Ana Sayfa Blog Sayfa 2894

Kışların sonu

İstanbul’da Aralık-Ocak-Şubat-Mart aylarının ortalama sıcaklığı 7 derecedir (Günlerin ortalama sıcaklıklarının ortalaması). Buna karşılık Kasım ayı 12, Nisan ayı da 11 derecedir. Ülkemizde iklim değişikliğinin böyle devam edeceğini düşünecek olursak yüzyılın sonunda ortalama sıcaklıklar en az 5-6 derece artacak. Yani, kış aylarının ortalama sıcaklığı 7 dereceden 12-13 dereceye çıkacak. Bu da kışın ortalama sıcaklıkların bugünkü Kasım ve Nisan ortalamalarının üzerine çıkması anlamına gelir. Bir başka deyişle de artık kış kalmayacak. Uzun bir yaz mevsiminden sonra sonbahar ve sonra da ilkbahar gelecek.

Gelecekte Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül-Ekim yaz, Kasım-Aralık-Ocak sonbahar, Şubat-Mart-Nisan ayları da ilkbahar havası yaşadığımız aylar olacak. Bunu görebilmek için iklim bilimci olmanıza gerek yok. İstanbul’da her ayın ortalama sıcaklıklarına bakın ve bu ortalama sıcaklıklara yüzyılın sonuna kadar artarak karşımıza çıkacak olan 5-6 derece yüksek sıcaklıkları ekleyerek bugün hangi ayları yaz hangi ayları sonbahar ve hangi ayları da ilkbahar olarak yaşayacağımızı değerlendirmemizle kıyaslayın. Siz de kış mevsiminin yok olacağını kolayca göreceksiniz.

Bundan daha önemlisi ise yüzyılın sonunda yaşayacaklarımız değil şu anda yaşadıklarımız. Dünya, bizim atmosfere karbondioksit salmamızdan dolayı ortalamada 5-6 derece ısındığında kış mevsimi ortadan kalkacak, yaz mevsimi ise dayanılmaz derecede sıcak olacak. Bu kış yaşadıklarımız da bu geleceğin bir habercisi. Nasıl mı?
  • Dünya’nın her tarafı bu değişikliklerden aynı derecede etkilenmez. Dünya ortalama sıcaklığı 5-6 derece artacak demek her yer 5-6 derece ısınacak demek değildir. Ekvator bundan çok daha az ısınacak, kutuplara doğru gidildikçe ısınma daha çok artacak. Kutuplardaki ısınmanın 12-14 derece olacağı düşünülüyor.
  • Aynı enlemdeki bölgelerin bile farklı oranlarda ısınması bekleniyor. Denizlere uzaklık, denizlerdeki akıntıların sıcaklığı veya soğukluğu, çevredeki bitki örtüsü gibi unsurlar ısınmanın aynı enlemlerde bile farklı olmasına neden olacak.
  • Aynı noktadaki ısınma bile değişik zamanlarda aynı oranda yaşanmayacak. Nasıl ki bir seneden bir sonraki seneye ortalama hava sıcaklığı fark ediyorsa gelecekte de böylesi bir fark görülecek. Hatta bu farkın iklim değişikliği ile birlikte artması da bekleniyor. Yani seneler arasındaki ortalama sıcaklık farkları da artacak.
  • Aynı noktada aynı mevsim içerisinde görülen sıcaklık farklılıkları da artarak devam edecek.
Tüm bunlar ne anlama geliyor? Bunun cevabı basit, eğer tüm insanlık olarak hayat tarzımızı acilen değiştirmezsek bu gezegen kısa sürede rahat yaşanabilecek bir gezegen olmaktan çıkacak. Yine de bu sene özellikle İstanbul’da yaşadıklarımız şu anlamlara gelmiyor:
  • “Artık bir daha kış mevsimi olmayacak” diyemeyiz. Gelecekte de çok soğuk kışlar geçireceğiz. Ama sıcak kışların sayısı geçen zamanla birlikte artacak. Bugün her iki seneden biri soğuk geçerken gelecekte on belki yirmi seneden biri soğuk geçecek.
  • “Bundan böyle bir daha kar yağmayacak” diyemeyiz. Gelecekte de kar yağacak, ama hem yağan karın şiddeti hem de yerde kalma süresi geçen zamanla birlikte azalacak.
  • “Artık don olayları görülmeyecek” diyemeyiz. Bizi daha çok soğuk sabahlar bekliyor. Don olayları bitkilere daha da büyük hasar vermeye devam edecek, çünkü artan sıcaklıklarla bitkiler havaya daha erken aldanıp çiçek açacaklar.
Daha Şubat ayının ortasındayız, bu nedenle kış bitti demek için çok erken. Önümüzdeki günler 1987’de yaşadığımız türden yoğun bir kar yağışı getirir mi bilinmez ama bu kışın ülkemizde nispeten yağışsız geçmekte olduğunu görüyoruz. Umudumuz tabii ki kar yağması, fakat artık düzenli yağmuru da kabullenecek durumdayız diye düşünüyorum. Özellikle yağmura dayalı tarım yapan çiftçilerimizin buna çok ihtiyacı var. Gelecek yıllarda ise bu yıl yaşadıklarımız artarak devam edeceğinden artık bu etkilere uyum gösterebilmek için hazırlıklı olmamızda büyük fayda var, çünkü artık kışın sonuna geldik, bundan sonra ülkemizde sadece üç mevsim olacak.
Bu yazı sonbuzulerimeden.blogspot.com.tr/ den alınmıştır
Levent Kurnaz

Doğa savunucularından Maçka Parkı için uyarı: Dur demezsek İstanbul’un altı delik deşik edilecek!

Maçka Parkı Hepimizin İnisiyatifi‘nin çağrısıyla bir araya gelen vatandaşlar, Dolmabahçe – Levazım – Baltalimanı – Ayazağa karayolu tüneli projesi kapsamında Maçka Parkı’ndaki 199 ağacın yerinden sökülmesini protesto etti.

Vatandaşlar parkta ilk olarak projeyle ilgili grup üyelerini bilgilendiren bir panel düzenledi.

Ardından parkın inşaatın bulunduğu kapısına giden vatandaşlar burada parkın öncesi ve sonrasının fotoğrafının bulunduğu pankart açtı.

Grup adına basın açıklamasını yapan Çağdaş Öztürk “Maçka Parkı’nı kullanan herkese sesleniyoruz; parkların altına kara yolu tüneli yapılamaz. Yapıldığı takdirde parktan ne kadar az alan gittiği söylense de yukarı çıkacak egzoz dumanları parkın temiz havasını öldürecektir, park işlevini yitirecektir. İBB bütün park ve yeşil alanların altını kara yolu tüneli veya zemin altı otoparkı inşaatı adı altında betonlaştırma kararı aldı. Yeşil alanların, parkların altları oyulup betonlaştırıldıkça yağmur suları toprakla buluşamayacaktır. Bu olmayınca yağan en hafif yağmur da bile geçtiğimiz sene gördüğümüz afet manzaraları bu şehrin normali olacaktır. Bunlara hazırlıklı olalım. İstanbul genelinde 30’dan fazla kara yolu tünel projesi İBB Meclisi’nden geçmiş durumda. Eğer dur demezsek, İstanbul’un altı delik deşik edilecek” dedi.

21 Şubat’ta İBB önünde eylem yapılacak

Maçka Parkı Hepimizin İnisiyatifi 21 Şubat Çarşamba günü saat 13.00’te İBB önünde düzenleyeceği basın açıklamasına katılım çağrısında bulundu.

Maçka Parkı: İstanbul’un altı üstüne getirilen yeşil alanları – Akgün İlhan

İBB, Maçka Parkı’nı etkileyecek tünel için yapılan itirazları reddetti, inşaat devam edecek!

Sen Maçka Parkı dersin, o ‘boş alan’ diye bakar – Pelin Cengiz

 

(T24)

Nükleer teşvikler – Çiğdem Toker

Bu yazı cumhuriyet.com.tr sitesinden alındı

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülen torba yasa tasarısında, nükleer santral yatırımlarına sağlanan mevcut desteği genişleten bir madde de yer alıyor.

Konu; biri Rusya, diğeri Japonya olmak üzere imzalanmış iki milletlerarası anlaşmayla Türkiye’nin enerji gündemine girmiş bulunan Akkuyu ve Sinop nükleer güç santrallarını ilgilendiriyor.

Getirilen madde, her iki santralın “Yatırımlarda Devlet Yardımları Hakkında Karar”da, nükleer enerji santralı yatırımları için öngörülen teşvik ve desteklerden yararlandırılacağını hükme bağlıyor.

Söz konusu karar, 2012’de yürürlüğe girmiş bir Bakanlar Kurulu kararı.

Akkuyu NGS zaten KDV ve Gümrük Vergisi teşviğinden yararlandırılmıştı. Ekonomi Bakanlığı’nca geçen kasım ayında Resmi Gazete’de yayımlanan listeye göre, sabit yatırım tutarı 76 milyar TL olarak görünen Akkuyu NGS’de KDV ile 4.5 milyar TL’lik gümrük vergisi yer alıyor. Yanı sıra, 2012 tarihli teşvik kararnamesinde yapılan bir değişiklikle de “öncelikli yatırım konuları” başlıklı 17. maddeye nükleer santral da eklenmişti.

