Ana Sayfa Blog Sayfa 2877

Yunanistan sokaklarda: Türkiye, Yunan askerleri serbest bıraksın!

Yunanistan’da binlerce kişi, Türkiye’de tutuklanan iki askerinin serbest bırakılması için gösteri düzenledi.

Yunanistan’ın kuzeyindeki Orestiada (Kumçifliği) kentinde toplanan binlerce kişi, Türkiye sınırını geçtikten sonra tutuklanan iki Yunanistan askerinin serbest bırakılması için protesto gösterisi düzenledi.

Sınırdaki Kastanies (Kestanelik) kentinde toplanan bölgenin bisiklet kulübü üyeleri ise “Bu bölgede komşularımızla huzur ve uyum içinde yaşadığımız mesajını göndermek istiyoruz” diye konuştu.

Yunanistan merkezli haber ajansı ANA, hükümet sözcüsü Dimitris Tzanakopulos’un, askerlerin serbest bırakılması için diplomatik çabaların sürdürüldüğünü söylediğini yazdı.

Yunanistan Savunma Bakanı Kamenos, geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada Türkiye’de tutuklanan Yunanistan askerlerinin “rehin” olduğunu savunmuştu.

Yunanistan’daki Kastanies Sınır Kapısı karakolunda görev yapan 25 yaşındaki teğmen Angelos Mitretodis ve 29 yaşındaki astsubay çavuş Dimitris Kouklazis, 1 Mart akşamı sınırı geçince Türkiye’de askerlerce gözaltına alınmıştı.

İki asker, daha sonra ‘askeri casusluğa teşebbüs etmek’ ve ‘askeri yasak bölgeye girmek’ suçlarından tutuklanarak cezaevine gönderilmişti.

Askerler casusluk iddialarını reddederken, Yunanistan askerlerin iadesi için girişimlerde bulunduklarını açıklamıştı.

 

(Gazete Karınca, BBC Türkçe, EuroNews)

Gıda mühendisi Bülent Şık şeker fabrikaları satışının sağlık ekonomisine getireceğini yükü anlattı

Gıda Mühendisi Bülent Şık, şeker fabrikalarının özelleştirmesi ve kapatılması sonrası Türkiye toplumunu nelerin beklediğini Diken.com.tr’den Minez Bayülgen’e anlattı.

Şık’ın, 2016’da Akdeniz Üniversitesi, Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü’ndeki öğretim üyeliği görevine KHK ile son verilmişti.

Bülent Şık

Şekerin insan sağlığına zarar verdiğini artık kesin. Ama şu da bilimsel bir gerçek ki, mısırdan üretilen şekerle kıyaslandığında insan sağlığına çok daha az zarar veriyor. Türkiye’de şeker pancarını kim üretiyor? 

Şeker pancarı ana üreticisi kamuya ait Türk Şeker Fabrikaları. Piyasanın yaklaşık yüzde 70’ine hakim. Bunlar Cumhuriyetin ilk kurduğu fabrikalar, 1920’lerde faaliyetlerine başladı.

Türkiye’de kaç şeker fabrikası var?

25 tane kamu, sekiz tanesi de özel olmak üzere 33 fabrikada şeker üretimi yapılıyor.

Peki Türkiye’de nişasta bazlı şekeri kim üretiyor?

Tamamını yabancı sermaye üretiyor diyebiliriz. Nişasta bazlı şekerin yüzde 90’ını Amerikan menşeİli Cargill firması üretiyor. Geriye kalanını İngiliz Amylum ve birkaç yerli firma üretiyor.

“Türkiye’de şekerin tümü yabancılara veriliyor”

Yerli fabrikalar kapanırsa Türkiye’de şeker üretimi yabancı şirketlerin eline mi geçmiş olacak? 

Evet, uluslararası büyük firmaların artık önünde hiçbir engel yok.

Nişasta bazlı şeker Türkiye pazarına ne zaman girdi? 

Nişasta bazlı şeker üretimi, 2001’de dünyanın ne büyük gıda firmalarından Cargill’in Bursa Orhangazi’de birinci sınıf tarım arazisi ve su havzası üzerine çıkarılan özel bir af ile fabrika kurmasıyla başladı.

Şeker zaten zararlı. Nişasta bazlı şeker (NBŞ) ya da şeker kamışı ve pancarından elde edilmiş şeker arasında ne fark var? 

Bakın, şeker en kritik gıda maddelerinden biri. Bir kere bozulmalara karşı çok dayanıklıdır. Uzun yıllar saklayabilirsiniz. Şeker pancarı ve kamışından elde edilen çay şekeri olarak tarif ettiğimiz şeker de, nişasta bazlı şeker de fazla tüketildiğinde kilo alımı kaçınılmazdır. Ancak NBŞ’nin içinde pancar şekerine kıyasla yüksek oranda fruktoz var. Vücudunuza bol miktarda fruktoz girmesi hızla kilo almanıza ve kısa sürede obezite, metabolik sendrom gibi sağlık problemlerine neden olur.

“Meşrubatların tamamı mısır şurubu”

Nişasta bazlı şeker nerelerde, hangi gıdalarda kullanılıyor?

Tatlıların, unlu mamüllerin çok büyük bölümünde kullanılıyor. Alkolsüz içeceklerin tamamında var.

Nişasta bazlı şeker insan sağlığını nasıl bozuyor?

Nişasta bazlı şeker yüksek oranda fruktoz içerir. Alkolsüz her türlü içeceğin içinde fruktoz var. Türkiye’de yaklaşık 10 milyon insan obezite problemi yaşıyor. Çocuklar içinse durum, toplumsal bir felaket. Yaklaşık 2 milyon 200 bin civarında çocuğun obezite sorunu yaşadığı düşünülüyor. Düşünülenin aksine obezite kırsal bölgelerde de hızla yayılan bir sağlık sorunudur; yoksullukla ilgilidir çünkü…

“Fransa’da nişasta bazlı şekere izin verilmiyor”

Türkiye’de iktidar, nişasta bazlı şeker üretim kotasını son yıllarda kademe kademe artırıyor. Peki, gelişmiş ülkeler ne yapıyor? Onlar da nişasta bazlı şeker kullanımını artırıyorlar mı? 

Hayır. Aksine Batı’da nişasta bazlı şeker kullanımı her ülkede yok. Örneğin, Fransa’da nişasta bazlı şekere izin verilmiyor. Orada sadece pancar şekeri kullanılıyor. Almanya’daki NBŞ kotasıysa yüzde 2’nin altında. AB’nin NBŞ üretimi kullanımına izin verilen ülkelerdeki kota ortalaması yüzde 5 civarındadır.

Peki bizde durum ne? 

Bizdeki kota yüzde 10. Bakanlar Kurulu da diyor ki, ‘Bu kota yüzde 50’de artırılabilir.’ Ve zaten bakıyoruz, Bakanlar Kurulu bu kotayı 2002’den beri her yıl artırmış. Toplam şeker üretimi için de NBŞ’nin payı yüzde 15 civarında olmuştur. Şeker fabrikaları özelleştirildiğinde zamanla kapanacağını ve NBŞ kullanımının çok artacağını söyleyebilirim.

Daha fazla pancar üretip daha fazla şeker üretmek varken, Türkiye neden nişasta bazlı şeker kullanımını yaygınlaştırmaya çalışıyor?

Nişasta bazlı şeker sıvı bazlıdır. Fiyatı çok daha ucuzdur. Bir gıda firması için sıvı formda olan nişasta bazlı şeker unlu mamüller, alkolsüz içecekler ve tatlıların üretim işleminde çok daha kolay kullanılıyor. Şekeri çözme ve süzme gibi işlemlerle uğraşmıyor. Enerjiden tasarruf sağlıyor, bu da işine geliyor.

“Sadece şeker hastalığına 12 milyar TL harcanıyor”

Türk Şeker Fabrikaları zarar mı ediyor? 

Hesaplamayı siz yapın… Türk Şeker Fabrikaları’nın üretim kapasitelerinin en az üçte biri kullanılmamasına, bazı fabrikalarda üretim bütünüyle durdurulmamasına rağmen her yıl ülke ekonomisine 550 milyon dolar katma değer sağlıyor.

Hükümet ve çevresinin daha karlı bir girişim olarak sundukları şeker fabrikalarının özelleştirmeleri, sıkışan Türkiye ekonomisine biraz olsun nefes aldırabilecek mi? 

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle 3 milyar dolar civarından bir gelir elde edileceği bekleniyor. Size şöyle bir örnek vererek durumu açıklayayım: Peki Türkiye’deki diyabet hastası sayısı nedir? 7 milyon. Ve 7 milyon diyabet hastasının tedavisi için yaklaşık 12 milyar lira harcanıyor. Tedavi bir sosyal haktır elbette tartışılamaz ama devletin asli görevlerinden biri de koruyucu, önleyici tıp hizmetlerini oluşturmaktır ve bu tartışılmalıdır. NBŞ kullanımının artışıyla önümüzdeki yıllarda obezite ve diyabet sorunu yaşayan hasta sayısı çığ gibi artacaktır.

