Türkiye Barolar Birliği yönetimi bünyesinde çalışan gönüllü çevre avukatlarından oluşan Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu’nu tasfiye etti. Sağlıklı, adil ve eşit bir çevrede yaşama hakkını savunmak ve korumak, bu yöndeki hukuki norm ve kurallara işlerlik kazandırmak, bu normların tüm canlıların bir arada, uyum içinde ve sömürülmeden yaşamasına uygun şekilde değişimine yön vererek geliştirmek amacıyla kurulan bu komisyon, 2011 yılından bu yana faaliyetteydi.
Barolar Birliği, Türkiye’nin önemli çevre ve kent davalarını temsil eden 24 kişilik avukat grubunu haklı bir gerekçe olmadan antidemokratik biçimde tasfiye ederek, yerine yedi kişilik yeni bir kurul oluşturdu.
En sonda söylenecek sözü en başta söyleyeyim, Türkiye’de çevre ve yaşam alanları mücadelesi Türkiye Barolar Birliği ile başlamadığı gibi Türkiye Barolar Birliği ile de sonlanmayacak. Komisyonu lağvederek çevre ve yaşam alanları mücadelesini işlevsizleştireceğini, mücadeleyi kesintiye uğratacağını sananlar varsa, çok bekler…
Yaşam savunucularıyla birlikte yürüyen avukatların doğa koruma mücadelesinin ne kadar meşakkatli, ne kadar özverili olduğunu farklı deneyimlerde gördük.
Bu insanlar her türlü hava ve coğrafya şartlarında çevre tahribatlarının tespit edilmesinde çok önemli bir rol üstlendiler, direnişlerde iş makinalarının, jandarmanın önüne geçtiler, yüzlerce sayfayı bulan torba yasaları, KHK’ları satır satır okuyup çevre koruma yönünden sakıncalı maddeleri ortaya çıkardılar, usulsüzlükleri gösterdiler, yurttaşların katılımı olmadan yapılmış gibi gösterilmek istenen halkın bilgilendirme toplantılarının zar zor tutanaklarını tuttular, oldu bittiye getirilen bilirkişi raporlarına itiraz ettiler.
Karadeniz’de HES’lere, Yeşil Yol’da kolluk kuvvetlerinin arkasına gizlenen şirketlere Cerattepe’de madencilere, Trakya’da, Çanakkale’de, Eskişehir’de, Karaman’da ülkenin her yanında üreyen termik santrallere, yapboz tahtasına dönen ÇED kararlarına, millete küfür eden patronlara, Ege’de maden ocaklarına, radyoaktif kirliliklere, Akkuyu’da, Sinop’ta, İğneada’da nükleer santral projelerine direnişte, Akdeniz’de kıyılara, sahillere, koylara göz dikenlere, tarihi varlıkları, tarım topraklarını, SİT alanlarını talan edenlere karşı duruşta her zaman çevre avukatları vardı, bundan sonra da varolacaklar.
Ancak, ülkenin havasının, suyunun, toprağının korunması, insanların ve diğer canlıların zehirlenmeden, hastalanmadan yaşayabilmeleri için çalışan avukatlar birilerini epey rahatsız etmiş belli ki…
Hepsi birbirinden değerli 21 çevre avukatı, tasfiye üzerine bir açıklama yaptı. Orada ifade ettikleri bir nokta çok önemli. Buraya özellikle o kısmı alıntılıyorum:
“Bu mücadelenin fikri bir sembolü olarak her yıl, TBB Yönetim Kurulunca, yaşanılabilir bir çevre için verilen mücadeleleri desteklemek amacıyla platformlara, bireylere “Avukat Noyan Özkan Çevre ve Ekoloji Mücadelesi Onur Ödülü” verilmektedir. Bu ödülün geçmiş dönemlerde İzmir Barosu Başkanlığı da yapmış Avukat Noyan Özkan adına ithaf edilerek verilmesinin sebebi ise meslektaşımızın sadece çevresel ve kültürel değerlerin korunması konusunda değil, en genel anlamıyla hukukun ve insan haklarının korunması konusunda da sorumluluk duyan, bu konulardaki düşünceleri, değer ölçüleri ile gelecek kuşaklara örnek teşkil eden gerçek bir aydın olmasıdır. Ne var ki bu yıl 2 Haziran’da beşinci kez verilmesi planlanan ödülün töreni, TBB YK tarafından ertelenmiş, erteleme bilgisi 1 Haziran 2018 günü öğleden sonra sözlü olarak komisyona iletilmiş, gerekçesi hakkında daha sonra verilen bilgi ile ödül alacak kişi ve kurumlar yeniden belirlenecek denmiştir, bugüne kadar da ödül töreni yapılmamıştır. TBB Yönetim Kurulu, eylül ayında, yedi kişilik yeni bir komisyon listesini ilan etmiştir. Görevden alınan eski komisyon üyeleri olarak 26 Eylül’de Türkiye Barolar Birliği’ne bir dilekçe vererek, bu işlemin gerekçesi talep edilmiştir. Sorularımıza TBB yönetimince bir cevap verilmemiş, sadece üyeliğine son verilen bazı komisyon üyelerine teşekkür yazısı gönderilmiştir. Bu yazıda, Türkiye Barolar Birliği’nin yeni bir yapılanmaya gittiği, bu gerekçeyle görevlerimize son verildiği belirtilmiş ayrıca Avukat Noyan Özkan’a Çevre Ödülleri kapsamında komisyonun yönerge kurallarına uymadığı suçlaması yöneltilmiştir.”
Önce şunu belirtelim, bu ödüller ödül jürisini oluşturan beş kişilik heyet tarafından veriliyor. Tabii, karar tamamen keyfi olduğu için ödül nasıl veriliyor tartışmasını yapmak bile abes.
Avukatlar, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun kendilerinden ‘rahatsız’ olduğunu, ödül meselesinin bahane edildiğini söylüyor.
Bu arada hatırlatalım, çevre avukatlarından rahatsız olan Feyzioğlu, Koç Holding’e bağlı Demir Export A.Ş.’nin Sivas Kangal’da siyanürlü altın işletmeciliği yapan Çetinkaya Demir İşletmesi’nin avukatı.
Köylülere arsenikli su içirmeyi layık gören Feyzioğlu, tabii kendine yakışanı yaptı. Çevre avukatlarından rahatsız olması normal, o avukatlar tam da onun zihniyeti ile mücadele ediyor ne de olsa!
Ve aslında tam da bu iktidarın bugüne kadar yaptığı ve yapmaya çalıştığı duruma göre ötekileştirme, yok sayma, kriminalize etme uygulamasını avukatların meslek örgütünün en tepesi yapıyor.
Bugün bu ülke biraz daha az tahrip edilmiş doğaya, yok edilmemiş canlılara, henüz talan edilmemiş toprağa, havaya, suya, daha yaşanabilir kentlere sahipse bu insanların gece gündüz verdikleri emekler sayesindedir, onlar en savunmasızların, kendi hakkını kendisi savunamayanların avukatı…
Avukatlar diyor ki:
“Yargı kararlarını dolanmak için mahkemelerin iptal ettikleri ÇED raporlarıyla sürekli yeni izinler koparan şirketlerin karşısında ülkenin çevre hakkını, merasını, suyunu, toprağını, onurunu, yaşamını savunanlarla bir arada olup olmayacaklarını; madencilik, inşaat, enerji şantiyelerinde yok olan doğanın ve insanların haklarını savunup savunmayacaklarını, iklim değişikliği konusunda bilimsel kamu politikalarının oluşmasına katkı sağlayıp sağlamayacaklarını, kent haklarını savunan planlı ve demokratik bir şehircilik için kent ve çevre davaları yoluyla karar alma süreçlerinde aktif rol alıp almayacaklarını, bugüne kadar izlenen davaları ve hukuki destekleri katlayarak arttırıp arttırmayacaklarını, hukuki izleme sorumluluğumuz gereği izleyeceğimizi, belgeleyeceğimizi ve hukuki açıdan halkın yaşama haklarını korumaya devam edeceğimizi, kamuoyuna saygıyla sunarız.”
Türkiye’deki çevre ve yaşam alanları mücadelesini yürütenler tüm örgütler avukatlarına sahip çıkacaktır, bundan hiç kuşkum yok.
Buket Uzuner‘in “Tabiat Dörtlmesi” olarak adlandırdığı ve ekoloji, çevre mücadelesi, iklim değişikliği eksenindeki konuları kadim Kamanlık öğretisi üzerinden ele aldığı serinin 3. romanı “Hava – Uyumsuz Defne Kaman’ın maceraları” geçtiğimiz günlerde okurla buluştu.