Hatırlatalım: Akkuyu NGS’nin stratejik yatırım statüsüne alınması, zaten milletlerarası anlaşmadan doğan bir beklentiydi. İlk zamanlarda Ekonomi Bakanlığı’nın “burada bir ihracat yapılmıyor” gerekçesiyle direnç gösterdiği bu statü, sonradan verildi. Dahası Akkuyu, hem stratejik hem de “öncelikli” yatırım haline geldi. İç içe geçmiş bu iki statü, sigorta destek primi ile kredilerde faiz desteklerinde önemli avantajlar sağlıyor. Öncelikli yatırımlarda yüzde 80-90 oranlarında ve 7-12 yıl boyunca vergi indirimleri uygulaması var.

Ucu açık destek

Mevcut durumda zaten bu avantajlar sağlanmışken torba tasarıya konulan ekstra madde, nükleer santrala sağlanacak destek kapsamını gri bir alan haline getiriyor. 20 milyar dolara kurulacak Akkuyu NGS, 4 reaktörden oluşacak. TETAŞ, dört reaktörde üretilecek elektriğin yüzde 50’sini (KDV hariç) satın alacak.

2010 yılında elektriğin kilovat saati 12.35 cent olarak belirlenmişti. Rusya tarafının bu tarifede hiçbir indirim ya da değişiklik yapmaksızın, Türkiye’nin sürekli avantaj ve destek sağlaması, bir dizi yeni soru işaretlerini de gündeme getiriyor.

Rusya tarafının beklentisi, Türk şirketlerinin bu projeye en az 6-7 milyar dolar civarında bir finansman desteği sağlamasıydı. Ancak gelinen noktada bu kaynağın sağlanması kolay görünmüyor. Torba yasayla getirilmesi amaçlanan bu açık uçlu destek paketinin, finansman sağlamayı kolaylaştırıcı bir çözüm olarak düşünüldüğü belirtiliyor.

Sinop, depremsellik, tarife

Özel şirketlerin, hisse satın almaktan vazgeçmesi dolayısıyla EÜAŞ ile EÜAŞ’ın Jersey Kanal Adaları’ndaki iştirakinin adının geçtiği bugünlerde; nükleer yatırımlara kamunun ortaklığının kesinleşmesi halinde sağlanacak destekler de başka bir anlam kazanacak. Sağlanan devlet teşvik ve destekleri, hisse satın almak yerine, mal ve hizmet satın alınan tedarikçi şirket olmayı yeğleyen Türk firmaları açısından da farklı bir cazibe alanı oluşturacak.

Bu arada Sinop NGS ile ilgili olarak üretilecek elektriğin kilovat saat başına satış tarifesi konusunda henüz tam bir uzlaşı olmadığı kulislere yansıyan bilgiler arasında.

NGS yatırımlarında çalışılan fizibilite raporlarında depremsellik büyük önem taşıdığı için, yatırım bedelinin buna göre şekilleneceği, tarifede de bunun etkili olacağı öngörülen bir durum. Depremselliğe ve bu faktörün dayanağı yatırım maliyetine bağlı olarak, Japon şirketlerin fizibilitesinde tarife bedelinin, mevcut piyasa koşullarına göre çok çok yüksek çıktığı belirtiliyor.

Çiğdem TOKER – CUMHURİYET 

Merhamet yorgunluğu: ABD’de en yüksek intihar oranı hayvan kurtarma işçilerine ait

PoC’de yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cansu Yılmaz’ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

                                                                    ***

Bu yazı biraz üzücüyse sizden özür dilerim. Problemi daha da büyütmek değil niyetim. Elbette, evcil ve yabani kedi türlerine dair daima sevindirici ve iyimser hikâyeleri yayınlama konusunda çok istekliyim. Bununla birlikte, gerçekçi olmak ve haber ya da bilgilendirici makaleler anlamında önümde duran çalışmaları da sunmak zorundayım.

Hayvan kurtarma çalışanı. Tipik olarak göründüğü gibi; özgür düşünceli biri. Fotoğraf: vcstar.com. Bu fotoğraf, sadece açıklayıcı bir amaç taşımaktadır ve hiçbir şekilde makaleyle bağlantılı değildir.

Bir milyonda 5,3 oranında vakada, hayvanların kurtarılması sürecine dâhil olan insanlar, tüm Amerikan işçileri arasında en yüksek intihar oranlarına sahiptir. Bu, polis memurları ve itfaiyeciler ile aynı orandır (American Journal of Preventative Medicine). Genel anlamda Amerikan çalışanlarının ortalama intihar oranı ise 1 milyonda 1,5’dir.

Hayvan kurtarma çalışanları için, bu bir merhamet yorgunluğudur. Trajik hayvan refahı hikâyelerinin ve durumlarının sonu gelmez biçimde giderilmesi ile baş etme durumu. Sağlıklı hayvanlara, ötanazi yapmak zorunda olmanın o güne dek mevcut baskısı, sonunda büyük bir kayba yol açıyor olmalı. Bir hayvan kurtarma çalışanı, Glenda Easterling, kocasının ona tüm hayvanları kurtarmayacağını söylediğini ifade ediyor. O ise, her gün kendi kendine yalnız elinden gelebildiği ölçüde hayvanı kurtarabileceğini söylüyor. Bu, onun duygusal baskıları sınırlamasının bir yolu.

Montgomery Humane Society‘nin yönetici müdürü Stephen Tears, “Biz, daima bununla mücadele halindeyiz,” diyor. O, bununla travmatize ya da acı çeken hayvanlarla veya insanlarla ilgilenmenin neden olduğu duygusal tükeniş durumu olan merhamet yorgunluğuna atıfta bulunuyor.

Montgomery Humane Society özellikle bu durumdan mustarip olanlara yardım etmek için danışmanlar atama yoluyla merhamet yorgunluğu ile ilgileniyor. Merhamet yorgunluğu, travma sonrası stres bozukluğunun bir şeklidir. Aynı zamanda “ikincil-travmatik stres bozukluğu” (STSD) olarak da bilinir.

Bu bozukluk, depresyona ve olası intihar düşüncelerine yol açabilir. Easterling, ötenazi yapılmak zorunda kalınan bir köpekten bahsediyor. Görünen o ki, o bu köpeğe çok bağlanmış, çünkü onun çok tatlı olduğunu söylüyor. Köpek uzun süre boyunca onun barınağında kalmıştı ve distemper hastalığına (köpek gençlik hastalığı) yakalanmıştı ve ötenazi olması gerekiyordu.

Hem Easterling hem de başka bir hayvan kurtarma çalışanı olan Heather Hogan, olumlu şeylere odaklanmanız ve hayatınız için bir denge kurmanız gerektiği konusunda hemfikir. Sanırım bunun anlamı, bir hayvan barınağında çalışmanın pek çok zorlukları olduğu ve bunu, bazı olumlu şeylerle ve iş dışında daha normal bir hayatla dengelemek zorunda olduğunuz.

Kendimle ilgili bir noktaya değinmek isterim. Hayvan kurtarma işinde çalışan insanlar, duyarlı, nazik ve yardımsever insanlar olacaktır. Bu insanlar ilgili olacaktır; bununla kastettiğim hayvanların refahını içtenlikle önemseyen türde insanlar. Bu insanlar, işe adeta ‘çağrılır’. Bu özveri isteyen özel bir görevdir. Dolayısıyla, hayvan kurtarma çalışanları, bu işin yaratabileceği olası mutsuzluklara karşı özellikle savunmasız olabilir. Ayrıca, hayvan refahı ile ilgilenen insanlar için, hayvan kurtarma işinde çalışmıyor olsalar bile, genel olarak yaşamın normalden daha zor olduğuna inanıyorum.

Stephen Tears, hayvan kurtarma sektöründeki işçilerin para için çalışmadığını söylüyor. Onlar, hayat kurtarmak için çalışıyorlar ve bu, ne yazık ki duyguları inanılmaz derecede tahrip edici bir şey.

Hayvan kurtarma sektöründe çalışan diğer bir kişi olan Montgomery Humane Society’nin hayvan bakımı müdürü Tonya Pitts, meslektaşlarının beyanlarını tekrarlıyor. Odaklanmak zorunda olduğunuzu ve ancak elinizden gelenin en iyisini yapabileceğinizi söylüyor. Benim yorumuma göre; o, imkânsızı denemek ve yapmak için kendinizi çok fazla baskı altına almamanız gerektiğini; çünkü bunu yaparsanız sadece kendinize psikolojik olarak zarar vereceğinizi söylüyor.

Tutku yorgunluğuna maruz kalan bir kişinin belirtileri ise; başkalarından uzaklaşma, görünüş ve hijyen açısından kendine bakım eksikliği, konsantrasyon bozukluğu, dalgınlık, problemleri inkar etme hali, aşırı suçlama ve duygularını bastırmayı içeriyor.

