Ana Sayfa Blog Sayfa 2878

[Çocuklar İçin Türk Mitosları, Anadolu Efsaneleri] Evrenin oluşumu – Dilge Güney

Her toplumun mitolojisi o toplumun kültürel ve zihinsel yapısına ayna tutar.

Batılı ülkelerin çeşitli sanat kolları ile bize tanıtmış olduğu Zeus’u, Afrodit’i çok iyi biliriz ama Türk mitosları ve Anadolu efsaneleri pek fazla bilinmez. Biz de her ayın ikinci haftası yayımlayacağımız [Çocuklar İçin Türk Mitosları, Anadolu Efsaneleri] dizisi ile çocuklarımızı unutulmaya yüz tutmuş bu öykülerle buluşturmak istiyoruz.

*** 

Yunanca kökenli bir kelime olan mitos (mythos) söz, öykü anlamına gelir. İlk insanlar mitoslar anlatarak evreni, tabiat olaylarını ve yaşamla ilgili sırrını çözemedikleri durumları açıklamaya çalışmışlardır.

Mitoslar, tüm efsanelerin, destanların, masalların, hatta bugün okuduğumuz edebi türlerin de kökenlerini oluşturur. Bilinçaltı üzerine çalışan bilim insanları, mitosların evrensel geçerliliğe sahip yaşam kalıpları olduğunu ve her insan için anlamlı mesajlar taşıdığını söyler.

Farklı kültürlerde aynı konuyla ilgili farklı mitoslar anlatılabilir.  Hatta aynı kültürde yetişen insanlar da aynı konuyu farklı şekillerde anlatabilir. Örneğin evrenin oluşumunu anlatan çeşitli Türk mitosları vardır. İşte bunlardan biri, Verbitsky derlemesi. 

1 – Evrenin Oluşumu

Yer ve gök yaratılmadan önce sadece su vardı.

Ülgen bu sonsuz suların üstünde hiç durmadan uçardı.

Günün birinde yoruldu, kendisine konacak bir yer aramaya koyuldu.

Bu ne kadar sürdü bilinmez fakat günün birinde o sesi duydu: 

“Ey Ülgen!

Uçsuz bucaksız suların arasında

önüne bir taş çıktığında

durma onu yakala!” 

Bu ses susunca o taş belirdi suda. Ülgen peşine düştü.

Taşı yakalaması ne kadar sürdü bilinmez fakat yakaladı sonunda.

Derin bir “oh” çekti, taşın üstüne kondu. O an kalbine bir hayal doğdu. 

“Bir dünya yaratsam, ama nasıl olsa,

Bir boyu, bir soyu, bir yolu olsa…” 

Bu sözlerle su dalgalandı. Köpüklerin içinde Akana belirdi birden. Dedi ki: 

Resimleyen: Berna Erözkan Akan

“Ey Ülgen!

Yaratmak istiyorsan bir evren

önce kendine inanmayı öğren!

Her ne dersen de ama

Asla  yapamam deme!” 

Sözünü bitirince Akana kayboldu suyun içinde. Görünmedi bir daha.

 Ülgen bunun üzerine, yere bakıp “Yaparım!” dedi. Üstüne konduğu taştan yeri yarattı ve sonra yeri gökle çevirdi. 

Kendisi  de tepesi göğe değmez, etekleri yerde değmez altın bir dağa çekildi.

Oradan dünyayı seyre koyuldu.

 

 

Dilge Güney

 

Son dönemin Yeşil Kitapları

Ağaçların Gizli Yaşamı

“Ağaçların acıyı hissedebildiğini, hafızaları olduğunu ve ebeveyn ağaçların çocuklarıyla birlikte yaşadığını öğrendiğinizde, artık onları sanki sıradan bir işmiş gibi devasa makinelerle kesip hayatlarını altüst edemiyorsunuz.”

-Peter Wohlleben-

Ağaç sosyal bir varlık mıdır? Almanya’da Der Spiegel’in çok satan kitaplar listesinin zirvesinden iki yıl boyunca inmeyip satış rekorları kıran, yayımlandığı birçok ülkede aynı ilgiyi gören bu kitaba bakılırsa sorunun

yanıtı evet. Mesleğine tutkuyla bağlı olan ormancı yazar Peter Wohlleben ağaçların aralarında bir sosyal ağ oluşturduğunu kitabında gayet ikna edici biçimde izah ediyor.

Bu alanda yapılmış bilimsel araştırmalar ve kendisinin yıllara dayanan gözlemlerinden yola çıkan Wohlleben’e göre ağaçlar da tipik insan davranışları sergiliyor. Ağaç ebeveynler birlikte yaşadıkları yavrularıyla iletişim kuruyor ve onların büyümelerine destek oluyor. Bunlar yetmezmiş gibi ağaçlar birbirini yaklaşan tehlikelere karşı uyarıyor ve aralarındaki hasta veya acı çeken bireylerle gıdalarını paylaşıyor. Bu kitabı okuduktan sonra, ağaçlara ve ormanlara çok daha farklı bir gözle bakacaksınız… 

Ağaçların Gizli Yaşamı

Peter Wohlleben

Çeviren: Ali Sinan Çulhaoğlu

Kitap Kurdu

2018

 ***

Arka Bahçe Etkinlikleri

 

Solucanlar farklı yiyeceklerin kokusunu alabilir mi? Çok güçlü bir böcek ne kadar ağırlık kaldırabilir? Cırcır böcekleri yalnızken mi, yoksa arkadaşlarıyla beraberken mi daha mutludur? Bir örümceğe dokunabilir misin? Peki, ona evcil hayvan olarak bakabilir misin?

En Kirli, En Harika, En Börtü Böcekli 100 Bahçe Etkinliği, sana bu soruların ve daha fazlasının yanıtını nasıl bulacağını öğretecek ve bunu yaparken çok eğleneceksin! Büyük şehir müzelerini, sıkıcı kitapları ve bilgisayarınızda ya da tabletinizdeki bilim oyunlarını unut! Bu kitapla bahçeniz senin için yeni bir müze, yetişkinler de tek yardımcın olacak. Böcekleri, sürüngenleri, kuşları ve bitkileri daha yakından ve kişisel olarak tanıyacak, onların uzmanı olacaksın. Harika, değil mi?

Colleen Kessler; yaparak öğrenme, deney, bilim ve yaratıcılık konusunda çocukların tutkularını harekete geçirecek etkili ve benzersiz yöntemleri paylaşmayı amaç edinmiş bir öğretmen ve annedir. Bunların hepsi ve daha fazlası kitabın içinde: böcekleri yakalarken çok eğleneceksin ve okulunda sana yardımcı olacak önemli bilimsel bilgilerle eleştirel düşünme becerileri kazandığını gören ebeveynlerin buna çok sevinecek.