Marketlerde satılan kek, çikolata, bisküvi gibi gıda ürünlerinin ambalajında sadece şeker yazıyor ancak bu şekerin nişasta bazlı mı yoksa şeker pancarından üretilmiş şeker olup olmadığı anlaşılmıyor. Bu doğru mu?

Doğru. Ama daha büyük mesele ürünlerin içerisindeki şeker miktarının ne kadar olduğudur. Bu da sadece laboratuvar analizleriyle anlaşılabilir. Piyasada satılan abur cubur yiyecek ve içecek kategorisindeki birçok ürün, Dünya Sağlık Örgütü’nün günlük tavsiye ettiği şeker alım miktarından çok daha yüksek oranda şeker içeriyor. Özellikle çocukların yediği gıdalarda ve çocukluk çağı obezitesi sorunu o nedenle hızla büyüyor.

“Akademi dünyası özelleştirmeye sessiz”

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı şekerli gıdaları laboratuvarda inceletmiyor mu? 

Bu bakanlığın görevleri arasında. Ama bakanlık tarafından şeker analizleri yapılıyor mu yapılmıyor mu belli değil. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın sitesine girin, hiçbir konuda bilgi bulamazsınız.

Peki nasıl bilinçli tüketici olacağız? 

Bu şartlar altında olamazsınız. Herkes Gıda Mühendislik bölümünde mi okuyacak? Okusanız bile ‘bilinçli’ olabilir misiniz o da bir soru. Ne de olsa akademik çevrelerden şeker fabrikalarının özelleştirilmesine karşı çıkmış bir tane ses, yazılmış bir tane makale yok.

Hükümet şeker fabrikalarını özelleştirmekte kararlı. Bunun sonuçları ne olacak? 

Türk Şeker Fabrikaları’nın özelleştirilmesi telafisi olmayan bir kayba dönüşecek.Türkiye, pancar şekerinde kendine yeterliliği olan ülke konumunu kaybedecek. Fabrikalar kapanacak. En büyük zararı çiftçiler görecek. Toplum olarak NBŞ’ye mahkum olacağız. Zaten şu an bile yılda üretim kotasının üç katı miktarı yani yaklaşık bir milyon ton NBŞ’yi tüketiyoruz. Bir süre sonra da önümüze yeni bir tartışma konusu gelecek.

“Nişasta bazlı şekerin büyük kısmı GDO’lu”

Nedir o?

“Biz nişasta bazlı şekeri mısırdan üretiyoruz. Mısır ABD’de GDO’lu, Arjantin’de GDO’lu ve çok ucuz. Niye Türk çiftçisi bu kadar pahalıya mısır üretsin ki?” diyecekler. O zaman da GDO’lu mısırın Türkiye’ye girip girmemesi, GDO’lu yiyeceklerin sofraya gelmesi tartışılacak. Gidişat, hem toplum sağlığı hem de ülke ekonomisi açısından hiç de hayırlı sonuçlar doğurmayacak.

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesine üreticiden tüketiciye, siyasetten, sivil toplum kuruluşlarına kadar büyük tepki geldi. AKP sözcüsü Mahir Ünal ise ‘Yola devam’ dedi. Ünal, nişasta bazlı şeker aleyhine büyük bir kara propaganda yapıldığını da söyledi. Kara propaganda mı yapılıyor? 

Kara propaganda falan yok. Tamamen gerçekler konuşuluyor. İktidar her zaman ki gibi davranıyor, kendi çıkarlarına eleştiri getirenleri damgalamaya devam ediyor. Bu özelleştirmeyle, Türkiye’deki şeker üreticileri 10 yıl içinde yok olacak. Durum bu kadar açık.

Hükümet yetkilileri ihaleye şartnameler getirdiğini açıkladı. Buna göre fabrikaları satın alan kurumlar, buraları beş yıl boyunca çalıştıracakmış. Peki beş yıl sonunda ne olacak? 

Beş yıl sonra ne olacak belli değil. Ama bu kurumlar özelleştirilecek, satılacak. Birileri gelip ihaleyle bu şeker fabrikalarını alacak. Aynı şeyi biz Süt kurumunda, Et ve Balık kurumunda da gördük. Türkiye’de kamu kurumları son 30 yılda ortadan kalktı. Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Et ve Balık Kurumu Türkiye’nin yem sanayisi kurumu… bunların tamamı özelleşti. Tümünün makinaları, fabrikaları, arazilerinin yerlerinde yeller esiyor. Türkiye’deki en büyük süt endüstrisi kurumu fabrikası, SEK 1995’te özelleştirildi. İstanbul’da Yenibosna’daydı. Şimdi onun yerinde kocaman bir alışveriş merkezi var. Kaybettiğimiz şeyleri yeniden yerine koyamıyoruz.

“Cargill, Türkiye’de de hükümet politikasını etkiler”

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, kısa bir süre önce Türkiye’ye gelen  ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ile Cumhurbaşkanı Erdoğan görüşmesinde şeker fabrikalarının satışı kararı çıktığını öne sürdü. ABD, Türkiye’nin şekeriyle neden ilgilensin? 

Cargill gibi muazzam ciroya sahip şirketler bizim gibi ülkelerin hükümet politikalarını etkiler. Zaten piyasa dediğimiz sistem kamu ve çevre sağlığını dikkate alarak işlemez. Sistem sadece kar etmek üzerine hareket eder.

Cargill’in hükümete sunduğu rapor, özelleştirmenin çok iyi ve karlı bir iş olduğunu anlatıyor. Cargill gibi yabancı şirketlerin raporlarında yazılanlar hükümet için öneriler kategorisine mi yoksa yapılacaklar listesine mi giriyor? 

Bakın 2001’e gidelim Türkiye’deki şeker kanunu çıkarılırken, o kanunda geçici bir madde vardı. Kabaca şöyle diyordu: “Türkiye’deki iktidar, şeker ile ilgili konuları, uluslararası kurumlarla müzakare ederek belirler.” Aslında Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuruyla bu madde iptal edilmişti. Toplumu düşünen, haysiyet sahibi iktidarlar bu tip şirketlerin söylediklerini yapmazlar.

Hükümet, Cargill’in raporunda yazılan her şeyi hayata geçirmekte kararlı gözüküyor öyle değil mi? 

Öyle ama tabii Cargill rapor yazmasaydı da, Türkiye’de şeker fabrikalarını özelleştirecek bir iktidar var.

“Köyden kente bu sefer de şeker göçü yaşanacak”

Dünya, tarımı her geçen gün önemserken Türkiye tarımdan çekilmeye çalışıyor. Köyler, kentlerin ve ilçelerin mahallerine dönüştü, hayvancılık ve tarım bitti. Bu yüzden de dünyada gıda fiyatları düştüğünde Türkiye’de artmaya devam ediyor. Bu politikanın kime faydası var? 

Kısa vadede şirketler kazanıyor, toplum kaybediyor. Ancak öyle bir ekolojik kriz geliyor ki, böyle giderse uzun vadede herkes kaybedecek.

Yine hem CHP, hem de sizin raporunuza göre, şeker fabrikalarının özelleştirilmelerinin bir de Doğu- Batı arasındaki gelir uçurumunu artıracağını okuyoruz. Şekerpancarı tarımı ve şeker üretimi milyonlarca kişinin geçim kaynağı. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi halinde kırdan kente ciddi bir göç dalgası bekleniyor mu? 

Elbette. Tütünü hatırlayın. Tütün fabrikaları özelleştirildi, tütün üretimi bitti. Peki, bu üreticiler ne yaptı? Bır kısmının maddi imkanı vardı, başka ürün ekip dikiyor. Ancak büyük bölümü kentlere zorunlu göç etti. Şeker ki, hem yem, hem alkol hem de maya sanayini ciddi olarak etkiliyor. Pancar şekerinin taşınması, işlenmesi, şekere dönüştürülmesi, öte yandan işlenme sırasında melas denilen alkol ve maya sanayinin önemli bir ham maddesinin ortaya çıkması. Keza pancar küspesi yem sanayi için önemli bir kaynak. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ve kapanmasıyla da bu sektörlerde çalışanlar artık işsiz olacak.

İnsanlar kendilerini nasıl koruyacaklar? Ne öneriyorsunuz?

‘Onu bunu yemeyin’ gibi önerilerde bulunmak, polemik nedeni oluşturacak sözler sarfetmek istemem. Neyin zararlı neyin yararlı olduğunu az çok biliyoruz. Eğer sağlıklı beslenmek istiyorsak, Türkiye’deki sağlıksız siyasal atmosfere karşı politika yapmak zorundayız. Politik süreçlere dahil olmadan; örgütlerde, inisiyatiflerde yer almadan kimse sağlıklı kalmayı beklemesin.

 

(Diken)

Avrupa Komisyonu’ndan daha yeşil ekonomi için finansman eylem planı

Avrupa Komisyonu gerçekleştirdiği bir basın konferansı ile Avrupa Birliği’nin iklim değişikliği ve sürdürülebilir kalkınma gündemini destekleyecek finansal sistemin temellerine dair yeni eylem planını açıkladı.

