazlı’nın Vidos’ta olduğunu öğrenen İrfan, maceralı bir yolculuğun ardından Vidos’a ulaşır ancak onu bulamaz.  Zamanla Nazlı’yı bulma tutkusu kendisinde bir saplantıya dönüşünce farkında olmadan Çingenelerin yaşamına iyice dâhil olur.

İrfan’ın Nazlı’yı aradığı ikinci yer olan Litroz ise onun Çingeneler arasındaki işbölümünü gözlemlediği ve görsel öğelerin öne çıktığı bir mekâna dönüşür. Ayrıca yazarın,  İrfan’ın gittiği yerleri betimlerken derlemeci edasıyla çok sayıda ninniye, türküye, maniye yer vermiş olması,  Çingene halkının, bu ürünlerden hareketle,  yaşam tarzına dair izler bulmamıza vesile olmuştur.  Romanes diliyle söylenen türküleri dinlemek istediğini ifade eden İrfan’ın bu konudaki ısrarı, yazarın Çingene halk verimlerini tanıtma isteğinin sonucu olabilir. Yine romanda yer alan sözlü gelenek ürünlerinde, daha çok günlük yaşam meselelerinin konu olarak işlendiğini de görmek mümkündür.

“Nega kesko Anadoli nekler/ Usti şilt e gumira ya vinera/Kaven tuki bahtali dünira/Leki te Bakira Capa miski…”

 Tercümesi:  Amcamın öküzleri, Anadolu yakasından Rumeli yakasına geçtiler. Onlarla birlikte seni alacak dünürler de geldiler. Uğurlu kademli olsun kız!… Durma kalk artık, ortalığı süpür, her şeyi derle topla… Ve yeni kalaylı bakırları al, pınara koş, dünürlere pınar suyu getir.(s.93)

“Elenin da avela

Palenin da ravela

Ojamutru namola

Bori habe kerala

Dale Kolonçi yala

Dade Kolondi kela!”

Tercümesi: Derelerden geliyor, tepelerden geliyor, damat yıkanıyor, gelin yemek yiyor, ana çorbaya tuz atıyor, mancanın tadına bakıyor.(s.108)

İkinci bölümdeki olayları,  İrfan’ın anı defterinden takip ederiz.  İrfan, Reha Bey’in rehberliğinde gittiği eğlence mekânlarında zamanla farklı bir eğlence anlayışının müptelası olur.  Ancak Ethem, İrfan’ın kendilerinden uzaklaşmasına bir türlü izin vermez ve her fırsatta İrfan’ın karşısına çıkarak onun duygusal anlamda netleşmesini engeller.   Bu bölümde ayrıca Sulukuleli müzisyenlerle ilgili tespitler de düşündürücüdür.

“ Fakat ne yalan söyleyeyim, musiki istidadı, musiki mayası, musiki ustalığı dedikleri gibi berikilerde hakikaten pek fazla… Heriflerin ve karıların yay tutuşları, mızrap vuruşları, def çalışları, şarkı söyleyişleri bile bambaşka…”

“… Yalnız bir mesele var ki, eğer bu Sulukuleli kerizler, yani çalgıcı, şarkıcı ve oyuncular üzerlerinde biraz uğraşılacak, onlara biraz yol gösterilecek, kendilerine nota, usul filan öğretilecek ve sazlarının arasına flüt, viyolonsel, korna filan ilave edilecek olursa bunlardan çok şey beklenebilir. Hani diyebilirim ki kendileri iyi çalıştırılacak olursa yakında bunlardan da İstanbul’da yepyeni bir Çigan orkestrası, bir Çigan filarmoni, bir Çigan fanfarı elde edilebilir.” Bu tespitler,  Çingenelerde zaten var olan yeteneklerin geliştirilmesi ve Çingenelerin ihtiyaçlarına göre çözümler üretilmesi bağlamında düşünüldüğünde, onları değiştirme, dönüştürme noktasında direten eğilimlere bir yanıt niteliğindedir.