Dışarıda keşfedilmeyi bekleyen kocaman bir dünya var… Bu kitabı yanına al, keşfe çık ve dışarıda harika zaman geçir.

Arka Bahçe Etkinlikleri

Colleen Kessler

Çeviren: Sezgin Sarı

Yeni İnsan Yayınevi

2018

***

Çanakkale Temiz Hava Eylem Planı Özet ve Değerlendirmesi

 

Hava Kalitesi Değerlendirme ve Yönetimi Yönetmeliği uyarınca yayınlanan genelge ve çevre kurulu kararları sonrasında Nisan 2014’te kurulan bir komisyon tarafından hazırlanan Çanakkale İli Temiz Hava Eylem Planı, nihayet 25 Aralık 2017’de Çanakkale İl Çevre Şehircilik Müdürlüğü tarafından kamuoyuyla paylaşıldı. Ekoloji Kolektifinden Avukat Hülya Yıldırım, hazırlanan planı inceledi ve özellikle kömür kullanımıyla ilgili plandaki eksiklikleri değerlendirdi.

Çanakkale kent merkezi ve Çan ilçesini kapsayan raporda, konutlarda kullanımına izin verilmeyecek, TKİ Kömür İşletmeleri açık ocak işletmeciliğiyle çıkartılan kömürün 18 Mart Çan Termik Santralında kullanımına ilişkin bir düzenleme yapılmadığı, santral bacasından gerçekleşen standartların üzerindeki kükürtdioksit salımına yönelik herhangi bir faaliyet durdurma önlemine rastlanmadığı, kükürt tutucu (desülfirizasyon) sisteminin öncelikli önlemler arasında sayılmadığı ve uygulamaya 2019’da geçirileceği ve planın sağlık etki değerlendirmesi olmaksızın hazırldığı, Avukat Hülya Yıldırım’ın ilk belirlemeleri arasında yer aldı.

Çanakkale Temiz Hava Eylem Planı Özet ve Değerlendirmesi

Hülya Yıldırım

Ekoloji Kolektifi

2018

Yayına ulaşmak için tklynz

 

 

Derleyen: Barış Gençer Baykan

[Oğuz gidiyor] Langurlar – Oğuz Tan

İstanbul’dan Güneydoğu Asya’ya uzanan bisiklet yolculuğumda Hindistan’ın çeşitli turistik noktalarında konakladım. ‘Turist noktası’ dediğim için aklınıza beş yıldızlı oteller, dümdüz asfalt yollar, pahalı restoranlar gelmesin. Hindistan’da pek çok turist noktası oldukça salaş.

Bulunduğum bu noktalardan biri de Rişikeş’ti. Rişikeş’e yabancı turistler ağırlıklı olarak yoga ve ayurvedik terapi kursları almak için geliyorlar. Bazıları aşramlarda konaklıyor, bazıları da ucuz otellerde. Hindistan’ın yerli turistleri ise Hindular için kutsal olan Ganj nehrini görmeye geliyorlar. Öyle ki, zemzem suyu misali nehrin suyundan plastik bidonlara doldurup evlerine götürüyorlar. Garip.

Semnopithecus Entellus

Hindistan’da çok sayıda maymun gördüm ve çoğunlukla bunlar makaklardı. Makaklar daha hareketli ve saldırganlar. Langurlar ise kendi hallerinde çok sevimli canlılar. Bazen bir duvarın dibine oturup langurları izliyordum. Bu yazıda size Rişikeş’te gördüğüm langurları ve Hindu kültürüyle olan bağlantısını anlatacağım.

Langur, Rişikeş’teki Ram Jhula kasabasında bir duvar tepesine oturmuş etrafı seyrediyor. Kim bilir ne düşünüyor? Sokakta rengârenk kıyafetleriyle dolaşan insanlar, meyve tezgâhları, inekler ve köpekler var.

Eski dünya maymunları olarak bilinen primat ailesinin (Cercopithecidae) bir alt ailesi olan Colobinae, 10 cins içinde 59 tür içerir. Colobinae alt ailesinde yer alan canlılar, Güneydoğu Asya’da insandan sonra en yaygın görülen primat türleridir.

Langur pür dikkat bir şeye bakıyor. Sert gözüktüğüne bakmayın, son derece sevimliler aslında.

Halk arasında Hanuman languru veya gri langur olarak bilinen Semnopithecus Entellus bu alt ailedendir ve ismini bir Hindu tanrısı olan Hanuman’dan alır. Maymun savaşçı Hanuman, Hindu mitolojisinde önemli bir yere sahip. Hanuman, Hindu kültürün önemli destanı Ramayana’nın ana karakterlerden biridir. Annesi maymun prenses Anjana’dır, babası Kesari ise bir ‘vanara’ yani ormanda yaşayan yarı insan yarı maymun canlıdır. Hanuman, savaşçı bir Hindu tanrısı olan Rama fanatiğidir ve destanda anlatıldığı üzere iblis kral Ravana’ya karşı verdiği savaşta Rama’nın yanında yer almıştır. Rama, savaşı Hanuman ve vanaraların yardımıyla kazanmıştır.

Kinnaur vadisinde gördüğüm bir Hindu tapınağındaki Hanuman heykeli – Hindistan.

Çok fazla detay ve entrikanın yer aldığı pembe dizi kıvamındaki savaş hikâyesinin kaba bir özetini paylaşacağım. Ayodhya kralı Dasharatha’nın üç eşinden dört çocuğu vardır. Annesi Kaushalya olan Rama, kral Dasharatha’nın en büyük oğludur. Kralın bir diğer oğlu olan Bharata’nın annesi ise kraliçe Kaikeyi’dir. İkiz olan diğer iki erkek çocuk Lakshmana ve Shatrughna’nın annesi Sumitra’dır. Komşu krallıktaki Prenses Sita’nın evlenme çağı gelir ve civardaki tüm prenslerin katıldığı seremonide Sita eş olarak Rama’yı seçer. Evlenirler. Birkaç yıl sonra kral Dasharatha, tacını en büyük oğlu Rama’ya devretmek ister. Fakat Kraliçe Kaikeyi, kralın yıllar önce kendisine verdiği söz nedeniyle onu ikna eder ve tacı kendi oğlu Bharata’ya devrettirir. Rama’yı ise ormana sürgüne göndertir. Eşi Sita ve kardeşi Lakshmana, Rama’yı yalnız bırakmazlar. Kadın bir iblis olan Shurpanakha ormana gelir ve Rama’yı baştan çıkartmaya çalışır. Lakshmana Shurpanakha’nın burnunu ve kulaklarını keser. Fakat Shurpanakha, Lanka(bugünkü Sri Lanka) kralı Ravana’nın kız kardeşidir. İblislerin başı olan Ravana, kız kardeşinin öcünü almak için Rama’nın eşi Sita’yı Lanka’ya kaçırır. Rama, Lakshmana, Hanuman ve vanaralar Hindistan’ı Lanka’ya birleştiren bir köprü inşaa ederler. Suyu geçip Lanka’da büyük bir savaş verirler. Rama, önce Ravana’nın kardeşlerini öldürür, sonra da kendisini. Eşi Sita artık özgürdür ve beraber Ayodhya’ya dönerler. Kral olan üvey kardeşi Bharata ise tacı kendi rızasıyla Rama’ya verir.