İklim değişikliğini ele alan “Hava”nın yayımlanması üzerine biz de Buket Uzuner ile görüştük. Uzuner, İklim değişikliği sorununu farketmesinden, kaman geleneği öğretilerinin iklim krizine deva olan yöntemlerine, kadınların ekoloji mücadelesindeki öncü rolünden edebiyatta yeni yeni yeşermeye başlayan iklim-kurgu (cli-fi) yazınına kadar tüm sorularımıza içtenlikle yanıt verdi.
***
İklim krizini tersine çevirme şansımız hala var!
*Buket Hanım merhaba. Yeşil Gazete’ye zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. İklim değişikliği sorununu ilk ne zaman farkettiniz. O günden bu zamana bu konuda gelinen noktaya dair nasıl düşünüyorsunuz. Hala iklim değişikliğini tersine çevirme şansımız var mı size göre?
Buket Uzuner: Bir insan olarak baharların kısalarak kaybolduğunu, yazların uzayıp, sıcaklığının ve nemin şiddetle artmasını birçoğumuz gibi ben de aşağı yukarı son on yıldır farkındayım. Fakat benim bu konuda hem şans hem de şanssızlık sayılabilecek özel bir durumum var. 1980’lerde ekoloji, biyoloji ve çevrebilim eğitimi almaya heves edip, daha sonra da bu alanda farklı üniversitelerde çalışma olanağı bulan bir biliminsanı olarak iklim değişikliği sorununun gelişine dair verilerin en az 30-40 yıldır bilim ve endüstri dünyasında çok iyi bilindiğini söyleyebilirim.
Evet, hâlâ gezegenin ve insanlığın geleceği için umut var. Bu, sadece fosil yakıtlardan vazgeçmek, et ve plastik tüketimini hemen ve çok çok azaltmak, sürdürülebilir temiz enerji kullanmaya geçmek gibi önemli değişimler kadar, bilim ve teknolojiden yararlanarak biyolojik ve kimyasal çözümlerle hava, su, toprak ve biyo-çeşitliliğe verdiğimiz zararlar konusunda hızla geri kazanım dönemine girebiliriz.
“Bu romanlar aslen bir aşk dörtlemesi”
*Yazdığınız “Tabiat Dörtlemesi” romanlarının Kamlık ve/veya Şamanlık hakkında ipuçları da içerdiği belirtilmiş. İklim Değişimi, doğa tahribatı, yaşadığımız şu “imha” çağı göz önüne alındığında Şamanizm’in bu distopyadan çıkmaya dair çözüm yolları var mıdır?
Buket Uzuner: Adına özellikle “Tabiat Dörtlemesi” dediğim ve on yıldır yazmakta olduğum Su, Toprak, Hava ve Ateş romanlarında tabiatla insan arasında bozulan aşk ilişkisini anlatıyorum. Yani aslında bu romanlar bir bakıma bir aşk dörtlemesidir.
Hikâye çok klasik: insan, en büyük aşkı olan Tabiat’a ihanet etti, o da şimdi intikam alıyor. Yalnız Tabiat’ın intikamı hiç başkalarınınkine benzemez, insan türü Sapiens’i bu gezegenden tamamen silebilir. Aslında bu benim romantikleştirdiğim bir ilişki değil, çünkü tüm dünya kültürlerinde, mitlerde, destanlarda tabiata binlerce yıl “Tabiat Ana” denmiş, onun doğurgan, güçlü ve bereketli varlığı, canı ve ruhu olan insanî dişi bir karakterle özdeşleştirilmiş.
Şunu demek istiyorum, insanlık, çok eskiden beri, bilim bizi birazcık aydınlatmadan çok önceleri Tabiat’ın canlı olduğunu anlamış ve kabul etmiş. İnsanlık tarihi içinde Tabiat’a en çok saygı duyan geleneklerden biri Şamanlık olmuş. Bizim Kızılderili dediğimiz, Amerikalı yerli halklar, Güney Sibirya’daki Türk kabileleri, İskandinavya’daki Pagan Vikingler gibi… Tabiat’ı suyuyla, toprağı, hayvanları, gökteki Ay ve Güneş’yle öz ailesi gibi benimsemişler.
Şimdi bizim bu röportajımızı okuyacak olanlarla iletişim kurduğumuz Türkçe dilini binlerce yıl önce icat eden kadınlar ve erkekler, o inançlarına Kamlık adını vermişler. Şaman, aynı geleneğin Hintçe adı. Benim açımdan bu geleneğin Tabiat’a gösterdiği saygı ve sevgi önemli. İronik olarak, o insanları ilkel, kendimizi gelişmiş sandığımız şimdiki zamanlarda o değerleri hatırlamamızı istiyorum. Özümüzdeki Tabiat saygısını hatırlarsak belki ağaçlara, hayvanlara, börtü, böceğe, arıya, yunusa, geyiğe, kartala, toprağa, suya ve havaya ihanetten vazgeçebilir, Tabiat’ın efendisi değil de sadece bir parçası olduğumuzu hatırlar ve haddimizi biliriz?
Sanat ve edebiyatın hakikati hikâye içinde anlatma ve gösterme gibi çok büyük bir gücü vardır, daima olmuştur.
“Kadının tabiatla ilişkisi ilk çağlardan beri organik ve direkt olmuştur”
Buket Uzuner, 8 Eylül 2018’de dünya çapında eş zamanlı gerçekleştirilen “İklim için Ses Ver – Rise for Climate” eylemlerine Antalya’nın Kaş ilçesinden destek vermişti
*Şahsi olarak benim Yeşil Gazete deneyimim boyunca farkettiğim bir nokta kadınların ekoloji hareketindeki etkinliği. Romanın kahramanı Defne Kaman da iklim aktivisti, hayvan-çocuk-kadın-çevre hakları savunucusu kadın bir gazeteci. Siz bir yazar olarak edebiyatta bir ekoloji mücadelesi verilebileceğini düşünüyor musunuz? Yerel ve küresel açıdan bu mücadeleyi Yeşil Gazete okurları için değerlendirebilir misiniz?
Buket Uzuner: Çok haklısınız. Kadınların tabiatla ilişkisi, ilk çağlardan beri daima çok daha organik ve direkt olmuştur. Çocuklarının hayatta kalması ve insan türün devamı daima kadının güç alanı içinde olmuştur. Zaten kadını kontrol altına almak çabası da onun bu gücünden doğan büyük korkuya dayanıyor olmalı?
Kadının güç alanı, gıdadan, otacılığa (ilk eczacılık, fitoterapi, hatta tıp bilimlerinin temeli demektir), tarımdan tabiatın sessiz dilini kavramaya kadar çok geniş bir perspektifte milyonlarca yıllık bilgi ve beceri birikimi demektir.
Bugün derelerini, topraklarını savunan köylülerin ve tarım işçilerinin büyük çoğunluğu da yine kadınlardır. Oysa kooperatifler ve elde edilen maddi kazanç hâlâ erkeklerin tekelindedir. Bu yüzyılda değişen en önemli konuysa bilim ve teknoloji alanlarına artık kadınların girmesiyle oluşan yeni bir bakış açısı ve bilinçtir. Henüz sayısı çok az da olsa günümüzde sorunlara bilimsel yaklaşım ve çözümler konusunda yepyeni bir kadın zekası ve kadın enerjisi ortaya çıkmıştır. Gördüğümüz değişimin ve umudun altında bu dişi dinamizm yatmaktadır.
“Yanlış yoldayız: Sürdürülebilir ve temiz enerji şart”
*Edebiyatta çevre sorunlarının işlenmesi çok geleneksel sayılmaz. İklim-kurgu, eko-eleştiri gibi yeni kavramlardan bahsedebilir miyiz?
Buket Uzuner: Evet, edebiyatta tabiatın haklarını savunma geleneği ya da genel adıyla doğa yazını, bildiğim kadarıyla 1870’lerde Amerikan Edebiyatı’nda John Muir’e kadar uzanıyor. Bugün adına “iklim kurgu” (cli-fi) denen romanlar ve “çevreci eleştiri” (ekokritisizm) denen edebiyat alanında bizden Yaşar Kemal, Sait Faik, Fakir Baykurt, Latife Tekin ve benim 1990’larda yazdığım Yeşiller Parti’sine göndermeli “İki Yeşil Susamuru”ndan beri yazdıklarım sayılabilir. Bir de adı unutulmuş çok değerli belki ilk doğa yazarımız Hikmet Birand’ın 1957’de yazdığı “Anadolu Manzaraları” eserini mutlaka anmalıyım.
