Ana Sayfa Blog Sayfa 2895

Haydi, Siya Siyabend Murat ile dayanışmaya!

Bir kenti kent yapan, en çok sokaklarında şarkılar söyleyen, müzikler yapan müzisyenleridir. Beyoğlu bu özelliğiyle benim için her zaman İstanbul’un merkezi oldu. 1973’de ilk kez Beyoğlu’nu görmüştüm ve yıllardır hayatım bu semtin göbeğinde, çeperinde, müzikle iç içe geçti. İstiklal Caddesi, değişen kentli dokusu ve farklılaşan insan görüntüleriyle şimdilerde çoğumuz için artık istemeye istemeye gittiğimiz bir yer olsa da, bugün köşe başlarında (daha çok Arapça) şarkılar söyleyen sokak müzisyenlerine rastlamak yine de mümkün. Yarın ne olur, bilemiyorum.

Siya Siyabend, Beyoğlu sokak müzik gruplarının ilklerinden ve en bilinenlerinden birisiydi. Grubun üyelerinden Dede Murat, kardeşi Ahmet ve basçı Memduh arkadaşımdı. 1993’te tanımıştım onları. Henüz sokakta şarkı söylemeye başlamamışlardı. Sonra 1996’de Siya Siyabend’i kurdular.Grubun solisti Murat’ı da bu grupla birlikte tanıdım. Asıl adı Murat Serhasi Toktaş. Şarkılarını söyleme tarzıyla ona Bizon lakabının takıldığını söylemişlerdi. Fakat Murat, Siya Siyabend Murat olarak anılmayı tercih ediyor. Çok fazla muhabbetim olamadı ama güçlü ve buğulu sesiyle değme rock şarkıcılarına taş çıkartacak bir şarkıcı olduğunu teslim etmek gerekiyor. İlhan Erşahin’ e göre “O bizim Tom Waits’imizdi” İlk anda hırpaniliği ve gırtlak yapısıyla ben de bu benzerliği ona yakıştırmıştım. Biraz asabi-huysuz olduğu da rivayet ediliyordu. Sesindeki enerji ve yüksek adrenalin, içi ile dışının bir olması-içtenliği, çok konuşması ve hemen her konuda söyleyeceği bir şeyler olması ilk anda insanda bu duyguyu uyandırıyordu.

Siya Siyabend daha sonraları Fatih Akın’ın da dikkatini çekmişti. Akın’ın “Sound of İstanbul / Crossing The Bridge” belgeselinde Murat’ı ve arkadaşlarını görüyoruz. Murat, Almanya’da çalışan gurbetçi bir ailenin çocuğuymuş ve Fatih Akın ile tanışıklığı sıkıntılı geçen Almanya günlerinde başlamış.

Siya Siyabend müziği sadece yapan değil, müziği yaşayan bir grup. Sokak müzisyenliği onlar için bilinçli bir tercih. Onlara göre “Sokak müziği yoktur, müzik sokakta olmalıdır” Günümüzde her şeye rağmen tercih ettiği hayatı yaşamak pek de kolay bir iş değil. Bir söyleşide Murat “…Salt yaşamak solucanların harcı. Kendinizi ifade edebildiğiniz kadar yaşarsınız…” diyordu. Bir başka söyleşide “… Bunu tercih ettiğimizi anlamıyorlar ya! Yani sokaklarda bire bir insanlara kendimizi ifade etme yolunu tercih ettiğimizi anlayamıyorlar. Çünkü anlayışları şuna müsait; kaseti çıkarıyorsun abi, parayı alıyorsun, bir şekilde konserleri de koyuyorsun, ne söylersen söyle! Söylediğinin altyapısı, mahiyeti, hiçbir şeyi olmasın önemli değil. Biraz güzel bir sesin var mı, biraz da tipin kurtarıyor mu, tamam abi seni sunarız, bu insanlar da yerler…” diyordu.

Çok parlak albüm teklifleri almalarına rağmen her seferinde ana akımın dışında kalmaya çalışarak bu teklifleri geri çevirdiler. Murat, kendi müziklerini yapıp kendisi satmayı tercih ediyordu. Olabildiğince kendisini toplumdan izole edip, kapitalist sistemin kurallarına direnmeyi, popüler kültüre teslim olmamayı seçmişlerdi. Beyoğlu’da, Beşiktaş’ta, Kadıköy- Moda yokuşunda veya Üsküdar iskelesinde davudi sesiyle “Siya Siyabend cdleriiiii, kendi müziğimi kendim satıyorum” çığlığını duyup, bütün şarkıları Youtube’da olmasına rağmen “Versene bi’tane” demeden geçemeyeceğiniz bir adamdı. İçerisinde 60-70 tane şarkı, video ve fotoğraf bulunan CD’yi 20 lira gibi bir fiyata satıyordu. Hepsini tek CD’de verme nedenini de “Çevreye daha az zarar vermek!” olarak açıklıyordu. Alışveriş bitince “Siftah senden bereket haktan! Siftah senden bereket haktan!” tiratını yapıştırıveriyordu.