8 Mart 2018’de yapılan basın açıklamasında gezegenimizi karşı karşıya bıraktığımız iklim değişikliği, yoğun kaynak tüketimi ve ilgili çevresel problemlerin çözümü için her alanda acil eyleme ihtiyaç duyulduğu; bu eylemlerin de ek yatırım ihtiyaçları getirdiği belirtildi.

Bu çerçevede AB’nin çözüm adına benimsediği politika ve eylem paketlerinin her yıl en az 180 milyar euro’luk bir yatırım gerektirdiği vurgulanırken, AB’nin 2030 sera gazı azaltım hedeflerine ulaşabilmesi için finans ve ekonomi genelinde bir takım yeni prensipler, kurallar ve tedbirlerin benimsenmesinin artık elzem olduğu açıklandı.

Komisyonun açıkladığı yeni eylem planı, AB’nin iklim değişikliği ile mücadelede yeni çerçeve olan Paris Anlaşması bağlamındaki hedeflerini destekleyici prensiplerin yanı sıra ilgili yatırım ve teşvikleri için gerekli olan sermayenin hareketlendirilmesi ve yönlendirilmesi için tedbirler içeriyor.

“Daha yeşil” ve temiz ekonomi amacı göz önüne alınarak hazırlanan eylem planı aynı zamanda Avrupa Komisyonu Sermaye Piyasaları Birliği’nin (CMU) ilgili çabalarını da destekleyici şekilde tasarlandı.

Bu yeni eylem planı, hatırlanacağı üzere yakın zamanda yayımlanan Avrupa Komisyonu Sürdürülebilir Finans Üst Düzey Uzman Grubu raporunu da temel alıyor.

Avrupa Komisyonu’na sunulan bu raporda bireysel ve kurumsal yatırımcıların sürdürülebilirlik konusunda yapması gerekenler başta olmak üzere birçok yeni öneriler bulunuyordu.

Eylem planının, AB Çok Yıllık Finansal Çerçevesi (MFF) kapsamında iklim değişikliğiyle mücadele ve sürdürülebilirliğin önceliklendirilmesi için ek bir baskı unsuru oluşturması bekleniyor.

Komisyon Başka Yardımcısı Frans Timmermans, “Daha sürdürülebilir, yeşil ve temiz bir ekonomiye geçiş ekonomi, istihdam, halk sağlığı ve tabii ki gezegenimiz için oldukça isabetli bir amaç” şeklinde konuşarak, “Bugün, finansal sistemimizin bu amaç doğrultusunda çalışacağından emin olmak için tedbirler almış bulunuyoruz” diye ekledi. Avrupa Komisyonu Sermaye Piyasaları Birliği’nin finansal istikrardan sorumlu Başkan Yardımcısı Valdis Dombrovskis ise Avrupa Komisyonu Sürdürülebilir Finans Üst Düzey Uzman Grubu çalışmalarından ilham aldıklarını belirtti.

AB’nin İstihdam, Ekonomik Büyüme, Yatırım ve Rekabetçilikten sorumlu Başkan Yardımcısı Jyrki Katainen AB’nin halihazırda sosyal altyapılar ve kaynak verimliliğine yatırım konusunda liderliğine dikkat çekerek altyapı yatırımlarının önemine değindi. Avrupa Stratejik Yatırımlar Fonu (EFSI) kapsamındaki tüm yatırımların bundan böyle en az %40’ının Paris Anlaşması hedeflerine ulaşmaları doğrultusunda yapılacağını belirtti.

Yeni eylem planının yatırımcılar için düşük karbon ekonomisine geçiş, kaynak verimli ve döngüsel bir ekonomine giden yolda doğru yatırım sinyalleri vereceği düşünülüyor.

AB İklim ve Enerji Eylemi Komisyoneri Miguel Arias Cañete, Paris Anlaşması’nın devasa bir yatırım fırsatı olduğuna dikkat çekerken, bu imkanın gerçekliğe dönüştürülmesinin asıl mücadele alanı olduğunu savunuyor.

Cañete bu eylem planı ile beraber AB’nin bu mücadele alanında yatırımcılara somut bir yön ve destek sunduklarını belirtti.

Sürdürülebilir büyüme için Finansman Eylem Planı’nın ana bileşenleri neler?

Yaklaşık bir yıl önce Avrupa Komisyonu Sürdürülebilir Finans Üst Düzey Uzman Grubu düşük karbon ekonomisine geçişte finans sektörüne bir takım önerilerde bulunmuştu. Avrupa Komisyonu, grubun nihai raporundan hareketle AB’nin sürdürülebilir büyüme için finansman eylem planını hazırladı ve finansal sistemin tüm aktörlerin rolleri yeniden düşünüldü. Eylem planında, sürdürülebilir finansman bağlamında neyin sürdürülebilir olduğunun tanımlanması ve yatırımların en fazla etkiyi yapabilecekleri alanların belirlenmesi için yeni ve ortak bir dil (taksonomi) oluşturulması gerektiği vurgulanıyor.

Planda aynı zamanda yeşil finansal ürünler için AB etiketlerinin yaratılması gerekliliği vurgulanıyor. Yatırımcıların bildirim yükümlülüklerinin sürdürülebilirlik ve iklim riskleri lensinden yeniden ele alındığı belgede, yatırımcılar ve sigorta şirketlerinin müşterilerine seçimleriyle ilişkili sürdürülebilirlik etkilerine dair detaylı bilgiler vermeleri zorunlu hale geleceğinden bahsediliyor.

Yeni plana göre, özellikle bankaların sermaye yeterliliklerinin sürdürülebilirlik çerçevesinde değerlendirilerek yeniden kalibre edilme olanakları araştırılacak. Kurumsal raporlama konusunda, Finansal İstikrar Kurulu’nun İklim Bağlantılı Finansal Bildirimler (TCDF) önerileri doğrultusunda yeni tedbirlerin alınacağı da vurgulanan noktalar arasında.

Avrupa Komisyonu 22 Mart 2018’de yeni eylem planının tartışmaya açılacağı yüksek seviyeli bir etkinlik düzenleyecek.

 

(İklim Haber)

İzmirli kadınlar kadına şiddeti 3. Renkli Kadınlar Koşusu ile protesto etti

Gaziemir Belediyesi’nin 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlamaları kapsamında kadın sorunlarına dikkat çekmek için düzenlediği ‘3. Renkli Kadınlar Koşusu’nda kadınlar 4 kilometrelik parkuru özgürlükleri, hakları ve kadına şiddete hayır, kadın cinayetlerine dur demek için koştu.

Gaziemir Belediyesi ‘Kadın eli barış’ temasıyla düzenlediği 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlamaları kapsamında ‘Renkli Kadınlar Koşusu’ yapıldı. Kadın sorunlarına dikkat çekmek amacıyla düzenlenen koşuya İzmir Atletizm Spor Kulübü’nün katkı sağladı.

‘Kadına şiddete hayır’ sloganıyla düzenlenen koşuya her yaştan kadınlar katıldı. Gaziemir Belediyesi önünden Belediye Başkanı Halil İbrahim Şenol’un verdiği startla koşuya başlayan kadınlar özgürlükleri, hakları ve kadına şiddete hayır, kadın cinayetlerine dur demek için koştu.

Kadınlar, Türkan Saylan Caddesi’nden başlayarak Atatürk Bulvarı, Abdülhamit Yavuz Caddesi’nden devam ederek Arda Meydanı’nda son bulan 4 bin metrelik parkurda ter döktü.

“Renkli kadınlar” hakları için koştu

Kadınların yoğun ilgi gösterdiği koşuda Yıldızlar Kategorisi’ni Gülser Yardım birinci, Çağlayan Kaya ikinci, Ümran Aktaşüçüncülükle tamamladı. Genç Kadınlar Kategorisi’nde Şerife Uysal birinci, Yaren Ekici ikinci, Büşra Kökoğlu üçüncülükle şampiyonluk kürsüsünde yerini aldı.

Büyük Bayanlar Kategorisi’nde Seyran Adar birinci, Özlem Işık ikinci, Nermin Yılmaz üçüncü oldu. 35-45 yaş kategorisinde ise Tülin Okyay birinci, Hacer Uslu ikinci, Pelin Pelis üçüncülükle parkuru tamamladı. Masterler kategorisinde yarışan Raziye Arabacı birinci, Füsun Tuğluer ikinci, Sibel Kertelli üçüncülükle yarışmayı tamamladı, şampiyonluk kürsüsünde yerini aldı.

Koşuda dereceye girenlere kupa ve madalyalarını Gaziemir Belediye Başkanı Halil İbrahim Şenol, Türkiye Atletizm Federasyonu eski Başkanı, eski Milli Atlet Semra Aksu ile eski milli atlet Barış Özatman törenle verdi.

Koşuya katılan kadınlara teşekkür eden Başkan Şenol, “Kadın sorunlarına ve cinayetlerine dikkat çekmek için bu koşuyu 3. kez düzenliyoruz. Kadına şiddet kadın cinayetleri gün geçtikçe artıyor. Bunu protesto etmek, bu durumun önüne geçmek için bu koşuyu düzenliyoruz” diye konuştu.