Bu konularda çalışan birçok değerli akademisyenlerimiz de mevcut. Bizim ülkemizde çok fazla çevre sorunumuz var maalesef. Enerji için fosil yakıt, petrol ve kömür kullanıyor olmamız, ciddi sağlık sorunları yaratıyor. Her aileden en az bir kişi bu nedenlerle kanserden ölüyor ne yazık ki…
Bizim sürdürülebilir ve temiz enerjiye yönelmemiz şart. Yanlış yoldayız. Beton yerine ağacın, GDO’lu tohum yerine atalık tohumun, HES veya TES yerine doğal akan derelerin, temiz denizin, dolayısıyla börtü böceğin önemini kavramaz, bilmez, sürdürülebilir ve yenilenebilir temiz enerji kaynaklarına yönelmezsek, sağlıksız, hasta kuşaklar yetiştireceğiz.
Ülkemizde bol bol bulunan güneş, su ve rüzgâr enerjisine bir an önce daha büyük yatırım yapmalıyız.
Haklıların mücadelesinin en önemli yakıtı: Umut
*Son olarak tabiat dörtlemesi (Su, Toprak, Hava, Ateş) serisinin oluşum sürecini bugüne kadar okurlarla paylaşılan kitaplar üzerinden değerlendirebilir misiniz?
Buket Uzuner: Kurgu sanatı, yazara ütopya ve distopya dâhil, muhteşem bir olasılıklar dünyası sunuyor. Edebiyat tarihçileri, korku ve distopya romanlarının barış dönemlerinde daha fazla yazıldığını söylüyorlar. Karamsarlığa yatkın bir kişiliği olan benim gibi bir yazarın Toprak ve Hava romanlarının satır aralarına umut işaretleri gizleyişini, belki ileride benzer bir bağlamda inceleyen araştırmacılar da çıkar?
Umut, yüzyıllardır felsefecilerin ve hekimlerin, psikologların ve yazarların ilgisini çeken bir kavram olmuştur. İnsana ne para-pul, ne de şan-şöhret, hiçbiri umut kadar büyük itki, motivasyon sağlamamıştır. Umut için her ne kadar küçümseyerek “fakirin ekmeği” dense de bence umut, tarih boyunca haklıların mücadelesinde önemli yakıt- enerji kaynaklarından biri olmuştur. Sakın unutmayalım: tarih, umutlarını akıl, bilgi ve dayanışmayla besleyenlerin kazandığı sürpriz zaferlerle doludur.
Yine tarihte en güzel kaybedenler daima mücadele ederek kaybedenlerdir. Haklı ve âdil davalar için hile yapmadan mücadele edenler her zaman vardı, daima olacak. Yeter ki, gezegenimiz, Tabiat Ana ona ettiğimiz ihanetlerin bedeli olarak insan türünü (Sapiens) silip atmasın dünyadan. İşte artık hem tabiat/gezegenimiz hem de etik değerlerimiz için mücadele ettiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Hepimize akıl, sabır ve sağduyu diliyorum.
Haklı olduğunuz bir konuda mücadeleden vazgeçmek, yaşarken ölmeyi kabul etmektir.
“Buket Uzuner
Romancı, hikâyeci ve gezi yazarı. Çevre bilimci. Feminist, hayvan ve çevre hakları savunucusu.
Hacettepe Üniversitesi, (Norveç) Bergen Üniversitesi, (ABD) Michigan Üniversitesi’nde biyoloji ve çevrebilim eğitimi aldı. (Finlandiya) Tampere Teknik Üniversitesi ve O.D.T.Ü’de araştırmacı olarak çalıştı, ders anlattı.
Romanları on dile çevrilen Buket Uzuner 1996 yılında (ABD) Iowa Üniversitesi’nin (IWP) “onur üyesi” olmuş, 2004 yılında da ODTÜ Senatosu tarafında takdir belgesiyle onurlandırılmıştır. Yazar, 2016 yılında Ankara Üniversitesi ve Ankara Öykü Günleri Derneği’nce verilen “Öykü Onur Ödülü” nü almıştır.
Buket Uzuner, Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Kuruluş yılında Türkiye üniversiteleri, basını, meslek kuruluşları ve 81 ilin valiliklerinden oluşturulan jürinin oylarıyla ‘Cumhuriyetin 75 Başarılı Kadını’ndan biri olarak seçilmiştir.
“İklim değişikliği”- çevre sorunlarını ele aldığı ve Türk Mitolojisi’nden fantastik ögeler kullandığı ‘TABİAT DÖRTLEMESİ’ romanları “Su”, “Toprak”, “Hava” ve “Ateş” yayınlanmaya devam etmektedir.
Yazar, ilk Osmanlı feminist kadınlarından “Zeynep Hanım” kitabına önsöz hazırlamıştır.
Kuzey Sahra Afrikası, Kuzey Amerika, Avrupa’da uzun tren yolculukları yapan Buket Uzuner 2017’de ilk çocuk kitabını yayımlamıştır.”
Türkiye Barolar Birliği çok tartışmalı bir karara imza atarak Türkiye ekoloji ve çevre hareketine yön çizmeye çalışıyor. Barolar Birliğini kararıyla 2011’den beri faaliyet gösteren Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu lağvedilerek yerine 7 kişiden oluşan bir kurul oluşturuldu.
Karara tepki gösteren Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu üyelerinden 21 avukat bir açıklama yayınlayarak yeni atanan kurulu Türkiye’nin güncel mücadele alanları olan Sivas-Kangal, Artvin-Cerattepe, Bergama-Ovacık, İzmir-Efemçukuru ve diğer yörelerdeki altın madenciliği sorunlarının muhatabı yurttaşlara, hukuki destek sunup sunmayacakları; Akkuyu’da, Sinop’ta, İğneada’da nükleer santral sorununu ve yaşama hakkı ihlallerini gündeme taşıyıp taşımayacakları, GDO konusunda ülkenin tarımsal ve biyolojik çeşitliliğini gözeten toplum kesimlerinin haklarını destekleyip desteklemeyecekleri, Yargı kararlarını dolanmak için mahkemelerin iptal ettikleri çed raporlarıyla sürekli yeni izinler koparan şirketlerin karşısında ülkenin çevre hakkını, merasını, suyunu, toprağını, onurunu, yaşamını savunanlarla bir arada olup olmayacaklarını; madencilik, inşaat, enerji şantiyelerinde yok olan doğanın ve insanların haklarını savunup savunmayacaklarını, iklim değişikliği konusunda bilimsel kamu politikalarının oluşmasına katkı sağlayıp sağlamayacaklarını, kent haklarını savunan planlı ve demokratik bir şehircilik için kent ve çevre davaları yoluyla karar alma süreçlerinde aktif rol alıp almayacaklarını, bugüne kadar izlenen davaları ve hukuki destekleri katlayarak arttırıp arttırmayacaklarını, hukuki izleme sorumluluğu gereği izleyeceklerini ve hukuki açıdan halkın yaşama haklarını korumaya devam edeceklerini dile getirdiler.
Baro’nun tasfiye kararına İzmirli çevre avukatı anısına verilmekte olan Av. Noyan Özkan Çevre Ödülüne Baro yönetiminin müdahale isteğinin yol açtığı öne sürülüyor.
Tasfiye edilen Çevre ve Kent Hukuku Komisyonunda bölgelerinde çevre ve kent hakkı mücadelesinin öncülüğünü yapan çok sayıda yaşam savunucusunun bulunması ekoloji camiasında da büyük tepki çekti.
Tasfiye edilen Komisyon üyelerinden açıklamaya imza veren ekoloji avukatları şunlar:
Özlenen mekânlar değil zamanlar belki daha çok. Bahardan kalma bir gündü hayat. Tribünler tıklım tıklım dolu, şortlar kısaydı. Metin Oktay’a kadar geri gitmeye de gerek yok. “Forma farkıyla”, 80’lerin ortasıydı. Kibir bile yarım, ölçülüydü… Beşiktaş’ın “11 numarası” Nam-ı diğer Sarı Fırtına Metin Tekin şunu söyleyebiliyordu kendisi için: “Çok abartıldı o dönem, oysa futbolculuğumun yarısı saç, yarısı bıyıktı…”
Futbol gibi hayat da nahifti. Misal amigo; misal Optik Başkan, kış günü yeni deri ceketini çıkarıp üşüyen bir garibana verdikten sonra İnönü Stadı’nın ağaçlı yolunu, kazakla yürümekten çekinmiyordu.