İşte bazı değerler;

  • İstatistikler, kadınların erkeklerden daha fazla zarar gördüğüne işaret etmektedir. Örneğin, hayvan kurtarma sektöründe çalışan erkeklerin % 6,8 ve kadınların % 10,9’u ciddi psikolojik çöküntü yaşamaktadır. Bu, genel olarak yetişkin Amerikalı erkek ve kadınların % 3,5 ve % 4,4’üne tekabül etmektedir. Not: Hayvan refahı ile ilişkili meslek mensuplarının % 86’sı ortalama yaşı 35 olan kadınlardır. Onlar, ortalama olarak meslekte 5,5 yıl çalışmaktadırlar (psychologytoday.com).
  • Veterinerlik mesleğinde; veterinerlik okulundan ayrılmalarının ardından erkeklerin % 24,5’i ve kadınların % 36,7’si depresyon dönemleri deneyimlemiştir. Bu, ABD’li yetişkinler arasında ortalama oranın yaklaşık 1,5 katıdır.
  • Veteriner hekimler arasında, intiharı düşünme oranı ABD ulusal ortalamasının üç katıdır.
  • Veterinerlik sektöründe çalışanlar arasında intihara teşebbüs oranı ise; erkeklerde % 1,1, kadınlarda% 1,4’tür.

İstatistikler, Devlet Halk Sağlığı Veteriner Hekimleri Ulusal Birliği (National Association of State Public Health Veterinarians), Oberon Üniversitesi ve CDC tarafından yapılan isimsiz çevrimiçi bir anketin sonucudur. Kaynak: Montgomery Advertiser.[1]

 

[1] http://www.montgomeryadvertiser.com/story/news/2015/06/19/animal-rescue-workers-prone-depression-suicide/28968501/.

 

Haberin  İngilizce Orjinali

Muhabir: Michael Broad

Yeşil Gazete için çeviren: Cansu Yılmaz

 

 (Yeşil Gazete, Picture of Cats)

Küçük ölçekli aile çiftçilerine vizörden bakış: Dünyayı biz besliyoruz!

Farming Matter’s isimli dergide yayınlanan makaleyi  Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Sinem Ercan Güleç’n çevirisi ile paylaşıyoruz.

                                                                                    ***

Dünyayı Biz Besliyoruz (We Feed World) projesi, dünyadaki gıda üretiminin %70’ini karşılayan küçük ölçekli aile çiftçilerinin başarısını ve çeşitliliğini sunmayı amaçlayan küresel bir fotoğraf projesidir.

Bu proje, bir dizi mükemmel fotoğraf görüntüsü ve bunlara eşlik eden hikayeler aracılığıyla iklim değişikliğinden, biyo-çeşitliliğin kaybolmasına ve maden endüstrisinin yıkıcı etkilerine kadar, küresel sorunlar ve bu sorunların gıda sistemleri üzerine etkilerini bir araya getiriyor. Gaia Vakfı’nın öncülüğünde gerçekleştirilen proje, dünya çapında tanınmış 40’dan fazla fotoğrafçı ve sivil toplum kuruluşlarını bir araya getirerek, endüstriyel gıdalara ya da büyüyen dünya nüfusunu beslemek için GDO gibi kestirme çözümlere ihtiyacımız olduğu mitini çürütmeyi amaçlıyor.

Fotoğraf: Jordi Ruiz Cirera

Bu projede, gıda üretmek için bir dizi agro-ekolojik yöntemleri kullanan 6 farklı kıtada bulunan 50 sıra dışı topluluğun fotoğrafları sergileniyor. Biz bu yazıda size 4 farklı kıtadan, iklime uyumlu gıda sistemleri konusunda, değişen hava koşulları ve sosyal ve politik tehditlerin üstesinden gelmek için yaratıcı çözümler bulan dört farklı vaka çalışması sunuyoruz.

Arjantin

Yetmişli yaşlara ulaşmış Remo ve Irmina Kleiner çifti devrimci bir çift görüntüsü vermiyor, ancak Kleiner çifti diktatörce yönetilen Arjantin’deki köylülerin haklarını savunduktan sonra, on yılı aşkın bir süre hayatlarını koşuşturma içinde geçirdi ve dört çocuğunun ikisini ormanda dünyaya getirmek zorunda kaldı. Bugün, geniş bir aileye sahip olan ve on beş farklı aileden oluşan bir topluluğun etrafında bulunduğu Kleiner çifti, Arjantin’in Kuzey Doğu bölgesinde, genetiği değiştirilmiş soya fasulyesi yetiştiriciliği ile ünlü olduğu bilinen bir alanda, agro-ekolojik ve biyo-dinamik bir çiftlik işletiliyor.

Fotoğraf: Jordi Ruiz Cirera

Remo, istikrarlı bir gıda sistemi yaratmada çeşitliliğin değerini biliyor. Çiftliğinde geniş yelpazede süt ve işlenmiş ürünler üretiyor; tahıl çeşitleri, meyve, sığır ve farklı hayvanlar yetiştiriyor. Sıkıntılı zamanlarda elde ettiği başarılarının bir kanıtı olarak, son zamanlarda meydana gelen kasırga, kuraklık ve şiddetli yağışlara dayanma kabiliyeti sebebiyle Kleiner çiftliği yakın zamanda ödül kazandı. Bununla birlikte Remo, gerçek dayanışmanın sosyal bütünlük ve kolektif eylemden geldiğine inanıyor. Gezegenimizin karşı karşıya olduğu ani iklim değişikliklerinden hayatta kalmak isteyen toplulukların birlikte çalışması gerektiğini söylüyor.

Burkina Faso

Tindano Pabadou, Burkina Faso’nun doğusunda bulunan Bassieri köyünde kadınların işletmekte olduğu bir kooperatifi yönetiyor. Burada kadınlar kendi fikirlerini açıkça söyleyebiliyor ve hasat sonrası kazanılan paranın harcanması konusunda kararlar alıyor. Tindano, kooperatiften elde ettiği gelirle yeni bir ev bile satın aldı.

Fotoğraf: Andrew Esiebo

Ancak bu aşamaya gelene kadar Tindano zorlu bir mücadele verdi. Yedi yıl önce, Tindano ve köyündeki diğer kadınlar yetersiz gıda yüzünden öğünlerini geçiştirmeye zorlandılar. Burkina Faso’daki yanlış tarım uygulamaları ve kuraklık, toprak verimliliğini yok etti ve doğal kaynakları nüfusunun yetersiz beslenme ile karşı karşıya kaldığı noktaya kadar azalttı.

Bassieri gibi köylerde, “yarım ay” veya “zai çukurları” (yağmurun emilmesi için gübrelerin küçük deliklere yerleştirildiği alanlar) gibi yeni agro-ekolojik teknikler,  toprağı canlandırmaya ve ürünlerin suya tutunabilmesini sağlamaya başladı. Artan kuraklığa rağmen, şu anda yiyebilecekleri miktarda gıdaya sahip olmakla birlikte, piyasada satılabilecekleri ürünleri de bulunmakta.

 Amerika Birleşik Devletleri

Bundan birkaç yıl önce, Kaliforniyalı çiftçi Mas Masumoto, hayatını değiştiren bir kararla karşı karşıya kaldı. Babasının zamanında diktiği miras şeftali ağaçları hala güzel ve sulu şeftali veriyordu, ancak bu meyvelerin süpermarketlerin istediği gibi kırmızılı albenili renkleri yoktu. Ağaçları kestirmek için bir buldozer çağırdı, ancak Mas son anda kararını değiştirdi ve ağaçları kesmekten vazgeçti.

Fotoğraf: Carolyn Drake

Kimyasalların kullanıldığı ve tekdüzeliğin mevcut olduğu ticari bir yoldan gitmek yerine, Mas çiftliğini organik hale getirdi ve ürettiği şeftali kalitesini göstermek ve eski özlenen şeftali tadını yaşatmak için çiftçi pazarlarına ulaşarak farklı bir gıda hareketini benimsedi.

Günümüzde bu çiftlik Kaliforniya’da sadece meyve kalitesiyle değil, aynı zamanda çeşitli su tasarrufu teknikleri ve böceklere karşı akıllı kontrol yöntemleri ile biliniyor. Mas’ın çiftliği, Kaliforniya’da yaşanan son kuraklığa komşularına oranla daha iyi dayanabildi. Mas, “Organik tarım uyum yeteneğine dayanıyor; buna karşın endüstriyel tarım kontrolü esas alıyor” diyor.

Endonezya

Topluluk lideri Maria Loretta, Likotuden’deki 30 hektarlık araziyi Doğu Flores’teki en verimli alanlardan biri haline getiren ilk süpürge darısı (sorgum) tohumlarını bulmak için biraz araştırma yaptı. Endonezya’da bir zamanlar çoğu yerde yetiştirilen bu bitki, hükümetin çiftçileri pirinç ve mısır yetiştirmeye teşvik etmesi ve onlara kimyasal gübre vermesinden sonra ortadan kayboldu. Maria, kendisi süpürge darısı yetiştirecek kadar tohum bulana dek köyleri gezdi, yaşlı kişiler ile konuşarak kimin bu ürünü hatırladığını ve hala elinde tohum bulundurduğunu araştırdı.