Topkapı, Balat, Fener, Langa, Sulukule ve Ayvansaray meyhanelerinde çoğunlukla Reha Bey’le bazen de Ethem’in eşliğinde giderek eğlencenin dozunu arttıran İrfan, asıl Çingene yaşamının bu eğlence mekânlarında olduğunu düşünmeye başlar. Sulukuleli Çingenelerin eğlence anlayışı ve musiki yeteneği bakımından öne çıkarıldığı satırlar, sonraki dönemde bu algının oldukça değiştiğini hatta Çingeneler arasında bile olumsuz nitelik kazandığını düşündürecektir. Nitekim Gonca Girgin, 9/8 Roman Dansı [7]  adlı kitabında, Sulukule algısı üzerinde tespitlerde bulunmakta ve zamanla Sulukule eğlence evlerinin,  Çingene kimliklendirmesiyle önce var edilen sonra da tüm kültürel kaynakları sömürülen, bedenin ve yeteneğin ürünler halinde sunulduğu yerler olduğunu ifade etmektedir.

İrfan, Reha Bey sayesinde Lonca’da şatafatlı bir Çingene kavgası da seyreder. Bu kavga bildiğimiz şiddetin önde olduğu ve tarafların zarar gördüğü bir kavga değil; yalnızca kadınlar arasında yapılan ve erkeklerin katılmadığı bir mizansen gibidir.  Kadınlar kavga esnasında birbirlerine atışma manileri söyler ve evlerindeki eşyaları tek tek gösterip ne kadar varlıklı olduklarını ispatlamaya çalışırlar.  Reha Bey, izlenilen kavganın sonrasında,   eskiden bu kavgaların yirmi dört saat,  hatta iki gün bile sürdüğünü ve yine bu kavgaların Çingenelerin birikmiş sinirlerini gevşetme aracı olduğunu söyler.

“ (…)  eğer bunlar, arada sırada böyle çalgılı, ahenkli kavgalar edip de sinirlerinde birikmiş olan gerginlikleri gevşetmeseler sanıyorum ki, istimi fazla gelmiş kazanlar gibi hırslarından patlayacaklar(…)”(s.187) Osman Cemal Kaygılı’nın Çingene Kavgası adlı eseri de Güllü ve Elmas adındaki iki Çingene kadınının karşılıklı atışmalarının ve söz oyunlarının yansıtıldığı önemli bir çalışmadır[8]Romanda Ethem’in namaz kılarken ettiği dua Bektaşi fıkralarını anımsatır adeta. Duanın sonundaki diyalog da oldukça ironiktir.   (…)- Ulan bu ne biçim dua, köpoğlu? – Çingenecesi dua bu kadar olur. Diyilim ben saçaklı molla ki edeyim daha kibarcasını! (s.251) Ethem’in İrfan’ı dolandırmaya çalışan bir keriz avcısı mı yoksa vefalı, sadık bir dost mu olduğu sorusu roman boyunca okuyucuyu meşgul eden temel bir sorudur. İkinci bölümde Sulukuleli Çakır Emine’nin güzelliğinden etkilenen İrfan, Nazlı’dan uzaklaşıp Emine’ye ilgi duymaya başlar, hatta annesinin karşı çıkacağını bildiği halde Emine’yle evlenmeyi bile düşünür.  Bu bölümün sonunda ise yaşadığı olumsuzluklardan dolayı hayatına giren bütün Çingene kadınlardan uzak durmaya karar veren İrfan,  Emine’nin kendisine aşkını ilan etmesiyle şaşkına döner ve acıma duygusuyla karışık kararını değiştirir. Emine’nin belalısı olan Feridun’un ikna edilmesi ve bu izdivacın gerçekleştirilmesi konularında annesinin de rızasını alan İrfan,  başına gelecek felaketten habersizdir. Feridun’la anlaşmaya giden İrfan’ın kendisini savunmaya çalışırken, bir kaza sonucu Feridun’u öldürdüğü gerçeği üçüncü bölümün başındaki 12 buçuk sene istirahat ibaresinden ve vakanın detaylı anlatıldığı cümlelerden anlaşılacaktır.

“neyse olan oldu, biten bitti ve bizim gençlik ve bizim o saf, masum gençlikle birlikte bütün hayat da gümledi gitti.(s.316)

İrfan,  hapisten çıktıktan sonra,  eski ahbaplarını görmeye gittiği yerlerde kimseyi bulamaz ve hapse girmesine çok üzülen Ethem’in de kederinden öldüğünü öğrenir. Bu bilgiyle Ethem’in gerçekte vefalı bir dost olduğu netleşir ve okuyucunun bu konudaki merakı da giderilir. Ayrıca eserin ilk bölümünde bengala (cinli)  diye tanıtılan Nazlı’nın tımarhanede öldüğünü öğrenmek de şaşırtıcı olmaz.   Emine’nin evlendiğini,  çocuklarının olduğunu anlatıcının adeta tuluatçı üslubuyla aktardığı satırların ardından, eserin sonunun giderek bir melodram havasına dönüştüğünü hissederiz.

