Ana Sayfa Blog Sayfa 2876

Dünya okyanuslarının yarısında endüstriyel olarak balıkçılık yapılıyor

The Guardian ‘da Juliette Jowit imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü Selenge Tümtürk’ün çevirisi ile paylaşıyoruz

                                                                                               ***

Yeni araştırmalar, dünya okyanuslarının yarısından fazlasında endüstriyel gemilerin avlandığını ortaya koyuyor.

70.000’den fazla gemiden gelen geri bildirime dayanan haritalar, ticari balıkçılığın tarımdan çok daha büyük bir yüzey alanı kapladığını ortaya koyuyor. Bu durum, okyanusların sağlığına ve trol balıkçılığının sürdürülebilirliğine dair yeni sorular yöneltecektir.

Fotoğraf: Kroodsma et al/Global balıkçılık gözlemi

Ayrıca Science dergisinde yayınlanan veriler, balıkçılığın hafta sonları ve Noel ya da Çin Yeni Yılı gibi kutlama sezonlarında yaşadığı keskin düşüşü de gözler önüne seriyor.

Veriler, bazı balık stoklarında yaşanan aşırı düşüşün açıklanmasına da yardımcı oluyor: Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), ticari balık stoklarının üçte birinin sürdürülemez düzeyde kaldığını belirtiyor.

Raporun yazarı David Kroodsma, balıkçılıkla ilgili kültürel ve siyasi olayların belirgin etkilerinin de, insanların aşırı avlanmasının önlenmesi için bir umut ışığı olduğunu belirtti.

Kroodsma, “Bunun anlamı, insanoğlu olarak okyanuslarda nasıl balıkçılık yapacağımıza karar verebileceğimizdir; biz aşırı avlanmak üzere programlanmadık, bunu kontrol edebiliriz,” dedi.

Kroodsma ve meslektaşları, en büyük balıkçı gemilerine ve kıyıya yakın konumlarda faaliyet gösteren daha küçük birkaç tekneye yerleştirilen uydu sistemlerinden 22 milyar veri topladı.

2014-2016 yılları arasında gerçekleşen bu çalışma sayesinde, balıkçılık faaliyetlerinin yapıldığı ve en yoğun olduğu yerleri gösteren haritalar üretildi. Balıkçılık faaliyetlerini gösteren mavi-sarı renklendirme, dünyadaki okyanusların çoğunu kapsar durumda.

İstisnalar, aşırı soğuk iklimin ve şiddetli fırtınaların yaşandığı, uzaklardaki uçsuz bucaksız Güney Okyanusu; daha az kullanılmış özel ekonomik bölgeler olan ya da daha yoğun kullanılmakta olan denizlerde bulunan “kara delikler”; ve de çok az balık ve kabuklu deniz canlısının yaşadığı yerler, diğer bir deyişle “denizlerdeki çöller”.

Photograph: Spencer Platt/Getty Images

Son tahminler, balıkçılığın çok daha kapsamlı olduğu yönündeydi; ancak yoğun veri ve etkileyici haritalarla karşı karşıya kalan ekip, en büyük gemilerin ne kadar uzaklara açıldığını görünce yine de şaşkına döndü.

“Haritaya bakıp ne kadar balık avcılığı yapıldığını görmek gerçekten şaşırtıcı” dedi Kroodsma.

Araştırma, kısmi olarak Google tarafından finanse edilen ve aktör Leonardo DiCaprio tarafından desteklenen, ABD merkezli Global Fishing Watch isimli yardım kuruluşunda araştırma ve geliştirme direktörü Kroodsma öncülüğünde yapıldı. Rapor, Kaliforniya’daki Stanford Üniversitesi ve Kanada’daki  Dalhousie Üniversitesi’nin yanı sıra, National Geographic ve Google’dan akademisyenlerle birlikte yazıldı.

Bulgular arasında, denizde saatlerce yapılan ölçümlerle ticari balıkçılığın % 85’ini oluşturduğu ortaya çıkan 5 ülke var. Bu oranın yarısı Çin’e ait, diğer büyük yüzdeye sahip ülkeler ise İspanya, Japonya, Güney Kore ve sadece 23 milyonluk nüfusa sahip, İsviçre’den bile daha küçük bir ülke olan Tayvan.

Gezegende bulunan her bir kişi, her sene ortalama 20 kilogram balık yiyor. FAO’nun tahminleri, bu miktarın protein tüketiminin % 6.7 ila % 17’sini oluşturduğunu öngörüyor.

 Bazı gelişmekte olan ülkelerde bu oran çok daha yüksek. Öyle ki, adalarda ve kıyı bölgelerinde yaşayan insanların besin ihtiyaçlarını karşılamak için balığı çokça tercih ettiği görülüyor (bazılarında protein tüketiminin %70’ini oluşturacak kadar).

Ölçülen balık proteini iç sularda da tespit edildi ve büyük ölçekli balık çiftliklerinin tartışmalı uygulaması olan kültür balıkçılığı, son yıllarda hızla büyüme gösterdi.

Almanya’daki Alfred Wegener Ekofizyoloji Enstitüsü araştırma grubundan Elvira Poloczanska, “Balıkçı teknelerine uydu sistemleri takılmasaydı, bir balıkçılık uzmanı için ulaşılması gecesini gündüzüne katarak 200 yıl çalışmasını gerektirecek bu veriler, balıkçılığın ‘insani yüzünü’ gösterdi” dedi.

Poloczanska, “Açık deniz balıkçılık yönetimi, iklim değişikliğinden kaynaklanan riskleri azaltma potansiyeline sahiptir. Örneğin, uluslararası işbirliği ve açık deniz alanlarının balıkçılığa kapatılması ile bu, mümkün olabilir” diye de ekledi.

 

Haberin İngilizce orijinali

Muhabir: Juliette Jowit

Yeşil Gazete için çeviren: Selenge Tümtürk

 

(Yeşil Gazete, The Guardian)

Foça’da 20 futbol sahası büyüklüğündeki alanda kesilen ağaçlar TBMM gündeminde

İzmir’in Foça İlçesi’nde çam ağaçlarıyla kaplı ormanlık bölgedeki ağaç kıyımı Meclis gündemine taşındı.