 

(Ege’nin Sesi)

İran’da düşen Başaran Holding’e ait özel uçağın kara kutusu bulundu

Dubai’den Türkiye’ye dönüş yolundayken İran’da Çaharmahal ve Bahtiyari vilayetindeki dağlık bölgeye düşen Başaran Holding’e ait özel jetin kara kutusu bulundu.

BBC Farsça Servisi’nin İran medyasına dayandırdığı haberlere göre Çarmahal ve Bahtiyari vilayeti yetkilisi Cafer Mardani, uçaktaki yolcu ve mürettebattan 10’unun cenazesine ulaşıldığını söyledi.

Mardani, ulaşılan cenazelerin kimlik tespiti için DNA testlerinin yapıldığı bilgisini verdi.

Cesetlerin parçalanma ve yanma nedeniyle kimlik tespitinin zor olduğu bildirildi.

Yetkili ayrıca, uçakta hayatını kaybedenlerin aileleri ile Türkiye’den yetkililerin cenazeleri almak için Şehrekürt Havalimanı’na geleceklerini ifade etti.

Kurtulan olmadı: 11 ölü

İran’ın ISNA ve FARS haber ajansları, İran Acil Yardım Kuruluşu Sözcüsü Mojtaba Khaledi’ye dayandırdığı haberinde uçaktaki 3’ü mürettebat 11 kişiden kurtulan olmadığını duyurmuştu.

Uçakta, iş insanı Hüseyin Başaran’ın şirketinin yönetim kurulu üyesi de olan kızı Mina Başaran ve 7 yedi kız arkadaşı ile iki kadın pilot bir hostes bulunuyordu.

Grup, Mina Başaran’ın bekarlığa veda partisi için Dubai’deydi.

Mina Başaran, Instagram hesabında Dubai’den #minasbachelorette (Mina’nın bekarlığa vedası) etiketiyle uçağın içinden fotoğraf paylaşmıştı.

İran Dışişleri Bakanlığı internet sitesinden yaptığı yazılı açıklamada “Olaydan büyük üzüntü duyuyoruz” dedi.

İran Ulusal Sivil Havacılık Örgütü tarafından yapılan açıklamada da, jetin yerel saatle 16.59’da İran hava sahasına girdiği, 18.09 civarında (TSİ 17.39 ) düştüğü belirtildi.

“Pilot alçalma talebinde bulundu”

Açıklamada, pilotun bölgedeki İran hava trafik kontrol merkeziyle irtibata geçtiği, teknik arıza nedeniyle alçalma talep ettiği ardından jetin ani bir şekilde hız kaybederek radardan kaybolduğu bilgisi verildi.

Anadolu Ajansı’nın haberine göre Türk jetin pilotu, Sharjah’tan kalktıktan sonra kule ile son temasında alçalma talebinde bulundu, uçak kalktıktan bir süre sonra tırmanmayı henüz tamamlamadan TC-TRB kuyruk tescilli uçağın pilotunun kule ile temasa geçerek “Alçalma talep ediyorum” dediği kaydedildi.

Özel jetin neden düştüğüne ilişkin resmi bir açıklama yapılmazken, Khaledi uçağın motorlarından birinin alev aldığını, bölge sakinlerinin de çarpışma anına tanık olduğunu söyledi. Khaledi, alevlerin kilometrelerce öteden bile görüldüğünü belirtti.

Hürriyet’in haberine göre Başaran Holding’e ait jetin kaptan pilotu Hava Kuvvetleri’nin ilk kadın pilotlarından Beril Gebeş ile ikinci pilot Melike Kuvvet’ti.

İş insanı Hüseyin Başaran’ın şirketinin yönetim kurulu üyesi olan kızı Mina Başaran 

28 yaşındaki Mina Başaran’ın sosyal medya hesabında, bekarlığa veda partisinde kendisine eşlik eden arkadaşlarını da fotoğraflarına eklemişti.

Fotoğrafta, Mina Başaran’a, arkadaşları Zeynep Coşkun, Ayşe And, Burcu Urfalı, Aslı İzmirli, Liana Hananel, Jasmin Baruh ve Sinem Akay eşlik ediyordu.

 

(BBC Türkçe)

Buğday Derneği: Organik tarım dünya nüfusunu besler

Buğday Derneği, yayınladığı yazılı açıklama ile organik tarım yöntemleri ile üretimin, bilimsel çalışmaların da gösterdiği üzere dünyada hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamayacağını iddia eden konvansiyonel tarım savunucularının aksine dünyayı besleyebileceğini kanıtladığını belirtti.

Dünyada yaklaşık 70 yıllık bir geçmişi bulunan pestisitler, sentetik gübreler, GDO vb. gibi endüstriyel tarım yöntemlerinin doğal varlıklara, ekosisteme ve insana zarar vermesine rağmen, maksimum verimi elde etme çabasının geldiği noktanın pek parlak sayılamayacağının da vurgulandığı açıklamanın tam metni şu şekilde:

“Organik tarım dünya nüfusunu besler

Organik üretimin, dünyada hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamayacağını iddia eden konvansiyonel tarım savunucularının aksine, bilimsel araştırmalar organik tarımın dünyayı besleyebileceğini kanıtlıyor.

Dünyada ve ülkemizde tarımın önemi yadsınamaz, ancak tarım politikaları tek bir hedefe indirgenmiş durumda: Nüfus artışına paralel olarak ürün verimliliğini artırmak ve insanları doyurabilmek. Peki genel söylem bu yönde olsa da sosyo-ekonomik analizler bunu destekliyor mu?

Söz konusu hedefin ve bu hedefe ulaşabilmek için uygulanan endüstriyel tarım yöntemlerinin (pestisitler, sentetik gübreler, GDO vb.) dünyada yaklaşık 70 yıllıkbir geçmişi var. Bu 70 yılın ardından, doğal varlıklara, ekosisteme ve insana zarar vermesine rağmen, maksimum verimi elde etme çabasının geldiği nokta pek parlak değil: 2016 tarihli Gıdada Sürdürülebilirlik Endeksi’ne göre dünyada gıdaya erişimi yetersiz 1,8 milyar insan yaşıyor. Yani iddia edildiği gibi, endüstriyel tarım yöntemleriyle dünyayı doyurma hedefi gerçekleşmedi. Çünkü açlık sorununun nedeni, gıdanın yetersiz olması değil, üretimin adil paylaşılmaması, insanların alım güçlerinin eşit olmaması, israf ve kâr odaklı tarım politikaları.

BM Gıda Hakkı Özel Raportörü Prof. Hilal Elver, bir milyar insanın aç olduğu tespiti üzerinden kırsaldaki küçük aile işletmeleri ve çiftçilerin güçlendirilmesi için hükümetleri tarım alanında demokratik reformlara davet ediyor.

Küresel ısınma, iklim değişikliği, çoraklaşan toprak, kirlenen su kaynakları, zarar gören canlılar ve ekosistem dikkate alındığında, uzun vadede konvansiyonel/ endüstriyel tarım, organik tarımdan daha verimli değil.

ABD’deki Rodale Enstitüsü’nün, bu tarım yöntemlerine dair karşılaştırmalı verimlilik araştırmaları bunu kanıtlıyor. Enstitü 1981’de başladığı The Farming Systems Trial projesi ile, konvansiyonel tarımdan organik tarıma geçiş dinamiklerini inceledi. Aynı dönemde hem konvansiyonel hem de organik üretim yapan Enstitü, 1986-2014 yıllarını kapsayan bir istatistik yayımlayarak, organik üretimdeki verimin konvansiyonel üretimi yakaladığını, hatta kurak dönemlerde organik üretimdeki verimliliğin daha yüksek olduğunu açıkladı.

Mısır ve soya üretimi üzerinden gerçekleşen projede, özellikle kurak dönemlerde organik tarımın verimliliğinin daha fazla olduğu görüldü. Rapora göre, kurak geçen yıllarda mısırın organik üretimdeki verimi, konvansiyonele göre %31 daha fazla oldu. Konvansiyonel mısır, kurak dönemlerde besinsiz kalıp kuruma eğilimi gösterirken, organik mısır dayanıklılık göstererek yeşil kalabiliyor.Toprağın sağlığı ve canlılığının kanıtı olan organik bileşen miktarı, organik üretimde her yıl artış gösterirken, konvansiyonel üretimde giderek azalıyor.

Tohum verimi ve kalitesinde fark yok

1998 yılında organik tarım çalışmalarına başlayan Atatürk Bahçe Kültürleri Merkez Araştırma Enstitüsü sebzecilik bölümünün verileri de tohum verimi ve kalitesi açısından benzer bir sonuca işaret ediyor.

2004-2009 yılları arasında organik tarım ve konvansiyonel tarım koşullarında, pırasa tohumunun verimi ve kalitesini inceleyen Enstitü, aralarında herhangi bir fark olmadığını belirledi. Hatta organik pırasa tohumunun verimi bazı koşullarda daha yüksek çıktı, çimlenme oranı ise konvansiyonele göre önemli bir artış gösterdi. Araştırma sonucunda; çevreye uyum sağlamış çeşitler, temiz tohumluk ve sağlıklı fide kullanımı seçildiğinde, hastalık ve zararlılar ile entegre mücadele yapıldığında, kültür bitkisi ile yabancı ot rekabeti oluşmadan yabancı otlar üretim alanından uzaklaştırıldığında, toprak analizine dayalı, toprağın sürdürülebilir kullanımını esas alan gübreleme programları uygulandığında, sağlıklı, ekonomik ve kaliteli ürün üretilebileceği ortaya kondu.