Romanın son bölümünde art arda yaşanan talihsiz olayları okuyunca, yazarın kendi yaşam öyküsündeki olumsuzlukları düşünmeden edemeyiz. “Kaygılı” soyadını taşıyan Osman Cemal için, bu soyadı hiç de tesadüfi değildir.  Örneğin,  ilk evliliğinden dünyaya gelen oğlunu üç yaşındayken kaybeden yazar, bir süre sonra çok sevdiği eşi Leman Hanım’ı da verem nedeniyle yitirir, ikinci kez evlendiğinde ise çocuğu olmaz.

Son kısım diye başlayan bölümde,  anlatıcı yeniden değişir ve romanın başındaki, “Bundan yirmi, yirmi beş yıl önce az aydınlık, çok durgun bir temmuz gecesiydi.” tümcesindeki reel zamana dönüş yapılır. Bu sayfalarda romanın, içinde bulunulan zamandan geriye doğru sıçramalı bir biçimde kurgulanmış olduğunu fark ederiz. Mekân bu kez Sultanahmet’teki hapishanenin yanında bulunan kahvedir. Anlatıcı,  arkadaşıyla buluşmak için gittiği bu yerde,  kemanıyla yanlarına yaklaşan saçı sakalı birbirine karışmış dilenci kılıklı İrfan’ı önce tanıyamaz.  Kemancı bir süre sonra yıllar öncesine götüren ninniyi çalmaya başlayınca iki arkadaşın karşılıklı duruşu hazin ve ibretli manzaraları hatırlatır.  -İsterseniz size bir de Karmen çalayım.”(s.325) Ertesi gün aynı yere giden İrfan’ın,  arkadaşına emanet etmek üzere beraberinde getirdiği defterin ise aslında ikinci bölümde olayların aktarıldığı defter olduğunu da anlarız.

Artık beylerin dünyasında bir Çingene gibi yaşayacağını düşündüğümüz İrfan’ın, çaldığı ninniye eşlik etsin o halde bir Flâmenko ezgisi:

“ Rağduk kela kana, beşe kana,

Avrupa dana dana!

Rağduk dana, tospaaa dana dana,

Kele kana,  beşe kana!

Rağduk dana dana,

Dana din nan… Dan din nan…

Dini dini dini…din nani dini

Dina  dina dina Dinana dina!”

“malum akşamlar gıpta ederim köpeğinle giderkenki saygına…” [9]   

(1) Tony Gadlif’in, 2000 yapımı “Vengo”  filminde,  Endülüs Çingenesi solist Silva Pisa’nın yorumladığı Naci En Alamo şarkısından bir bölüm

(2)  Osman Cemal Kaygılı, Çingeneler, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1972

(3)  Şükran Yurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı 2 Meşrutiyet Dönemi 2,  Evrensel Basım Yayın, 2002

(4)  Behçet Çelik, Ateşe Atılmış Bir Çiçek,  Can Yayınları, 2012

(5) Mahir Ünlü- Ömer Özcan, 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı 2, İnkılâp Kitabevi,   İstanbul, 1988

(6)  Isabel Fanseca,  beni ayakta gömün,  Ayrıntı, 2002

(7)  Gonca Girgin, 9/8 Roman Dansı, “Kültür, Kimlik, Dönüşüm ve Yeniden İnşa”,  Kolektif Kitap, 2015

(8)    Sinan Şanlıer,   Osman Cemal Kaygılı ve Çingene Kavgası,  ( 2014, Basılmamış çalışma)

(9)   Tony Gatlif’in, “senfonik şiir”, diye tanımladığı belgesel film Latcho Drom’un son sahnesinde söylenen şarkıdan bir dize 

Bu yazı ilk olarak Papirüs Dergisi, Ocak -Şubat 2017,  Çingene dosyasında yayımlanmıştır.      

 

 

Özlem Çuhadar Koşal

 

Nesli tükenen sedir kozalakları köylü kadınların elinde filizleniyor

Antalya’nın Kaş ilçesinde, nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan koruma altındaki sedir ağaçlarının kozalakları, kadın ve erkek işçiler tarafından toplanarak kozalaklardan elde edilen tohumlar dağlık arazilere saçılmak sureti ile yeni sedir filizlerine dönüştürülüyor.