Cumhuriyet Halk Partisi İzmir Milletvekili Murat Bakan, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’na şu soruları yöneltti:

1 – İzmir Foça’nın Ulupınar Köyü Armutlu Dere Mevkii’ndeki ağaç kesiminin nedeni nedir?

2 – Söz konusu ormanın hemen bitiminde bulunan Demir Çelik Fabrikası’na bağlı kömürlü termik santralinin depolama alanının yetersiz kaldığı ve ağaçların santralin cüruf atıklarının atılacağı depolama alanı açmak için kesildiği iddiası doğru mudur?

Ne olmuştu?

İzmir’in Foça ilçesinde bulunan ve 15-20 yıllık kızılçam ağaçlarına ev sahipliği yapan doğal ormanda 6 Mart günü çok sayıda ağaç kesilmişti.

Kesim, Ulupınar Köyü Armutlu Dere Mevkii’ndeki büyük bölümünün kendiliğinden oluşan doğal ağaçların olduğu ormanın 20 futbol sahası büyüklüğündeki alanında gerçekleşmişti.

Köylüler kesime tepki verirken ağaçların kesilme nedenini öğrenmek için Menemen Orman Bölge Müdürlüğü’nü arayan Muhtar Selçuk Kabaklı’ya, “Ağaçlar, zeytinlik alanların korunması için kesiliyor” yanıtı verildi.

Foça ve Yenifoça’dan çok sayıda yurttaşın, kesim yapılan alana gelerek ağaçların kesilmesine tepki göstermesiyle, kesim durduruldu.

Kesimin durdurulması üzerine Menemen Orman Bölge Müdürlüğü’nden alana gelen bir yetkili, “Gençleştirme yapmak için ağaçları kesiyoruz, yeniden ağaçlandıracağız” açıklamasını yaptı.

Köylüler kesim nedeninin zeytinlikleri korumak ya da orman gençleştirme çalışması olduğu yönündeki açıklamaları yalanlıyor.

İddiaya göre, ormanın hemen bitiminde bulunan Demir Çelik Fabrikası’na bağlı kömürlü termik santralın depolama alanı yetersiz kaldı ve santralın cüruf atıklarının atılacağı depolama alanı açmak için ağaç kesimi yapıldı.

Tepkiler üzerine kesim işlemlerine ara veren yetkilerin, ağaç kesiminin durdurulmasını talep eden bölge halkına açıklama yapması bekleniyor.

Çevreciler ve yöre halkı kesim sahasındaki nöbetlerini sürdürüyor.

Foça halkı ormanına sahip çıkıyor: Ilıpınar Köyü’ndeki ağaç kıyımı durdurulsun!

 

(Cumhuriyet, Yeşil Gazete)

Yerli ve milli haset patlaması – Ahmet İnsel

Bu yazı cumhuriyet.com.tr sitesinden alındı

AKP iktidarı “yerli ve milli” etiketini tam ne zaman piyasaya sürdü, hatırlamıyorum. 2010’ların başında olmalı. Daha önce yerli ve milli kavramlarını bitiştirilmemiş olarak AKP sözcüleri elbette kullanıyordu. Toplumu “biz ve düşmanları” olarak ikiye ayıran “yerli ve milli” etiketi, kin duygularını körükleyerek iktidarı pekiştirme stratejisinin izinde, 2010’larda egemen siyasete, devlete, toplumun bir kesimine yön ve anlam verir oldu. Bugün Türkiye’de ceza yargısı bu yerli ve milli olma kriteriyle esas olarak işleyen bir hınç ve öfke aygıtı olarak çalışıyor. Bir türlü tatmin olmayan bir öç alma arzusunun iniş ve çıkışlarına göre ilerliyor.

Tanıl Bora, yeni Türkiye’nin siyasi dilini oluşturan kelimeleri kıvrak biçimde incelediği yeni kitabı Zamanın Kelimeleri’nde (Birikim Kitapları), yerli ve millinin birleşik kullanımına ilk kez 1965’te Alparslan Türkeş’in Dokuz Işık kitapçığının sunuşunda başvurulduğunu hatırlatıyor: “Yüzde yüz yerli, yüzde yüz milli ilk doktrin” olarak Dokuz Işık. Dokuz Işık milliyetçilikle muhafazakârlığı, bir teyakkuz hali olarak, bir beka meselesi olarak, saldırgan bir ideolojik alanda birleştiriyordu. Tanıl Bora, bunun “milliyetçi-muhafazakâr çevrede dışa dönük bir teyakkuz olarak tezahür” ettiğinin, “yabancı ve yabancılar tayin etmenin vesilesi” olduğunun altını çiziyor.

Milliyetçilik Türkiye’de, aralarında ince farklar içerse de Afrin’de yürütülen savaşın da bugün gösterdiği gibi, toplumun büyük çoğunluğunu sarıp sarmalayan hâkim düşünce tarzıdır. Bunun yerlilikle bütünleşmesinin yarattığı bir yıkıcı ruh haline işaret ediyor Tanıl Bora: “Yerlilik bahsindeki zevk, birilerinin yabancılığını ilan etmekte, o yabancılığın, o bizden-değil’in canını çıkarmadadır.” Bu bağlamda yerlilik, akut biçimde saplantılı yabancı korkusunun dışavurumudur. Burada korkulan, dış yabancıdan ziyade, yakın yabancıdır.

Yabancılığı ilan edilenler “yerli yabancılar”dır çünkü yerlilik iddiasını gölgeleyen, geçerliğini tehdit eden, onlardır. Onların “canını çıkarma zevki”, yerli ve milli kin ve öfke kabarmasının müşevviğidir.