Onun müziklerini, doğaçlama tiratlarını birçok yerde dinledim; Beyoğlu’nun sokaklarında, irili ufaklı gece kulüplerinde, müzikhollerinde, Barışarock’da… Müziğinin kalitesiyle, sesiyle, ama en çok Gezi’de söylediği şarkıyla yüreğimde yer etmişti: “…Ruhunu arıyor ülkem, barikatlarda…”; bir de Hayyam’daki “…”hiç hiç bir şey bilmiyorlar, şu cahillere bak dünyanın sahibi onlar…” sözleriyle. Bir de Ulus Baker dinletisi var ki…

Bir de kedilerle aynı evi paylaşmasıyla gönlümü kazanmıştı.

Geçen hafta yoğun bakımda olduğu haberini Murat Beşer’in yazısıyla öğrendim. Daha önce de hastalığı zaman zaman nüksediyormuş ama bu kez iş daha da ciddiymiş. Sonra yoğun bakımdan çıktığı haberini aldık. Süreyya Paşa Hastanesi’nde C Blok, 624 numaralı odada yatıyormuş. Yolunuz oralara düşerse belki uğramak istersiniz.

Uzun süreli ve maliyetli bir tedavi süreci olacağını söylüyor arkadaşları. Bu sürede konser de yapamayacaklar. Bir destek kampanyası başlatmışlar. Grubun davulcusu Erdem’in adına açılan bir hesap var ve toplanan bütün para Gülsüm anneye verilecekmiş. Parasal destek verebilecekler için hesap numarasını da yazayım:

Akbank- Erdem Göymen- TR 5300046008820002 7351/ Yurt dışı (EURO) gönderileri için- TR340004600882036000049289

Müzisyen arkadaşları Murat’la dayanışma amacıyla 3 Mart Cumartesi akşamı Kadıköy Sahne’de bir konser düzenliyorlar. Konserde Bandista, Cenk Taner(Kesmeşeker), Adamlar, Luxus, Sena Şener, Ozan Kotra (Flört), Teneke Trampet, Yaşar Kurt, Ötekim, Demircan Demir (Kuan), Kırmızı Nazmi Akyıldız sahne alacaklar. Mekâna kurulacak bir stantta satılacak olan CD vs malzemeler dahil, gecenin geliri Murat Toktaş’ın tedavisinde kullanılacak.

Gerçek bir sanat emekçisiyle, kentin can damarlarına, İstanbul’un sokaklarına yaşam enerjisiyle hayat veren sıra dışı bu adamla, Siya Siyabend Murat’la dayanışmanın tam da zamanı. Bahar ayları geldiğinde, güneş sokakları ısıtmaya başladığında ‘Hayyam’ da yeniden sokaklarda olmalı. Sesi güzel, kafası güzel, yüreği güzel bu adam, hayat bulduğu, hayatını adadığı sokaklara yeniden çıkabilmeli, yine “kendi müziğini, kendisi satabilmeli”. Zaten yeterince eksildik ve eksiliyoruz.

 

Ercüment Gürçay

[Babil’den Sonra] Mavi Nota dokuz yaşında

“Bu yıldızlı gökler, ne zaman başladı dönmeye, kimse bilmez…” der ya Hayyam. Evren ve onu sarıp sarmalayan yıldızlı gökyüzü ne zaman oluştu? Bilemiyoruz. Ama gezegenimizin hikâyesinin yaklaşık dört milyar yıl önce başladığını, akıllı insanın iki yüz bin yıl önce yeryüzünde gezindiğini ve son on küsur bin yılda da gezginlikten yerleşikliğe geçtiğini ve doğaya hükmetmeye başladığını biliyoruz.

Doğaya hükmeden insan, doğal varlıkları kendisine sunulan birer “kaynak” olarak kabul etti ve bu gün tüm canlılarla birlikte evimiz olan bu mavi-yeşil gezegen ilk kez insan kaynaklı nedenlerle yeni bir yok oluşun eşiğinde. Bizler, akıllı insanlar (!) özellikle son elli yılda yaptıklarımızla gezegenin yaşam döngüsünü bozduk ve gezegeni, üzerindeki tüm canlılarla birlikte yeni bir yok oluşun eşiğine taşıdık.