Nepal’deki Pashupatinath tapınağında Hanuman görünümlü din adamı.

Çoğunluğu Hindistan ve Sri Lanka’da olmakla birlikte farklı türlerdeki langurlar Pakistan, Nepal, Butan ve Bangladeş’e kadar yayılmıştır. Hanuman langurları son derece dayanıklı canlılardır ve bulundukları ortama fiziksel adaptasyonları kolaylıkla gerçekleşir. Kurak arazilerden yağmur ormanlarına varan farklı coğrafyalarda ve 4300 metreyi bulan rakımlarda yaşayabilirler. Hindistan’ın bazı bölgelerinde kent yaşamına da uyum sağlamışlardır. Örneğin bir çöl olan Rajastan’ın Jodhpur şehrindeki langur sayısı günümüzde bir milyonun üstündedir. Hindular için kutsallardır ve kimse onlara zarar vermez.

Meraklı bir dişi langur.

Yüzleri beyaz tüyler ile çevrili olan Hanuman langurlarının vücut tüyleri gridir fakat avuç içleri, ayak tabanları, yüzleri ve kulakları tüysüz ve siyahtır. Zamanlarının çoğunu karada geçiren bu langurlar, uyumak için ağaçların yüksek dallarını tercih ederler. Kentlerde ise yüksek noktalarda, kulelerde veya elektrik direklerinin tepelerinde uyuyabilirler. Yaprak, meyve, tomurcuk, çiçek ve bazı böcekler ile beslenirler. Köy ve kasabalarda tarla ekinleri de yerler.

Yavru langur annesinden süt emiyor.

Kentlerdeki Hindu tapınaklarında insanlar tarafından beslenirler. Kuzeyde Himalaya bölgesinin karlı kış aylarında ise çam kozalağı, ağaç kabuğu ve ince dallarla beslenerek hayatta kalırlar. Alfa erkeğin hâkimiyeti iki seneden az sürer. Yeni gelen alfa erkek, tehdit oluşturmamaları için sistematik bir şekilde eski alfa erkeğin çocuklarını öldürür.

 

Oğuz Tan

Bisiklet gezgini

Instagram @oguzgidiyor

 

 

 

[Hermit] Kürk Mantolu Madonna’ya, filtre kahveye ve Rumî’ye dair – Ayşegül Sağlam

Yapılan bir araştırmaya göre insanların %84’ü yapmak istediği işin eğitimini alamıyormuş. Bu durumun en önemli sebebi; insanların, yetenekleri doğrultusunda yönlendirilmemeleri ve istedikleri alana göre değil ‘Allah ne verdiyse’ yöntemiyle üniversitelere yerleştirilmiş olmaları olsa gerek. İster talih deyin ister tesadüf ama ben bu çoğunluktan değildim. Bir şekilde akmış, yolumu bulmuş, Darülfünun’a konmuştum.

Darülfünun, İstanbul Edebiyat Fakültesi

Üniversitedeki ilk günlerimdi. Yavaş yavaş çevreyi tanımaya ve tanımlamaya başlamıştım. ‘Tuvalet ve yemekhane nerede?’, ‘Çay nereden alınır?’, ‘Biber gazı atıldıktan sonra nasıl ve ne şekilde nefes alınır; etkisi kaç dakika sürer?’… gibi hayati soruların cevaplarını bulmak; Laleli kampüsünde geçireceğim dört senenin daha huzurlu ve sağlıklı geçmesini sağlayacaktı. Bir ayın sonunda profesyonel bir üniversite öğrencisi olmuştum. Derslerime giriyor, hocayı dinlerken hangi öğrencinin iyi not tuttuğunu tespit ediyor, vizelerden önce hangi fotokopicide daha az sıra olduğunu kestirebiliyor ve kantinde karışıklık çıktığında nereye ne şekilde konuşlanacağımı biliyordum.

Bu esnada hocalarımızla ilgili de fikir sahibi olmaya başlamıştık tabi. Hangi hoca hangi şairi, yazarı sever; hangisini sevmez. Hangisini yere göğe sığdıramazken hangisinden hiç yokmuş gibi davranır… Kısa sürede politik duruşlarına göre sınıflandırmak mümkündü birçoğunu. Hâlbuki ben hep sanatın ‘politika üstü’ olduğuna inanırdım. Yani şairin, yazarın, ressamın, müzisyenin… mutlaka bir siyasi duruşu vardır; olmalıdır da ama sanat tarihçisi, bu şekliyle mi incelemelidir acaba? Yani kendisine yakın olan şairin dedesinin ne iş yaptığına kadar öğretip karşı görüşte bir şairin yaşadığından bihabermiş gibi davranmak ne kadar yakışır ki bir akademisyene…

Tam bu soruların cevabını ararken bir hocam -ki kanaatimce okulun en açık görüşlü hocalarından biriydi- derse bir soruyla başladı. ‘Sabahattin Ali ismini duyan var mı?’ 100 kişilik sınıftan üç, dört el kalktı. Peki, hakkında ne biliyorsunuz deyince, bir öğrenci, yazarın hayatına dair birkaç şeyden bahsedebildi. O öğrenci, günün akşamında eve gidince, okumaya meraklı tıbbiyeli ağabeyine teşekkür edecekti; ‘İyi ki Kuyucaklı Yusuf’u bana okutmuşsun, sayende bütün sınıfa hava attım.’ diye. Her eve bir ağabey lazım yani ama konuyu çok dağıtmayayım.

Edebiyat okumayı tercih eden onlarca akademi öğrencisinin habersiz olduğu bu yazar, bundan 15 yıl öncesinde o kadar da tanınan bir yazar değildi.  Ahmet Altan’la, Orhan Pamuk’la başlayan ve sonrasında hızla yayılan billboard’lardan kitap tanıtımı alışkanlığı, yeni yeni başlıyordu o yıllarda. ‘Cumhuriyet romanı satmaz artık azizim, bize taze kan gerek.’ diyen zihniyetin yanında eskiye rağbet eden avuç içi kadar öğretmenin insafına bırakılmıştı cumhuriyet romanı. İnstagram bile daha kurulmamıştı. Dolayısıyla yediğimiz yemekler, içtiğimiz içecekler, okuduğumuz kitaplar, yaptığımız sporlar hep bize kalıyordu. Allah’tan sosyal medya bu boyuta ulaştı da (!) bunların hepsini paylaşabilme imkânı bulduk. Yoksa ne olacaktı halimiz?