Her iki enstitünün aldığı sonuçlara göre, üretim profesyonelce yapılır, gerekli ARGE ile desteklenir, ziraat mühendisleri çiftçilere gerekli eğitimi verir, hükümetler ekolojik tarımı destekleyecek politikaları hayata geçirirse, verimlilik ibresi -değişen iklim şartları da dikkat alındığında- konvansiyonel tarımdan değil organik tarımdan yana.

Tüm dünyada organik tarıma geçilse ne olur?

Rodale Enstitüsü’nün araştırması umut verici. Peki, sadece belirli bir alanda değil, dünya genelinde organik üretime geçilse sonuç ne olurdu? Araştırma kuruluşu FiBL(Research Institute of Organic Agriculture), herkesin merak ettiği konuyu inceleyerek, tüm tarım alanlarında organik üretime geçilirse, 2050 yılında sonucun ne olacağını ortaya koydu. Pek çok araştırma kuruluşunun işbirliğiyle gerçekleşen incelemeye göre, tamamlayıcı bazı faktörlerle birlikte,organik tarım dünyayı doyurabilir. Hatta dünya nüfusunun beslenebilmesi için, mevcut tarım arazilerinin %60’ında organik üretime geçilmesi yeterli. FiBL’e göre bunun gerçekleşmesi için hayvansal ürün tüketiminin ve yetiştirilen hayvan sayısının, dolayısı ile yem üretimi ve israfın da azalması gerekiyor.

FiBL; dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla toprağa ihtiyaç duyulacağını öngörüyor. Justus Liebig Üniversitesi’nden Prof. Andreas Gattinger,mevcut şartlar altında konvansiyonel tarım ile organik tarım arasında %25’lik bir verim boşluğu olduğunu belirtse de, Rodale Enstitüsü’nün ve Atatürk Bahçe Kültürleri Merkez Araştırma Enstitüsü’nün çalışmaları gelecek için ümit vadediyor.

2050 yılında dünya nüfusunun yaklaşık 10 milyar olması bekleniyor. Konvansiyonel tarım, dünya nüfusunu doyurmaya aday olsa da, iklim değişikliğine etkisi, toprak, su gibi doğal varlıkları tüketiyor oluşu nedeniyle, yaşamın sürdürülebilirliği için bir an önce vazgeçilmesi gereken bir üretim biçimi. Organik tarım ise sürdürülebilir bir gelecek vadediyor. Rodale Enstitüsü, organik tarımın, konvansiyonel tarıma göre yaklaşık %50 daha az sera gazı salımı sağladığına dikkat çekiyor.

Verimlilik konusunda çalışmalar devam ederken, gıda israfının çok fazla olması dikkatleri ”yeterli ürün yetiştirme” konusundan ”yetişen ürünleri israf etmeme”ye yöneltiyor.

Gümrük ve Ticaret Bakanlığı İç Ticaret Genel Müdürlüğü verilerine göre, gıda ürünlerinin tarladan sofraya ulaşması sırasında yetersiz uygunsuz nakliye, depolama koşulları yüzünden, gıdanın %25’i heba oluyor.Dünyada her yıl israf edilen gıda miktarı ise en az 1,3 milyar ton. Dolayısıyla israf önlendiği taktirde, konvansiyonel tarımda sentetik ilaç ve gübrelerle sağlanmaya çalışılan verim artışına da ihtiyaç kalmıyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de, her yıl 1,7 milyar ekmek, 18 milyon ton meyve ve sebze çöpe atılıyor. Gıda israfının parasal bedeli ise 214 milyar lira.

2015 yılında dünyada organik tarım yapılan arazi 50,9 milyon hektar; yani dünya genelindeki tarım arazilerinin henüz %1’i. FiBL, gıda israfı yarı yarıya azaltılırsa ve kesif yem üretimi (yem amaçlı tahıllar vb) yarıya düşürülürse, mevcut tarım alanlarının % 60’ında dahi organik tarıma geçilmesiyle, hem verim hem de sürdürülebilirlik açısından 2050 yılında sağlıklı bir üretimin sağlanabileceğini belirtiyor.

FiBL’in öngösürü, yem üretimi azalacağı için,hayvansal ürün tüketiminin de üçte bir oranında azalacağı yönünde. Böylece dünyanın beslenme şekli iklimi koruyucu bir hale gelecek, çünkü endüstriyel hayvancılık, sera gazı salımının yaklaşık %15’inden sorumlu. Kuraklık, ani hava değişimleri ve seller gibi iklim değişikliklerinin gıda üretiminde verim düşüklüğüne ve kayıplara neden olduğu göz önüne alındığında doğa ve iklim dostu organik üretimin gıdanın sürdürülebilirliği açısından önemi daha belirgin hale geliyor.

Ekolojik ilkeleri, sağlıklı beslenmeyi, israf ve tüketim kültürünü, iklim değişikliklerini, gelecek kuşakları da dikkate alan, uzun vadeli, gıdanın erişilebilirliği ve adil paylaşımını, açlık sorununun temel sebeplerini dikkate alan politikalar üretilir ve hayata geçirilirse toprak, su gibi doğal varlıkları, tüm canlıları ve insan sağlığını önceliğine alan ekolojik tarımın, gelecekte de dünya nüfusunu besleyebileceği çok açık.

Kaynaklar:

https://www.nature.com/articles/s41467-017-01410-w

http://rodaleinstitute.org/assets/FST-Brochure-2015.pdf

http://www.dw.com/en/feeding-the-world-with-organics-a-realistic-prospect/a-40967602

https://www.youtube.com/watch?v=z4daLqmureU

http://orgprints.org/19175/1/Organik_P%C4%B1rasa.pdf

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği

 

(Yeşil Gazete, Buğday.org)

Farc’ın da dahil olduğu Kolombiya seçimlerinin kazananı barış anlaşması karşıtları

Kolombiya’da Pazar günü (11 Mart) düzenlenen  ve Farc’ın (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) da katıldığı seçimlerde,  2016’da varılan barış anlaşmasına karşı çıkan sağcı partiler sandıktan birinci çıktı ama hiç bir parti tek başına çoğunluğa ulaşamadı.

Seçimler, Kolombiya devleti ile 52 yıllık süren çatışmalarından ardından 2016’daki barış anlaşmasıyla siyasi partiye dönüşen Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri Farc’ın sandıkta yarıştığı ilk seçim oldu. Silahlı varlığına son veren Farc, siyasi parti olarak adını ‘Halk için Alternatif Devrimci Güç’e çevirmişti.

Oyların yüzde 90’ının sayılmasıyla Eski Devlet Başkanı Alvaro Uribe’nin Demokratik Merkez partisi mecliste en çok sandalyeye sahip parti oldu.

Farc ise kamu oyu yoklamalarının beklentisi doğrultusunda sandıkta oyların yalnızca yüzde 0.4’ünü alarak rakipleri karşısında zayıf kaldı ama barış anlaşması uyarısınca oy oranına bakılmaksızın Farc’a Senato’da 5, Temsilciler Meclisi’nde 5 olmak üzere Kongre’de toplam 10 garanti sandalye verildi.

Seçimlerin resmi sonuçlarının bugün (12 Mart Pazartesi) akşam saatlerinde açıklanması bekleniyor.

Sayılan oy oranına göre Demokratik Merkez partisi Senato’da 19, Temsilciler Meclisi’nde 33 sandalyeye sahip oldu. Ama hiçbir parti yüzde 16 oy oranını geçemedi.

 

(BBC Türkçe)

Bir türün diğer türler üzerindeki egemenlik aygıtı olarak devlet – Abdullah Onay

Bu yazı hayvanlarinaynasinda.wordpress.com sitesinden alındı

Siyasal düşünce tarihinde devlet genellikle toplum ile olan ilişkisi üzerinden tarif edilegeldi, toplumun genel çıkarlarının cisimleşmiş hali olarak görüldü. Marksist teoride ise devlet, sınıf egemenliğinin ve sömürüsünün sürdürülmesi işlevi üzerinden tanımlandı.

19. yüzyıl ve 20. yüzyılın sert sınıf mücadeleleri içinde şekillenen bu devlet tanımı, devleti, egemen sınıfın basit bir hizmetkarı olarak görüp, zor kullanma yönüne odaklandı daha çok. Daha sonraları devletin “göreli özerkliği” gibi kavramlarla devlet-toplum arasındaki karmaşık ilişkileri anlamaya dair teorik katkılar yapıldı. Bunda belki alt sınıfların mücadele sonucu elde ettikleri kazanımlar, büyüyen orta sınıflar vb. sosyo-ekonomik gelişmeler, devletin de ona dair tanımların da değişimine yol açmış olabilir, “sınıfsal” yapısının daha az görünür hale geldiğini söylemek de mümkün.