Bu uzun hikâyede ilk sanat eserinden başlayarak tüm sanatsal yaratılarla kendimizi ölüme de (ölümsüzlüğe) hazırladık. Ölümsüzlüğün arayışıyla sanatsal ürünler verdik, şarkılar söyledik. Şairler hayatı yıldızlara taşımayı bile hayal ettiler, ama gidecek bir yerimizin olmadığını da çok iyi biliyorduk.

İklim İçin Konseri, Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi, 28 Ocak 2018.

Uzun yıllardan beri çeşitli gruplarda şarkılar söylüyorduk. 2009 yılında bir grup arkadaşımızla birlikte, şarkı söylerken bir taraftan da toplumda ekolojik meselelere karşı bir duyarlılık yaratabilir miyiz diye düşündük ve Mavi Nota Halk Türküleri Topluluğu’nu kurduk. Mavi Nota (Blue Note) caz ve blues müzikte kullanılan, majör ve minör notalar arasında duraksayan istikrarsız notalara verilen bir addı. Müzisyenin kişisel tarzına göre değişen ve yaratıcılığı da getiren bir formdu ve bu ismi kullanmakta karar kıldık. Halk türkülerini klasik TRT koroları gibi değil daha yaratıcı şekilde düzenlemeye ve yorumlamaya çalıştık. Dünyanın başka başka dillerinden de şarkılar söyledik.

Topluluk ilk gün olduğu gibi bugün de Haliç Üniversitesi Konservatuvarı öğretim görevlisi, bağlama ustası Çetin Akdeniz ile çalışmalarına devam ediyor.

Dokuz yılda İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde birçok kez sahne aldık.

2010’da türkülerimizi Ergene Nehri için söyledik. O konserde Almanya- Freiburg’dan gelen bir otonom korosu olan SUSİ de yer aldı, Muammer Ketencoğlu da, Uzunköprü Belediye Bandosu da.

Sonra HES’ler için Taşkışla’da bir etkinlik organize ettik, söyleştik, türküler söyledik.

Her yıl “İklim İçin” başlıklı konserler verdik ve vermeye de devam ediyoruz. Son konserimizi 28 Ocak 2018’de Bakırköy- Cem Karaca Kültür ve Sanat Merkezi’nde gerçekleştirdik.

2014’de Mavi Nota Halk Türküleri ve Folklor Araştırmaları Derneği’ni kurduk.

2015 yılının 12-13 Kasım günlerinde İklim İçin hareketinin Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediği foruma destek olmak için Vokaliz grubundan Cengiz ve Tolga’nın moderatörlüğünde kurulan İklim Korosu’na katıldık.

Koroya Vokaliz, Ruhi Su Dostlar Korosu, Boğaziçi Caz Korosu, Boğaziçi Gençlik Korosu, Ladies & Gentlemen, Mavi Nota Halk Türküleri Topluluğu, Maviden Yeşile Halk Ezgileri Topluluğu, Buğday Derneği Gönüllüleri, Greenpeace Gönüllüleri. Ekoloji Mücadelesi Aktivistleri ve İklim forumu aktivistleri katılmışlardı.  Eğitim- Sen Erbane Topluluğu da erbaneleriyle koroya ritm vermişlerdi.

Forumun 2. Gününde BÜ’de sahne almış ve bir Karadeniz türküsünü, “Bu dünya bir pencere” yi seslendirmiştik. Niyetimiz bu türküyü bir gün sonra Galatasaray meydanında yapılacak olan basın açıklamasında yüz kusür koristle birlikte seslendirmekti, ama o gün Paris’de Charlie Hebdo baskını yaşanmış ve çok sayıda dergi çalışanı sanatçı yaşamını kaybetmişti. Bu nedenle sadece basın açıklamasıyla yetinmek zorunda kalmıştık.

Bugün de şiddet dünyanın birçok yerinde hükmünü sürdürüyor. Her şeye rağmen, bıkmadan, usanmadan, en iyi yapabildiğimiz şeyi yapacak ve şiddetsiz bir dünya için, iklim yıkımına dur demek için şarkılar söylemeye devam edeceğiz elbette.

Geçen hafta sonu mütevazı bir toplantıyla 9. yaşımızı kutladık, birlikte türküler söyledik. Bugün de saat 16.00’da, Açık Radyo (94,9) Babil’den Sonra programında grubun kurucularından Kerim Erbaş’la Mavi Nota’nın dokuz yıllık hikâyesini konuşacağız, türküler çalıp, türküler dinleteceğiz. İklim yıkımını da konuşacağız. Radyolarınızın başına bekleriz.