Orhan Koçak, bu sütunda, Hasetten Beslenen Kin başlıklı yazıda (20 Şubat) hızlı biçimde değinmeye çalıştığım konuyu genişletip zenginleştirerek tartışan, Haset ve Siyaset başlıklı iki yazı yayımladı Birikim dergisinin internet sitesinde (26 Şubat ve 6 Mart). O da, yerliliğin bizden-değil’in canına okumak için kullanılmasından duyulan zevke, haset bağlamında işaret ediyor. Koçak, yazımda hasedi imrenmeden ayırırken yaptığım tanımın, kıskançlık kavramına yakın düştüğünü haklı olarak belirtip hasedin bundan öteye, “onların” mahvolmasından zevk alan, bu haz dışında çıkarı olmayan kişi ve grupların davranışını da tasvir ettiğine işaret ediyor. “Haset, bu kısıtlı, kıstırılmış, engellenmiş hazzın adı olabilir” deyip bu hazzın “dönüp kendisini de zehirleyebileceğini” hatırlatıyor.

Kıstırılmış, engellenmiş bu yıkıcı haz, imrenilen değerin ele geçirilmesiyle de tatmin olmaz. Koçak’ın belirttiği gibi, haset öznesi imrendiğini eline geçirdiğinde bununla hiçbir şey yapamayacağını, birdenbire tamamen değersizleşeceğini bilir ya da belli belirsiz hisseder. Bu nedenle hasedin biriktirdiği öfke, aynı zamanda kendi yetersizliğine, kendi değersizliğine duyulan bir öfkedir. Yerine doğru dürüst bir şey koymadan yıkma, yok etme, canını çıkarma zevkiyle tatmin olmaya çalışması ve hiçbir zaman tatmin olamamasının nedeni budur.

Bugün Türkiye’de “yerli ve milli” etiketiyle yönetilen haset ve kin patlaması, Rabia ve Bozkurt’un izdivacıyla eşgüdümlü gerçekleşiyor. Bu gökten aniden inen bir durum değil. Türkiye toplumuna bir yüzyıldır yüksek dozda enjekte edilen milliyetçilik/ulusalcılık, adı konmamış ırkçılık, türlü çeşit bağnazlık içinde, kökleri derinlere uzanıyor.

Haset ve kin siyasetlerinde aranan haz, faşizmlerde, kültür devrimleri ve karşıdevrimlerinde, içinde boy verdikleri toplumların büyük felaketlere maruz kalmasına neden olmuştur.

Ahmet İnsel – Cumhuriyet

Yeni kara delik: İstanbul üçüncü havalimanı – Mustafa Sönmez

Bu yazı al-monitor.com sitesinden alındı

Türkiye’yi 2003’ten bu yana önce başbakanlık daha sonra cumhurbaşkanlığı koltuğundan yöneten Recep Tayyip Erdoğan, bu görevlerinin öncesinde İstanbul’un büyükşehir belediye başkanıydı ve 1994’te devlet televizyonundaki bir programda söylediği şu sözler de ona aitti: “Eğer üçüncü bir köprü olayını düşünecek olursak bu TEM’in kuzeyindeki bölgede kalan akciğerlerimizin yok edilmesi demektir. Bu ciddi bir yanlıştır ve bunu bekleyen mahfillere yeni rant alanları ya da rant haritaları sağlama olayıdır.”

İstanbul’un elde kalan kısıtlı orman alanlarının, su havzalarının bulunduğu kuzeyinin imara ve her tür kamu-özel yatırıma kapalı tutulması İstanbul’un anayasası sayılan ve belirli aralıklarla güncellenen, en sonuncusu da 2009 yılında yapılan çevre düzeni planları ile karara bağlanmıştı. Ne var ki bu planlarda belediye başkanlığı sırasında imzası olan Erdoğan, 2013 yılında hem üçüncü Boğaz köprüsünün hem de üçüncü havalimanının yapımına önayak olarak bu kırmızı çizgiyi sildi. Hem de büyük doğa tahribatına yol açarak.

Kuzeye inşasına karar verilen hem üçüncü Boğaz köprüsü ve çevre otoyolları hem de üçüncü havalimanı projeleri Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle, yani yap-işlet-devret (YİD) modelleri ile gerçekleştirilecekti. YİD modeli yapımcı firmalara 25 yıllık işletme hakkı tanımanın karşılığı belli kira bedelleri istiyor ama kullanım sırasında araç, yolcu garantileri de veriyordu. Verilen garantilerin altında kullanım olursa fark Hazine’den ödenecekti.

Özellikle üçüncü köprü ve üçüncü havalimanı birbirini tamamlayan iki dev proje olarak inşa edilirken onu tamamlayacak bir başka proje Kanal İstanbul için de ön hazırlıkların yapıldığı özellikle seçim konjonktürlerinde ifade ediliyor.

Kuzey İstanbul’a yapılan projelerden üçüncü köprü tamamlandı ve faaliyete geçti ancak eksik kapasite ile işliyor. Üçüncü havalimanının ise aşamalı tamamlanması ve 90 milyon yolcuya hizmet verecek ilk aşama halinin 29 Ekim 2018’de Cumhuriyetin 95. yıl dönümünde start alması planlanıyor. Devlet Hava Meydanları Genel Müdürü Funda Ocak yeni alanın açılışıyla kapanacak olan Atatürk Havalimanı için ise şu bilgiyi verdi: “29 Ekim tören tarihi. 30 Ekim 03.00’te taşınma sürecine başlanılacak ve 31 Ekim saat 23.55’te taşınma süreci tamamlanacak.” THY’nin 31 Ekim saat 02.00’de uçuşlarını keseceği, 12 saat süreyle operasyon yapmadan taşınmayı sağlayacağı, uçakların karayolu ile yeni alana taşınacağı açıklandı.

Üçüncü havalimanı projesini Erdoğan’a çok yakın sermaye grupları Kalyon, Cengiz, Limak, Kolin, MNG’den oluşan bir konsorsiyum 2013’te üstlendi. Bu şirketler, elektrik dağıtımı, tünel, baraj, metro dallarında birçok ihaleyi üstlenmede, özelleştirmelerden firmalar almada hep dikkatleri üstlerine topladılar. Bunca birikime ulaşan bu gruplar, Erdoğan’ın organik medya gruplarından Sabah-ATV’nin medya harcamalarını üstlenen patronajla da Erdoğan’a jestlerini esirgemediler.