Fotoğraf: Martin Westlake

Süpürge darısı emeğe dayalı bir hasat sürecine sahip olmasına rağmen, az su ister ve kayalık arazilerde bile yetiştirilebilir. Bu durum, iklim değişikliği nedeniyle yağış miktarının azaldığı yerlerde, bu bitkiyi geleceğin kilit ekinlerinden biri haline getiriyor. Ayrıca, pirinç ve mısırdan daha besleyici olan bu ekin, obezite ile ilgili hastalık riskini azaltmaktadır. Süpürge darısı, bölgede tarımla uğraşan 62 ailenin, kuraklığın yıkıcı etkilerinden, borç ve yoksulluk döngüsünden, kimyasal gübre ve böcek ilaçlarına bağımlı olmalarından kurtulmalarını sağladı. Atalarının bu ürünü nasıl yetiştirdiğini öğrenmek, onlara istedikleri geleceği yaratmak için ihtiyaç duydukları gıda egemenliğini getirdi.

 

Makalenin İngilizce Orjinali

Makalenin yayınlandığı dergi

Yeşil Gazete için çeviren: Sinem Ercan Güleç

 

(Yeşil Gazete, Farming Matters)

Demirtaş’ın savunması – Özgür Mumcu

Bu yazı cumhuriyet.com.tr sitesinden alındı

Bu hafta Selahattin Demirtaş, 15 ay sonra ilk defa mahkemeye çıktı. Üç gündür savunma yapıyor. Meclis’in üçüncü partisinin tutuklu yargılanan eski eş genel başkanının savunması medyada kendine yer bulamıyor. Milyonlarca vatandaş böylesine önemli bir davanın içeriğinden habersiz.

Demirtaş’ın söylediklerinin iktidar baskısı altındaki medyada yayımlanmaması gayet anlaşılır. Neticede halkı bilgilendirmek, kamuoyuna demokratik bir tartışma ortamı sağlamak gibi kamusal işlevi kalmamış, sadece iktidarın propaganda makinesine dönüşmüş bir medya kendinden bekleneni yapıyor.

Oysa, Demirtaş’ın bu hafta mahkemede söyledikleri, demokrasiyle yönetilen bir ülkede dile getirilseydi yer yerinden oynardı.
Son açıklamalarla, çözüm sürecindeki tutarsızlıklar iyice belirginleşmeye başladı. Malum, önce görüşmüyoruz dendi, sonra “biz değil, devlet görüşüyor”. Nihayetinde “benim gönderdiklerim görüşüyor”.

Süreç bir ara öyle bir aşamaya geldi ki Abdullah Öcalan’ın mektubu Diyarbakır’da yüz binlerce kişinin katıldığı Nevruz’da okundu. PKK’nin devlet gözetiminde çekilmesini iktidar medyası “kamera kör, anten sağır” diye kutladı. Dolmabahçe mutabakatı yine iktidar çevrelerince büyük bir müjde olarak duyuruldu. Ta ki “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışına ve devamında HDP’nin yüzde 13 oy alarak AKP’nin tek başına iktidar olmasını engellemesine kadar.

Demirtaş, 2010 referandumunda partisi boykot kararı verdiğinde bir bakanın, Öcalan’ın el yazısı bir mektubunu “evet” oyu versinler diye kendilerine getirdiğini ileri sürüyor. İddiaya göre devletin bakanı, İmralı’dan aldığı mektupla bir partiyi kendi çizgisine çekmek istiyor.

Demirtaş’ın açıklamasına göre başkanlık seçiminden çekilmesi için iktidar yine İmralı üzerinden kendisine baskı yapmış.
Yetmemiş, 7 Haziran seçimlerine parti olarak girmemeleri ve bağımsız 20-25 milletvekiliyle yetinmeleri için yine aynı formüle başvurulmuş: “Parti olarak 7 Haziran seçimlerine girmeyelim diye İmralı üzerinden bize baskı yapmaya kalktı. ‘Çözüm sürecine aykırıdır, 20-25 milletvekili neyinize yetmiyor’ dedi. Kabul etmedik, boyun eğmedik.”

Bu iddialara henüz iktidardan herhangi bir yalanlama gelmedi. Şayet bu söylenenler doğruysa, iktidarın çözüm sürecini ancak kendi siyasi bekası için yürüttüğü sonucu çıkar.

Cemaatin yargıyı ele geçirmesiyle sonuçlanan referanduma destek, başkanlık seçiminde engel olmamak ve genel seçimlere parti olarak girmeyip bölgedeki AKP milletvekili sayısını arttırmak. Önce BDP sonra HDP’den bunlar talep edilmiş. Bu talep için siyasi bir partiye İmralı’nın telkinleri iletilmiş.

Memleketin en önemli meselelerinden biri oy ve siyasi güç hesabına mı araç edilmiştir?

Bugün Afrin’de savaşılan YPG’ye, Kobane’deki IŞİD saldırısını püskürtmesi için Barzani’nin peşmerge kuvvetlerinin Türkiye üzerinden desteğe gitmesi gibi tutarsızlıkların izahı da mı buna bağlı?

Şayet Demirtaş, iktidarın İmralı üzerinden kendisine yöneltilen teklifleri kabul etseydi bugün hapiste olur muydu?

Keşke o dönem neler olduğunu açıkça tartışabilecek kadar bir demokraside yaşasaydık. Yurttaşlar olarak kararlarımızı hamasete değil maddi gerçeğe dayandırabilseydik.

Özgür Mumcu – Cumhuriyet 

Hermit, belki senin de hikâyendir

Ayşegül’ü uzun yıllardan beri tanıyorum. Abisi Mustafa ile birlikte Muammer Ketencoğlu’na ulaşmaya çalıştıkları günlerde tanımıştım onu. Akordeon çalmayı öğrenmek istiyordu. Buluştuk, tanıştılar ve o gün bu gündür muhabbetimiz sürüyor Ayşegül’le. Geçen aylarda Ruhi Su Dostlar Korosu’na da katıldı ve koroyla birlikte bir Ankara yolculuğu yaptık. Yolda da muhabbet ettik.

Ayşegül zeki ve yetenekli biri. Şimdilerde kendi yazdığı ve yönettiği bir oyunla kendi izleyicisini bulmaya çalışıyor. Oyun, istediği mesleği yapamayan veya yapsa bile hayal ettikleriyle gerçekler arasında bocalayan insanların trajikomik hikâyelerinden oluşuyor. Oyuna geçmeden Ayşegül’ün yaşam hikâyesinden kısaca söz etmek istiyorum:

Her şey ortaokul yıllarında ‘Çalıkuşu’nu okumasıyla başlar. O yıllarda öğretmenlik mesleğine duyduğu büyük saygı; ileride bu mesleği yapma kararı almasını getirir. Daha on üç- on dört yaşındayken ‘Büyüyünce ne olacaksın?’ sorusuna ‘Edebiyat öğretmeni’ cevabını verir. Öğretmenlik fikrini kafasına sokan romanın kahramanı Feride olur ama edebiyata olan tutkusu dedesinden gelir. Daha okuma yazma bilmiyorken dedesinin okuduğu şiirleri ezberler. Orhan Veli’den, Nazım Hikmet’ten, Cahit Sıtkı’dan, Necip Fazıl’dan şiirlerdir bunlar. Büyüyünce o şairleri yumurta savaşı gibi birbiriyle tokuşturmayı öğrenir elbet ama o yaşta ‘İyi olan şiir iyidir.’ cümlesi o kadar kazınmıştır ki kafasına; büyüyünce görüşüne uyanı sevip uymayana sövenlerden olmaz. Belki sırf bu duruma inat edebiyat öğretmeni olur. Çocuklarına; iyi şiirler, iyi hikâyeler, iyi denemeler okumak; iyi romanlar üzerine birlikte eleştiriler yazmak ve bu büyülü dünyayı onlarla yeniden keşfetmek en büyük arzusu olur.

Edebiyat fakültesi bitince sınavı, atanmayı beklemez. Hemen gider ücretli öğretmenliğe başlar. 21 yasında, kendi bitirdiği lisede Edebiyat öğretmeni olur. En keyifli senesidir o sene. Kadrolu olmadığı için karışanı, görüşeni olmaz. İşine karışan bölüm başkanı, idareci yoktur. Çocuklarının dersi boş geçmeyecek diye halinden memnun veli de karışmıyordur ona. Ne isterse yapabiliyordur. Çocukları alıp sergiye gidebiliyor, sahile şiir okumaya inebiliyorlardır. ‘Nasıl olsa kıza doğru dürüst para da vermiyoruz bırakın takılsın öyle’ diye bırakırlar çocukları ona… Çocuklar da, o da mutludur.