 

Ercüment Gürçay

[Oğuz Gidiyor] Patiala’da bir köy – Oğuz Tan

Hindistan’ın Pencap eyaletin Patiala kentinde geniş mango bahçelerinde, ağaçların aralarında kamp kurarak doğuya doğru ilerliyordum. Kuzey yarım kürenin kış aylarındaydık ve ağaçlarda meyve yoktu. Bahçeler sürülmüştü ve engebeli toprak zemin kamp kurmak için pek de konforlu sayılmazdı. Meraklı insanların akınına uğramamak için gün batımından önce bir bahçeyi gözüme kestiriyor, etrafı kolaçan ediyor ve kimseye görünmediğim bir anda, bahçeye dalıveriyordum. Ağaçlar kocaman ve yemyeşillerdi, çadırım da açık yeşildi. Zaten kimse dönüp de bakmıyordu bile bahçelere.

Anayoldan ayrıldım ve Altın Tapınak’ta tanıştığım Sih gençlerin Patiala’daki köylerini ziyaret ettim. Bu Sih köyünü ziyaret eden ilk yabancıydım. Üç günümü onlarla geçirdim.

Köy halkı son derece meraklı ve ilgiliydi. İnsanları çok sevdim. Eminim, onlar da beni sevdiler.

Köylü ailelerin evlerinde konakladım, sofralarını paylaştım. Aç kalmama izin vermeyen kadınlar, gün içinde sütlü çay, helva çeşitleri, paratha ekmekleri pişirdiler. Erkeklerle ise, evlerinin avlularında birer bardak yöresel, sert romlarından içtik ve üstüne, ağızlarımıza birer lokma baharatlı mango turşusu attık.

Bu köyde, neşeli ve iyi niyetli insanlar yaşıyordu; zaman içinde bir yolculuk yapmıştım adeta.

Köye yerleşmemi önerdiler; ev, toprak, hatta kız vermeyi bile teklif ettiler.

Yolculuğuma devam etmeyi tercih etmiştim. Sabah erkenden kalkıp insanlara şükranlarımı sundum ve helalleştim. Birer torba da yolluk hazırlamıştı herkes; manda sütü, tereyağı, kaju fıstığı ve kuru üzümle pişmiş helvalar, sac ekmekleri ve tatlı atıştırmalıklar. Köyden ayrıldığım için gerçekten de üzülmüşlerdi. Ama yola devam etmeliydim.

 

Oğuz Tan

Bisiklet Gezgini

Instagram @oguzgidiyor

 

 

Satranç, insan ve yapay zekâ – Selim Altınok

Satranç zekâ ve muhakeme oyunudur. Altmış dört kare üzerinde hareket eden, otuz iki taş ile oynanır. Son üç asır içinde popülerliği artmakla birlikte, binlerce yıllık geçmişe sahiptir. Günümüzde satranç bir beyin sporu olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada lisanslı satranç sporcusu sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Ülkemizde bugün itibariyle sekiz yüz bin lisanslı satranççı bulunmaktadır. Bu sayı satranç geleneğinin güçlü olduğu eski doğu bloku ülkelerinde milyonlarla ifade edilmektedir. Resmi turnuvada oynanan bir satranç karşılaşması ortalama dört saat sürebilir. Bu süre bazen altı saate kadar çıkabilir.

1984 yılında Karpov – Kasparov dünya şampiyonluğu maçı başladığında bir sonbahar günü idi. Altı galibiyeti tamamlayacak taraf dünya şampiyonluğu ünvanını elde edecekti. Bu karşılaşmada beraberliklerin etkisi yoktu. Mücadele öyle bir hal aldı ki, maçın hiç bitmeyeceği düşünülmeye başlandı. İki güçlü usta haftalarca, aylarca yenişemediler. Bütün partiler küçük üstünlükler kurulsa da sonunda berabere bitiyordu. Kimse maçın sonunu göremiyordu. Bir dergide Kasparov’un yetmiş yaşına vardığını, Karpov’un ise seksenlerine geldiğini, unvan maçının hala bitmediğini gösteren bir karikatür bile yayınlandı. Korkulan olmadı elbette. Maç bir gün aniden sona erdi ama nasıl dersiniz? Hiç kimsenin beklemediği bir şekilde!

Karpov galibiyetler serisinde 5-3 önde olmasına karşın aylardır devam eden maçın son günlerinde on kilo kaybetmişti ve hastalanmıştı. Dünya satranç Federasyonu FİDE bu durum karşısında yaklaşık beş aydır süren maçı durdurdu. Karşılaşmanın ileri bir tarihte yeni bir statü ile 0-0’dan başlayarak tekrar oynanmasına karar verdi.