Konsorsiyum ortaklarının eşit hisselerle kurdukları firma IGA’nın verdiği bilgiye göre ilk fazda, 2018 sonunda 90 milyon yolcuya hizmet verilmesi, sonraki genişletmelerle 2028’e kadar kapasitenin 200 milyon yolcuya ulaştırılması amaçlanıyor. Firma, sözleşme ile 25 yıllık işletme hakkı elde ediyor ve bu sürede devlete 22 milyar TL ödemeyi taahhüt etmiş bulunuyor. Bu taahhüde karşılık devlet projeyi üstlenenlere 7 bin 650 hektar arazı tahsis etti, ayrıca finansman konusunda kamu bankaları seferber edildi, başka destekler de sağlandı.

Tahsis edilen arazinin genişliği en önemli tartışma konularından biri. Konu ile ilgili bir araştırma yayımlayan Bahçeşehir Üniversitesi araştırma birimi BETAM, beş pistli ABD Atlanta havalimanının 1.900 hektar araziye kurulduğunu hatırlatırken altı pistli yeni İstanbul havalimanına yaklaşık 7 bin 400 hektarlık bir alan tahsis edildiğine dikkat çekti ve şu değerlendirmeyi yaptı: “Kabaca bir hesap yaparsak 1.178 hektar alana kurulu olan Atatürk Havalimanı 45 milyon yolcu trafiğine sahiptir. Yolcu sayısının 150 milyona ulaştığında havalimanının kapasitesinin Atatürk Havalimanı’nın yaklaşık üç katı olması gerekecektir. Buna dayanarak, yeni havalimanı için ihtiyaç duyulan alanın 3 bin 500 hektar olduğunu tahmin ediyoruz. Yolcu sayısı için beklentilerin gerçekleştiğini varsaysak bile 7 bin 400 hektar gibi geniş bir araziye ihtiyaç olup olmadığı tartışmaya açık bir konudur.”

IGA kullanılan alanın 7 bin 650 hektar olduğunu belirtiyor. Havaalanı 3 bin 500 hektara kurulabilecekken neden 4 bin 150 hektar daha? Bu sorunun yanıtı projenin sadece bir havaalanı değil bir havaalanı şehri kurulmasını da içermesinde yatıyor. Nitekim IGA şu bilgiyi veriyor: “Terminallerin önünden başlayan ve havalimanının güney sınırına doğru uzanan geniş bir alanda yer almasını planladığımız Havalimanı Şehri içinde ofis binaları, havalimanı otelleri, cami, konferans ve fuar merkezi, alışveriş merkezi, tıp merkezi ve eğitim binaları yer alacak.” Bunun havaalanının kendisi kadar çok önemli bir rant imkanı olduğu açıktır.

Projede üstlenici firmaya yolcu garantileri de var ve garantinin altına düşülürse zarar devlet hazinesinden ödenecek. BETAM’ın iyimser senaryosuna göre yolcu trafiği yılda 80 milyonun altında kalırsa Hazine 93 milyon avroya yakın, 68 milyonun altına düşerse yıllık 154 milyon avro garanti zararını merkezi bütçeden ödeyecek. Atatürk Havalimanı’nın son dört yıllık ortalama yolcu trafiği ise 60 milyonu ancak buluyor.

Havaalanı yapımını üstelenen firma tahsis edilmiş dev araziler ve yolcu garantileriyle kalmadı, projeye yurt dışından finansman bulunamayınca kamu bankaları devreye sokuldu. Dünya Bankası’na göre toplam maliyeti 35 milyar dolar olarak bildirilen proje için ilk fazda 5 milyar dolarlık kredi kullanıldı. Bu kredinin yaklaşık 1 milyar dolarlık kısmını özel bankalar Finansbank, Denizbank ve Garanti Bankası verirken kalan 4 milyar dolarlık kısmı kamu bankaları Halk, Ziraat ve Vakıfbank tarafından üstlenildi. Kamu bankalarının bu kadar riske sokulması finans dünyasında bu bankaların ileride darboğaza girebilecekleri şeklinde yorumlanıyor.

2015’te inşaatı dur durak bilmeden süren projede 30 bine yakın kişi zor şartlarda emek verdi, iş kazalarında çok sayıda insanın hayatını kaybettiği gözlendi. Sayının çok yüksek olduğu iddiasının üstüne Çalışma Bakanlığı yaptığı açıklamada hayatını kaybedenlerin sayısının 27 olduğunu açıkladı.

Seçim telaşıyla da 29 Ekim 2018’e ilk bölümü yetiştirilmeye çalışılan projenin en önemli eksiklerinden biri alana metro hattı inşaatına çok geç başlanmış olması. Kalkınma Bakanlığı verilerine göre şehir merkezi (Gayrettepe) ile yeni havaalanı arasında 34 kilometrelik metro hattı 5,5 milyar TL’lik bir maliyete sahip iken 2018 sonuna kadar ancak 1 milyar TL’lik yol alınabilecek. Metronun 2022’de tamamlanması beklenirken havaalanına erişimin başlı başına bir sorun ve maliyet kalemi olacağı, yolcuların daha çok da atıl üçüncü köprüyü kullanmaya mecbur tutulacağı belirtiliyor.

Özetle İstanbul’un jeopolitik üstünlüğünü değerlendirmek savıyla girişilen yeni havaalanı yatırımı hem yarattığı büyük çevre tahribatı hem devasa kamu arazilerinin hovardaca tahsisi, bütçeye yük oluşturacak zarar garantileri, finansmanda kamuya yüklediği yükler, seçim telaşı ve metro eksikliğinin yol açacağı sorunlar eşliğinde seçim öncesinde açılışa hazırlanıyor.

Yeni havaalanının Türkiye için şimdiden bir kara deliğe dönüşmesi ihtimali maalesef yüksek.

Mustafa Sönmez – Al Monitor

İsviçre’de Meclis gündem yokluğundan toplanamadı

İsviçre’de Federal Meclis’in üst kanadı Eyaletler Meclisi gündem yokluğu nedeniyle kapılarını açmadı. Meclis, bu yıl içinde daha önce de kapılarını tartışılacak gündem olmadığı için açmamıştı.

Eyaletler Meclisi Başkanı Karin Keller-Sutter, İsviçre medyasına göre, meclise danıştıktan sonra oturumu açmanın gereksiz olacağına karar verdi.