Şüphesiz bir “masal atlası” değildi coğrafya ama hayat da bu kadar kirli sayılmazdı. Şeyhin kerameti kendinden menkul “adamlık’ tanımı içinde Arda Turan’lar yoktu. Olsalar da şişirilmezler, yok olup giderlerdi zaten. Futbol borsada değil arsada güzeldi.
•••
Mevzu çok derin sayılmaz. Biriken kötülüğün, fırsat bulduğunda çatlaktan nasıl sızabileceğinin öyküsü. Şişeden çıkan cin, sıkılan diş macunu. Tık tıkabilirsen geri şimdi. “Nereden nereyenin”, “Nasıl bu hale düştük” serzenişinin tek kişilik dev kadrosu Arda Turan.
Bir mahalle kültüründen plaza çirkinliğine yükselişin, oradan düşüşün kısa anlatımı. Hiç çekinmeden yalan söylemek. Bir insanın hiç yoktan burnunu kırabilecek vicdan. Hastaneye ruhsatsız olduğu iddia edilen silahla girme cüreti, kurşun sıkabilme hayasızlığı, özgürlüğü, magandalığı.
•••
Arda Turan menfaat. Sadece kendine yontulan “Ben” duygusu. Para ve güç için gözü kararmışlık. Rant… Başkalarının yaşamını düşünmeden, şehrin hiç olmadık yerine dikilen apartman. V for Vendetta’daki “Bu maskenin altında bir fikir var! Ve fikirler kurşun geçirmez” repliğinin tam zıddı, çirkinleşen Türkiye versiyonu: “Ne bir fikir ne bir duygu var burada. Vıcık vıcık, çürük bir kabuktur içinde olduğum; ‘Türetilen ve korunan’ bir ahlak.”
•••
“Erkeklik” mevzuu! Gecenin bir vakti, karnı burnunda hamile eşini evde yalnız bırakıp, başka bir kadının, -arkadaşının karısının- kulağına, “Güzel kızsın, evli olmasam seni kaçırmazdım” diye fısıldayabilmek. Ondan değil kocasından özür dileyerek, kadının her yerde ikinci sınıf, kişilikten yoksun görüldüğünün ifşası. “Ama diğeri de başka bir evli kadına asılmıştı” denilerek yaratılan riyakâr rövanşist tutumun yozluğu, her durumdan haklılık çıkarabilme ‘başarısı’, yanlışı yanlışla sıvamanın ve üstüne tüy dikmenin özeti.
Parayla ezilen bir kadın profili yaratmak ve bunu idealize etmek. Toptan bir hikâye aslında. Banyodan bornozla çıkan, araba anahtarını görünce bornozu atan kadının oynadığı reklam. Yaratılan meta kültürünün en kaba hali.
Kadının içindeki bastırılmış “Aman tadımız tuzumuz kaçmasın” korkusu, “Ben bilmem eşim bilir” sesi.
Bir bedende birden fazla can, kişilik Arda Turan… Belgesel çekmek için yalısına gelen yabancı TV muhabirinin; yatak odasındaki kadın çantalarını gösterip, “Bunlar sizin malınız mı?” sorusuyla yaptığı espriye, “Hayır onları kullananlar benim malım” diye karşılık veren müteahhit Ali Ağaoğlu.
•••
Arda Turan, duruma göre, şekle göre mevzu. Yeri geldiğinde viski bardağında iki buz, işine geldiğinde, hacda ihram. “Ne olduğu gibi görünebilmenin ne de göründüğü gibi olabilmenin” sadeliği. Hem Anadolu’dan kopukluk hem de kafayla ve ayakla Avrupalı olamamak. Mahmutpaşa’da, şalvar pantolonla Lacoste tişörtün yan yana durduğu bir tezgâh.
Gerçekte viski bardağındaki 2 buzdan çok, içine Mehmet Ağar’ların, Fatih Terim’lerin “reisçilik ekolünün” kaçtığı tatsız tuzsuz, keyifsiz, sarhoş eden ve daha ziyade gerçekten koparan bir kokteyl.
•••
Arda Turan tüm bunlarla ilgili. Simon Kuper’in “Futbol sadece futbol değildir” sözünün ötesi. Başlı başına politik bir mesele. Son 20 yıla yakın sürede biriktirdiklerimizin -ya da daha çok hayatımızdan gidenlerin- muhasebesi. Toplumsal bir ayna. Kızmaktan çok gerçeği yüzümüze tokat gibi çarptığı için teşekkür etmemiz gereken bir fenomen, bir anti kahraman. Arda Turan tek başına, başımıza gelenin açıklaması. Gecenin bir yarısı evinden alınan öğrenci, gazeteci, siyasetçi aktivisttin aksine, şiddetten, ruhsatsız silah bulundurmaktan, tehditten işlem görmemek. Hukukun, adaletin yerine “Bu bizdendir” kanununun yerleşmiş olduğunu gösteren mahkeme tutanağı, polis fezlekesi!
Özlenen mekânlar değil zamanlar aslında daha çok. Bahardan kalma bir gündü, tribünler tıklım tıklım doluydu…
Arda Turan büyük bir soru…
Çubuklu formaların onurundan, turuncu sakilliğine ne zaman vardık? Nasıl oldu da o canım kalabalıklardan çorak Başakşehir tribünlerine düştük?
Yaşamın var oluş izlerini, sokak bitkileri üzerinden gözlemleyen sanatçı Kerem Ozan Bayraktar’la bu bitkiler hakkındaki notlarını paylaştığı Instagram hesabı “Sokak Otları” hakkında konuştuk.
Yasemin Ülgen: Instagram’da açtığın bir hesapla şehrin içinde pek de fark etmediğimiz bitkilerin hikâyelerini paylaşıyorsun. Özellikle İstanbul gibi bir metropolde birçoğu “istilacı” olarak tanımlanan bu bitkilerin izini sürme fikri nasıl çıktı ortaya?
Kerem Ozan Bayraktar: Uzun süredir dinamik sistemlere ilgi duyuyorum. Bu ilgi daha sonra okuma gruplarıyla evrime, karmaşıklığa ve rastlantıya yöneldi. Örneğin, geçtiğimiz yıl Sergen Şehitoğlu ile beraber “Yaşam nedir” sorunsalından kalkınan “Rastlantı ve Zorunluluk” isimli bir sergi yaptık.
Bu meseleler sizi ister istemez içerik açısından olmasa bile yöntem olarak ekolojiye götürüyor. Bitkilerle hep haşır neşirdim ama bu ilgi süs bitkileriyle sınırlıydı. Yine geçtiğimiz yıl, Devabil Kara‘nın önerisiyle “Ot” isimli bir sergi düzenledik. O sergi için düşünürken bu alanda uzun soluklu bir çalışma yapmaya karar verdim. Elif Çelebi ve Tayfun Erdoğmuş gibi doğa ve örüntü üzerine kafa yoran sanatçılarla diyaloglarımızın da çok etkisi oldu bu süreçte.
Sonuç olarak ilgi alanlarım, akademik ve sanatsal çalışmalarım ve çevremdeki insanlarla birlikte bu proje kendiliğinden doğdu. Geçmiş yıllarda çektiğim fotoğrafları tarayarak, bu hangi bitkiymiş, neden burada büyüyor gibi sorularla başladım. Bitkileri tanırken, çevreyle ilişkilerini kavramayı ilk sıraya koydum. Henüz hâlâ işin başındayım ve nasıl şekil alacağını ben de bilmiyorum. Küçük notlarımı Instagram’da paylaşarak bir yerden kamusallaştırmak istedim.
Yasemin Ülgen: Bahsettiğin dinamik sistemler, evrim, karmaşıklık, rastlantı ya da canlılık ve materyal ilişkisi üzerine çalıştığın ve kafa yorduğun kavramlar. Peki bunları sanatsal üretimlerinle nasıl ilişkilendiriyorsun, biraz daha açabilir misin?
Kerem Ozan Bayraktar
Kerem Ozan Bayraktar: Dinamik sistemler şehirler ya da hücreler gibi zamanla değişen, çevreleriyle sürekli bir enerji ve madde alışverişinde bulunan, kısaca “yaşayan” sistemler. Bu türden örgütlenmelerin gelecekte nasıl davranacağını önceden bilemiyoruz, bu yüzden istatistik bilimini kullanıyoruz.