Bu karar satranç dünyasında çok tartışıldı. Kasparov itiraz etti. Maçın başlarında 4-0 yenik duruma düşmesine karşın taktik değiştirip savunmaya çekilerek aylarca süren beraberliklerle kendisinden on yaş büyük olan Karpov’un sabrını ve direncini kıran Kasparov 27. partiyi de kaybederek 5-0 geriye düştüğü halde, ilerleyen oyunlarda üç galibiyet alarak durumu 5-3 yapmıştı. FIDE maçı durdurduğunda son iki oyunu, 47 ve 48. partileri Kasparov kazanmıştı. Yirmi iki yaşındaki genç satranççı maçın devam etmesini talep ediyor, iyice yorulmuş ve moralini kaybetmiş rakibini art arda galibiyetlerle 6-5 yeneceğini iddia ediyordu. Fide’nin dünya şampiyonu Karpov’u koruduğu söylendi. Hastalanmış bir şampiyona karşı kazanmanın haklı bir zafer olmayacağını ifade edenler de vardı tabi.

Gelgelelim bu ilginç hikâye Kasparov’un lehine sonuçlandı. Ancak bunun için satranççıların yedi ay beklemesi gerekti. 1985 yılı sonbaharında yeniden başlayan maç bittiğinde, Kasparov rakibini 13-11 yenerek dünya şampiyonluğunu ele geçirmişti.

Kasparov bilgisayara Karşı

Satranç bir zekâ oyunu, bilgisayar ise yapay bir zekâya sahip. Öyleyse bir satranç bilgisayarı yapılsa nasıl olur? Bu soru elbette ilk bizim aklımıza gelmedi. Bilgisayarların etrafımızı henüz bu denli kaplamadığı yıllarda, birileri çoktan bu fikri düşünmüş ve ilk satranç bilgisayarını yapmak için kolları sıvamıştı. 1980’lerin başlarında satranç oynayan ilk bilgisayarlar satışa çıktı. Biz de bir satranç makinesi ile ilk karşılaşmamızı o yıllarda yaptık. Evet, satranç oynuyordu ama çok zayıftı ve o günlerde yeni öğrenmiş olmamıza karşın makineyi kolayca yenebilmiştik. 1990’lara gelindiğinde ise manzara değişmişti. Artık satranç makineleri değil, satranç programları vardı. Evlerimize giren masaüstü bilgisayarlarda çalışan satranç programları. Bunlar çok daha güçlüydü. Usta bile olsanız programı yenmek kolay değildi. Yazılımcıların bir de iddiası vardı: Dünya şampiyonunu yenecek programı yapmak! Satrancın girift yapısı düşünüldüğünde bu imkânsız geliyordu insana. Satranç oynarken insan sadece zekâsını kullanmıyordu ki, duygular, sezgiler de rol oynuyordu. Rakibinize bazen bir tuzak kuruyordunuz. Ancak karşınızdaki de bir insandı ve iyi bir satranççıysa bu tuzağın farkına varıp oyuna gelmeyebiliyordu. Bilgisayar böyle bir tuzağın nereden görecekti ki?

Normal düzeydeki oyunculara karşı belki üstünlük sağlayabilirlerdi ama bir ustayı, hele bir dünya şampiyonunu yenmek bilgisayar için mümkün olamazdı. Kuvvetli satranç bilgisayarları ve programları turnuvalara katılmaya başlamıştı o yıllarda. Ön sıralarda da yer alabiliyorlardı ama turnuvayı hep insan kazanıyordu. Ustalar makineyi alt ediyordu.

Aradan çok geçmedi, 1996 yılına gelindiğinde bilgisayar en güçlü insana meydan okudu! İlk defa dünya şampiyonu ile bir karşılaşma düzenlendi.

Kasparov Deep Blue’ye karşı

Takvimler 17 Şubat 1996’yı göstermekteydi. Bilgisayar dünyasının iddialı söylemleri ile başlayan maç sona eriyordu. Kasparov galip geliyordu. İnsan usta, silikon ustayı yeniyordu.

Bilgisayarcılar yılmadı, çalışmaya devam ettiler. Sonunda Kasparov’un karşısına daha güçlü bir şekilde çıktılar. Yeni bilgisayarın adı Deeper Blue idi. Derin Mavi yerine Daha Derin Mavi.

Silikon canavar bu kez çok daha güçlüydü. Çünkü Deeper Blue çok sayıda bilgisayarın birbirine seri bağlanmasından oluşan bir kuvvetti. Adeta bir bilgisayar ordusuna karşı oynamak zorundaydı genç dünya şampiyonu.

Bilgisayar tüm işlemcilerinin birlikte çalışmasıyla, bir saniye içinde tam iki yüz milyon hamleyi analiz edebiliyordu. Kasparov’un bu güce karşı tek üstünlüğü insancıl sezgileri ve geçmişten gelen deneyimiydi.

Ne yazık ki tüm bu avantajlar şampiyona yetmedi! Bu kez insan eliyle yapılan ve satranç bilgileriyle donatılan silikon devreler dünyanın en güçlü satranççısını mağlup etmeyi başardı.