Kaş Orman İşletme Müdürlüğü’ne bağlı Gömbe ve Sütleğen orman bölge şeflikleri sınırlarında, sedir ağaçlarının kozalakları kadın ve erkek işçiler tarafından toplanıyor. İşçiler, tırmandıkları sedir ağaçlarından özel bir araçla kozalakları tek tek koparıyor. Toplanan kozalaklar, Sütleğen Mahallesi’ndeki boş alana getiriliyor. Önce suyla ıslatılan kozalaklar, gece sıfırın altına inen sıcaklıkta çatlıyor. Çatlayan kozalakları kadın işçiler, elleriyle tek tek parçalayıp, tohumlarını ortaya çıkarıyor. Çuvallara doldurulan tohumlar da araçlarla Toroslar’ın yamaçlarına götürülüyor.

Kovalara konan sedir tohumları, kadınlar tarafından araziye serpiliyor. Serpilen tohumlar, yaklaşık 1 yıl sonra fidan olarak gün ışığına çıkıyor. Toroslar’ın yamaçlarında çalışan kadınlar, günlük 60 tl kazanıyor ve aile bütçelerine katkı sağlıyor. Bu yıl, bölgeden 30 ton sedir kozalağı toplandığı belirtlildi.

Öte yandan Kaş Orman İşletme Müdürlüğü’nce, 500 hektar alanda tohumlama yapılacak. Kadın işçilerden Medine Karakoyun, “Sedir kozalaklarını dağlardan topluyoruz. Eritip, tohum haline getiriyoruz. Gereken yerlere ekiyoruz. Toprakla buluşturup, sedir ağacına dönüştürüyoruz” dedi.

 

(Hürriyet)

Ovacıklı kadınlar Seferihisar Belediyesi daveti ile “Kooperatifçilikte Yeni Ufuklar” panelinde

21 Aralık Perşembe günü “Dünya Kooperatifçilik Günü“nde  Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Fevzi Önder Konferans Salonunda Paneli Köy-Koop İzmir Bölge Birliği tarafından  Tarımsal Kalkınma Kooperatiflerini kapsayan “Kooperatifçilikte Yeni Ufuklar” paneli düzenlendi.

Köy-Koop İzmir Bölge Birliği başkanı Neptun Soyer açılış konuşmasında kooperatifçiliğin önemine vurgu yaptı. Seferihisar’daki kooperatif çalışmalarını anlattı. Kooperatifçilikte yeni ufukların tüketici kooperatifleridir diyen Soyer, “Böylece küçük çiftçiler kooperatif bünyesinde örgütlenerek para kazanırlar ve kentlere göç etmezler çiftçilik ve köylülük bitmez” dedi.

Köy-Koop İzmir Bölge Birliği başkanı Neptun Soyer

Suna Kalaycı ve Birsel Gönül isimli kooperatif üyesi çiftçiler açılış konuşmalarında kooperatif çalışmalarını ve elde ettikleri başarıları ve deneyimlerini aktardılar.62 yaşındaki Suna Kalaycı ise aktif olarak kooperatif çalışmalarında yer aldığını söylerken, Seferihisar Hıdırlık Tarımsal Kalkınma Kooperatifi bünyesinde çalıştığını ve bütün üyelerinin kadın olduğunu belirtti.

Panele ilgin yoğundu

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölüm Başkanı Prof.Dr. Murat Yercan, Tariş Zeytin ve Zeytinyağı Tarım Satış Kooperatifleri Birliği genel Müdür Yardımcısı Dr.Hakkı Çetin, Ödemiş Bademli Tarımsal Kalkınma Kooperatif Başkanı Selçuk Bilgi, Ödemiş Yeşil Bademli Tarımsal Kalkınma Kooperatif Başkanı Gülşen Görken ve Kiraz İğdeli Tarımsal Kalkınma Kooperatif Başkanı Süleyman Top panelde birer konuşma yaparak kooperatifçiliğin önemine vurgu yaptılar.

62 yasindaki çiftçi ve kooperatif üyesi Suna Kalaycı

Ovacık’tan “Kooperatifçilikte Yeni Ufuklar” paneline katıldılar

Yoğun bir ilginin olduğu panelde konuşmalardan sonra gerçekleşen soru cevap kısmına katılımcılar çok ilgi gösterdiler. Tunceli Ovacık’tan da panele katılım oldu. Seferihisar belediyesinin konuk ettiği Ovacıklılar Çarşamba  günü Seferihisar’da çalışma yaptılar. Ovacık ve Seferihisar belediyeleri başta kooperatifçilik olmak üzere  diğer konularda da ortaklaşarak çalışmalar yapıyorlar.