İsviçre’de meclis gündem olmadığı halde kapılarını açmak yerine kapalı kalarak aynı zamanda harcamalardan tasarruf ediyor.

Buna göre 46 üyeli meclisin her bir üyesinin meclise günlük maliyeti 735 İsviçre frangı. Bu yıl iki kez kapılarını kapatan meclisin 67 bin İsviçre frangı tasarruf sağladığı bildirildi.

İsviçreli bazı parlamenterler tasarruf ile sonuçlanan bu uygulamadan sonra gelecekte meclisin önemli bir meselenin olmadığı bütün günlerde benzer şekilde kapalı tutulması görüşünü savunuyor.

Euronews

Barış Manço Kültür Merkezi’nde Uluslararası Avcılar Sempozyumu düzenleniyor

Uluslararası Avcılar Sempozyumu 15-16 Mart 2018 tarihleri arasınd Avcılar Belediyesi’nin ev sahipliğinde Barış Manço Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek

“Bütün Yollar Avcılar’dan Geçer” konulu sempozyumda 20’nin üzerinde uzman her yönüyle Avcılar hakkında bildiri sunacak.

Bathonea Antik Kenti’nden, Roma dönemi Avcılar’ına; Avcılar’da afet yönetiminden, Avcılar’da şehirleşme ve kültür sanata kadar geniş yelpazede konulara ev sahipliği yapacak Sempozyum’un açılışını da “Avcılar’ın Bugünü ve Geleceği” isimli konuşması ile Avcılar Belediye Başkanı Dr. Handan Toprak Benli gerçekleştirecek.
Sempozyum programına buradan ulaşabilirsiniz.

 

(Reel Haber)

7. yılında Fukuşima: Okyanusta artan radyoaktif kirlilik, “Kullan at” işçiler, geleceği çalınan çocuklar…

Henüz sırları çözülmemiş bir teknolojinin yarattığı sorunlarla uğraşmak kuşkusuz  felaketin etki ve boyutlarına dair bize belli aralıklarla  ilave yeni şeyler  söylüyor.  Örneğin 32 yıl önce meydana gelmiş olmasına rağmen bugün hala  etkileri devam eden Çernobil  Nükleer Felaketi nedeniyle  açığa çıkan radyasyonun önümüzdeki 50 yıl içinde 40 bin yeni kanser vakasının nedeni olacağını da söylüyor .[1] Bugün hala girilmesi yasak olan santral bölgesinde çıkan yangınların ise ağaçlara tutunmuş olan radyoaktif partikülleri harekete geçirerek daha geniş alanlara yayabildiğni öğrendik mesela. Radyoaktif bölgede Fukuşima’da çıkan yangın da  ciddi endişe uyandırmıştı.

Çernobil Nükleer Felaketinden 25 yıl sonra meydana gelen Fukuşima Nükleer Felaketi’nde 7 yılı geride bıraktık ve maalesef sonuçları itibariyle radyoaktif kirliliğin boyutları  endişe verici. Manchester Üniversitesinden bilim insanlarının  nükleer santral bölgesinde yapmış olduğu yeni bir araştırma santral bölgesinde yer yer  uranyum, sezyum gibi radyoaktif  izotop içeren partiküllerin tespit edildiğini ve yarılanma ömrü milyarlarca yıl olan uranyumnedeniyle çevredeki radyoaktivitenin öngörülenden daha  uzun süreceğini gösteriyor. Kaldı ki bölgede yaşayanlar solunum yoluyla insan saçının 20’de biri ebadındaki izotopları  solunum yoluyla alarak dahili  maruziyet yaşamış olabilirler. Greenpeace Japonya  tarafından yapılan araştırma da bölgede yaşayanların  Fukuşima felaketinin öncesine göre 100 kat fazla radyasyon dozuna maruz kalabileceğini ortaya koyuyor.  [2]

Okyanusa boşaltılmaya hazırlanan  1 milyon ton radyoaktif su !

Nükleer felaketin başladığı an itibariyle nükleer santralin içine dolan suyun yer altı suyuna karışması nedeniyle  denize doğrudan akmaması gereken yüksek miktarda su tankerlerde biriktiriliyor. Nitekim bugün radyoaktif su biriktirilen su 1 milyon tona çıkmış durumda, zira 1000 tonluk siloların sayısı 800’lerden 1000 adete ulaştı. Bu silolarda biriktirilen radyoaktif su işlemden geçirilip içindeki stronsiyum ve sezyumdan arıtılarak balıkçıların onayı alınarak denize geri boşaltılmak isteniyor.

Fakat denize boşaltılmak istenen bu suyun içinde arıtılması mümkün olmayan, kansere yol açabilecek trityum maddesinin hidrojen izotopu olması nedeniyle yok olması mümkün değil. Bu nedenle denize boşaltılan suyun ekosisteme karışmasıyla deniz ürünleri ve çevre açısından ciddi sorun anlamına geliyor. Öyle ki bugün okyanusların üçte biri radyoaktif olarak kirli ve bunda Fukuşima’dan yayılan radyoaktif suyun payının ise %80 olduğu anlaşılmış bulunuyor.  Bu durumdan Rusya  da rahatsız, hatta 20 Aralık 2017 tarihinde Rusya Dış işleri bakanlığından Maria Zakharova, silolardaki radyoaktif suyun denize geri boşaltma ihtimaline istinaden bu işlemin çevreyi ve balıkçılığı olumsuz etkileyebileceğine dikkat çekerek Rusya basınına yeterli teknoloji yoksa Japonya’nın uluslararası  düzeyde yardım istemesi gerektiği yönünde  bir açıklama yaptı.[3]

Fukuşima nükleer santralinde üst düzey teknoloji gerek reaktörlerde durum tespitinde kullanıldığı gibi radyoaktif suyun olduğu gibi yeraltı suyuna karışmasını  önlemek için  buzdan duvar projesi için de bir başvuru aracı. Ancak, yapımı için 400 Milyon Dolar harcanan ve her yıl  10 Milyon Dolar ek bakım maliyeti öngörülen sistem de radyoaktif suyun yeraltı suyuna karışmasını tamamen önleyemiyor.  Üstelik buzdan duvarın  iklim değişikliği ve bu bağlamda tayfun, fırtına gibi çeşitli  hava olayları karşısında nasıl direnç göstereceği de ayrı bir soru ve sorun teşkil ediyor.