Bu bir milattı. Bundan sonra insan-bilgisayar maçları yapıldıysa da zamanla ustalar bilgisayarlarla oynamaktan vazgeçtiler. Onları rakip olarak görmektense yardımcı olarak yanlarına almayı tercih ettiler. Artık güçlü satranç programları büyük ustaların maçlarını analiz edip onlara hatalarını gösteren birer asistan gibi çalışıyorlardı. Elektrik akımı olduktan sonra, bilgisayarlar ne yoruluyor ne de Karpov gibi on kilo verip hasta oluyorlardı.

Geçmişte oynanan milyonlarca oyun bilgisayarların hafızasına yüklendi. Günümüzde oynanan önemli turnuvaların tüm verileri de anında bilgisayarların hafızasına geçiriliyor. Makineler her partiyi ezbere biliyor yani. Tüm açılış hamleleri onların akılarında. İnsan gibi oynamayı, ilerideki bir avantaj için taş feda etmeyi bile başarıyorlar.

Burada bir soru geliyor ister istemez aklımıza: Yapay zekâ insan zekâsından üstün mü? Canlı bir zekâ tarafından üretilen yapay beyin, üreticisini yenebilir mi? Ona hükmedebilir mi?

Satrançta bu sonuca varıldı gibi görünüyor. Ancak yine de insanlar arasında oynanan turnuvalar heyecan yarattığı halde, bilgisayarlar arasındaki karşılaşmalar çok mekanik olduğu için sıkıcı bulunuyor. Ne kadar ileriyi hesaplayabilseler de, saniyede milyarlarca hamleyi analiz edebilseler de, bilgisayarlar ruhsuz oynuyor. Onların düşünmesinden değil, ancak hesaplamasından bahsedebiliyoruz. Hala düşünmek insana özgü bir yeti.

Umut etmek insana özgü, beğenmediği bir şey karşısında tepki göstermek insana özgü.

 

Selim Altınok.

 

Eylem Tuncaelli ve Naci Sönmez serbest, Onur Hamzaoğlu ve Hacer Özdemir’e tutuklama

HDP Kongresi öncesinde, 9 Şubat günü yapılan operasyonla  gözaltına alınan HDK ve HDP bileşenleri yetkililerinin savcılık ifadeleri tamamlandı.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eşbaşkanları Naci Sönmez ve Eylem Tuncaeli ve Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) Eş Sözcüsü Kezban Konukçu adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Genel Başkanvekili ve Sosyalist Kadın Meclisi (SKM) Sözcüsü Fadime Çelebi, Sosyalist Yeniden Kurtuluş Partisi (SYKP) Eş Genel Başkanı Ahmet Kaya ile Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkan Yardımcısı Hacer Özdemir tutuklanması istemiyle mahkemeye sevk edildi.

Tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilen isimler, sabah saat 9.30’da (16 Şubat) götürüldükleri adliyede sabaha karşı 5’e kadar kaldılar. Sorguların tamamlanmasının ardından DBP Eş Genel Başkan Yardımcısı Hacer Özdemir ve SYKP Eş Genel Başkanı Ahmet Kaya adli kontrol şartıyla serbest bırakıldılar.

Onur Hamzaoğlu

HDK Eş Sözcüsü Onur Hamzaoğlu ve ESP Genel Başkan Vekili ve SKM sözcüsü Fadime Çelebi  ise tutuklandılar.

(Gazete Duvar)

Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Ilıcak’a ağırlaştırılmış müebbet

Aralarında Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın da olduğu 6’sı tutuklu 7 sanıklı 15 Temmuz darbe girişimi medya davasında karar çıktı.

Silivri’de görülen davada İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi Ahmet ve Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Fevzi Yazıcı, Faruk Şimşek ve Şükrü Tuğrul Özşengül hakkında “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Tutuksuz yargılanan Murat Tibet Sanlıman ise beraat etti.

T24’ün haberine göre Mahkeme “Meclisi ortadan kaldırmaya teşebbüs” ve “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamalarından karar verilmesine yer olmadığına hükmetti.

19 Haziran 2017’de görülmeye başlayan dava kapsamında bugüne dek beş duruşma yapıldı.

Ahmet Altan mahkemedeki duruşmalarda “Bugüne kadar yüzlerce kez yargılandım. 28 Şubat’ta yargılandım, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandım, devlet güvenlik mahkemesinin ucubelerinde yargılandım, fakat ilk defa anaysa suçu işleyen bir mahkemede yargılanıyorum. Böyle bir yargılama ne Osmanlı’da ne Cumhuriyet tarihinde görüldü. Hiçbir devlet, iki siyasetçiyle iki yargıcın hukuk devletini çökertmesine izin vermez. Vermeyecektir de. Hukuk dışı, Anayasa dışı, yasa dışı yolculuktan vazgeçmeniz herkes için daha hayırlı olacaktır.” diyerek savunma yapmıştı.