Bu toprakların yeşerttiği düşünürün pek güzel bir sözü vardır. ‘Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.’ Rumî 800 yıl önce bu sözü söylerken bu kadar enteresan şekillere bürünebileceğimizi tahmin etmiş miydi acaba? Neden, diyeceksiniz. Örnek vereyim:  Bizi sadece Instagram’dan takip eden birisi, bizim; sürekli spor yapan; bisiklete binen, trekking- hiking tutkunu; konserden sinemadan kopamayan; günün mutlaka birkaç saatini, filtre kahve eşliğinde, Kürk Mantolu Madonna gibi iyi romanlar okuyarak geçiren biri olduğumuzu düşünebilir. Ama biz acaba öyle biri miyiz? Velev ki öyle biriyiz; o zaman şunu görüyoruz; ülkedeki entelektüel sınıf öyle boyutlara ulaşmış, öyle büyük bir kitle haline gelmişiz ki Allah nazardan saklasın… E o zaman bu televizyonların hali ne? Neden akıldan uzak olan her şeye paha veriliyor? Suç oranı neden bu kadar yüksek? Madem üst-insan olmanın gereklerini yerine getirmiş; sporla, sanatla haşrolmuş bir milletiz de neden herkes bu kadar mutsuz… Ben söyleyeyim; olduğumuz hali kendimize yakıştırmadığımız için öyle görünmek istemiyoruz ama göründüğümüz gibi olmaya kıymetlimiz yetmiyor. Kusuruma bakma ama Rumî, artık zaman değişti. Haddim olmayarak sana yapacağım bir nazire ile bitireceğim yazımı.

Nasıl göründüğün mühim değil fotoğrafı hangi filtreyle çektiğin mühim!

 

 

Ayşegül Sağlam

@hermitaysegul

Ahmet Şık ve Murat Sabuncu’ya tahliye

20 sanıklı Cumhuriyet gazetesi davasında ara karar açıklandı. Mahkeme heyeti 6. duruşmada tutuklu sanıklardan Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu ve muhabir Ahmet Şık için tahliye kararı verdi.

İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, muhasebe çalışanı Emre İper ve Ahmet Kemal Aydoğdu’nun tutukluluk halleri ise sürecek.

Cumhuriyet Savcısı Hacı Hasan Bölükbaşı ise tutuklu tüm sanıkların tutukluluk hallerinin devamını talep etmişti.

Bir sonraki duruşma 16 Mart Cuma günü saat 10:00’da yine Silivri’de yapılacak.

 

(BBC Türkçe]

Almanya’da 2018 yılındaki elektrik faturası ve bileşenleri analizi

Nükleer enerji üretiminden çıkma kararını açıklayıp halihazırda 9 reaktörünü devreden çıkartarak Energiewende(Enerjide dönüşüm) politikasıyla yüzünü yenilenebilir enerji üretimine dönerek güneş enerjisinden elde edilen üretimde önemli mevzi kaydeden Almanya’da 2018 yılında tüketiciler için ortalama elektrik fiyatı 29,42 Cent (Avro) /kilovatsaate tekabül ediyor.


EEG.Umlage =Yenilenebilir enerjiler  yasası gereği  katkı payı     6,79 Cent(avro) ; Offshore, AbLa , KWKG,  19.madde NEV  =diğer katkı payları      0,76 Cent(Avro) ; Umsatzsteuer =  KDV  4,70 Cent(Avro); Stromsteuer    =  Elektrik vergisi   2,05 Cent(Avro) ; Konzessionsabgabe = Belediyeler ait ruhsat/izin 1,66 Cent(Avro)   (Bu 5 kalem  vergi  ve ödentiler/katkı payları toplam elektrik fiyatının %  54,3’ünü teşkil ediyor)

Stromerzeugung =  Elektrik üretimi 6,18 Cent (Avro)    (%21)   ; Netzentgelte  = Elektrik hatları kullanma ücreti 7,27 Cent(Avro)  (%24,7)   Yani Almanya’da elektrik fiyatının %21’i üretim,  %24,7’si elektrik nakil hatları kullanma ücreti ve % 54,3’ü vergi ve katkı paylarından  oluşuyor.

(Grafiğin iç çemberinde  2017 yılına ait oranları görüyorsunuz)

Şimdi bu hesaplamayı  ortalama tüketici fiyatı ve bileşenleriyle  tek tek grafik üzerinden  inceleyerek durumu güneş enerjisinin imkanları açısından izah etmeye çalışalım:

Almanya’da Yenilenebilir Enerjiler  Yasası gereği  bu alanda uygulanan katkı payı (EEG-Umlage)  6,79 Cent(Avro) ile halihazırda fiyatın % 23,1′ ine tekabül ediyor . Bununla birlikte  yenilenebilir  enerji   kaynaklarından  elde edilen  elektrik olduğu gibi şebekeye verilirken  bunun fiyatı kurulum yılındaki maliyetleri karşılayacak şekilde  20 yıl süreyle sabit olmak üzere tesbit ediliyor. Yasanın çıktığı 2000 yılından beri ise güneş enerjisi kurulum maliyetleri sürekli düşüyor. Bu nedenle örneğin 2010 yılında kurulan bir çatı santrali için 2030 yılına dek geçerli verilen fiyat 2002 yılında verilen ve 2022 yılına dek geçerliliğini koruyacak olan fiyatın daha altında.Günümüzdeki güneş enerjisi kurulum maliyeti ise diğer elektrik  üretim araçlarına göre benzer seviyelerde ve bunun da altına inmeye başladı. Dolayısıyla fonlama gerekçesi kalmadı.

Sayısal olarak ifade edersek,  2000 yılında yayınlanan Yenilenebilir Enerji Yasasına  göre her yıl kurulan güneş enerjisi maliyetleri de tespit edilerek fiyatlar yeniden belirlenmişti (maliyetlerin düşmesine bağlı olarak şebekeye verilen elektrik için yapılan ödeme kilowatsaat başına 2006 yılında 40 Cent(Avro) civarına , 2010 yılında 30 Cent (Avro) civarına düştü).

Grafik açıklaması:

2006’dan 2013′ e dek 1 kilovatt çatı solar santral kurulum toplam fiyatı 5000 Avro’dan 1684 Avro’ya düştü. Yenilenebilir Enerjiler  Yasası gereği  bu alanda uygulanan katkı payı   tüm elektrik tüketicileri tarafından ödenmesi gerekirken  sanayi sektörü kendisine bu alanda bir muafiyet sağlamayı başararak katkı paylarının mesken tipi tüketicilerin faturasına fazla yansımasına neden oldu.