Gezegen hareketleri gibi bize göre büyük ölçekteki olaylarda bunu görmek güç ama örneğin kanser hücrelerinin yayılımı ya da hava olaylarında bu durumu gözlemleyebiliyoruz. Biliyoruz ki, hava durumu söz konusu olduğunda cihazlarımız ne kadar hassas olursa olsun her zaman tahminin yanılma olasılığı var. Bu noktada karmaşıklık bilimi, çok fazla sayıdaki küçük etkileşimlerin, büyük ve tahmin edilemez olaylara bağlı olduğunu söylüyor.
Tüm bu küçük taşlara tek tek bakarak büyük mozaik tabloyu görmek mümkün değil. Bu yüzden belirli durumlarda sistemin bir bütün olarak nasıl davrandığını anlamaya çalışmak gerekiyor.
Yasemin Ülgen:Geçtiğimiz Nisan ayında Sergen Şehitoğlu’yla yaptığınız “Rastlantı ve Zorunluluk” sergisinde de bu ilişki ve davranış biçimlerine odaklanmıştınız.
Kerem Ozan Bayraktar: Sergen’le yaptığımız sergide yaşamın tam da bu tarafı ile ilgilenmiştik.
Yani nasıl oluyor da tüm bu “cansız” malzemeler belirli şartlarda, belirli çevrelerde bir araya gelip, karmaşık bir yapıyı ortaya çıkarıyor ve canlı denilen bu yapı çevrede tekrar nasıl bir karmaşıklığa neden oluyor? Biz bu meseleye coğrafyada yaşamın kendini görünür kıldığı izler üzerinden yaklaştık. Ben yaşanabilir olduğu iddia edilen güneş sistemi dışındaki gezegenlerin medyatik sunumlarına yönelik bir çalışma yapmıştım, Sergen ise uydu görüntülerinden çöllerdeki insan yapılarını sunmuştu.
Kerem Ozan Bayraktar, Rastlantı ve Zorunluluk, SANATORIUM
Sergen Şehitoğlu, Rastlantı ve Zorunluluk sergisi, SANATORIUM
Yasemin Ülgen: “Sokak Otları” için de aynı şekilde yaşamın var oluş izlerini bitkiler üzerinden araştırıyorsun. Bu araştırma bilimsel olmasa da bilimsel verileri kullandığın bir arşiv niteliğinde demek mümkün mü?
Kerem Ozan Bayraktar: Arşiv ya da bilimsel bir araştırma yapmıyorum. Bilim insanı ya da sanatçı merakıyla gözlemler yapıyorum. Amacım zaten organizma ve çevre birlikteliğini kavramak olduğu için, ortaya çok sayıda ilişki biçimi çıkıyor. Aslında bunlar çok bariz şeyler.
Örneğin, uzun süre hareket etmemiş bir arabanın altında otlar çıkar. Arabanın hareket etmediği sadece lastiklerine bakarak da anlaşılabilir. Fakat ben otların orada oluşuna hangi çevresel faktörlerin katkı yaptığını ya da otların doğrudan çevreyi nasıl dönüştürdüğünü anlamak istediğim için, aslında gözümüzün önünde olan bu türden ilişkileri vurgulamak ve onlara etkileşimin çerçevesinden tekrar bakmak istiyorum.
Bence işin sanatsal kısmı da burası: dinamik form ilişkilerini işaret etmek. Yoksa gider biyoloji ya da ekoloji okurdum.
Yasemin Ülgen:Peki hangi bitkilerle ilgileniyorsun?
Kerem Ozan Bayraktar: Aslında çimenler, çakal otları, kangallar ya da köygöçürenler gibi “ruderal” denilen bitkilerle ilgileniyorum ve bu terim doğrudan mekânla bitki ilişkisini tarif ediyor.
Bu özellikteki bitkiler tahribata uğramış arazilerde yaşayabiliyor, bu yüzden insan etkinlikleri, bitkilerin yayılıp çoğalmalarına büyük katkı sağlıyor.
İnşaat arazileri, tarım alanları, mezarlıklar, yollar ya da terk edilmiş binalar gibi tahribatın yüksek olduğu yerlerde ortaya çıkıyorlar. İnsanlar tarafından farklı kıtalara taşınıyorlar; savaşlarla, göçlerle, kent politikalarıyla doğrudan iç içeler.
Şehir otları deyince akla ilk gelen ikonik bitkilerden #çakalotu (#conyza) Papatyagiller ailesinden geliyor. Yaklaşık 60 türü var ve Antarktika hariç dünyanın her yerine yayılmış durumdalar.
***
#chouchun #ailanthus #Ailanthusaltissima #TreeofHeaven #CennetAgaci #KokarAgac (A Tree Grows in Brooklyn, 1943, Betty Smith)
“Brooklyn’de yetişen bir ağaç vardır. Kimileri buna Tuba ağacı derler. Tohumları nereye düşerse düşsün, oradan gökyüzüne erişmeye çalışan bir ağaç biter. Çevresi tahta perdeli arsalarda ve bakımsız süprüntü kümelerinin arasında büyür. Bodrum pencerelerinin parmaklıklarının arasından çıkar… Çimentoda yetişen tek ağaç odur. Kolayca yetişip serpilir… Güneşsiz, susuz, adeta topraksız yaşar. Bir bakıma güzel bile sayılabilir ama yazık ki insanı bıktıracak kadar çok sayıda yetişir.”
#Çimen dediğimizde aslında insan ve diğer birçok tür için en önemli bitkiyi, dinazorlar çağından beri yeryüzünde hüküm süren, dünya üzerindeki en yaygın aile olan Buğdaygilleri (#Poaceae) kastediyoruz. Setaria viridis, Setaria verticillata ve Setaria faberi şehirlerde görülen en yaygın türler. Setaria viridis, darının yabani atası. Bu üç tür aynı zamanda tarım için en zararlı bitkilerin başında geliyor. Bazı gruplar tarım ilaçlarına karşı da bağışıklık geliştirmiş.
“Biyologlar bile isimleri öğrenmeye zahmet etmiyorlar. Onları yabani ot olarak tanımlıyorlar. Bu durum bu bitkileri göz ardı edip yok saymaya neden oluyor”
Peter Del Tredici, bitkibilimci.
Yasemin Ülgen: Yani bu bitkiler, bugün tüm üretim ve tüketim ilişkileri bağlamında zaten tanımlayamadığımız kentlerin sınırlarını tam anlamıyla yok ediyorlar. Bu bahsettiğin yayılma nasıl gerçekleşiyor peki?
Kerem Ozan Bayraktar: Şehrin içinde farklı ışık, nem ve ısı alanları, iç içe geçmiş onlarca mikro site var. Ben tam olarak bu alanlara, farklı ölçeklerden bakmayı deniyorum.
Örneğin yollar, suyun rögarlara doğru akması için eğimlidir. Bu nedenle tohumların yol kenarlarında hayatta kalma şansı daha yüksektir çünkü bu bölgeler daha nemlidir ve alan sınırlarına yakın olduğu için bitkinin ezilme ihtimali daha düşüktür. Ve hatta eğer o yol kenarında küçük bir çatlak varsa bitkinin büyüme ihtimali daha da yüksektir. Dolayısıyla insan türünün kendi için yaptığı tasarımlar, insanın istemediği canlı türlerinin uzamla kurduğu ilişkilerde kendi çıkarlarına kullanılabiliyor.
Tersini de, yani bitkilerin yapıları değiştirmesini de düşünebiliriz. Örneğin, cennet ağacı (kokar ağaç) binalara hasar verebiliyor ya da birçok ot türü tarihi yapıları parçalıyor ve tarım arazilerini kullanılmaz hale getiriyor; buna karşın erozyonu engelleyebiliyor, olumsuz elementleri bünyesine alabiliyor vb.
Şehirleri coğrafyanın üzerine yayılmış büyük kütleler olarak hayal edin. Bu kütle sürekli hareket ediyor, yenileniyor hatta bazen yok oluyor. Sokak bitkileri de parçalanmış öbekler halinde bu kütleye entegre oluyor ve onunla birlikte hareket ediyor. Tıpkı bilim kurgu filmlerindeki akışkan yaratıklar gibi. Bu ölçekten insan ve bitki ilişkisine bakınca, artık organik, doğal, yerli, istilacı, egzotik ve vahşi gibi ikili karşıtlıkları kolay kolay kuramayacağımız bir resim ortaya çıkıyor.