Seferihisar Belediyesi kadın evi keçe atolyesinde Ovacık’lı kadınlar incelemede bulundu pratik olarak keçe yaptı

Ovacık’tan gelen konuklara katılımcılar da çok ilgi gösterdiler. Böylece Panel Doğu Anadolu ve Batı Anadolu çiftçilerinin kooperatifçilik çatısı altında kucaklaşmasına  sahne oldu .

Tunceli Ovacık’tan gelen kooperatifciler Seferihisar mandalina kurutma tesislerini incelediler

Panel bitiminde Seferihisar Hıdırlık Tarımsal Kalkınma Kooperatifinin hazırladığı ve unutulmaya yüz tutmuş yöresel yemekler katılımcılara sunuldu.

 

Haber: Göknur Yumuşak

(Yeşil Gazete)

İstanbullu bir Rum’dan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a mektup

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan ziyaretinde dile getirdiği taleplerin ve Lozan Anlaşması’nı tartışmaya açmasının yankıları sürüyor. İstanbul’da Rumca yayınlanan Apoyevmatini gazetesinde 15 Aralık Pazartesi günü İstanbul doğumlu Aleko Papadopulos’un Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben bir mektubu yayınlandı.

Apoyevmatini gazetesinin genel yayın yönetmeni Mihail Vasiliadis ise bu mektubu Agos okurları için Türkçeye çevirdi.

Türk Yunan ilişkilerinin yakın dönemi ve bugünü hakkında önemli tespitler içeren ve ilk olarak Agos’ta yayınlanan bu mektubu paylaşıyoruz.

Sayın Başkan,

Sana ‘sevgili Başkan’ diye hitap edecektim, ancak bu yaşımda -konvansiyon öyle olsa da- yalan konuşmam yakışık almaz. Bana öyle öğrettiler. Her daim doğruyu söylemeye alıştım, bu bana bazı hallerde pahalıya mal olmuş olsa da.

Sana ‘sen’li hitabımı mazur gör, Ancak bunu daha insancıl, daha içten, daha spontane ve daha samimi buluyorum. Esasen Allah’a da ‘senli’ olarak seslenmiyor muyuz?

İster içimde kala kalan gazetecilik insiyakıyla, ister hem Türk hem Yunan kimliğine sahip basit bir vatandaş olarak, olayı ilgiyle izledim. Türk kimliğim İstanbullu olmamdan gelir. Yunan kimliğine ise, yıllar sonra, sizin oradakilerin tutumundan nihayet sükûtu hayale uğrayan Yunan devletinin bize sahip çıkarak ‘Yabancılar Şubesi’(!) ile ilişkimizi kesmesi üzerine, sahip oldum. Anladın sanırım: ben İstanbullu bir Rum’um, yani ne Yunan ne de Türk. Kökenlerimin nereye dayandığını, ne olup ne olmadığımı, bugüne kadar kimsenin sorumlulukla, bilimsel bir biçimde, bana izah edemediği ve kimsenin de açıkça ve samimi hislerle ‘bizdensin’ diyemediği, sıradan bir vatandaş. Bu belki senin için de geçerli olabilir, ancak bulunduğun konumda, ne dün ne bugün, kimseyle oturup bunu tartışamazsın.

Ben 1934 doğumlu ve senden oldukça yaşlıyım. Hayatımın ilk 30 yılını orada yaşadım. Tahsilimi orada yaptım, orada olgunlaştım, askerliğimi de orada yaptım: Yedek subay olarak Erzurum’da 220. Piyade Alayı’nda. İlk yaşam planlarımı da, doğduğum yerin aynı zamanda benim de vatanım olduğu inancıyla, İstanbul’da hayal ettim. İş hayatıma da orada başladım, başarılı olduğunu düşündüğüm ilk adımlarını orada attım. Başarılı addediyorum, çünkü henüz 21 yaşındayken, o dönemde Rumca olarak İstanbul’da yayınlanan iki günlük siyasi gazeteden birinin yazı işleri müdürlüğü sorumluluğunu yüklendim. Orada evlendim, yuvamı orada kurdum, oğlumuz da gözlerini dünyaya orada açtı…

Tüm bunları neden şimdi sana yazıyorum? Acele etme, bana biraz zaman ver anlatayım. Allah aşkına, ne olur bana “başka zamana erteleyelim” deme, zira kalan zamanımın bu defteri tamamlayıp kapatmaya yetmeyeceğini biliyorum.