Peki türcülük açısından bakarsak, nasıl bir devlet tanımı yapabiliriz? Pek de itiraza yol açmayacak net bir ifade kullanabiliriz belki de, “Devlet, bir türün diğer türler üzerindeki egemenlik aygıtıdır.” Nitekim tüm devletlerin mevcut yasaları ve uygulamalarında bu türcülüğü örtük haliyle değil, apaçık görürüz.

Devlet ve sınıf üzerine bir vakitler görülen yoğun tartışmaları, farklı tanımlamaları, türcülük üzerinden görmemiz de şimdilik pek mümkün olmaz sanırım. Çünkü mevcut ideolojiler içinde, bunun aksini düşünmek tuhaf karşılanır. Hemen, ‘Devlet elbette insan türünün/sınıf çıkarları için oluşturulmuş bir aygıttır’ denecektir. Devletin hayvanlarla mevcut ilişkisi üzerine en ufak bir şüpheye bile yer yoktur. Bu hali zaten olması gerektiği halidir.

Devlet-hayvanlar ilişkisine bir örnek olarak, Devletimize bakalım, temel metin Anayasa ile başlayalım. Şunu belirtmek lazım başlarken, türcülüğü sorgulayacağız ama anayasanın milliyet vurgusu yoğun bir metin olduğu da hatırlayalım. Haliyle hayvanların pek fazla yer alacağı beklentisine girmeyelim.

Madde 2, devletin “insan haklarına saygılı” olduğunu belirterek başlıyor, “Devletin temel amaç ve görevleri” arasında “insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” sayılıyor. Madde 17’de, “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz” denirken, elbette “kimse”den insan türü kastediliyor. Hayvanlara yönelik işkenceler bu kapsamın dışında.

56. maddede, “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.” Yine burada insan sağlığı söz konusu, hayvanların sağlığı hiçbir şekilde devletin ilgi alanına girmiyor. İstisna olarak, hayvancılık sektöründeki hayvanların sağlığına dair olan ilgisini belirtebiliriz, ama burada da söz konusu olan, bir “mal” olarak hayvanlardır. Hayvanların hastalıkları ile “toplum sağlığı”nı tehdit ettiği ölçüde ilgilenir devlet, ki o da karantina vb. uygulamalarla, “itlaf”larla sonuçlanır. Mesela kuş gribi dönemi yapılanlara, veya rutin kuduz vakaları sırasındaki uygulamalara bakabiliriz.

68. maddede, “Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez” deniliyor ama, “herhangi bir tür diktatörlük” ile hayvanlar üzerindeki diktatörlük kastedilmiyor şüphesiz.

81. maddedeki yemin bahsinde milletvekili, “herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim” diye yemin ediyor, ama bu “herkes” hayvanları içine alacak bir tanım değil.

Madde 130’da eğitim bahsinde, devletin “ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere” eğitim kurumları oluşturacağı görevini belirtiyor. Eğitim kurumlarında hayvanlara hizmet olmadığı gibi, hayvanlar kobay olarak yer alabiliyorlar.

PEKİ YA HAYVANLAR?

Anayasada hayvanlar hiç mi yer almıyor, alıyor elbette, ama bir “mal” olarak:

“Devlet, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır. Devlet, bitkisel ve hayvansal ürünlerin değerlendirilmesi ve gerçek değerlerinin üreticinin eline geçmesi için gereken tedbirleri alır.” (Madde 45)

“Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31/12/1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamaz.” (madde 169)

CEZA YASASINDA HAYVANLAR

Ceza Yasası maddelerinde türcülüğü daha da açık görürüz. Örneğin deneylere dair ceza maddeleri insan ve diğer türler arasındaki “egemenlik” durumunu ortaya koyar.

“(1) İnsan üzerinde bilimsel bir deney yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) İnsan üzerinde yapılan rızaya dayalı bilimsel deneyin ceza sorumluluğunu gerektirmemesi için; a) Deneyle ilgili olarak yetkili kurul veya makamlardan gerekli iznin alınmış olması, b) Deneyin öncelikle insan dışı deney ortamında veya yeterli sayıda hayvan üzerinde yapılmış olması, c) İnsan dışı deney ortamında veya hayvanlar üzerinde yapılan deneyler sonucunda ulaşılan bilimsel verilerin, varılmak istenen hedefe ulaşmak açısından bunların insan üzerinde de yapılmasını gerekli kılması, d) Deneyin, insan sağlığı üzerinde öngörülebilir zararlı ve kalıcı bir etki bırakmaması, e) Deney sırasında kişiye insan onuruyla bağdaşmayacak ölçüde acı verici yöntemlerin uygulanmaması…” (madde 90)
Bunlar hayvan deneyleri için geçerli değildir, “hayvan onuru” diye bir tanım yok çünkü!

Yine 91. madde, insandan hatta ölüsünden alınacak organlara dair ciddi cezalar öngörür: “(1) Hukuken geçerli rızaya dayalı olmaksızın, kişiden organ alan kimse, beş yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Suçun konusunun doku olması halinde, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. (2) Hukuka aykırı olarak, ölüden organ veya doku alan kimse, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Oysa hayvanların her yolla her türlü organı alınabilir, bir cezası yoktur.

151. maddede, bir kişinin malına zarar vermenin cezaları çerçevesinde, “bir mal olarak hayvana dair, “Haklı bir neden olmaksızın, sahipli hayvanı öldüren, işe yaramayacak hale getiren veya değerinin azalmasına neden olan kişi hakkında” diyerek ceza belirtilir. Bir kişi olarak hayvana verilen zarar değildir söz konusu olan “mal” sahibinin gördüğü zarar telafi edilir.

Madde 182, bir istisna, insan ve hayvanı birbirine yaklaştığını görürüz: “İnsan veya hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek niteliklere sahip olan atık veya artıkların toprağa, suya veya havaya taksirle verilmesine neden olan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Madde 226 da hayli ilginç, “Şiddet kullanılarak, hayvanlarla, ölmüş insan bedeni üzerinde veya doğal olmayan yoldan yapılan cinsel davranışlara ilişkin yazı, ses veya görüntüleri içeren ürünleri üreten, ülkeye sokan, satışa arz eden, satan, nakleden, depolayan, başkalarının kullanımına sunan veya bulunduran kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır.” Görüntüye ceza var yasada, ama hayvana yönelik cinsel şiddetin cezası yok!

Görüldüğü gibi Devletin hukuk sisteminde hayvanlar “mal” olarak varlar sadece, ayrıca Devlet yaban hayattaki bütün canlıların da “mal” sahibidir. Hayvanların avcılık düzenlemeleri ile para karşılığı ya da parasız öldürülmelerine karar verir, zamanlar, düzenler. Devletin insan öldürmesine yönelik sınırlamalar, hayvanlar söz konusu olduğunda yoktur, toplum için ise bazı kısıtlamalar getirilmiştir.

Buradan şöyle bir sonuca varabiliriz, Devletin hayvanlarla olan ilişkisi, onların bir mal olarak ticari dolaşımını sağlamak, deneyler, et sektörü vb. alanlarda nasıl öldürüleceklerini düzenlemek ile sınırlıdır. İnsanlara dair Devletin üstlendiği, güvenlik, sağlık, sosyal güvenlik vb. hiçbir hizmet hayvanlar için akla dahi getirilmez.

Son dönemlerde hayvan hakları mücadelesi sonucu, özellikle petler ile ilgili düzenlemelere gidildiği malum. Ama bunlar Devletin türcü niteliğini değiştirmekten çok çok uzak. Devletin türcü niteliği hâlâ en kaba haliyle görebileceğimiz bir durumda.

Bütün devletler türcüdür ama bazı ülkelerde mücadeleler sonucunda, kimi hayvan türleri için yasal düzenlemelere gidilip birey hakları tanınmaya başlanmıştır. Bu ihmal edilmemesi gereken bir mücadele alanı, Devletin türcü özelliğinin öyle kolay ortadan kalkacağı yok, ama bu tür aşındırmalar, belki Devlet üzerine yeniden düşünmemizi de sağlayabilir.

Şu da mümkün belki bir zaman sonra, hayvan hakları mücadelesi ile gerçekleşen değişimler, devletin türcü niteliğini bu derece aleni değil, daha görünmez hale getirecektir. Yine de bunu bir gelişme olarak görebiliriz .

Tabii bu arada türcü devlet de “türü”nü korumak için yasaya bir madde ekleyiverir bakarsınız: “Bir türün başka türler üzerinde tahakkümünü sağlamak amacıyla örgüt kurmak ya da bu amaçla kurulan örgüte üye olmak…” diye; ağır cezalık oluruz.

Abdullah Onay – hayvanlarinaynasinda.wordpress.com

Yazar Hakkı Öcal’ın “İtlaf geri gelmeli” sözleri hayvan hakları aktivistlerinin tepkisini çekti

Geçtiğimiz günlerde Erzurum Atatürk Üniversitesi Hayvan severler Kulübü’nün resmi Twitter hesabından, ‘Hayvan severler Kulübü’ yazılı pankartı tutan öğrencilerin fotoğrafı paylaşıldı. Görüntülerde hiçbir tahrik edici unsur bulunmazken, Milliyet Gazetesi yazarı Hakkı Öcal ‘ın doğa ve hayvan sever gençlerin paylaştığı gönderiye yaptığı yorum vicdanı olan herkesin canını yaktı.