 

 

Gazeteci Deniz Yücel tahliye edildi

Alman Die Welt gazetesi, Türkiye’de bir yılı aşkın süredir cezaevinde olan muhabiri Deniz Yücel’in serbest bırakıldığını duyurdu. Almanya Dışişleri Bakanlığı haberi doğruladı.

Türkiye’de 14 Şubat 2017’den bu yana cezaevinde tutulan Die Welt muhabiri Deniz Yücel’in serbest bırakıldığı açıklandı. Die Welt gazetesinin internet sitesinde yer alan haberde, “Nihayet! Bir yılı aşkın süredir Türkiye’de alıkonulan Welt muhabiri Deniz Yücel serbest kalıyor. Avukatı Veysel ok bu bilgiyi verdi” denildi.

Deniz Yücel’in avukatı Veysel Ok da gazetecinin serbest bırakıldığını doğruladı. Ok Twitter hesabından, “Ve nihayet müvekkilim Deniz Yücel hakkında tahliye kararı çıktı” paylaşımında bulundu.

Alman Dışişleri Bakanlığı da tahliye kararını teyit etti. Bir Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, “Şu anda medyada dolaşan bu haberi teyit edebileceğim sinyalleri aldım” ifadesini kullandı. Deniz Yücel’in eşi Dilek Yücel de Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, “Deniz özgür!” dedi.

14 Şubat 2017’de kendi isteğiyle ifade vermek için gittiği emniyette gözaltına alınan Yücel, 27 Şubat’ta “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve terör propagandası yapmak” suçlamasıyla tutuklanmıştı. Deniz Yücel hakkında henüz iddianame hazırlanmamıştı.

Tutukluluğu Ankara-Berlin ilişkilerinde gerilime neden olan Yücel’in tahliyesine dair karar, Türkiye Başbakanı Binali Yıldırım’ın Münih Güvenlik Konferansı için Almanya’da olduğu dönemde alındı. Yıldırım, Perşembe günü de Berlin’de Almanya Başbakanı Angela Merkel ile görüşmüştü.

 

(DW Türkçe)

Bornova’ya “İklim Okulu” geliyor

Yeşil Düşünce Derneği ve Bornova Belediyesi’nin ortak yürüttüğü “Yeşil İklim, Yeşil Belediye” projesi kapsamındaki İklim Okulu 6 Mart Salı günü Bornova Dramalılar Köşkü’nde gerçekleştiriliyor.

İklim Okulu’nda katılım 30 kişi ile sınırlı. İklim Okulu’nda yer almak için bu bağlantı üzerinden başvuru yapabilirsiniz.

İklim Okulu’nun eğitmenleri ise Heinrich Böll Stiftung Derneği İklim Değişikliği ve Enerji Projeleri Koordinatörü Menekşe Kızıldere ile Yeditepe Üniversitesi, Yard. Doç. Barış Gençer Baykan.

6 Mart Salı günü 11:00 – 17:00 saatleri arasında gerçekleşecek İklim Okulu’nun konuları ise İklim değişikliğinin bilimsel arka planı, Küresel gelişmeler ve müzakereler, İklim değişikliğinin Türkiye’ye etkileri ve ulusal durum, İklim değişikliği neyi etkiliyor?, İklim değişikliği ve tematik konular Yerel yönetimler ve iklim değişikliği ve Atölye çalışması olarak belirlendi.

İklim Değişikliği hakkında temel bilgi edinmek, yerelde, ulusal ve uluslararası alanda iklim değişikliğine karşı yürütülen çalışmalar hakkında bilgi almak, çözümün bir parçası olmak için harekete geçmek ve konu hakkında bilgi birikimini artırmak isteyen İklim Okulu katılımcılarını bekliyor.

 

(Yeşil Gazete)

 

[Yeşil İşler] S360, “Sürdürülebilirlik Danışmanı” ile stajyer arıyor

Günümüzün ve geleceğin nesilleri için sürdürülebilirliği mümkün kılacak karmaşık konulara yalın ve etkin çözümler üreten S360, kendileri ile birlikte proje bazlı çalışacak “Sürdürülebilirlik Danışmanı” ve stajyer pozisyonları için takım arkadaşları arıyor.