Senin son Yunanistan ziyaretinden bahsetmek üzere yazmaya devam ediyorum. Düşün, ne kadar saf ne kadar iyi niyetliyim ki, geleceğin günlerin arifesinde buraya eski bir tanışın, benim bir adamımın geleceğini düşünmekteydim.

Sadece ‘talepkâr’

Ancak bir kez daha yanıldım bu düşüncemde, zira sen buraya bir dost olarak değil, salt bir talepkâr olarak gelmiştin: Trakya’da yaşamakta olan Müslümanların haklarını talep etmek üzere. Hakkındır muhakkak, onlara olan ilgini ortaya koymak, bizimkilerin bize olan genellikle sathi ilgisine benzememek, ancak bu kez kanatlarının altına başkalarını da almak isteğini ortaya koydun. Yunanistan’ın, isteseydi eğer kolayca asimile etmiş olabileceği Pomaklarla Romanların, onlarla herhangi bir ilgin olmadığı halde, bugün hamisi olmak istiyorsun.

Her hâlükârda buna ve buna benzer şeylere değinmeyeceğim, çünkü konu dışına çıkmak, beni direkt olarak ilgilendirmeyen ve uzmanı olmadığım konulara girmek istemiyorum. Kaldı ki geçmişte defalarca olduğu gibi, bunları iki tarafın hazırlamış olduğunu tahmin ettiğim gündem başlıkları üzerinden, ikili görüşmelerde ele alabileceksiniz. O gündem başlıkları ki zaman içinde pek çok sayfası sararmış, hatta yok olmuştur. Aynen bizim, yani İstanbul Rumlarının, doğdukları yerde insanca yaşayabileceklerine olan inancımızın zaman içinde yavaş yavaş yok olduğu gibi.

‘Tek ülke’

Önce anılarımı sonra da arşivimi karıştırıyorum. Eski bir gazete çıkıyor karşıma. O dönemde İstanbul’da yayınlanmakta olan Rumca ‘Vima’ gazetesinin 19 Nisan 1952 nüshası. Kâğıt sararmış. Yazılar solmuş, zorla okuyabiliyorum. Az buz değil, altmış beş yıl geçmiş üstünden. İlk sayfasında, o dönemin Yunanistan başbakanı General Nikos Plastiras, Fransız ‘Le Monde’ gazetesinin Yunanistan muhabiri, o dönemin Basın Bürosu Müdürü, iki yabancı gazete muhabiri, bir de ben varız. Ben daha on sekizinde, bıyığı terlememiş, gazetecilik hayatına ilk adımlarını atan bir muhabir. General hasta. Belirli bir biçimde çökmüş ama bizi yine de kabul etmiş. Pijamasının üstüne ‘robe de chambre’ını giymiş, tüm sorularımızı her zamanki istekli haliyle cevaplıyor. Sorular yıllar içinde sürüp giden bir konu üzerine: Türk-Yunan ilişkileri. Yunan Başbakanının söyledikleri açık ve sarih. Görüşünü bizlere etraflıca anlattıktan sonra, sözlerini bir temenni olarak da algılanabilecek bir cümle ile bitiriyor: “Türkiye ile Yunanistan yakında tek bir ülke oluşturacaktır”. Bu cümlesini başlık olarak kullandığım röportajımla İstanbul’a dönüyorum ve tarihi bir sonucun habercisi olarak görüyorum kendimi. İnanıyorum ki bu gelişme beraberinde, İstanbul’da yaşamakta olan Rum toplumuna çok yönlü olumlu etkiler de getirecektir. Ne kadar safmışım!

Pırlanta sandığım basit bir cammış meğer!