Fukuşima’nın deniz ürünleri ithalatı serbest !

Diğer taraftan Fukuşima Nükleer Felaketinin olumsuz imajınının silinmesi yönünde yoğun bir çaba sarfediliyor.   Bu amaçla Fukuşima ürünlerinin dış ticaret engelini kaldırıldı. 2012 yılının Haziran ayından itibaren durudurulmuş olan  deniz ürünü ithalatına  ise 28 şubatta yeniden başlandı . Bu iznin ilk uygulayıcısı da Tayland’da deniz ürünleri restaurantı  oldu. [4]Nükleer felaketin başlamasından önce Fukuşima’ya komşu Futaba kentinin belediye başkanı olan ve felaket sırasında iyot haplarını  kendi insiyatifiyle halka dağıtan   Katsutaka Idogawa kendisine konuya dair yorumunu sorduğumuz üzere Fukuşima’dan deniz ürünü ithal edilmesini şiddetle eleştirdi. Idogawa ithalatın serbest bırakılmasını “Kabul edilemez!”şeklinde niteledi.

Japonya’dan ithal edilen gıda  ürünlerinde TAEK  kontrolü artık yok!

Öte yandanTürkiye de Ekonomi bakanlığından  aynı günlerde bir açklama yaparak Fukuşima Nükleer Felaketinin başlamasından sonra uygulamaya konan  TAEK tarafından  Japonya’dan ithal edilen gıdalar için  yapılan radyasyon denetimlerinin kaldırıldığını ve ürünlere radyasyon olmadığını gösteren uygunluk belgesinin artık verilmeyeceğini duyurdu. [5]

“Normalleştirme” çalışmaları…

Fukuşima Nükleer Felaketi tüm gücüyle etkisini hissettirmesine rağmen kamuoyu yanıltılmaya, gerçekler gizlenmeye çalışılıyor.  Bunun en iyi yolu ise  herşey  eski haline dönmüş görünümü yaratmak amacıyla sorunun kaynağının üstünü örtmek. Yani Fukuşima Felaketi’nin ardından kamuoyu baskısıyla kapatılan  nükleer santrallerin (çalışabilir reaktör sayısı 54’ten 42’ye düşmüş bulunuyor) yeniden açılması. Bugün Japonya’da 2015 yılı itibariyle hükümetin önayak olarak yeniden devreye alınabilmiş  reaktör sayısı ise sadece 5 .  Hükümet, Fukuşima gibi Tohoku bölgesindeki  Kariva Nükleer santralinin de yeniden çalıştırılması için onay vermiş  durumda. İzleyen süreçte Japon hükümetinin 19 reaktörün açılması için de uğraş vereceği öngörülüyor. Lakin  yeni reaktörlerin devreye alınması bir kriz ortamında mümkün olmayacağı için “normalleştirme”hükümet açısından  şart görünüyor. Nitekim Fukuşima Nükleer Felaketinin başlamasını izleyen süreçte IAEA tarafından tayin edilerek dünya genelinde uygulanan yıllık 1 Milisievert  sınırdozun yıllık 20 Milisievert düzeyine çıkartılmış olması  da yüksek radyasyon seviyelerine rağmen hükümetin planladığı  “normalleştirme” sürecinin ilk adımı olmuştu.

Reaktörlerin sökümüne başlanamıyor!

Fukuşima  Daicihi Nükleer Santrali’nde tam erimenin  meydana geldiği  reaktörlerden özellikle 2 no’lu reaktörden yayılan radyasyon seviyesi çok yüksek olduğu için  Daiichi Nükleer Santrali’ni daha güvenli hale getirmek amacıyla yapılması gereken reaktör söküm işlemlerine  başlanması mümkün değil. Oysa bu işlemlere başlanması halinde  hükümet 200- 250 Milyar Dolar  maliyeti karşılamaya  bile razı. [6]

Tokyo 2020 Olimpiyatları kamuflaj!

“Normalleştirme”nin sağlanması   amacıyla  başvurulan diğer bir formul ise 2020  Tokyo Olimpiyatları Maliyeti bir nükleer santralin kurulum maliyetine denk denebilecek bir hazırlık getiren olimpiyat oyunlarının bazı spor dalları Fukuşima’da yapılacak mesela .

Bunun için dünyaca ünlü sporcuların Fukuşima’ya götürülerek  uluslararası kamuoyuna Fukuşima’da herşeyin kontrol altında olduğu ve sorunların bittiği gibi olumlu mesajların gönderilmesine çalışılıyor bir bakıma reklam yapılıyor. Buna mukabil,  Fukuşima’dan tahliye edilenlere verilen ödeneklerin ise yüksek maliyet teşkil ettiği  gerekçesiyle kesilmeye çalışıldığını , bu nedenle Fukuşima’daki yaşamını terk eden yaklaşık 60 bin yurttaşın daha   terk etmek zorunda kaldıkları evlerine dönmeye mecbur bırakıldığını görüyoruz. [7]

“Kullan at” işçiler

Olimpiyatlara yönelik yapılan hazırlık ve reklam masrafları  için  yüklenilen maliyetin onda birinin Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nde acil durumdayken çalışmış olan tasfiye memurlarının sağlık taramaları için ayrılmadığını da görüyoruz. Hükümetin IAEA tarafından belirlenmiş olan sınır dozları yukarı çekmesiyle işçiler için belirlenen radyasyon maruziyet seviyesi ise 5 yıl için 100 Milisievertten 250 Milisieverte çıkarılmıştı.