Bu otları biraz da bu yüzden seviyorum. Doğa deyince sadece ormanları ve ovaları düşünen naif bir yaklaşıma izin vermiyorlar. Bu bitkilerin evi şehirler, ormanda koca ağaçların arasında hayatta kalamıyorlar. Sevmediğimiz bu komşularımızı daha yakından tanımak gerekli çünkü muhtemelen onlardan asla kurtulamayacağız.
Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.
Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz
Bu amaçla biz [Çocuklar için Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.
***
Toprak Ana Masalları
“Hayvanlar sizin kardeşinizdir. Dünya size ne kadar aitse, onlara da o kadar aittir, bu yüzden Dünya’yı paylaşmayı öğrenmeniz gerekecek.”
(Yellowstone Vadisi Yerlileri Masalı, Kuzey Amerika)
Toprak Ana, masallarını kulağımıza fısıldamaya devam ediyor…Kimi zaman tatlı bir meltem ile saçlarımızı okşayarak ve bir gökkuşağı gibi doğup güneş ışıklarıyla dans ederek, kimi zaman da aldığı tüm yaraları temizlemeye çalışırcasına nehir yataklarını taşırarak, kum ve toz bulutlarıyla yükselerek…Paraşüt Kitap’tan çıkan Toprak Ana Masalları farklı coğrafyalardaki yerel halkların doğa ile ilişkilerini konu edinen dokuz masaldan oluşuyor. Çorak topraklardan, bereketli ormanlara; volkanik adalardan yemyeşil çayırlara uzanan bu ekolojik hikayeler toprağın kadim bilgilerini anlatarak yüreklerimize kök salıyor.
Toprak Ana Masalları, çocuk kitabı kategorisinde yer alsa da kitabın her yaştan insana hitap eden bir dili var. Kelimelerle ve sade çizimlerle yaratılan bu zamansız dünyada okuru Hindistan’dan Avusturalya’ya, Yemen’den Kolombiya’ya diyar diyar gezdiriyor. Kendi düzenimizde yapacağımız ufacık değişikliklerle doğayı kurtarabileceğimizin umudunu aşılıyor. Hint Masalı’nda tek dalı kesilen bir ağacın dengesinin nasıl bozulduğunu öğrenirken, Amazon Yerlileri Masalı’nda bir yangından kurtulmak için minicik bir damlanın bile önemini anlıyoruz. “Denizi sömürmek çok tehlikelidir çünkü deniz, vermeyi bildiği gibi almayı da bilir.” ifadesiyle aşırı avlanmanın hazin sonuna Cap-Vert Masalı ile şahit oluyoruz. Guajira Çölü Masalı yaşam kaynağına dönüşen sihirli bir yağmur ağacının hikayesini anlatıyor. Coğrafyalar değişse de aslında her hikaye aynı temayı işliyor ; “Doğa ile uyumlu yaşamayı öğren ve öğret”.
Bu dünyayı hayvanlarla paylaşmayı öğrendiğimizde, doğa ile sevgi çemberini kurduğumuzda, düşlere inanıp kollarımıza sığdırabileceğimiz kadar çiçekler topladığımızda ve Toprak Ana Masalları’nı nesilden nesile aktardığımızda kim bilir belki ardımızdan düşenler yeniden yeşertir dünyayı…
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) öncülüğünde, gıda ile ilgili güncel sorunlar hakkında farkındalık yaratmak üzere 16 Ekim Dünya Gıda Günü olarak kutlanıyor. Bu nedenle azımsadığımız hatta pek farkında olmadığımız bir sorun olan gıda israfını ele almak istedim.
Gıda olmadan yaşayamayacağımız bir gerçek. Ancak yarattığımız çevresel tahribat ve doğal kaynakların sürdürülebilir olarak kullanılmaması gıda üretimi konusunda bir stres faktörü yaratmakta. Hatta dünyanın bazı bölgelerinde bu durum gıda güvenliğini tehdit etmekte. Eskisi kadar verim alınamadığı zaman gıda üretimi için çevre daha da fazla tahrip edilmekte. En somut örnekler, ormansızlaşma ile tarımsal alanlar açmak ya da üretim miktarını artırmak için daha fazla kimyasal girdi kullanımı ve dolayısıyla ekosistemi kirletmek ve dengesini bozmak.
İlaveten, 2050 yılına kadar dünya nüfusunun 2 milyar daha artması beklendiği için gıdaya olan talebin her zamankinden fazla olacağı tahmin ediliyor. Diğer bir ifadeyle, geleneksel tarımsal üretim sisteminde köklü değişiklikler olmazsa, gelecekte daha fazla üretmek için daha fazla tahribata neden olunacak ve aslında bu durumun kendisi gıda güvenliğini riske atacak. Hal böyle olunca gıda kayıp ve israfı çok önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmakta. Öte yandan, kayıp ve israfın önlenmesi, hem mevcut hem gelecek gıda güvenliği tehditlerinin ortadan kaldırılması, hem de artmakta olan gıda talebinin neden olduğu/olacağı çevre tahribatının hafifletilmesinde çözüm olacak! Aynı zamanda kaynak israfı ve tarımsal faaliyetler nedeniyle iklim değişikliğine olan katkı da azaltılabilir. Ancak, bireylerin tüketim alışkanlıklarındaki basit değişimlerle destek olabilecekleri gıda israfının önlenmesine nedense toplumda pek ilgi duyulmuyor. Oysa gıda kayıp ve israfı hakkında durum çok çarpıcı!
Gıda israfı, gıda üretim sistemindeki kayıp ve çöpe giden tüm gıda ürünlerini kapsamakta. Hasat sırasında, gıda paketleme ve işleme tesislerinde (bilinçli olarak salt görüntüsü kötü diye ayrılan ve atılan ürünler de bu kategoriye dahil edilmektedir), ürün tedarik zincirinde (ürünlerin depolanması ya da transferleri sırasında bozulan ve çöpe atılan ürünler) yaşanan kayıplar ile evlerimizde ya da restoranlarda çöpe atılan tüm gıda ürünleri gıda israfının nedenleri arasında.
İsraf edilen gıda ürünlerinin sadece 4’te biri ile dünyadaki kronik açlığa çözüm bulunabileceği hesaplanıyor. Dünya çapında yaklaşık 1 milyar insanın açlık çektiği ve yetersiz beslendiği düşünüldüğünde, inanılmaz bir israfın yaşandığını belki hayal edebilirsiniz…
Ekonomik faktörler, yönetsel sorunlar ve teknolojik problemler gibi pek çok nedenden dolayı gıda israfının meydana geldiği bilinmekte. Ancak sıkı durun; çünkü bahsedilen 1,3 milyar gıda israfının yarısının perakendecilik ve nihai tüketici yani bireylerden kaynaklandığı biliniyor. Yani bizlerin davranışları ve alışkanlıkları gıda israfında önemli bir yere sahip.
Gıda güvenliğini küresel olarak tehdit eden gıda israfı sadece gelişmekte olan ülkelerin değil gelişmiş ülkelerin de büyük bir sorunu. Avrupa ve Kuzey Amerika’da her yıl kişi başı yaklaşık 95 ila 115 kg gıdanın çöpe atıldığı biliniyor. Ülkemizdeki israfa ilişkin çok net veriler olmamakla birlikte her yıl 325 bin ton gıdanın imha edildiği tahmin ediliyor. Bu israfın maliyeti ise yaklaşık 414 milyar TL olarak hesaplanıyor. Ancak tüm bu ekonomik tahminler, gıda israfına dar bir bakış açısıyla bakıyor. Oysa gıda sisteminde oluşan israf daha geniş bir perspektiften ele alınması gereken önemli bir konu!
Buzdağının görünmeyen yüzü, gıda israfının etkileri
Bu çerçevede, israf edilen gıda ürünlerinin çevresel, ekonomik ve sosyal faturaları bir hayli yüksek. Çarpıcı bir örnek olarak ise israf edilen gıda ürünlerinin küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 8’inden sorumlu olduğu söylenmekte ve dünya çapında tarım yapılan alanların yaklaşık yüzde 30’unda asla tüketilmeyen gıdaların üretimi yapıldığı bildirilmekte. Sonuçta çöpe giden gıda ürünleri sınırlı ekonomik ve doğal kaynaklarımızı boşa harcamamıza sebep olurken enerji tüketiminin artmasına ve gıda fiyatlarının yükselmesine de etki etmekte. En nihayetinde ise iklim değişikliğini artırıcı bir etki yaratıyor. Yani her türlü kaybediyoruz!