O günden sonra gelişmeler ardarda geldi. İleri doğru atılan her bir adımdan sonra dört adım geri gidildi ve olaylar 6/7 Eylül trajedisiyle taçlandı. Daha bebektin sen o zaman, henüz 14 aylık. Muhakkak ki bunlar hakkında şahsi görüşün olamaz, ancak o kapkara gecede neler olduğu konusunda sonradan bir şeyler okumamış, duymamış olamazsın. Ayrıntılar mı istersin? Ama hayır, hayır bunlara girmeyeceğim. Daha eskilerden bahsetmeyi de gereksiz buluyorum. Ayırımcılık dosyasını da açmayacağım. Vatanın bizi, güya koruyucumuz Yunanistan’ı zayıf telakki ettiğinde, bir günah keçisi konumunda gördüğü ve her fırsatta darbelere maruz bıraktığı tartışmasız bir gerçektir zaten. Böyle böyle, bir zamanlar on binlerce olan nüfusumuz bu gün iki binin altına düşmüş bulunuyor. Çoğu da ileri yaşlarda. Ki, bunun anlamı 10 -15 yıl sonra İstanbul’da Rum bulabilmek için onları mumla aramak gerekeceğidir, bu da bazılarına büyük zevk verecektir. Geriye kalan binlerce yıllık izlerimiz, ambarlara dönüştürülen Anadolu’daki kiliselerimizde olduğu gibi, o günkü kıymetine göre değerlendirilerek AVM’lere, gökdelenlere dönüştürülecek, ancak belki mezarlıklarımız çocuk ve torunlarınıza binlerce yıllık tarihimizi hatırlatacaktır. Tabii eğer onlar da AVM’lere ve gökdelenlere dönüşmeyecekse.

Ve geçen gün sen sayın Başkan, ziyaret etmeyi görev olarak gördüğünü ifade ettiğin soydaşlarına hitap ederken, onlara saflıkla, Türkiye ile Yunanistan arasında bir ‘köprü’ kurmalarını salık verdin. Yunan muhatabın normal olarak sana o anda “İyi de sevgili dostum, bu köprünün öbür yarısına ne oldu?” diye soracağına, sözüne devamla Rum vatandaşlara, yani bize, o eşi bulunmaz nasihatini tekrarlama fırsatını verdi; o her zaman söylediğin “Türkiye’ye geri dönün” davetini. Senin güya ümit ettiğin ve olabileceğine inandığın davetini! (Bu arada, gerçekten, diğerlerine ‘Türk’ derken bize neden ‘Rum’ olarak hitap ediyorsun?)

Sen bizi ne sandın sayın Başkan? Sen Lozan Antlaşması’nın güncelleşebileceğine inanıyor olsan bile, benim orada kalan varlığım nasıl ‘güncelleşecek’? Şişli Rum Ortodoks Mezarlığı’nda yatmakta olan babamı nasıl güncelleştireyim? Bir zamanlar Sinasos mezarlığında yatan ve bugün nerede olduğunu bile bilemediğim büyük babamı nasıl güncelleştireyim? Ondan sonra da oğluma “bugüne kadar yaptıklarını koy kenara, hemen Türkçe öğren ve eşyanı topla, gidiyoruz; karın ve çocuklarınla birlikte Türkiye’ye İstanbul’a dönüyoruz” nasıl diyeyim? Hadi diyelim ki cesaretimi toplayıp da söyledim, bana demeyecek mi ki “yahu baba aptallaştın mı, orda tüm çektiklerinize rağmen hâlâ aklın orada mı” diye?

Dolayısıyla, senin de inanmadığın bu masalları ikide bir tekrarlayıp söyleme. Eğer şartları tersine çevirecek olsak, eminim ki kendi çocuklarına hiçbir benzer tavsiyede bulunmazdın. Zaten geçenlerde, Atina’daki Başkanlık Sarayı’nda “eğer başımıza gelenlerden ders almazsak, her zaman olduğu gibi, tarih tekerrür edecektir” diyen sen değil miydin? Ancak duruma göre sözlerini değiştiriyorsun. Kendine başka ölçüler benimserken, sıra bize geldiğinde bambaşka ölçülerden dem vuruyorsun. Tabii, bizi oraya tarihin tekerrür etmekte olduğunu göstermek için çağırmıyorsan.

Devam edeyim mi? Sevinerek ederim. Ancak söyleyecek, sana anlatacak çok, pek çok şeyim olmasına rağmen kısa kesmeye çalışacağım. Halkımızın dediği “sağırın kapısını istediğin kadar çal” atasözünü kullanmayacağım çünkü sen sağır değilsin, aksine kulakların çok hassas ve her şeyi duyabiliyorsun, hatta sana söylenmeyenleri de, yeter ki ilgini çekiyor olsun.