Tokyo Gazetesi’nin haberine göre acil durum halinde çalışmış olan  20 bin işçi bulunuyor. 2014 yılında,  bu kişilerin ne kadar radyasyona maruz kaldıklarının anlaşılması için devlet eliyle sağlık taramaları başlatılmıştı. Fakat acil durum halinde ve sonradan dekontaminasyon işlerinde çalışan  tasfiye memurları  ya sağlık taramalarına katılacak bütçe ayıramıyor ya da  ücretli tatil günü de olmadığı için zaten düşük ücret almakta olduğu işinden  feragat edip kontrol sürecine dahil olmuyor . Kaldı Devletin işçilerin sağlık taramalarına girmesi konusunda ne bir teşviki ne de zorlaması sözkonusu. İşçiler muayeneye katılmak isterse onları bir de yol masrafı gibi ek ödemeler bekliyor. Bir kısım işçilerin görüşü  ise sağlık taramalarının tedavi amaçlı değil bilgi toplamak amacıyla yapıldığı yönünde bulunuyor.  Neticede 20 bin işçinin yalnızca 4200’ü sözkonusu testlere katılmış durumda ki bu sayı, toplam işçilerin beşte birinin radyasyon maruziyeti hakkında bilgi sahibi olunduğunu gösteriyor.

Testlere dahil olanlardan 6 işçinin radyasyon maruziyeti  250 Milisievertin  168 işçi de 100 Milisievertin üstüne çıkmış bulunuyor ki bu 174 işçinin önceki sınır doz değeri olan 100 milisievertin  aştığnı gösteriyor.  Kontrollerin  devlete maliyeti ise  900bin Dolar  olup her yıl için işçilere 3-4 kez ücretsiz muayene imkanı verecek şekilde yalnızca 6 milyon Dolarlık bir bütçe ayrılmış bulunuyor.

Çocukluk çağı tiroit kanserinde artış!

Diğer taraftan felaketin başlamasıyla Fukuşima’daki çocuklarda tiroit kanseri  vakaları  artış gösteriyor. Hasta olanlar tarama kapsamından çıkarılıyor. Hatta Fukuşima eyaletine bağlı bazı kentlerde kanser vakalarının ortaya çıkma ihtimaline karşı sağlık  taramaları yapılmıyor, programlar kapatılıyor. Tiroit kanserinin Fukuşima bağını kurmaya çalışan bilim insanları ise programdan ya istifa ettiriliyor ya çıkartılıyor. Çocukluk çağı tiroit kanseri (18 yaş altı) Dünya Sağlık örgütü(WHO) tarafından nükleeer santral korelasyonu tanınan yegane hastalık .Çünkü bu hastalık radyasyon etkisi olmadıkça  milyonda 1-2 çocukta  görülüyor. Fukuşimadan önce milyonda 2 çocukta görülürken , sonrasında 380 bin çocukta 194 vakanın ortaya çıkması  bugün bu hastalığın   2000 çocukta bir görüldüğünü ve sıklığın  500 kat arttığını ispatlıyor. Fukuşima merkezine  komşu kentlerde bu testlerin yapılması halinde sayının daha da artacağı düşünülüyor . Bu arada testlerin 2011-2018 yılları arasında 3 tur yapıldığını ve bu nihai rakamın 2016-2018 yılları arasında yapılan 3. turun sonucu olduğunu belirtelim.

Bununla birlikte devlet tarafından yapılan kontrol ve ölçümlerin doğruluğuna güvenmeyen gönüllü gruplar ise yurttaş girişimiyle ölçüm aletleri satın alarak (bunların çoğu Çernobilde yapılan ölçüm ekipman ve metodlarını adapte ediyor) ölçüm istasyonları kurmak suretiyle yurttaşlar için belli bir ücret karşılığında bu ölçümleri objektif olarak gerçekleştiriyor.  Devletin sunduğu hizmete duyulan güvensizlik nedeniyle alternatif  yaratan bu girişimler ise sonradan dahi devlet tarafından ne maddi ne manevi olarak destek buluyor.  Bu girişimlerden yurttaş  girişimiyle kurulan ölçüm istasyonları hakkındaki yazımıza  buradan ulaşabilirsiniz.

Elbette Fukuşima hakkında olan biten bu yazıdakilerle sınırlı değil, tazminatlar, katı atıkların yakılması, Japonya genelinde yüksek radyoaktivite içeren atıkların gömülmesinin yol açtığı sorunlar, deprem riski  gibi önceki yazılarımızda okuduğunuz bir dizi tartışmalı konu var ve fırsat buldukça hepsine değiniyoruz .

Şimdi Türkiye nükleer santral planları yaparken Akkuyu, Sinop ve  İğneada projeleri  için iş dünyasında iştahlar kabarırken kendimize soralım:  Teknoloji devi Japonya’nın yüzüne gözüne bulaştırdığı, baş edemediği sorunlarla uğraşmaya hazır mıyız? “Kullan at” işçiliğe, geleceği olmayan çocukları dünyaya getirmenin vebaline katlanmaya, yağmurdan kaçmaya, cebimizdeki para pazar masrafına yetmezken  yediğimiz  yiyecekte; soluduğumuz havada; içtiğimiz bir bardak suda radyasyon var mı diye ölçmeye,  kendi gücümüzle ölçüm istasyonları kurmaya hazır mıyız?

Son notlar

[1] https://theecologist.org/2016/apr/26/its-not-over-yet-40000-more-cancer-deaths-predicted-chernobyl-aftermath

*http://www.radioactivity.eu.com/site/pages/Uranium_238_235.htm

[2] http://www.greenpeace.org/japan/ja/campaign/monitoring/28th/

[3] http://tass.com/politics/981971

[4] https://www.asahi.com/articles/ASL2W5KPGL2WUGTB00M.html

[5] https://yesilgazete.org/blog/2018/02/19/turkiye-japonyadan-gida-ithalatinda-radyasyon-kontrolu-uygulamasini-kaldirdi

[6] https://yesilgazete.org/blog/2018/02/02/fukusima-daiichi-nukleer-santralinde-olumcul-seviyelerde-radyasyon-tespit-edildi/

[7] https://yesilgazete.org/blog/2017/08/02/fukusimada-eko-yikim-ve-radyoaktif-kirliligin-ustunu-2020-tokyo-olimpiyatlariyla-ortme-cabasi

Pınar Demircan

(Yeşil Gazete)

“Kardeşini Doğurmak Türkiye’de Ensest Gerçeği” kitabına sansür

Gazeteci Büşra Sanay’ın birçok uzman ile görüşerek kaleme aldığı ‘Kardeşini Doğurmak: Türkiye’de Ensest Gerçeği’ kitabının tanıtım etkinlikleri iptal edildi.