Yıllar geçer ve geçen yıllar onu kurumsal bir öğretmen haline getirmeye başlar. Artık istediklerini yapamamaktadır. Atanamadığı için özel okullarda Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yapmaya başlar. Orada da öğrencilerin başka türlü ihtiyaçları vardır. Gelir seviyesi düşükken çalışmak için koşuşturan ve çocuklarıyla ilgilenemeyen ailelerin çocuklarından; gelir seviyesi çok yüksek olan, bu standardı korumak için gece gündüz çalışan ve çocuğuna vakit ayıramayan ailelerin çocuklarına öğretmenlik yapmaya başlar. Hangisinin daha gariban olduğuna karar vermekte zorlanır.

Çocuklarıyla iletişim kurmaya, onlara daha çok ulaşmaya çalıştıkça; her sene değişen sistemler, kaldırılan sınavlar; süresi değişen ilköğretim, ortaöğretim kademeleri… çocukları da onu da allak bullak eder ve çocukların hızla ondan uzaklaştıkları duygusunu yaşamaya başlar. Artık çocuklara hayaller kurduran; edebiyattan felsefeden bahseden öğretmenlerin kıymeti kalmamıştır. Artık daha kısa sürede daha hızlı test sorusu çözen öğretmene ihtiyaç vardır. Ne yazık ki o buna ayak uyduramaz. 17 yaşındayken, yapmak istediği meslek için gerekli olan testlerle, hayatının sonraki döneminde hiç haşır neşir olmamıştır. Öğretmenken de gerektiği kadar test çözdürüp bırakır. Çünkü iyi kitaplar okumuş, felsefeye kafa yormuş birinin, her türlü test sınavında başarıyı elde edebileceğini bilir. İşte bu fikir önce velileri, sonra idarecileri rahatsız etmeye başlar. Hiçbirini o kadar önemsemez ama öğrencilerini de ikna edemediği noktada artık bu mesleği yapmanın bir anlamı olmadığına karar verir.

 

Üniversiteden beri tiyatroyla da ilgileniyordur. İlk yıllarda daha çok oyunculuk yapar ama meslek hayatı başlayınca buna vakit bulamaz. Öğretmenken de skeçler, oyunlar yazıp öğrencilere oynatır. Bazen sevdiği karakterleri de kendisi oynar. Tiyatro ile bağını hiç koparmaz. İşte bu tam da mesleğiyle insanlara ulaşamadığını hissettiği anda tiyatro yetişir imdadına. ‘Madem ‘çalıkuşu’ olarak ulaşamıyorum insanlara; o zaman tiyatroyla ulaşırım.’ der. Ve bu süreci anlatan, eğitim sisteminin -daha doğrusu sistemsizliğinin- sadece öğrencileri değil öğretmenleri de ne hale getirdiğini gösteren bir oyun yazmak ister. Oyunculuk yaptığı zamanın üzerinden yıllar geçmiştir, artık on yıllık öğretmendir. Tabii ki kimse ‘Aa gel bizde tiyatro yap’ demez ona. O da “ O zaman tek kişilik bir oyun yazarım, kendim oynar kendim yönetirim. Baktım kimse ilgilenmiyor; konuya komşuya oynarım. Onlar da gelirken mercimek bulgur getirir, böyle geçinir giderim!’ diye düşünerek önce oyununu yazar. Sonra da öğretmenliği bırakır. Öğretmenlik günlerinin trajedisinden de faydalanarak trajikomik bir oyun çıkar ortaya. Aslında oyunun derdi mesleklerdir. Yani insanların istedikleri mesleği yapamaması; yapmaya kalkıştığında beklediklerini bulamaması üzerine bir oyun. Bu konu etrafında birbirine bağlı komik hikâyelerle, yer yer şarkılarla eğlenceli bir hale getirmeye çalışır oyunu.

Hepimizin bir mesleği var. Kimimiz yaptığımız işten memnun oluruz. Ama bazılarımız da hayal ettiğimizle, yapmak istediklerimiz arasında sıkışıp kalırız. Bazı şeyler işimizi düşlediğimiz gibi yapmamıza engel olur. İşte bu oyun da Ayşegül Sağlam’ın öğretmenlik hayalleriyle karşısına çıkan gerçekler arasında sıkışıp kaldığı anlarda kaleme aldığı, sonra da yönettiği ve oynadığı trajikomik bir oyun… İzleyin derim. Kendi hayatlarınızdan da çok şeyler bulacağınıza eminim…

Ayşegül oynarken çok eğleniyor bu belli. Oyunu bir kez izleme fırsatı bulabildim, gördüğüm kadarıyla izleyenler de eğleniyorlar. Eğlenmenin çok daha ötesinde kocaman yürekli bu cesur oyuncuya destek olmak zorundayız diye düşünüyorum. Ne yapabiliriz? En basiti oyunlarını izlemeye gidebiliriz. Oyununu sahneleyebileceği yeni mekânlar araştırabiliriz. Sosyal medya hesaplarımızda oyunun duyurularını yaygınlaştırabiliriz. Daha başka neler yapabileceğiniz sizin isteğinize ve yaratıcılığına kalmış.

Hermit’in ve Ayşegül’ün yolu açık olsun.

 

Ercüment Gürçay

Kentlerde sivil toplumun örgütlenmesi ve direnebilmesi olanakları – Akın Atauz

Daha iyi bir toplumsal sol gelecek için oluşturulan bütün yasal veya enformel politik örgütlenmelerin, Türkiye’de her hangi büyüklükteki bir kentte, umut verici olabildiğini söyleyebilmek oldukça zordur. Bu, çok büyük ve haksız bir genelleme gibi duruyor. Bununla birlikte, Türkiye’deki kentsel direnişler, ister politik olsun, ister konut/ mahalle savunmaları biçiminde olsun, ister ekolojik gruplar olsun, ya da afet sonrası kurtarma ve dayanışma örgütlenmeleri olsun, eğer bunlar gerçekten “sol” bir düşünceden ya da anlayıştan kaynaklanıyorlarsa ve bütünüyle devletin/ ana akımın dışındaysa, hiçbir zaman uzun ömürlü olamadılar. Daha da kötüsü, özgün bir senteze doğru, teorik bir birikim de oluşturamadılar.

Türkiye’de toplumun sivil örgütlenebilmesinde birçok güçlük olduğu çok açıktır:

  • Toplumun genel ortamını etkisi altına almış olan korku ortamı ve özellikle “örgüt” korkusu. Bu nedenle sivillerin/ toplumun, örgütlenme, kurumsallaşma güçlükleri çekmesi,
  • Ülkede, demokratik teamüller, çoğulcu ve eşitlikçi yönetişimci işleyiş biçimleri konusundaki bilginin ve birikimin çok sığ ve yetersiz olması,
  • Her zaman geçerli olan maddi ve mekansal güçlüklerin, yoksunlukların bulunması,
  • Vb.

Politik örgütlenme alanında solda yapılan bütün denemeler, büyük bir hüsranla sonuçlandı. Ana akıma uygun olmayan bir politik örgütlenmenin, başta devlet, ama bazen devlete bile gerek kalmadan milliyetçi ve muhafazakar politik örgütlenmeler tarafından boğulmak istendiğine/ isteneceğine, kesin gözü ile bakılabilir. Buna rağmen, direnebilen/ ana akım karşıtı tek-tük örgütler, yaşayabilmişse, bunlar da, kendi içlerindeki küçük ama ölümcül hesaplaşmalarda, “Aşil topuğundan” vurulacaktır.

Kentlerdeki muhalefet/ direniş gruplarının iç dinamikleri

İçinde bulundukları ortamda (ülkede, kentte vb.) bu baskıcı ortamdan yakınan, ana akıma direnmek isteyen küçük ve toplumsal yapı açısından oldukça homojen, politik görüş ve ideoloji açısından ise çok heterojen, yasal veya yasal olmayan birçok oluşumun ortaya çıkması, beklenebilecek bir durumdur. Kentteki/ ülkedeki ana akımlara karşı, farklı çalışma alanlarında ve biçimlerinde, formel ya da enformel örgütlenmeler, kümelenmelerin oluşması da doğaldır.

Kentlerdeki muhalefetin, enformel örgütlenmelerin/ kümelenmelerin/ bir araya gelişlerin uzun soluklu ve inandırıcı bir sosyal ve politik etki yaratabilmek bakımından yetersiz kalması, meydanın sadece devlete ya da sağ ideolojik kurumlara kalması, bir bakıma, muhalefetin örgütlenme becerilerinin gelişememiş olması ile ilgilidir.