Gerek sen gerekse Trakya’daki ‘sahibinin sesi’ konumunda olanlar (İstanbul’da Yunan politikacılar için bu konumda olanlar olmuş olsaydı, ‘vay hallerine’ olurdu) son zamanlarda “dinî özgürlüklerinin zevkini çıkarmakta olan İstanbul Rum azınlığından” bahseder oldunuz. Hangi azınlıktan bahsediliyor? Şu an biz küçük bir mahalle oluşturacak sayıda bile değiliz. Talep ediyoruz dedin, Türk azınlığına uluslararası standartlara göre gerekli hak ve özgürlüklerden faydalanma hakkı tanınsın dedin; tanınsın ki bu sorun gündemden kalksın; Türkiye’nin beklentisi budur, dedin. Ve övündün, evet övündün, senin başbakanlık döneminde bizler için güya yapılan önemli açılımlar için; buna örnek olarak da İmroz’da senden öncekilerin kapatmış olduğu okulların açılmış olmasını gösterdin. Onlar ki İmroz’u ağır cezalıların gönderildiği açık hapishaneye çevirerek, Lozan Antlaşması’nın koruması kapsamındaki sakinlerini apar topar pılıyı pırtıyı toplayarak kaçmaya mecbur etti.

Ya Ruhban Okulu?

Heybeli Ruhban Okulu’nu sana sormadım bile. Acaba açıldı da benim haberim mi olmadı? Ayrıca Trakya’daki Müftünün seçimi konusunda da bir bağdaştırma yaptın ve onu Sen Sinod Meclisi’ne katılabilmeleri için bazı Metropolitlere vatandaşlık vermiş olmakla bağdaştırdın, bununla övündün. Acaba, Sen Sinod Meclisi’nde gerçekleşecek oylamanın Patrik seçiminde geçerli olacağı konusunda beni temin edebilir misin? Yoksa adayları yeniden İstanbul Valisi mi belirleyecek? Eğer böyle olacaksa, dünya üzerindeki tüm Ortodoksların liderinin seçimi çok özgün ve demokratik olur herhalde!

Duyduğuma göre Celal Bayar Lisesi’nin tabelasının tahrip olduğu ve yerine yenisinin konulmadığı konusunda şikâyetin oldu. Aksini söyleyecek değilim, şikâyetin yerinde. Ben de aynısını yapardım. Ancak ifade ettiğin gibi hakkı ve mütekabiliyeti savunuyorsan, bana söyler misin acaba, oradaki okullarımızın biri, kırık tabela ile de olsa, Kral Pavlos’un ya da Konstantin Karamanlis’in ya da Georgios Papandreu’nun adını taşıyor mu?

Daha pek çok örnek gösterebilirim ancak bu neye yarayacak ki? Türk-Yunan yakınlaşmasının ve dostluğunun fanatik bir taraftarı ve bir ömür boyu savunucusu oldum; daha bıyığı terlememiş bir delikanlı iken, Yunan Başbakanı General Plastiras “Türkiye ile Yunanistan yakında tek bir ülke oluşturacaktır” dediği ta 1952’den, senin buraya Türk-Yunan ilişkilerini pekleştirmek amacıyla geleceğine, Atatürk’ün dış politikasının temel direği olarak kabul ettiği ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ ilkesine bağlılığına inandığım geçen güne kadar –gör saflığımın derecesini– bu inancımdan şaşmadım. Ancak sen buraya koca bir paket “talebimdir” ile geldin.

Herkesin tartışmasız kabul ettiği gibi, karizmatik bir kişisin. Sıfırdan başlayarak, ülkenin en üst makamına ulaşmış olman, onu 14 yıldan beri ve bugüne kadar devamlı yönetmen, ekonomik gelişmesine olan katkının tarihsel olarak nitelenmesi, tesadüf değil muhakkak. Ancak izin ver sana şunu söyleyeyim: bir kimse komşusuna, hele onun çok problemi olduğu ve onlara çözüm bulabilmek için zor uğraşlar verdiği bir dönemde, yalnız “isterim” ve “talep ederim” ile gelmez.

Şahsen ben bunun için sevinmiştim; elinde, dostluk ve barışın sembolü olan bir çift zeytin dalıyla, var olduğunu düşündüğün sorunları görüşmek, onlara çözüm bulmaya çalışmak için geleceğine inanmıştım. Bir savaşın hemen ertesinde Atatürk ve Venizelos’un yaptıkları gibi. Kaldı ki sayın Başkanım (ve burada mektubuma son vermek istiyorum) Türk-Yunan ilişkileri ‘başarı hikâyesi’ malzemesi değildir ve yayılmacı politikalar her ne kadar kâğıt üzerinde cazip görünüyor ise de, fiilde genellikle her iki taraf için de felakete kadar gidebilecek sonuçlar yaratır.”

 

(Agos)