Sanay’ın Türkiye’deki ensest gerçeğine dikkat çekmek için kaleme aldığı kitabı, “Kardeşini Doğurmak” için 2 AVM’de imza etkinliği düzenlemeyi planlıyordu.

Sanay, Twitter hesabı üzerinden düzenleyeceği imza etkinliklerinin iptal edildiğini duyurdu.

Sanay Twitter’daki kişisel hesabından iptalleri “İlk sansür AVM yöneticilerinden geldi. İki imza programım konu sakıncalı bulunduğu için iptal edildi. Kardeşini doğurmak öyle bir yaraya dokundu ki görmememiz için ellerinden geleni yapıyorlar” paylaşımıyla duyurdu.

 

(Gazete Karınca)

Türk edebiyatının usta kalemi Haldun Taner’in Müze Evi açılıyor

Kadıköy Belediyesi sanat ve edebiyat dünyasının önemli isimlerini yaşatıyor.

Belediye tiyatro ve edebiyat dünyasının büyük ustası Haldun Taner ismiyle Müze Evi açıyor.

Usta yazarın eserlerin sergileneceği Haldun Taner Müze Evi’nde tiyatro dünyasına yeni eserler katılmasını sağlayacak kurs ve seminerler gerçekleştirilecek.

Kadıköy Belediyesi’ne ait Feneryolu Mahallesi’nde bulunan ikinci derece tarihi eser olan bina restorasyonu yapılarak Müze Evi haline getirildi.

Haldun Taner Müze Evi, 16 Mart Cuma günü saat 15.00’de büyük yazarın eşi Demet Taner, dostları, Kadıköy Belediyesi Başkanı Aykurt Nuhoğlu ve Kadıköylülerin katılımıyla açılacak.

Tarihi binada büyük edebiyatçı ve tiyatro yazarı Haldun Taner’in anısını yaşatacak şahsi eşyaları ve yaratımlarına dair belgeler, afişler, fotoğraflar yer alacak.

Başta Kadıköylüler olmak üzere sanat ve edebiyat dünyasına ilgi duyan herkesin ilgi göstereceği Haldun Taner Müze Evi’nde, usta yazarın kişisel eşyalarının sergilenmesi dışında edebiyat ve tiyatro sanatına dair etkinlikler gerçekleştirilecek.

Tiyatro yazarlığı alanında Türk Tiyatrosu’nun ihtiyacı olan oyunların yazılması için özellikle genç yazarların teşvik edileceği Haldun Taner Müze Evi’nde dönemsel hikaye ve oyun yazarlığı kursları düzenlenecek.

Genç Yazarlar Arşiv Kitaplığı

Edebiyat ve tiyatro ile ilgili sergiler düzenlenmesini; eksikliği duyulan yepyeni ve faydalı bir hizmet olarak genç yazarlarla, tiyatro icra topluluklarını; yani tiyatro sanatının iki temel ayağını buluşturmayı hedefleyen Haldun Taner Müze Evi’nin bir başka projesi de Haldun Taner Müze Evi Genç Yazarlar Arşiv/Kitaplığı.

Müze Evi bünyesinde yeni ve yerli tiyatro oyunlarından oluşturulacak kitaplık kurulacak.

Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu Haldun Taner Müze Evi açılışına dair şunları söyledi:

“Bir toplum yazarlarına, düşünce insanlarına, sanatçılarına değer verdiği ölçüde gelişir. Haldun Taner edebiyat ve tiyatromuzun çok değerli isimlerinden. Onu eserleri ve değerleri ile yaşatmak istedik.  Ailesinin desteği ve katılımıyla ikinci derece tarihi eser olan binamızı Haldun Taner Müze Evi haline getirdik.  Bu yerin genç yazarlarımıza ufuk açacağına, buradan çok değerli oyunlar çıkacağına inanıyorum.”

 

(Yeşil Gazete)

Kanada’da petrol boru hattı projesine karşı yürüyüş

Kanada’da binlerce doğa hakları savunucusu aktivist Cumartesi günü (10 Mart) Kinder Morgan Petrol Boru Hattı’nın genişletilmesine yönelik çalışmaları protesto etmek için yürüyüş düzenledi. Proje ile Kanada’dan Pasifik Okyanusu’na mevcut durumun üç katı petrol akışı gerçekleşecek.

“Gasp edilmiş yerli topraklarında petrol boru hattına hayır!”

Kanada’da yaşamlarını sürdürme mücadelesi veren yerel liderlerin çağrısı ile Vancouver’in banliyölerinden Burnaby’de bir araya gelen aktivistler petrol boru hattına karşı birlik olma kararı aldı. Tsleil-Waututh kabilesinin üyelerinden Rueben George, Kinder Morgan şirketinin Burnaby’deki ofisi önünde gerçekleşen eylem sırasında, kalabalık davullar ve ilahiler söylerken, “Bizim spiritüel liderlerimizin Burnaby Dağı’nı geri alma talebi de akıldan çıkarılmamalı” şeklinde konuştu.

Kanada Başbakanı Tredau ile şirketin işbirliği bu dövizde, “Justin ile Kinder Morgan aynı yatakta” sözleri ile teşhir ediliyor

Birçok göstgerici ellerindeki, “Su hayattır”, “İzin de yok, boru hattı da” ve “Yerin altında bırak” dövizlerini taşırken diğerleri çıkardıkları seslerle petrole Burnaby’de geçit olmadığının mesajını verdi.

Trans Mountain boru hattı projesi merkezi Teksak olan Kinder Morgan şirketinin Kanada ayağı tarafından yürütülüyor. Proje ile ABD’nin Washington eyaleti ile Kanada arasındaki sularda devam eden çok yüksek sayıdaki petrok tankerinin sefer sayılarının daha da genişletilmesi planlanıyor.

Kanada Başbakanı Justin Tredau 2016 yılında projeyi onayladığı sırada, “Bu proje Kanada’nın en önemli çıkarlarını temsil ediyor” açıklamasını yapmıştı.

 

(Yeşil Gazete, Washington Post)