Nasıl önlemler almalıyız?
Kayıplara yönelik ulusal politikaların geliştirilmesinin yanında, özel sektörün, çiftçilerin, gıda sanayisinin, toptan ve perakende satış yapan firmaların kısacası tüm değer ve tedarik zinciri aktörlerinin gıda sistemindeki israfın ve kayıpların önlenmesi için yapabileceği birçok hamle var. Ancak en önemli görevlerden biri; bize yani tüketim alışkanlıklarımıza dayanıyor. En hızlı ve etkin çözümü biz kendi tabağımızda, mutfağımızda, buzdolabımızda ve market sepetimizde yapabiliriz. Yiyebileceğimiz kadar satın almak, sipariş vermek, çirkin (!) görünümlü meyve-sebzeleri satın almak ve çöpe gitmelerini engellemek, gıda saklama ve pişirme tekniklerine dikkat etmek, bozulmak üzere olan gıdaları değerlendirmek gibi. Öte yandan ulusal politikaların takipçisi ve gıda israfının önlenmesi için oluşturulan sivil inisiyatiflerin de bir parçası olabiliriz.
Her toplumun mitolojisi o toplumun kültürel ve zihinsel yapısına ayna tutar.
Batılı ülkelerin çeşitli sanat kolları ile bize tanıtmış olduğu Zeus’u, Afrodit’i çok iyi biliriz ama Türk mitosları ve Anadolu efsaneleri pek bilinmez. Biz de her ayın ikinci haftası yayımlayacağımız Çocuklar İçin Türk Mitosları, Anadolu Efsaneleri dizisi ile çocuklarımızı unutulmaya yüz tutmuş bu öykülerle buluşturmak istiyoruz.
Yunanca kökenli bir kelime olan mitos (mythos) söz, öykü anlamına gelir. İlk insanlar mitoslar anlatarak evreni, tabiat olaylarını ve yaşamla ilgili sırrını çözemedikleri durumları açıklamaya çalışmışlar.
Mitoslar, tüm efsanelerin, destanların, masalların, hatta bugün okuduğumuz edebi türlerin de kökenlerini oluşturur. Bilinçaltı üzerine çalışan bilim insanları, mitosların evrensel geçerliliğe sahip yaşam kalıpları olduğunu ve her insan için anlamlı mesajlar taşıdığını söyler.
Bu ay, suyun, rüzgarın, ormanın, yolun ve dünyada başka ne var idiyse onun kalbine dokunacağız; iyelerle buluşacağız.
***
8 – İyeler
Günler geceleri kovaladı, haftalar ayları…
Mevsimler geldi geçti ama zaman hep aynı kaldı.
Sözler hikayelere dönüştü,
Kah unutuldu kah kuşaktan kuşağa aktarıldı.
Neler geldi neler geçti şu koskoca dünyadan da
Erlik vaz geçmedi sevdasından.
Günü gelince indi kara atının sırtından
Bir çekiç aldı eline, som altından.
Yeni bir dünya kurmak,
Ona inanacak bir halk yaratmak için geçti örsün başına,
Vurdu hiç durmadan.
Çekicin örse her vuruşu güya bir insan doğuracaktı.
Ama öyle olmadı.
Her vuruşta bir yılan, bir ayı, bir yer eşen
ve daha başka tuhaf yaratıklar ortaya çıktı.
Yerin ve göğün yaradanı Ülgen
Erlik’in tanrılık hevesini ciddiye aldığından değil ama
Dayanamadı daha fazla.
Emir verdi Mangdışire’ye.
“Git durdur” dedi haykırarak “Erlik’i ve ona hizmet edenleri!”
Bu sabah bir mesaj aldım Güneşin’den Yeşil Gazete için Mardin Masalcılar Buluşması 2018’i yazar mısın diye, önce bir durdum “yazabilir miyim ki ?”. Daha kendi içimde toparlanmamıştı buluşma … Ama bu sene işaretlere takmıştım daha yola çıkarken, o zaman bu da bir işaret olabilirdi, toparlamak ve anlatmak için…
Açıl susam açıl dedik bir açıldık pir açıldık… Pandora’nın Kutusu gibi her şey açılmıştı bütün duygular çıplak kalmıştı belki de? Duyguların yanına duyular da gelmişti. Konuşulanlar, konuşulmayanlar, sesler, kokular, tatlar, göz göze ne çok konuştuk belki de… Hissetmekti bizim işimiz ve hisettirmek, 5 duyu değil, 6 duyu, altı gün iş başında.
40 anlatıcı, 40 ayrı renk, 40 kapı, 40’lara karıştık 40’lar kilesesinde. Arbil Çelen Yuca dileğine kavuşmuştu masal anlattığı yerde perdedeki detaydan mekanın ona kattığı hisse kadar anlatmıştı dinleyenlere o perdede. Nasra Teyzenin işlemesi ordaydı ve gitttiğimiz bir çok yerde göz kırptı bize. Dokumuştu işte masalı Günnur Başar’ın dokuduğu gibi giysilere. Sezai Sarıoğlu bir masal anlattı. İki köy dedi önce. İç içe sonra. İçler dışlar çarpımı. Sınır gelmişti köye. sınırı aldı bir çocuk ve sonra gözünden, kalbinden son kelime ile sınırı kaldırdı…. Yeniden doğurmak kendini. Ana rahmi en temiz başlangıçtı…
Bu adamlar da bir alem. Şenol Morgül ile Sezai Sarıoğlu. Nasıl bir dostluk aralarında ki dostluğun masalını yaşattılar bize… Cuma günü açtılar neşe sandığını kahkahalar saçıldı gökyüzüne kuşlar bile güldü… Dediler zaten ”Kuşlar Cama İnanmaz, Cana İnanır Diye”…
Kırklar Kilisesi bir süryani kilisesi. Kapılar nasıl açılıyordu bir bir hayret verici! Kuşlar, börtü böcek eşlik ediyordu her birimize, anlatmak dinlemek zor mesele. ”DİNLEMEK”. Emek vardı içinde, öyle dedi Sinan Canan. Bir de, dedi ki, güneş yiyormuşuz hepimiz, bitkiler soframıza gelene kadar hangi aşamalardan geçiyor anlattı tatlı tatlı. Güneş olmaz ise hiç biri olmaz dedi. Aldığımız en önemli vitamin gökyüzünde, kafayı yukarı kaldırmak önemli galiba. Tolga Zafer Özdemir var, o da ayrı bir alem. ”SES” diyor adam, titreşim, frekans. Duymak diyor, duymak için de dinlemek. Anlaşmışlar mı ne?
Bütün bilgiler birbirine hizmet ediyordu sessizce ve ”mülkiyet” ise kayboluyordu. Bir de son sır bükücü var, Özcan Yüksek. Bir lafın altında bin anlam, adalet diyor, dürüstlük diyor. Masal sana ayna diyor ve kayış kopuyor. Farklı meslek dallarının masal ile buluşması da ayrı lezzet, değil mi Güneşin Aydemir? Kafası açılıyor insanın… Yapacak ne çok iş var. Doğa bilmek, şiir bilmek gibi güzel fısıltılar var etrafta. Sanırım kutudan son çıkan kelebek hepimizin içinde…
Hafif bir meltem, yıldızlar, bulutlar, renkler, bütün’ün hayrına, masal hayrına gizemli bir şekilde dağlıyordu. Bir de içimizdeki en gizemli Ebuburak, bu bütünün nadide parçası içine konuşur, dışına konuştuğunda da masal olur. Asası ve sakalları var olsun… Kuşlar meclisini bir dahaki sefere sonuna kadar istiyorum bilesin, yarım bıraktığın yerden tamamlanmak istiyor insan…
Gizli kahramanlar da tek tek çıktılar ortaya, 40 masalcıya 40 mihmandar… Bulaşığından, yer süpürmesine kadar gık çıkarmayan Nihat Erdoğan.
3 yıldır bir masal yazılıyor Mardin’de ve 4.ye niyet ettiler hep birlikte. Muhtarlar arıyor artık bizim evler de köyler de anlatın diye. Okullar, çocuklar, damlar… Seneye umut ediyorum çarşıdaki amcalar dükkanların önünde anlatsınlar bize, biz de duyalım Mardin’in seslerini… Çoğalalım çokta kaybolmayalım. Yazı kalır, ses daha çok kalır evrende. Tolga Zafer Özdemir öyle diyor valla. Bir son vereyim masalıma Birbirimize çok ihtiyacımız var daha…
“Bir bahçede hep aynı çiçekten olursa o bahçe güzel olmaz. sen, ben, o varız diye güzel bu bahçe. koparma farklı çiçekleri, kalsın renkleriyle kokularıyla...”