Elektrik vergisi : Elektrik  vergisi ise  “Çevre Vergisi” nin bir parçası olarak 1999 yılında iklim koruma tedbirlerinin finansmanı için uygulanmaya kondu. Ancak zamanla hükümetler bir yerden sonra bu vergi  gelirlerini  büyük ölçüde emeklilik sigortasını ayakta tutabilmek için  sarf etmeye başladılar.

KWK /Bileşik ısı ve elektrik/Combined Heat and Power (CHP) katkı payı : Isı üretiminin yanısıra elektrik de üreten teknolojiler için   2002  yılında uygulanmaya başlamış olan bir ödenektir.

 19 NEV Katkı payı :  Sanayi kuruluşlarına enerji  nakil hatları ücretlerinde indirim sağlayan ve   2012 yılından beri uygulamada bulunan bir ödenektir.

Offshore Mali Mesuliyet katkı payı : Denizlerde kurulan rüzgar santrallerinin ulusal şebekeye bağlanmasında gecikmeler  veya  aksamalar ortaya çıkması halinde doğacak tazminat taleplerinin finansmanı için kilovat saat başına 0,25 cent(Avro) olarak tahsil ediliyor.

Ruhsat/izin ücreti: Belediyelerin payı, belediye sınırları içinde nakil hatları inşası ve işletme masrafları karşılığı tahsil edilen bir ücrettir.

2018 yılında güneş enerjisinden üretilen elektrik ise artık en ucuz elektrik denebilir . Zira bu yılın ihalelerinde üreticiler  güneşten elde edilen elektrik için 4,3 Cent(Avro)/ kilovattsaat fiyat verdiler. Bu fiyat, kömür üreticilerinin  (uzun vadede çevreye ve insana  verdiği zararların parasal karşılığı itina ile maliyet hesaplarının dışında tutulmasına rağmen) ürettiği elektrikten  daha ucuz, hatta rüzgar  enerjisi  için verilen fiyatın da altında bulunuyor.

Onshore rüzgar enerjisinde ise  fiyat son ihale ile 4,6 cent(Avro)/kilovattsaat ile öncekine göre artış gösteriyor.1

Anlaşılan o ki Yurttaşın Enerji  santrali (Y.E.S.) açısından işler  giderek öztüketim için üretim yapmak ile özdeşleşiyor. Bu eğilimi güçlendiren bir faktör  ise depolama (akü) teknolojilerindeki  gelişme. Üretici  fiyatlarındaki   düşme   fazla elektriği satmanın muhtemel  getirisini  -bir evin çatısından hareket edersek-  mali bakımdan ihmal edilebilir düzeylere  indiriyor.2 Güneş enerjisinden üretilen elektiriği üreticiler tamamını şebekeye veriyor, kendi kullanacakları elektriği ise satın alıyorlar. Fakat maliyetler düştüğü için bu hesap tersine döndü. Artık çatısına panel kuran yurttaş açısından güneş enerjisini kullanmak daha akıllıca görünüyor.

Son notlar

1: https://www.erneuerbareenergien.de

2: Stromreport Newsletter 21.2.2018

Dr. Alper Öktem  

(Güneş Gönüllüsü)

 

 

 

 

 

 

 

Beton mikseri ve adalet sarayı – Esra Arsan

Bu yazı evrensel.net sitesinden alındı

2000’ler Türkiye’sini sembolize eden iki şey var: Beton mikseri ve adalet sarayı.

Beton mikseri, yolda aşırı hızla üzerine doğru gelirken insanda korku uyandıran, şişman, gövdesi hiç durmadan dönen metal bir canavar. Güya içinde çimentoyu, suyu, kumu, taşı karıyor. Ama esasen karnında karıp hamur ettiği şey yaşam enerjimiz olan doğa, oksijen, taş, toprak, yeşil, çiçek, ağaç, börtü böcek. Betona tapan muktedirler ve çarpık kentleşmeyi aşırı kâr tutkularına altlık yapan müteahhitler beton mikserini çok seviyor. Beton mikseri dönemin ruhuyla özdeşleşen inşaat sektörünün sembolü. Devletten hiç satılmayacak gökdelenlerin ihalesini alan müteahhit de, o gökdelenlerde üç kuruş paraya, iş güvencesiz, ölümle burun buruna çalışan işçi de betona tapan iktidarın oy kaynağı. O inşaatlar olmasa onca kazan nasıl kaynayacak? O inşaatlar olmasa iktidara kim oy verecek? Beton mikseri dönüyor. Daha çok beton lazım. Daha çok çirkinlik lazım. Daha çok işçi ölümü, buna mukabil daha çok kazanç lazım. Beton mikseri her yerde. Beton mikseri hep çok hızlı gitmek zorunda. İnşaatlar beton bekliyor. Beton mikseri adeta yaşama dair her şeyi donduran mafyatik bir cezalandırma aracı.
Adalet sarayı ise, üzerine acımasızca beton dökülmüş hak arayışımızın döneme damgasını vuran sembolü. Adalet sarayı, 2000’ler Türkiye’sinde adaletsizliğin sembolü. Hukuksuzluğun, bir türlü sağaltılamayan acıların, cezasız kalan büyük suçların, halktan çalınıp zenginlere verilen milli servetin, çocukları öldürülen anaların-babaların, öksüz kalan bebelerin, göz göre göre fakirleştirilen kültürel hayatımızın, eğlencesiz kalan sokakların, habersiz kalan basının, neşesini yitiren doğanın, bilim-sanat emekçilerinden uzaklaştırılan üniversitenin, topraktan koparılan ağaçların, müziksiz kalan konser salonlarının, haksız yere hayatından gün çalınan bireylerin ve son on yılda yitirdiğimiz daha pek çok şeyin hakkının korunamayışının sembolü.

Beton mikseri cinayetleri

Bilmem farkında mısınız? Kentleri artık yaşanmaz hale getiren inşaat projelerine beton taşıyan canavar kamyonların trafik terörü inanılmaz boyutlara geldi. Öyle ki, “Beton mikseri dehşet saçtı” başlıklı bir haber okumadığımız gün neredeyse kalmadı. İşte size son birkaç sene içinde gazetelerde yer alan beton mikseri cinayetlerinden bir liste:

Esenyurt’ta sokaktan dönmeye çalışan beton mikseri, arkadaşıyla beraber kaldırımda yürüyen 7 yaşındaki Suriyeli çocuğu altına aldı. Küçük çocuk hayatını kaybetti (4 Ocak 2017).