Kent ortamında sağ ideolojik ve militer/ devletçi, dinci ve ırkçı-milliyetçi politikaların/ politikacıların her zaman daha etkili ve güçlü olabilmesinin bir nedeni de, sol muhalefetin örgütlenebilmesi ve kitlesel bir güç olabilmesindeki güçlüklerden/ sorunlardan kaynaklanmaktadır. Sol örgüt ya da enformel kümelerin karşılaştıkları “içsel” ya da bir araya gelebilme ve beraber kalabilmeye ilişkin sorunlarından bazıları arasında, aşağıda önem sırasına göre dizilmemiş ifadeler yer alabilir:

  • Kent (sol/ sosyalist ağırlıklı belediye) meclisleri/ kurullarında/ komisyonlarında vb., politik partilerin kent (il/ ilçe) örgütlerinde, mahalle, site vb. yönetimlerinde, katılımcı olarak tanımlanan süreçlerin işletilmesinde, ya sadece klientelist/ yandaş katılımından ibaret bir sözde katılım gerçekleştirilmesi veya gerçek katılımcı süreçlerin, bürokratik bir aşama olarak, görünüşte yapılması ve sonuçlarının hiçbir etkisi olmaması (plancılar ve kamu/belediye yönetimleri tarafından kullanılmaması),
  • Kentsel muhalefet örgütlenmelerinin genellikle, (eğer sadece kadın ya da LGBT örgütü değilse) yaklaşık bütün beraberlik biçimlerinde (açık bir biçimde veya örtük olarak) cinsiyetçi ve erkek egemen olması ve çoğu kez bunu sorun etmemesi, sorun edecek olsa da, bu sorunun nasıl üstesinden geleceğini bilememesi,
  • Formel örgütlenmelerin çok fazla kuşatıcı, kalıplayıcı ve tektipleştirici bir yapısı olması, buna karşılık, enformel kümelenmelerin/ örgütlenmelerin de, kendi beraberlik ilkelerini/ yazılmamış anayasalarını/ sözleşmelerini belirleyen ortak anlayışı, etkin bir biçimde kurmak/ korumak/ işletmek için gerekli (ama sağlanabilmesi oldukça güç), güven ve samimi dayanışma ortamını sağlayamamaları, demokratik teamüllerin kendiliğinden ve ön koşulsuz, art-niyetsiz işleyememesi,
  • Sivil örgütlerin gerçekleşmekte olan çok sayıda müdahale/ saldırı-sorun nedeniyle, ancak yıkımlara/ yitimlere karşı durmak için uğraşmaktan ötürü, uzun erimli bir strateji geliştirmeye zaman ve enerji bulamaması, dolayısıyla, zamanla sadece “reaksiyoner” (ve biraz ekşi) bir özellik kazanması,
  • Kuramsallaşamama sonucu, sivil hareketlerin bir-kaç çalışan sırtına yüklenmesi ve sonuç olarak da, bu yapının bir lider/ kişi egemenliğinde (ve aynı zamanda az sayıda kişinin yük altında ezilmesi/ yıpranması nedeniyle) bir biçime bayatlamaya uğraması ya da negatif eleştiriye uğrayarak sönümlenmesi,
  • Eleştirme ve öz eleştiri kültürünün ve terbiyesinin, sol heterojen kümelerde de olgun bir düzeyde içselleştirilmiş olmaması, eleştirinin genellikle sadece negatiften kullanılmasının olağan sayılması, eleştiri dilinin genellikle zehirleyici/ öldürücü bir dozda olmasının tercih edilmesi, yapıcı/ onarıcı eleştiri dilinin hemen hemen hiç kullanılmaması, tartışmada akıl yürütmenin genellikle sadece” kazan-kaybettir” mantığı üzerinden kurulmasının normalleştirilmiş olması,
  • Tartışma ortamlarında, sorun çözme arayışlarında, karşısındakini/ karşıt düşünceyi dinleme/ anlama-anlamlandırma ve empati kurma yaklaşımının genellikle yetersiz kalması ve daha çok savunma ve karşı saldırı amaçlı bir dinleme yetisi ile yetinilmesi (ve bu nedenle tartışmaların sorun çözme bakımından genellikle işlevsizleşmesi),
  • Tartışma ölçekleri bakımından: küme/ örgüt içi tartışmaların, genellikle odaklandığı sorunun daha üst ve daha alt ölçeklerdeki bağlantıları/ anlamları düşünülmeden yapılması, başka bir deyişle, sorunu ve/veya çözümün, kurum/ küme için, benzer diğer örgütlenmeler için, kent için, ülke için vb. ne tür anlamlar, kazanımlar kayıplar yaratabileceği türü zihinsel irdelememelerin yapılmaması ve “küçük ama yakıcı” gurup içi bir ölçeğin yeğlenmesi,
  • vb.

Türkiye’nin politik ortamında bu tür örgütlenmeler, zaten sırçadan yapılmış gibidirler ve bir önceki yazıda anlatılan baskı ortamında, çok kolayca ezilebilirler ve yıkılabilirler. Bu gruplarda çalışanlar, sürekli yenilmekten, hırpalanmaktan ve başarısızlıktan o kadar bunalmıştır ki, başarı duygusunu bir biçimde yakalamak ister. Bu örgütlerin içinde bir süre çalıştıktan sonra, her hangi bir nedenle sıkılmaya başlamış yenik kentli muhalif için, garantili tek bir zafer vardır: En zayıf olabileceği noktaları iyi bildiği, en yakınındaki örgütlenmeyi/ kendi örgütünü paramparça etmek ve böylece, öz güvenini bir süre için tazelemek…

Kentlerdeki politik örgütlenmeler için ileri sürülen düşünceler, kadın/ erkek/ öğrenci vb. dernekleri, vakıflar, küçük ticari örgütlenmeler, ortaklıklar, kooperatifler ya da apartman/ site yönetimleri için de, geçerlidir. Bu tür örgütlenmeler, genellikle minimum düzeyde bile olsa, demokratik süreçleri çalıştırmayı, iktidar ve hiyerarşi kurmadan karar süreçlerini işletmeyi, saydamlığı ve hesap verebilirliği, düzgün çalışan eleştirel/ özeleştirel bir tartışma ortamını, çoğulculuğu, sürdürülebilir bir biçimde asla gerçekleştiremezler.

Bu konuda, Türkiye kentlerindeki ana kural, nerdeyse, her zaman şaşmaz bir biçimde çalışır: Ana akıma karşı örgütlenme, ya egemen güçler tarafından parçalanır ve linç edilir, ya da örgütlenmesinin içindeki en yakın arkadaşları tarafından… Bu nedenle, kentlerdeki toplumsal ve kültürel yaşam, kısa ve konjonktürel fragmanlar halindedir; ana akımların ve popüler kültürün dışında kalanlar için ortam, çöl gibidir ve küçük vahalar yaratılabilirse, onlar da kısa sürede çölleştirilir.

Mikro-kozmos

Bütün bunların, çok umut kırıcı ve çıkışı olmayan bir tıkanma, kurtuluşsuz bir kabus betimlediği çok açık. Ancak yine de kentlerde bazı küçük çıkış yolları bulabilenler, çok küçük çaplı ve çok küçük ölçekli kurtuluş ve soluk alabilme olanakları yaratan arayışların olduğu da gözlemlenebilir. Bu arayış örnekleri, kentin çeşitli yerlerinde, genellikle mekan üzerinden oluşturulan mikro-kozmoslar gibidir. Kentsel toplumsal kültürel yaşamdaki mikro-kozmoslar ve bunlara dair bazı örnekler ve bu küçük dünyalarda nelerin yapıldığı, nasıl yapıldığı üzerinde, küçük bir giriş tartışması yararlı olacaktır.

Kentlerdeki bu tür oluşumlarla ilgili gözlemler, ne yazık ki çok sınırlıdır ve genelleme yapmaya elverişli olamayacak kadar azdır. Bununla birlikte, kentlerde böyle küçük “kurtuluş adaları” ya da birlikte soluk alabilecek küçük kolektiviteler bakımından, birkaç belirleme yapılabilir.

Bu tür kentsel beraberliklerin, amaç olarak, ya da bilinçli olarak olmasa da bir beraberlik biçimi olarak, genellikle, kural dışı/ “anarşizan” (anarşist değil) beraberlikler olduğu düşünülebilir. Genellikle kuralsız, ya da olabildiğince az kurallı beraberliklerde, özel olarak belirtilmiş olmasa da, kentin yarattığı yabancılaşmadan ve yalıtmadan uzaklaşmak isteyen bireyler bir araya gelirler. Asıl amaç, kentin, (modern ve “post-modern” kentin) giderek artan yalnızlaştırıcı ve yalıtıcı etkisinden kurtulmaktır. Bu mikro-kozmos, her şeyden çok, küçük grubun kendisi için kurduğu, ruhsal açıdan sağaltıcı, dayanışmacı ve ikramcı bir ortamı olarak düşünülebilir.

Bu küçük beraberlikler (bir biçimde kümelenme veya kentsel örgütlenmeler de diyebiliriz) genellikle çok farklı amaçlar için oluşturulmuş olabilir. Bu oluşumlara, belki, öznel ve enformel, bir tür kentsel kulüpler de diyebiliriz. Aslında bu örgütlenmelerin “muhalif” örgütlenmeler olarak göyülebilmesinin tek nedeni, ana-akıma uymayan/ bunu reddeden, herkesin yaptığı gibi yapmayan yaratıcı ve yeni/ ya da daha önceden yapılmamış bir biçimde yapmayı deneyen, bireyci olmayan (kolektivist diyebileceğimiz) bir beraberlik arayışı olmasıdır, denilebilir. Bu arayışlar, daha çok deneycidir, gelişmeye açıktır ve çok iyi tanımlı bir formata oturmayı ve süreklilik içinde olgunlaşmayı değil, sürekli değişebilme kapasitesini korumayı gözeten kentsel örgütlenmelerdir.