Gazeteci Hakkı Öcal aynı fotoğrafı kendi hesabından şöyle paylaştı; “Hayvanını evinde sev. Sokaktaki hayvan, insanlık gösterisi değildir. İtlaf geri gelmeli”

Açıkça sokak hayvanlarını hedef gösteren Öcal, sadece hayvan hakları aktivistlerinin değil, vicdanı olan herkesin tepkisini çekti. Gazeteci hakkında hem sosyal medyada hem de gazetenin okur e posta adresine gönderilen tepki mailleri ise artıyor.

Hemen ardından gelen tepkiler karşısında tavrını yumuşatan Öcal’ın gelecek günlerde nasıl davranacağı ise hayvan hakları aktivistlerinin merak konusu.

Konu ile çeşitli hayvan hakları aktivistlerinden görüşleri sizler için derledik.

Yağmur Özgür Güven

Yağmur Özgür Güven – Hayvan Hakları Aktivisti / Bir Başka Hayat Diliyorum Derneği Adına;

Milliyet Gazetesi yazarı Hakkı Öcal’ın “Hayvanını evinde sev…” ile başlayıp “İtlaf geri gelmeli” ile biten tuhaf tweet’ini bazılarımız dehşetle karşılarken, bazılarımız ise pek umursamadı.

Ben ikinci gruptayım.

Neden mi?

Yıllardır sosyal medyada ya da köşesinde sokakta yaşayan hayvanları hedef alarak, hayvan korumacı kesimin tepkisini göze alıp bu tip açıklamalarla gündemde olma çabalarına tanık olduk. Ve sonrasında ne oldu? Nedense o kişinin şu hayattaki en büyük sorunu olan sokakta yaşayan hayvanlar sorunu bir anda bitiverip bir daha (ya da çoook uzun süre) bu konuda yazmadı.

Ben bu tip açıklamaları çok fazla gündemde tutmayı yanlış buluyorum artık. Çünkü zamanında çok örnekler yaşadık, tepki verdik, şikâyet ettik ve gördük ki o kişinin sorunu filan değil bu aslında. Ya gündem ya da birilerinin onayını almak için yapılan ucuz bir reklam çalışması ve bunun bir parçası olmamak gerekiyor.

Neticede bu ülkenin bir Hayvanları Koruma Kanunu var ve kanun sokakta hayvan yaşar diyor. İster gazeteye tam sayfa ilan verin ister sosyal medyada tuhaf açıklamalarda bulunun, şu gerçeği değiştiremezsiniz: Bu ülkede sokakta yaşayan hayvanlar yüzyıllardır var ve var olacaklar.

Özgün Öztürk

Özgün Öztürk – Hayvan Hakları Aktivisti / Yaşam Hakkına Saygı Derneği Adına;

Bu açıklama hayvanların yaşam hakkını elinden almaya teşebbüs olmasının yanı sıra kanunlarla yasaklanmış olan “itlaf” gibi kanuna aykırı bir eylemi övmektir.

Ayrıca hayvanların yanı sıra hayvan korumacıları da hedef göstererek TCK ( Türk Ceza Kanunu) açısından  “Halkın belli bir sosyal kesimini aşağılamak ve diğer kesim aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçunu oluşturmakta ve kamu düzeninde ortaya çıkması muhtemel bir kaos’a sebebiyet vermektedir.

Hakkı Öcal alenen 5199 sayılı yasaya karşı yayın yapmaktadır.

Bu noktada geri adım atıp, özür dilemesi yeterli değildir. Devletin ve savcılığın gerekeni yapması gerekmektedir.

Bu dünyayı paylaştığımız tüm canlıları sevmek zorunda değiliz ama yaşam haklarına saygı duymak zorundayız.

Bu, insan olmanın en öncelikli gereğidir.

 

Avukat Özen Erdoğan

Özen Erdoğan  – Avukat / İstanbul Barosu Hayvan Hakları Merkezi Adına;

Bu kara nefrete kendilerine verilen isimlerin payı var diye düşünüyorum bazen. Bir aralar canı sıkıldıkça HınçAl Uluç sarardı köpeklere.  Şimdi de bu Hakkı ÖçAl kafayı takmış.  Sıradan bir cehaletten daha ötesi bu nefret. Güya topluma yaranacak.  Üniversite öğrencilerinin  son derece duyarlı ve örnek teşkil eden hak savunucusu yaklaşımlarına “ölümcül bir nefret kusarak” yazan bir kişinin gazeteci olması ülkemiz açısından gerçekten üzüntü verici. “İtlaf”  kurşun zehir ya da başka bir yöntemle toplu şekilde bazı canlıların “yok edilmesi” demektir. Hangi insan ne sıfatla olursa olsun böyle  bir şeyi isteme hakkı ve haddine sahip değildir.  Kaldı ki medeniyeen söz ediyor. Medeniye- tanımını bildiğini sanmıyorum.

Bu ülkede bir  hayvanları koruma kanunu öyle ya da böyle var. Kanuna karşı böyle bir söylemde bulunması ve insanları önemli bir gazetedeki yerini kullanarak  “öldürmeye” teşebbüs etmesi kabul edilemez.

Kendisi hakkında hem Milliyet Gazetesi hem de “Gazeteciler Cemiye-” ne şikayetçi olacağız. En yalın tanımıyla  “ölüm çığırtkanlığı” yapan; yaşadığı toplumdan ve çağdaş haklardan haberi olmayan bir kalemin yazması toplum için de zuldür.

Masum hayvanlara karşı attığı adıma dikkat edecek. Dünyayı kendisinin sananlara böyle olmadığını söyleyecek binlerce kişiyiz artık ve susmayacağız.

Sokak hayvanları 5199 sayılı yasa ile koruma altındadır. Bir insanın, hele de eğitimli olduğu düşünülen, görevi toplumu bilinçlendirmek olan bir gazetecinin yaptığı bu talihsiz açıklama 5199 sayılı hayvanları koruma kanununa aykırıdır.

Ayrıca bir canlının itlafı gerektiğini açıkça beyan ederek yine toplumu belli bir türe karşı galeyanda getirmektedir. Bu hem yasal olarak hem de vicdanen kabul edilemez.

Derhal düzeltme yapmalı ve bu uğurda emek veren hayvan severlerden ve hayvan hakları savunucularından özür dilemelidir. 

Avukat Hülya Yalçın

Hülya Yalçın  – Avukat / Hayvanlara Adalet Derneği Adına;

Bu yapılan sıradan bir cehaletten de ötesi bir “nefret” suçudur.

Üniversite öğrencilerinin son derece duyarlı ve örnek teşkil eden hak savunucusu yaklaşımlarına “ölümcül bir nefret kusarak” yazan bir kişinin gazeteci olması ülkemiz açısından gerçekten üzüntü vericidir.

“İtlaf” kurşun zehir ya da başka bir yöntemle, toplu şekilde bazı canlıların “yok edilmesi” demektir. Hangi insan ne sıfatla olursa olsun böyle bir şeyi isteme hakkı ve haddine sahip değildir.  Kaldı ki medeniyetten söz ediyor. Medeniyeti tanımını bildiğini sanmıyorum.

Bu ülkede bir Hayvanları Koruma Kanunu (5199) öyle ya da böyle var. Kanuna karşı böyle bir söylemde bulunması ve insanları önemli bir gazetedeki yerini kullanarak “öldürmeye” teşebbüs etmesi kabul edilemez.

Hayvanlara Adalet Derneği olarak UNIHAK oluşumuyla birlikte bu çatlak ve ölümcül seslere karşı mücadeleye herkesi davet ediyoruz.

Devlet yetkililerinin de bu olumsuz ve çirkin söylemlere karşı sosyal sorumluluk gereği tepki göstermesini beklemek elbette naif olur ama yine de bekliyoruz.

Biz bu tür seslere karşı “aman sende” ci olmayacağız. Herkes yeryüzündeki yerini ve haddini bilecek. Masum hayvanlara karşı attığı adıma dikkat edecek. Dünyayı kendisinin sananlara böyle olmadığını söyleyecek binlerce kişiyiz artık.

Ve susmayacağız.

Bulut Aktaş

Bulut Aktaş  – Veteriner Hekim

Hayvanların doğal yaşam ortamlarını ellerinden alarak yaptığımız katliam duyulmuyor sanırım. Her taraf beton yığını ve arabalarımızla yeteri kadar onların yaşam ortamlarına girdiğimizi düşünürsek itlaf edilmesi gereken bizleriz.

Evet, sokak hayvanları kesinlikle bir gelişmişlik, insanlık belirtisidir.

Bunun için küçük bir örnek; bakınız suç oranı yüksek semtlerde sokak hayvanları insandan korkuyorlar diğer tarafta merkezi ilçelerde sokakta ya da kafelerde otururken kendini sevdirmek için bir kedi kucağınıza geliyor.

Şimdi bu semtlerimizi hırsızlık, şiddet, tecavüz olayları yönünden irdelersek: insanlık göstergesi o semtin sokak hayvanlarından anlaşılacağı kanısına varılıyor.