Malatya’da beton mikserinin devrilmesi sonucu 2 kişi yaralandı (11 Aralık 2016).

Antalya’nın Manavgat ilçesinde beton mikseri refüje çıktı, bir kişi hayatını kaybetti (11 Aralık 2016).

Ordu’nun Gölköy ilçesinde beton mikserinin uçuruma yuvarlanması sonucu 1 kişi hayatını kaybetti, 1 kişi de yaralandı (7 Ekim 2016).

Maslak Büyükdere Caddesi Hacıosman mevkiinde kontrolden çıkan beton mikseri, beş aracın üzerine devrildi. 1 ölü 7 yaralı (5 Ekim 2016)

Kartal’da belediyenin temizlik işçisi, caddede temizlik yaptığı sırada beton mikserinin altında kalarak hayatını kaybetti (29 Eylül 2016).

Adana’da pazar alışverişinden dönen çiftin bulunduğu motosiklete çarpan beton mikseri, bir kişinin ölümüne sebep oldu (27 Ağustos 2016).

Sivas’ın Yıldızeli ilçesinde beton mikseri ile otomobilin çarpışması sonucunda 2 kişi öldü, 1 kişi yaralandı (24 Temmuz 2016).

Konya’da kontrolden çıkan beton mikserinin uçuruma devrilmesi sonucu 1 kişi ağır yaralandı (24 Temmuz 2016).

Bartın’da seyir halinde olan beton mikserinin bir evin bahçesine uçması sonucu meydana gelen kazada 1 kişi yaralandı (24 Mayıs 2016).

Tuzla’da kontrolden çıkan bir beton mikseri önce öğrencilerin bulunduğu servis minibüsüne, ardından park halindeki 8 araca çarptı. Kaza sonucu 7 öğrenci yaralandı (20 Mart 2016).

Ataşehir’de freni patlayan beton mikseri 7 araca çarparak devrildi. Kazada, beton mikserinde bulunan 2 kişi hayatını kaybetti (11 Mart 2016).

Adıyaman Altınşehir kavşağında meydana gelen kazada, beton mikseri önüne aldığı otomobili ezdi; kazada 2 kişi yaralandı (26 Aralık 2015).

Batman’da beton mikseri ve saman yüklü traktörün çarpışması sonucu meydana gelen kazada, üç kişi yaralandı (1 Ağustos 2015).

Kilis’te bisikletle evine gitmekte olan çocuk, beton mikseri kamyonunun çarpması sonucu hayatını kaybetti (17 Nisan 2015).

Fethiye’de beton mikserinin çarptığı motosiklette bulunan hamile kadın, karnındaki bebeği ile birlikte hayatını kaybetti (26 Mart 2015).

Bilecik’in Osmaneli ilçesi yakınlarında, beton mikseriyle bir minibüsün çarpışması sonucu meydana gelen trafik kazasında 7 kişi yaralandı (21 Mart 2015).

Beton mikseri devrildi… Beton mikseri takla attı… Beton mikseri bisikletli sürücüyü ezdi… Beton mikseri köprüde asılı kaldı… Beton mikseri yayayı ezdi… Beton mikseri duvara çarptı… Beton mikseri yan yattı… Beton mikseri yola devrildi… Beton mikseri uçurumdan yuvarlandı… Beton mikseri virajı alamadı… Beton mikseri binaya daldı… Beton mikseri köprüden uçtu… Son yıllarda basınımızın meşhur “trafik canavarı” mitinin yerini “beton mikseri dehşeti” almış durumda. Artık gazetecilerin nur topu gibi bir klişe haber konusu var. Her gün yurdun dört bir yanından gelen beton mikseri cinayetlerini sayfalara sığdıracak yer kalmıyor. Beton mikserleri, yollarda ölüm mangaları gibi hız yaparak, hükümetin verdiği gazla güçlenip zenginleşmiş olan inşaat sektörü için beton taşıyor. Olaylar artık münferit olmaktan çıkmış, beton mikseri cinayetleri sistematik, hatta daha acısı sıradan hale gelmiş. Peki, büyük basınımız bu cinayetleri nasıl görüyor? Bu seri cinayetler, acılı ailelerin hak arayışını yansıtır bir şekilde haber oluyor mu? Şöyle bir gazeteleri açın bakın. Televizyon kanalları arasında gezinin. İnşaat ve konut ilanlarına bakın. Medyada kapladıkları alanı görün. Son 10 yılda medyanın en büyük ilan ve reklam gelirlerinin inşaat şirketlerinden geldiğini anlayacaksınız. Sorunun cevabını siz verin.

Basının yapmadığını acılı aileler yapıyor   

Basın beton mikseri cinayetlerini görüyor. Ancak sorgulamadan, büyük müteahhitleri ve yerel yönetimlerle devleti suçlamadan olayları geçiştiriyor. Adalet sarayları malum. Yasalar cinayetlerin sorumlularını koruyor, onları cezalandırmıyor; basın suçluların üzerine gitmiyor. Aman ilanlar kesilmesin. Hakimler, trafiğe kapalı yaya yolunda beton mikseriyle ezilen insanla, katil şoförü eşit derecede kusurlu buluyor; basın bu adaletsizliği de sorgulamıyor. Aman müteahhitler zarar görmesin.

Mağdur yakınları isyanda. 12 Mayıs 2016’da Kadıköy Yoğurtçu Parkı’ndaki yaya yolunda yürürken, hatalı manevra yapan İBB’ye ait İSTAÇ hafriyat kamyonunun altında kalarak can veren Şule İdil Dere’yi hatırlayanınız var mı? Çocuklarının ölümünün ardından bu cinayetin aydınlatılmasını isteyen acılı aileye hiç kimse veya tek bir kurum açıklama yapmamış, özür bile dilememiş. Şule İdil’in ailesi soruşturmanın genişletilmesi talebiyle İstanbul Anadolu Cumhuriyet Savcılığına başvurdu. Konunun aydınlatılması için TBMM ve İstanbul Belediye Meclisine soru önergesi verildi. Change.org’da “Şule İdil Dere cinayetinin sorumlularını arıyoruz” başlıklı imza kampanyası başlatıldı. Binlerce destek imzası toplandı. Ama adaletin terazisi bir türlü mağdurdan yana değil.