Kentin içinde bir “yer”/ mekan (mahalle ya da daha küçük bir komşuluk birimi) ya da bir işlev/ (küçük ama exclusive) bir amaç bazında (müzik, sağlık-spor-yürüyüş-gezi, okuma-edebiyat, sanat, yeme-içme, şarap vb.) bir araya gelmiş olabilirler. Küçük kalmayı, büyümemeyi, yeni katılımlar konusunda çok seçici davranmayı ve adını yaygın bir biçimde kamusal olarak duyurmamayı tercih eden örgütlerdir. Böylece, bütün üyelerin birbirine aşina olduğu, homojenitenin garantiye alındığı, açık girişli olmayan, ilişkide referansların özellikle değerlendirildiği, genişleyerek birbirine tahammül etmeyi güçleştirebilecek boyuta ulaşmaktan kaçınan, küçük bir “ahbap-çavuş”/ arkadaşlık ilişkisinin ötesine geçilmeyen, ayrı bir kent adası olarak kalmayı tercih eden bir yapıdır.

Bu durumda bir anlamda, bireysel yalnızlığı istemeyen, ancak benzerleriyle birlikte oluşturduğu adanın yalnız kalmasını isteyen, küçük öbeklenmeler olarak tanımlanabilir. Bu oluşumların “muhalif” oluşları, kentteki her hangi bir olguya/ gelişime ya da gelişmemeye müdahale etmeyi istemekten değil, sadece ayrık duruşlarından ve ana-akımın bir parçası olmayı reddetmekten kaynaklanmaktadır. Bu durumda sözcüğü küçültücü (pejoratif) anlamda kullanmadan, burjuva seçkin/ seçkinleştirişi-homojenleştirici örgütlenmeler olarak nitelenebilirler.

Bu oluşumlar, genellikle basit ya da teknolojik bir atölye ile beraber, birçok zaman küçük üretimler yapmayı ve ürünlerini paylaşmayı ya da ortaklaşa tüketmeyi amaçlayan kentli kümeleri olarak, düşünülebilir. Birlikte bir yiyecek/ giyecek/ eşya ya da destek eylemi veya yayın üretmeyi amaçlayan ya da bu üretimleri öğretmeyi amaçlayan beraberlikler oldukları söylenebilir. Öğrenme süreçleri, çoğu kez ayrı bir aşama değil de, atölye çalışmasının bir parçası olarak düşünülmektedir.

Ancak seçkinciliği ve kendini ayırması, kentte tahammül edemediklerini dışlayarak kendisi için bir seçkinler adası yaratmaya çalışması, kuşkusuz, kamusal alanda kültürel, sosyal-dayanışmacı ve kentin başkaları/ ötekileri için de eşitlik ya da hak talebinde bulunarak bir muhalefet etme isteği kadar etik bir davranış olarak görülmeyebilir. Bir anlamda, bu adadakiler, “kendilerini ilgilendirmeyen” kent sorunlarına sırtlarını dönmüş gibidirler. Kadınların uğradığı şiddet veya cinayetler, ya da göçmenlerin-yoksulların durumu vb. türü sorunlardan çok, yaşayabilmek için ihtiyaç duydukları öznel, daha küçük çerçeveli, rahat ettirici bir konfor-güven verici sosyal güç isteyenlerin, biraz kendini beğenmiş ve “burnu havada” olanların, düşük düzeyli ve popüler olandan/ “ayak takımından” uzak olanların kulübü gibi düşünülebilir.

Yine de, bu tür muhalefetin ya da “mikro-kozmosların”, kentin genel yaşamına/ kültürüne bir katkısı olabilir mi? Bir etki, özgün ama küçük çaplı, buna karşılık derin olabilecek bir etki, kuşkusuzu olasıdır. Öncelikle, kendi katılımcıları bakımından bir konuda derinleşmeyi/ bilgilenmeyi ya da beraberlik (kulüp) kültürünün açılımlarını öğrenmeyi sağlayacağı, kuşkusuzdur. Bu mutlaka demokratik bir deneyim olmayabilir. Ancak grup içi demokrasinin işleyebilmesi, yazılı olmayan kuralların sağlanıyor olması, bu örgütlenmeler için oldukça yaşamsaldır. Bu anlamda, bir küçük grup demokrasisi eğitimi sağlayacağı söylenebilir.

Sonuçlandırırken

Bütün bunların dışında, kendisini kentin kamusal alanındaki sorun çözümüne/ iyileştirilmesine adamamış olsa da, kentin bazı niteliklerinin gelişmesine, öncelikle sanat ve kültürel düzeyini/ beğenilerinin ve bu konulardaki tartışmaların düzeyinin yükselmesine katkıda bulunan bireyler olarak, bir etki sağlayabilir. Diğer yandan, kentsel/ toplumsal/ politik tartışmalarda belirli bir demokrasi düzeyinin oluşumuna, demokrasi kültürünün oluşumuna bireysel katkılar da sağlayabilir. Bir kent, ne kadar, bu nitelikte, kendisini birçok bakamdan ve birçok düzeyde geliştirmiş, bireylere ve onların seçkinci kulübüne sahip olabilirse, muhalefetini ya da geleceği yönelik eleştirici (ve belki yapıcı) kapasitesini, o ölçüde geliştirme şansına sahip sayılabilir.

Kentin kamusal alanda, herkes için sol muhalefet yaparak/ ya da yapmayı amaçlayarak, kent üzerindeki açık-politik-kültürel ve sosyal etkisini etkin bir biçimde geliştiremeyen örgütlenmeler ve akıntıya karşı kürek çekmeyi bu kadar çok denemiş ama başarı sağlayamadığı ve en yakınındakiler tarafından çelmelenmeyi artık istemediği için, biraz içine kapanarak, çok daha küçük ve bencil (mikro-kozmosunda gerçekleştireceği) politik hedefleri olan “kulüp” türü örgütlenmeler hakkında, bu yüzeysel gözlemlerin ötesinde, söylenebilecek çok daha ciddi sözler/ yorumlar olabilir.

Türkiye’deki kentlerin evrimi, bugün sahip olduğu niteliklerin oluşumu, geçirdiği aşamalar ve önemli dönüm noktaları hakkındaki birinci yazı, kentin muhalefet edebilme kapasitesi ve kentsel toplumsal olayların (son yüzyıldaki) evrimi ve potansiyeli hakkındaki ikinci yazı ve son olarak da, kentsel toplumsal muhalefet çabası içindeki sol örgütlenmelerin/ kümelenmelerin nitelikleri ve sorunları hakkındaki bu üçüncü yazıdan oluşan dizi, burada sona eriyor. Ancak, kentlerin politik sosyolojik durumuyla ilgili tartışılacak ve geliştirilecek birçok sorun alanı, hala önümüzde uzanıyor…

 

Akın Atauz

Son dönemin Yeşil Kitapları

Dolce Vegan

Kolay, geleneksel ve sağlıklı vegan tatlılar

Adil bir mutfak için “tatlı” bir başlangıç

“Bu kitaptaki tarifler size basit, sağlıklı vegan tatlıları evde üreteceğiniz malzemelerle nasıl yapacağınız konusunda yol gösterecek. Bu tariflerle madalyonun en tatlı yüzüyle işe başlayabilir ve bunu tatlı devrimi olarak adlandırabiliriz.”

Virginia Elena Patrone beden sağlığıyla toplum sağlığı arasındaki ilişkiden hareket ederek okurları hem kendi malzemelerinin üreticileri olmaya hem de “iyi tüketimin politikasına” katılmaya davet ediyor. Bunu yaparken malzemelerimizi evde nasıl üretebileceğimize, besinlerin bedenimize faydalarına, tüketiciler olarak tercihlerimizin önemine odaklanıyor.