Zaten sokak hayvanlarının itlafı gibi bir durum asla söz konusu olamaz yasalara aykırı.

 

Haber: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

Nükleer karşıtı mücadelesiyle ödüllendirilen bir kadın: Dr. Angelika Claussen

Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak tarihe geçen 120 kadının kazanımlarını 118. yılında da anarak bir 8 Mart’ı daha coşkuyla  karşıladık. Elbette 8 Mart bizim için bir günden ibaret değil . Her 8 Martta biraz daha büyüdüğümüzü, tecrübeyle zenginleştiğimizi ve dayanışmayla  kenetlendiğimizi daha çok hissediyoruz. Esasen böyle  olması da gerekiyor.  Zira  biz kadınların süregelen hak mücadelesinin alanının da gittikçe genişlediği aşikar.  Bu ölçek büyümesinin temelinde metalaştırma ve insanın araçtan amaç haline getirdiği teknolojik, sınai  gelişmişliğin ölçüsüzce kullanımı yatıyor. Tam da bu nedenle  kadın mücadelesi,  daha iyi çalışma koşullarını sağlamanın yanısıra  bir “hak” olan “sağlıklı yaşam” için uğraş vermekle el ele gidiyor. Hele ki  ataerkil sistemin ezberini bozarak gezegenin ekolojik bütünlüğünü sağlama çabası  en çok  kadınların takdire hak görülebileceği bir meseleyken ! Neden mi böyle diyorum? Çünkü  kadın açısından bu mücadele cinsiyetçi yasalardan kaynağını alan toplumsal kurallarla örülü dünyanın geleceğini  gözetmek demek. Kaldı ki bu durum diğer üyelerle birlikte hareket etmeyi gerektirdiği için de bir anlamda akıntıya karşı kürek çekmenin zorluklarını taşıyor.

Kanaatim odur ki, çevre hareketinde kadının mücadelesi  bir çemberi, içinde ters yöne dönmeye meğilli bir başka çembere rağmen içerden  yürümek suretiyle ilerletmeye çalışmaktır. Zira kadının bu gezegen için harcadığı  efor erkeklere göre iki kat külfetli. Salt Türkiye’de  de değil, dünya genelinde kadınların benzer zorluklar içinde olduğunu görüyoruz Nitekim İngilizce “mansplaining ” adı altında erkek davranışının  literatüre geçmesi dünya genelinde tüm kadınların benzer engellere maruz kaldığının ispatı (Mansplaining meali, erkeklerin üst bir dille kadınların sözlerine müdahale etmesi, kadınlardan daha fazla ve doğru bilgi sahibiymiş gibi davranmaya kalkışması anlamına geliyor, Türkçe’de de ingilizce kullanımı yer bulabiliyor). Maalesef bu durum çevre mücadelesi içinde de yoğun olarak kendini gösteriyor. Dolayısıyla kadınların görünür olmayı başarması  tam da bu nedenle  hepimiz için her zaman bir  kazanım.

Bu kazanımlardan birini de adını gazetemizde  zaman zaman adını çeşitli etkinlikler vesilesiyle andığımız psikiyatri ve psikoterapi uzmanı Dr. Angelika Claussen sağladı.

Dr. Angelika Claussen

Bielefeld kentindeki  22 kadın derneğinin oluşturduğu Bielefeld Kadın Dernekleri Birliği  tarafından  2014 yılından itibaren her yıl Bielefeld kenti ve insanları için gayret gösteren, bu yönde çalışmalar yapan aktivist kadınlara ödül veriliyor. Kadın derneklerinin  böyle bir ödül formule ederek kadınların adını başarılarıyla onurlandırması da dünyadaki diğer kadın dernekleri için daha doğrusu feminist hareket için altyapısal bir örnek sayılabilir. Nitekim Dr. Angelika Claussen 2018 yılında üçüncüsü verilmiş olan ödüle nükleer silahlara ve nükleer enerjiye karşı ve barış için ısrarlı, cesur ve yılmaz bir irade ile  verdiği mücadelesi nedeniyle  layık görüldü. Ödül töreninde ve tanıtımlarda Dr. Claussen’in kendisini 30 yılı aşkın süredir  barış hareketine  ve antinükleer harekete adamış olduğunun altı çizildi.

Dr. Angelika Claussen ülkemizde de Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayınlanan “Nükleer Felaketlerle Yaşamak, Çernobil ve Fukuşima’nın Sağlık Üzerine Etkileri”  adlı kitabın yazarlarından olmasıyla ve nükleer santrallerin sağlık etkileri hakkında sivil toplumun bilgilenmesi yönünde yaptığı çalışmalarla tanınıyor.Kendisi  ilk defa bir Çernobil Tasfiye Memurunun Türkiye Büyük Millet Meclisi (T.B.M.M.) çatısı altında Mersin Milletvekili Prof. Dr. Aytuğ Atıcı’nın destekleriyle gerçekleşen basın toplantısında konuşmasını sağlamıştı.

Ödülü  verilirken kendisine 30 yılı aşkın süredir  barış hareketine  ve antinükleer harekete yapmış olduğu katkılar için teşekkür edildi. Konuşmasında “Korkunç haberlerin  karşısına ICAN’in 2017 yılı Nobel ödülü alması gibi iyi  haberleri de  çıkarmak zorundayız” diyen  Dr. Claussen nükleer silahların yasaklanması için yıllardır kampanya sürdüren International Campaign to Abolish Nuclear Weapons/Nükleer Silahların  Kaldırılması için Uluslararası Kampanya (ICAN)’nın çalışmalarından “Zeki aksiyonlarla politik amaçlara kısmen de olsa ulaşılabildiğini gösteren eylemler”  şeklinde söz etti.  Aktivist olarak Nükleer karşıtı mücadelede yeralan, barış hareketinin parçası olan çalışmaların ödüllendirilmesini    “yerelde  aslında çok da politik olmayan geniş kesimlerin esasen sorunların farkında olduğunu, mücadele edenlerin onlar tarafından saygı gördüğü anlamına geliyor”şeklinde değerlendirdi.

Dr Claussen’in çalışmasının önemli bir ayağını Almanya’nın nükleer silahsızlanma anlaşmasını imzalaması için kamuoyu baskısı  yaratmak amacıyla Almanya genelinde imza toplamak oluşturuyor . Zira Almanya bu anlaşmayı henüz imzalamamış değil. Esasen   nükleer silahların yasaklanması anlaşmasını Birleşmiş Milletler(BM) üyesi  ülkelerden    şimdiye dek yalnızca 56 ülke imzalamış bulunuyor, anlaşmanın yürürlüğe girmesi için ise en az 50 ülkede parlamento onayı gerekiyor. Almanya bu anlaşmayı imzalamadı  ve ICAN ile önde gelen bileşenlerinden IPPNW (Nükleer Savaşın Önlenmesi için Uluslararası Hekimler Birliği) de bu anlaşmanın imzalanması için  imza topluyor.

Nükleer santrallerle ilgili farkındalık yaratan çalışmalar ve organizasyonlar da gerçekleştirmiş olan Dr. Claussen, Almanya’daki Energiewende(Enerji dönüşümü)doğrultusunda nükleer enerjiden çıkacağını ilan etmiş olan Almanya hakkında çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Zira Almanya’nın nükleer santrallerini devreden çıkarma kararına karşın   Lingen şehrinde Nükleer santrallere yakıt üreten ve Gronau şehrinde  uranyum zenginleştirme yapan toplam iki tesis operasyonlarına devam ediyor. Sözkonusu operasyonun uranyum zenginleştirme prosesi olması ise konunun doğrudan nükleer silah üretimi ile alakalı prosesler olabileceğini düşündürüyor. Üstelik Dr .Claussen’in ifadesiyle bu iki tesis de nükleer enerjiden çıkış planının kapsamına girmediği gibi  işletme izinlerinin de süresiz olarak verildiğini iddia ediyor. Gronau ve  Lingendeki tesislerin kapatılması için son dönemde önemli yol kat ettiklerini belirten Claussen bu tesislere ilişkin şunları da söylüyor: “Her iki tesisin de işletmecileri hukuken kendilerine bir kere verilmiş olan işletme izininin geri alınamayacağı iddiasını taşıyorlardı. Fakat bizim mücadelemizle hukuken bunun geri alınmasının mümkün olup olmadığının incelenmesinin yolu açıldı.  Çünkü Federal hükümetin talep ettiği bir bilirkişi raporu, hukuken işletme izninin geri alınabileceğini  gösterdi. Artık hükümetin politik iradesini ortaya koyması ve adım atması gerekiyor. Bizler  toplumu aydınlatma, bilgilendirme faaliyetine devam ederek bu yönde toplumsal bir eğilim oluşturmaya ve halihazırda mevcut olan bu eğilimin güçlenerek hükümet nezdinde baskı unsuru oluşturmasına çalışacağız”.

Dr. Claussen’e açıklamaları ve kararlı sözleri için Yeşil Gazete ve mücadelemiz adına teşekkür ediyor, kendisini kadın varlığına başarılarıyla da katkı sunduğu için  bir kadın aktivist olarak gurur duyarak kutluyorum.

Pınar Demircan    

(Yeşil Gazete)