Şule İdil Dere’nin ardından hukuk mücadelesini sürdüren acılı anne ve baba bununla yetinmedi, hafriyat kamyonu terörü konusunda kamuoyunu bilinçlendirmek amacıyla bir rapor hazırladı. “2017 Türkiye’de Hafriyat Kamyonu ve Beton Mikseri Karışan Olaylarda Can Kaybı Raporu”ndaki verilere göre, Türkiye’de 2017 yılında en az 141 kişi trafikte yasaların zorunlu kıldığı can güvenliği tedbiri kurallarına uymayan hafriyat kamyonu ve beton mikseri kazalarında can verirken, 452 kişi de yaralanmış. Ölen 48 kişi yaya. 69 kişi, büyükşehir belediyesi, yerel belediye, valilik veya emniyet gibi resmi kurumlara ait hafriyat kamyonu ve beton mikserinin altında ya da içinde can vermiş. Yine rapora göre, 2017 yılında sadece İstanbul’da hafriyat kamyonları ve beton mikseri kazalarında gerçekleşen can kaybı 22 ve bu 22 canın 9’u yaya, 1’i bisikletli. Rapor, İstanbul’da hafriyat kamyonu sürücü ve sahipleri ile trafik polisleri arasında, iş sağlığı ve işçi güvenliği için zorunlu kurallara uymayan araçlara geçiş izni verip denetimlerden kaçırmak üzere rüşvet mekanizması kurulduğu iddialarına da yer veriyor.

Beton mikserleri denetimsiz, aşırı hızlı, iş güvenliğine uymayan işverenler, sürücüler nedeniyle her gün can almaya devam ediyor. Basın, her bir cinayeti münferit olaymış gibi tek tek habere dönüştürüyor. Oysa olayın gerçek boyutu çok daha büyük ve dehşet verici. İktidarın betona tapma tutkusu ve inşaat sektörünün aşırı kâr hırsı sadece kentlerimizi yaşanmaz hale getirmiyor, aynı zamanda her gün sokakta hayatlarımızı tehdit ediyor.

Basın Şule İdil Dere’nin ailesi tarafından hazırlanan rapora ne kadar yer verdi? Tabii ki görmezden geldi, tabii ki beton mikseri cinayetlerini toplu olarak gözümüze seren bu tematik haberciliğe hiç girmedi. Dedik ya, 2000’ler Türkiye’sini en iyi tarif eden iki şey var: Beton mikseri ve üzerine acımasızca beton dökülmüş insanlıkla adalet.

Basın her ne kadar beton mikseri cinayetlerini büyük görmese de, acılı aileler bu kısır döngüyü yenmek için mücadeleye ve basının ayıplarını kapatmaya devam ediyor. Hak ve adalet arayışları, çirkin, beton blokların arasından inadına fışkıran taze çiçekler gibi.

Esra Arsan – Evrensel

Foça halkı ormanına sahip çıkıyor: Ilıpınar Köyü’ndeki ağaç kıyımı durdurulsun!

Ekosistemin can damarlarından ormanlara yönelik tehdit her geçen gün artıyor.

Bugünlerde İzmir’in Foça İlçesi’nde çam ağaçlarıyla kaplı ormanlık bölge bu tehdidin hedefinde…

Ilıpınar Mahallesi Armutludere Mevkii’nde Menemen Orman Müdürlüğü’nden gelen görevliler tarafından geçtiğimiz haftalarda kesim için işaretlenen ağaçlar bölge halkını harekete geçirdi.

Olayın duyulması üzerine aralarında Yenifoça Forum, Foça Forum, Foça Çevre Platformu (FOÇEP), Ege Çevre Platformu (EGEÇEP) üyeleri ile bölge halkı, kesim işlemlerinin başladığı 6 Mart günü ağaç kıyımını durdurmak için ormanlık alana gitti.

2 günde 300 genç çam ağacı kesildi

Bölge halkının ve çevreye duyarlı yurttaşların kesimi durdurmak için gerçekleştirdiği sessiz eyleme karşı, Foça İlçe Jandarma Komutanlığı ekipleri bölgede geniş güvenlik önlemleri aldı.

Bölge halkının itirazlarına rağmen 6 ve 7 Mart’ta yaklaşık 300 genç çam ağacı görevliler tarafından kesildi.

Kesim işlemleri sırasında ormanlık alana gelen İzmir Orman İşletme Müdürü Erdal Şahan ve Menemen Orman İşletme Şefi Tolga Şener şikâyetleri dinledi.

Bir daha ağaç kesimi olmayacağı sözü verilmişti

Kesim vatandaşlara gerekçeli bilgi vereceği belirtilerek durduruldu.

Yenifoça Forum üyelerinden Özgür Küçüktülü, kesim hikâyesinin bundan 3-4 yıl öncesine dayandığını anlattı.

“Ilıpınar Köyü’nde 3-4 yıl önce kesim faaliyeti varmış. Binlerce ağaç kesilmiş.

Dönemin Menemen Orman Bölge Müdürü’nden bir daha ağaç kesimimi olmayacağı yönünde halk söz almış. Şimdi aynı bölgede kesim yeniden başlatıldı.

Yenifoça Forumu olarak köyde yaşayanlardan bölgede ağaçların işaretlendiği bilgisini aldık.

Pazartesi günü (5 Mart) haberi aldıktan sonra Salı günü konuyla ilgili gerçekleştirdiğimiz toplantı sırasında ağaçların kesimine başlamışlar. 1 günde 1 dönüm arazideki araçlar kesilmişti.”

Ağaçların kesim nedeni ormanın endüstriyel plantasyon sahası olarak belirlenmesi

Özgür Küçüktülü, bölge halkıyla birlikte kesimi fiili olarak şimdilik durdurmuş olsalar da korunması gereken ormandaki ağaçların kesilmemesi konusunda yetkililerden taleplerine yanıt vermelerini beklediklerini ifade etti.

“7 Mart günü bölgede gittiğimizde ağaç kesimini fiili olarak durdurduk. Menemen Orman Müdürlüğü’nden ormancı arkadaşlarla tartışma yaşandı, çekilmemizi istediler.

Bunun üzerine İzmir Orman İşletme Müdürü Erdal Şahan ve Menemen Orman İşletme Şefi Tolga Şener çağrıldı. Köylüler ve duyarlı vatandaşlarla görüştüler.

Ormandaki ağaç kesiminin endüstriyel plantasyon (ticari ve sanayi amaçla büyük ölçekle bitki üretimi için kullanılan tarımsal alan ve işletme) amaçlı yapıldığı ve  yenilerinin dikileceği söylendi.

Her 30 yılda bir kestikleri ağaçların yerine kızılçam dikeceklermiş. Burası kızılçam ormanı.

Yetkililer konuyu üsleriyle konuşup köylülere bilgi vereceklerini söylediler.

Konuyla ilgili Pazartesi günü (12 Mart) cevap bekliyoruz. O gün bölge halkıyla kesim alanına gideceğiz.

Bulunduğumuz bölge Foça sınırı Aliağa sınırına yakın.

Buralarda termik santral, gemi döküm tesisi, demir çelik tesisi, atık su arıtma tesisi var. Ormanlar küçücük kaldı. Bunların korunmaya ihtiyacı var.”