İlgili pozisyona dair aranan genel nitelikler ile iş tanımı hakkında detay bilgi almak için S360’ın web sitesindeki ilan sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Yeşil iş ilanlarınız artık Yeşil Gazete’de

Yeşil İşler sayfamız için tklyn

 

(Yeşil Gazete, S369)

Baba tarafından faşist bir Türk; Anne tarafından kalleş bir Kürt…- Mine Söğüt

Bu yazı cumhuriyet.com.tr sitesinden alındı

Hangi genleri taşıdığınız, evet, önemlidir.
Ama sadece burnunuz, gözünüz, boyunuz posunuz değil…
Huyunuz da soyağacınızdaki insanlardan devşirilir.
Belki baba tarafından romantiksinizdir, anne tarafından mantıklı.
Babanızın babası endişelerden gelir, annenizin babası çalışkanlıklardan.
Anneanneniz komik olabilir, babaanne tarafınız suratsız.
Muhtemelen hepsi savaşlardan yaralı, göçlerden eksikli, hayat hikâyeleri kayıplarla ve yoksulluklarla bezeli.
Huylarını bilmediğiniz diğerleri…
Kim bilir hangi duygularla, hangi topraklarda nasıl hayatlardan derlendi.
Kayıtlara göre ister Gürcü olun, ister Kürt ya da Çingene veya Musevi…
Önemli olan hangi genetik köklerden geldiğiniz değildir.
Genlerini taşıdığınız insanların nasıl hayatlar yaşadıkları ve yaşadıklarından nasıl etkilendikleridir.
Çünkü bugün yaşadığınız hayat onların tercihleriyle şekillenir.
Binlerce yıldır yaşayan ve ölen sayısız insanın korkuları, umutları, hataları, zaferleri, yenilgileri…
Bugün içinde bulunduğunuz sistemi hep onlar belirledi.
Dedenizin Beyoğlu nüfusuna kayıtlı bir Selanik göçmeni olması önemli değildir.
Ama 6-7 Eylül olayları sırasında ne yaptığı önemlidir.
Rum komşusunun dükkânını yağmalayan bir insanın genlerini mi taşıyorsunuz?
O dükkânın kapısında durup saldırganları kovalayan bir insanın mı?
Nineniz?
Kafkasya’dan yürüyerek Kars’a gelirken…
O göç yollarında öksüz ve yetim bebekleri kendi bebeği gibi sırtladı mı?
Yoksa onların rızkına göz dikip, kendi çocuklarını mı kolladı?
Bir Kürt atanız bir Ermeni kızına tecavüz de etmiş olabilir;
Bir Ermeni kızını bağrına basmış da…
Düşmanla işbirliği yapanların soyundan mı geliyorsunuz?
Savaşı bitirmek için uğraşanların soyundan mı?
Eğer hikâye kötüyse aile içinde anlatılmaz.
Bunların kayıtlarını e-devlette de bulamazsınız.
Resmi kayıtlardan bir dedenizin Ermeni olduğunu belki öğrenebilirsiniz.
Ya da bir ninenizin Süryani olduğunu…
Atalarınızın göç yollarını görürsünüz.
Hangi tarihlerde kimin nerede doğduğunu.
Ama hiçbir devlet size onların nasıl hayatların içine doğduğunu anlatmaz.
Hangi duygularla yaşadıklarını… Hangi zaaflara kapıldıklarını… Hangi hataları yaptıklarını…
Savaşlar sırasında başlarına ne geldiğini…
Nelerden korktuklarını, nelere sevindiklerini…
Hangi yenilgilerle ya da zaferlerle biçimlendiklerini…
Bir Türk’ün ya da Kürt’ün genlerini taşımanızdan çok daha önemli bir şey vardır.
İyi bir Kürt’ün ya da Türk’ün genlerini taşımak.
Vicdanlı bir Ermeni’nin ya da Yahudi’nin torunu olmak.
Sağduyulu bir Gürcü’nün ya da Arap’ın soyundan gelmek.
Bu hayatta, geçmişinizde nasıl insanlar olduğunu ve onlardan size geçen hangi duyguları kişiliğinizde barındırdığınızı resmen öğrenmeniz mümkün değil.
Ama kendi kişiliğinize, değerlerinize, korkularınıza, isteklerinize bakarak bu konuda tahminler yapabilirsiniz.
Bunun sonucunda, geçmişinizi değiştiremezsiniz ama kendinizi değiştirebilirsiniz.
Diyelim ki…
Baba tarafından faşist bir Türk; anne tarafından kalleş bir Kürt’sünüz.
Bari bundan sonra…
Sizden öncekilerin kim olduğunu unutun.
Düşmanlıklardan, kinden, nefretten beslenen duygularınızı ayıklayın.
Şu korkunç dünyada…
İyi bir Türk, iyi bir Kürt, iyi bir Ermeni, iyi bir Çerkes, iyi bir Yahudi, iyi bir Çingene… olun
Siz, siz olun.
Her şeye rağmen… İnadına… Her koşulda…
Mutlak bir barış için direnen iyi bir insan olun.

Mine Söğüt – Cumhuriyet