Dolce Vegan‘da yer alan yaklaşık 90 tatlı tarifi, “hayvansal ürün içermeyen sağlıklı malzemelerle ve sadece üç basit malzemeyle sonsuz sayıda lezzetler yaratabilen anneanne ve babaannelerimizin zamanından” esinleniyor 

Dolce Vegan

Virginia Elena Patrone

Çeviren:Çiğdem Fidan

Kolektif Kitap

2018

***

Sürdürülebilir Toplum ve Yapılı Çevre

 

Günümüzde insanlığın yaşamakta olduğu çevre, bugün dünyamızın en canalıcı ve yıkıcı sorunlarını yaratarak, çok geniş bir alanı etkilemekte; en önemlisi giderek insan yaşamını tehdit eden boyutlara ulaşmakta, hergün iklim değişikliğinin sonucunda onlarca sel felaketi, kendi yarattığımız doğa tahribatı ve bunun gibi bilinçsiz üretim ve gelişmenin doğurduğu sayısız tahribat artarak sürmektedir. Bunun doğurmuş olduğu tehditler son kırk yıl içinde belirli kurum ve kişilerce farklı politikaların geliştirilmesine, özellikle önleyici tedbirlerin tartışılmasına yolaçtı. 80’li yıllardan sonra çevre ve çevre sorunları üzerine çalışan araştırmacılar ile plancılar toplumun ve çevrenin “sürdürülebilirliği” üzerine stratejiler geliştirdi. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’nın bu konuda başlattığı dizinin ilk kitabı olan ve akademik dünyamızın öndegelen bilim insanı İlhan Tekeli ile genç bilim insanı Anlı Ataöv’in kaleme aldıkları Sürdürülebilir Toplum ve Yapılı Çevre – Stratejiler Yelpazesi, sürdürülebilirlik kavramının farklı tanımlarını ele alırken, bu tanımların planlama pratiğine nasıl aktarıldığını inceliyor ve bu konuda bir yöntem önerisi yapıyor. Çalışmanın bir önemli özelliği de, sürdürülebilirliğin sağlanması konusunda, dünyada uygulanan değişik stratejilerin derlenerek, önerilen yönteme bağlı bir stratejiler yelpazesinin sistemleştirilmesi olarak öne çıkıyor. Yazarlar, bugün tüm dünyada çevreci kültür konusunda oluşan duyarlılığın farklılığa açık olduğunu öne sürerken; sürdürülebilirliğe katkı yapma konusunda plancılara, tasarımcılara önemli görevler düştüğünü, onların da toplumun yaşam biçimlerinin çevreci kültürün gereklerine göre değişimi için geniş ve kapsayıcı bir vizyona sahip olmalarını öngörüyor. 

Sürdürülebilir Toplum ve Yapılı Çevre

Anlı Ataöv, İlhan Tekeli

Bilgi Üniversitesi

2017

***

Kompost Tuvaletler

Topraklarımız için çok değerli kompost malzemesini israf edip çöpe atıyoruz. Oysa bunları apartmandan bahçeye, otellerden fabrikalara, sanayiden tarlalara kadar kuracağımız basit ve ucuz sistemlerle ileri dönüştürebilir yani kompostlaştırabiliriz. Böylelikle çok kıymetli ve toprak için yaşamsal gübrenin en kalitesini elde edebiliriz.

Kent bahçecileri, çiftçiler, belediyeler, sanayi tesisleri, oteller atıklarınızı kompostlaştırın, gezegene onarıcı bir katkı verin, üstelik gübreye verdiğiniz para cebinizde kalsın. Tükenmekte olan doğayı koruyun ve yaşamsal önemdeki fakirleşmiş toprağımızı geri kazanın.

Bu kitap işte bunların tamamını yapabilmeniz için hazırlanmış tam bir uygulama kaynağı ve pratik kitabıdır.

Kompost hakkında gerekli bütün bilgileri bu kitapta bulabilirsiniz. Kompostun kurulması, soğuk, sıcak kompost ve diğer yöntemlerin hepsi. Evsel atıklarınızı nasıl kompost yapabilirsiniz, nelere dikkat etmelisiniz, tek tek hepsini anlatan eşsiz bir kaynak. Kompostun nemini ve sıcaklığını kontrol etmek için hem bilimsel değeler veriliyor hem de basit ve elle yapılan kontroller anlatılıyor. Her neyi kompostlaştırmak istiyorsanız, elinizin altında bulunması gereken bir eser.

Tablolar, grafikler ve görsellerle desteklenen anlatımda, ayrıca ihtiyaç duyulacak bütün değerler, kompostun bileşenleri, toprağın en çok ihtiyaç duyduğu azot, fosfor ve potasyum miktarları da ayrıntılarıyla yer alıyor.

Büyük oranda arıtılmadan çeşitli su kaynaklarına bırakılan insan dışkısı da çok önemli bir kompost kaynağıdır. Müstakil evlerden çok katlı apartmanlara, kırsaldan kente kadar her yerde uygulanabilen kompost tuvaletler için dünyada gittikçe büyüyen bir ilgi mevcut. Örnekler hızla artıyor, uygulamaya katılan şehirler birbirini kovalıyor. Çevreye zarar değil yarar sağlayan, bunu yaparken bir de üstüne gelir getiren bu müthiş uygulamanın bütün detaylarını, resimlerle ve çizimlerle örneklerini bulacağınız kitabımız, yarınları anlatıyor.

Önyargılarınızı tekrar gözden geçirin, geleceğin dünyasına ilk adımı küçük bir kompost kutusu edinerek atın. Arkası kendiliğinden akıp gelecektir. 

Kompost Tuvaletler

Wolfgang Berger, Claudia Lorenz-Ladener

Çeviren: Barış Yılkan

Yeni İnsan Yayınevi

2017

 

Derleyen: Barış Gençer Baykan

Demirtaş savunmasını tamamladı, tutukluğa devam

Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski eş genel başkanı ve İstanbul milletvekili Selahattin Demirtaş, 4 Kasım 2016’da tutuklanmasının ardından tutuklu olduğu dava kapsamında  yargılandığı davanın üçüncü gününde savunmasını tamamladı.

Sincan Cezaevi Kampüsü’nde görülen duruşmaya 50’yi aşkın avukat izledi.  Savcı, mevcut kuvvetli suç şüphesinin bulunması, atılı suçların katalog suçlardan olması, CMK 100 ve devamı maddeler gereğince tutukluluk halinin devamını istedi.

Demirtaş’ın avukatları taleplerini dile getirdi. Mahkeme tutukluluğun devamına karar verdi. Bir sonraki duruşma 11 Nisan 2108’de.

Demirtaş “terör örgütü kurma ve yönetme”, “örgüt propagandası” ve “suç ve suçluyu övme” iddialarıyla suçlanıyor. Diyarbakır’da açılan dava, güvenlik gerekçesiyle Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’ne alınmıştı. Bugün duruşması görülen dava, daha önce Demirtaş hakkında hazırlanan ve dokunulmazlığının kaldırılması için TBMM’ye gönderilen 31 fezlekenin toplamından oluşuyor.

Selahattin Demirtaş’ın savunmasından dikkat çeken bazı başlıklar:

“Toplumdaki demokrasi ise yaşayarak inşa edilir”

Toplumdaki demokrasi ise yaşayarak, pratikte hayata geçirilerek inşa edilir. Kültüre dönüştürülür. İnsanları veya toplumu yasalarla demokratikleştiremezsiniz. Üstten bir toplumsal mühendislikle yapamazsınız. Hiçbir toplum bu şekilde demokrasiyi kültür haline dönüştürmez ve demokratik bir topluma dönüşmez. Bunun için bizatihi bunun pratikle yaşanması lazım.

“Bu ikili ilişkilerde de, aile içinde de böyledir, kadın erkek arasındaki ilişkide de böyledir. Medeni Kanun’da, ‘kadın ve erkek arasındaki ilişki demokratik olmalıdır’ yazsanız da bu otomatikman böyle olmuyor. Bunun yaşayarak, deneyerek, yanılarak öğrenilmesi gerekir. Bizim demokratik toplumdan kastımız budur.

“Müdahalelerle karşılaşmasaydık belki PKK’ye silahları bıraktırmış olacaktık ”

“Eğer biz o dönem bu tür müdahalelerle karşılaşmasaydık, eminim siyaset çok daha doğru bir rotada ilerleyecekti. Şiddete karşı çok iyi bir alternatif oluşturacaktık biz. Demokratik siyaset inancı güçlenecekti. Ben bunu ‘oyumuz artacaktı’ anlamında söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Partimizin oyu ile ilgili bir meseleyi tartışmıyorum. Toplumda bir arada yaşama, barış içerisinde yaşama, demokratik yollarla sorununu çözme inancı artacaktı. Ve belki PKK’ye silahları bıraktırmış olacaktık.

“Bizimle uğraştılar çünkü Türkiye’nin barışını sağlayacaktık”

“En çok bizimle uğraştılar. Çünkü biz yapacağımız siyasi çalışmalarla Türkiye’nin barışını sağlayacaktık. En çok korktukları şey buydu. Barış içerisindeki bir Türkiye’yi kim durdurabilirdi. Cemaati de silip süpürüp atardı o Türkiye. Hiçbir yere sığamazdı. 15 Temmuz gibi bir şey de olmazdı. Türkiye zayıf düşmeseydi böyle bir şey de yaşanmazdı. Darbe mekaniği dediğimiz şey buydu.

“Başkan olsan ne olur”

“Ama kutuplaşmayla, kamplaştırmayla toplumu dost-düşman, milli yerli-gayrı milli olarak bölüp başkan olsan ne olur. Dün de söyledim: Başkan olmak oya bağlı bir şey değil, rızaya bağlıdır. Yüzde 50 oy alırsınız, ama geri kalan yüzde 50’nin rızası yoktur. Hiç başkan olamazsınız. İsminiz başka bir şey olur. İkna lazım. Toplumun geri kalanının iknası üzerine başkanlık sistemleri inşa edilir.

 

(Bianet)