Yetkililer bölgedeki ağaç kesimiyle ilgili yeniden değerlendirmek yapmak üzere 12 Mart 2018’e kadar çalışmalara ara verdiler.

 

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

İklim değişikliğinin çözümü şehirlerde mi?

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) himayesindeki “Şehirler ve İklim Değişikliği Bilim Konferansı”, 5-7 Mart tarihleri arasında Kanada’nın Edmonton şehrinde gerçekleştirildi.

Konferans, katılımcıların iklim değişikliğinin, şehirler üzerindeki etkilerinin ve yerelleşmenin bu zorluğun çözümünde oynadığı kritik rolü daha iyi anlamak adına kapsamlı bir plan hazırlaması ile sonuçlandı.

Mühendislik, doğa ve sosyal bilimler, beşeri bilimler ve kentsel gelişim uzmanlarının katılım gösterdiği üç günlük konferans, dört temel temaya odaklandı:

Şehirler ve İklim Değişikliği: Paris Anlaşması, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, Yeni Kentsel Gündem ve Sendai Afet Riskinin Azaltılması Çerçevesi gibi küresel taahhütler, şehirlerden iklim değişikliğine uyum sağlaması ve buna cevap vermesi için yeni sürdürülebilir kalkınma planlarını hayata geçirmelerini talep ediyor.

Bu tema, esas olarak iklim değişikliğini önleme ve uyum konusundaki bilgi boşluklarını ortaya çıkarmaya odaklanıyor.

Bu eksik alanlar ise şöyle tanımlanmış: İklim eylemi ve eylemsizliği arasındaki maliyet farkları, iklim değişikliğiyle bağlantılı eşitlik ve adalet konuları, düşük karbon, sürdürülebilir kalkınma ve iklim dirençliliğini sağlayabilecek gerekli eylemler.

Kentsel Emisyonlar, Etkiler ve Zayıf Taraflar: Şehirler küresel sera gazı emisyonlarında en büyük pay sahipleri arasında bulunuyorlar ve iklim değişikliğinin en kötü etkilerinden bazılarını yaşıyorlar.

Bu tema, şehirlerin emisyon azaltımını ve esneklik stratejilerini gözetmelerine yönelik bilim tabanlı yollar sağlamaya odaklanıyor.

Bunun için de mevcut ve gelecekteki kentsel emisyon faktörlerini, kentsel iklim etkilerini ve iklim risklerini ve zayıf noktaları araştırıldı.

Düşük Karbon ve İklim Esnek Kentlere Geçiş İçin Çözümler: Bu oturum, iklim değişikliğine karşı gelişmiş teknolojik ve bilimsel çözümlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, en ileri sürdürülebilir kalkınma stratejilerinin dönüştürücü niteliğini araştırdı.

Tema, yıkıcı teknoloji, kentsel altyapı ve tasarım ve kurumsal yenilikler üzerine tartışmaları kapsadı.

Dönüştürücü İklim Eylemlerini Şehirlerde Etkinleştirme: Şehir iklimi eylemi, çeşitli sosyal, çevresel, ekonomik çerçevelerde hayat buluyor. Bu tema da şehirlerde iklim eylemini sağlamak için yeni ve mevcut yolları araştırdı.

Konferans, dönüşümün şimdi gerçekleşmesi gerektiğini kabul ederken, konferans katılımcıları özellikle şu konularda fikir birliğine vardılar:

Dahil olmak ve sosyal dönüşüme odaklanmak:

– Adalet, hakkaniyet

– Güç asimetrileri ve yapısal engeller

– En savunmasız popülasyonlar ve ekosistemler

– Kayıt dışılığın zorlukları ve fırsatları

– Yönetimin ve kurumların yenilikçi biçimleri

Kanıta dayalı bilgilerin geliştirilmesi:

– Kentsel sistemlerin sınırları

– İklim değişikliğinin hafifletilmesinin ve uyumun dengesini ve sinerjisini keşfetmek

– Şehir seviyesinde veriler, senaryolar ve modelleme

– Güçlü iklim ve kentsel bilgi

– Veri boşluklarındaki eşitsizlik; resmi olmayan yerleşimlerin haritalanması

– Doğaya Dayalı Çözümlerin potansiyeli ve faydaları

Fonlama ve finans

– Bankaların, sigorta şirketlerinin ve gayrimenkul yatırımcılarının iklim eyleminde/eylemsizliğindeki rolü

– Farklı sektörler boyunca iklim eylemlerinin maliyet ve faydalarının anlaşılır kılınması

Konferansın Bilimsel Yürütme Komitesinin eş başkanlarından biri olan Seth Schultz ise konuyla ilgili yaptığı açıklamada iklim değişikliğinin etkilerinin kentsel alanlarda şimdiden hissedilmeye başlandığını belirterek “Önümüzdeki birkaç yıl, şehirlerimizi korumaya ne derece etkili bir şekilde başlayacağımızı belirlememiz açısından kritik öneme sahip. Ancak, bu işi körü körüne yapamayız. Bu konferansta en önemli danışma alanlarını bir araya getirdik ki böylece değerli zaman ve kaynakları mümkün olan en verimli ve en iyi şekilde kullanabilelim. Ve bu araştırma şehirlerimizi kurtarmakla birlikte onları gelecek nesiller için de geliştirecek” diyor.

 

(İklim Haber)

Şeker İttifakı’ndan satılacak fabrikaların vekillerine telefon trafiği kampanyası

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesine karşı açılan kampanyalara bir yenisi daha eklendi.

Satılacak fabrikaların vekillerine telefon trafiği kampanyası başlatan Şeker İttifakı ilk sıraya Çorum ilini koydu.

Kampanya 350Ankara ve Anıtpark Forum tarafından başlatıldı.

Kampanya kapsamında, şeker fabrikalarının özelleştirilerek arazilerinin betona dönüşmesini önleyecek, şeker pazarının Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) üreticilerine ve ithalatçılara gitmesini önlemek için çalışacak, gıdasını ve emeği savunacak, yöre vekillerini arayıp “Şekerine, Pancarına Sahip Çık “ diyebilecek yurttaşlar aranıyor.

Aranacak vekiller il il “Şeker İttifakı (Şeker için Kampanya)” Facebook sayfasından paylaşılacak.

 

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi: Torba Yasa’ya şeker kotalarının belirlenmesi için 3 ek madde

Ziraat Mühendisleri Odası: Şeker fabrikaları zarar değil kâr ediyor!

Şeker fabrikaları özelleştiriliyor: Cargill’e uymak! – Ayşe Çavdar

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesine neden karşı çıkmalıyız? – Bülent Şık

 

(Yeşil Gazete)