[Doğum ve Ötesi] yazı dizisinde okuyacağınız hikayeler annelerin ağzından anlatılmış olacak. Bu diziyi doğal doğumun anne ve bebek açısından öneminden yola çıkarak başlatmaya ve Yeşil Gazete’nin konvansiyonel olmayan bakış açısını doğum hikayelerine de taşımaya karar verdik.
Bununla birlikte gerektiğinde hayat kurtarıcı olan sezaryen hikayelerine de yer vereceğiz. Bu deneyimlerin kadınların kendi içlerindeki güce güvenmeleri için cesaret verip, doğumlarını sahiplenmeleri, mutlu doğum hikayelerine sahip olabilmeleri için destekleyici olmasını ümit ediyoruz.
***
Bu haftaki yazı 2015 senesinde anne olmuş bir konuk yazara ait. Nilüfer doğumuna okuyarak, araştırarak, gerektiğinde ‘hayır’ diyerek, bilinçli bir şekilde hazırlananlardan. Yazının orjinaline bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
***
7 – Nilüfer ve Doğa’nın Hikayesi
“Siz siz olun, beklenen doğum tarihinizi 2 hafta geç söyleyin akrabalara, eşe, dosta. Yoksa her gün arayıp daha doğmadı mı, ya olmadı sezaryen ile aldırıver muhabbetleri son günlerde canınızı sıkabilir. Erken olunca kimse neden erken oldu sorgulamasını yapmıyor çünkü.”
Tam 5 yıl bekledim. Kendimi bir insan yavrusunun sorumluluğunu almaya hazır hissetmem tam 5 yılımı aldı. Tabi maskelenmiş sebeplerim vardı, böyle çirkin bir dünyaya çocuk getirme fikri saçmaydı filan evet ama özündeki sebep kendimi hala çocuk gibi hissediyor olmamdı ve tabi mühendislik kariyerim. En nihayetinde 29 yaşımda, evlendikten 5 yıl sonra hamile olduğumu öğrendim. Şaşkınlık ve sevinç, daha tanımlayamadığım birçok duygular ile karşıladım bu haberi. Eşim de bir o kadar şaşkındı, şimdi ne olacaktı, hiç bir fikrimiz yoktu. Yani direkt kadın doğum uzmanına gidebileceğimi bile benden 1 sene önce doğum yapmış arkadaşımın tavsiyesi ile öğrendim. Yoksa kan tahlili ile gebelik testini teyit ettirmek için aile hekimine gitmekten başka bir şey aklıma gelmemişti.
Hamilelik süreci, özellikle de ilk defası gerçekten ilginç bir deneyim. Çok fazla hastane ve doktor ile vakit geçirmemişken birden kendinize bir doktor, hastane seçmeniz gerekebiliyor. Ve bu durum doktorlar için de bir o kadar çok olağan. Kime gideceğimi bilemezken sülalemizin kadın doğum uzmanına gitme fikri daha ağır basmış ve hamile olduğumu öğrendiğim gün hemen bir randevu almıştım. Ne de olsa hala hamile olup olmadığım kesinlik kazanmamıştı benim için. Gittik, etrafımızda karnı burnunda birçok çift ile sıra bekledik ve sonunda bizi doktorun odasına aldılar. Ve evet ultrasonda küçük bir noktayı gösteren doktor bunun bebeğimiz olduğunu söylediğinde dört göz dört çeşme ağlayarak odadan çıkmış ve bir heyecanla herkese haber vermiştik. Herkes bu habere çok şaşırmıştı özellikle annem ve kayınvalidem. İkisi de benden bu konuda çoktan umudu kesmişler meğer. Çocuk yapmaz bu kız demişler.
Bu haberden sonra çok da memnun olmadığım, zaten değiştirmek istediğim şirketimle yollarımı ayırdım ve şehir dışındaki okulda yaptığım yüksek lisansımı bıraktım. Mesleğimi çok seviyordum ancak ağır şartlar altında çalıştığım ve yönetim sıkıntıları olan şirketimle devam edemeyeceğimi biliyordum. Hamilelik bu konuda karar vermem için itici bir güç oldu. Birçok iş başvurusunda bulundum ve hatta iş teklifi aldım. Ve pek tabi hamile bir kadın mühendisi kimse işe almak istemedi. İyi ki öyle olmuş. O kadar çok yorulmuşum ki. Bedenim hamilelik hormonları ile nadasa girdi sanıyorum:) Hamileliğimin ilk 3 ayını bebekler gibi geçirdim. Gerçekten bebekler gibiydim, sürekli uyuyordum. Sadece acıktığımda ve tuvalet ihtiyacım olduğunda uyanıyordum. Harika günlerdi :)
Bu günlerde çok sevgili arkadaşım, Güneş’im, benden 1 yıl önce bebek sahibi olan sevgili dostum hemen bir whatsapp grubu kurdu ve hamile başka bir arkadaşımızla sık sık bizi bir araya getirdi. Ah ne önemliymiş hayat görüşleri birbirine yakın olan anneler ile vakit geçirmek. Onlardan bebeğin bezi nasıl değiştirilir öğrendim, hem bebek emzirip hem de yemek nasıl yenir, emzirmek için özel bir alana ihtiyaç olmadan her durumda her koşulda nasıl emzirilir hepsini gördüm ve normalleştirdim. Hatta kafede, restoranda bile emzirilip, alt değiştirme yeri olmayan tuvaletlerde çocuğun bezi nasıl değiştirilir… Bebekli hayat deneyimleri, doğum deneyimleri, eşler ile ilişkiler, ah harika bir şansmış benim için bütün bunlar şimdi anlıyorum. Tabi bir de sevgili iş arkadaşım, meslektaşım Nilay. Onun da o samimi doğum hikayesi anlatımı, “doğuma bir daha girecek olsam şunları yapardım” diye açık açık ifadeleri yol göstermiş bana. Çok şanslıydım bu konuda.
Günler bu şekilde ilerlerken, uykulu geçen ilk 3 aydan sonra enerjimin yeniden ve hatta fazlasıyla geldiği 2. üç aylık dönemde hamilelik hormonları ile beraber anne olmaya gerçekten hazır olduğumu iliklerime kadar hissediyordum. Rahmimdeki mucizenin gelişimini hafta hafta takip ediyor, belgeseller ile bu gelişimi gözümle görüyor ve hayran kalıyordum. Evet kadın bedeni gerçekten tam bir mucizeydi. Buna fazlasıyla ikna olmuştum. Anne olmak için kodlanmıştık, artık bu beni tedirgin etmiyordu. Ancak her konuda olduğu gibi hayatımın bu çok önemli görevinde de bilimsel bilgiler ışığında ilerlemek bana iyi gelecekti. Okumalarım böyle başladı. Zaten sevgili arkadaşım hamile haberimi alır almaz bana hamilelik ve doğum kitaplarını hemen getirmişti. Ayşe Öner ile bu kitaplar sayesinde tanıştım. İnternetteki bilgi kirliliğinin farkındaydım, hafta hafta hamileliğimi kitaptan takip ettim. Ah Ayşe Öner’e bayılmıştım, sosyal medya hesaplarından takip ediyor, radyo BabyJoy’dan her hafta programlarını dinliyor ve onun yönlendirmesi ile yeni kapılar açılıyordu benim için. Doğal ebeveynlik ve Keşkesiz Doğum Akademisi’nin varlığından haberdar olmam da bu açılan kapılardan biri oldu. Harika bir kapıymış meğer bu, artık anahtar kelimeyi biliyordum, “doğal ebeveynlik” okumalarımı bunlar üzerine yapmaya başladım. İlk edindiğim kitap “Bilinçli Bebek” oldu. Okuduklarıma hayran kalmıştım, etrafımdaki çocuk yetiştirme tarzında beni rahatsız eden bir şey vardı ve o şeyi artık tanımlayabilmiştim. Evet her bebek bir evrendir ve kendi hayatları üzerinde karar vermeye hakları vardır, her bebeğin bir bilinci vardır. (NOT: Şahane bir kitaptır ancak doğal ebeveynlik akımı gibi lanse edilmiş olmasına rağmen aslında farklı bir ebeveyn tarzına aittir ve bebeği ağlatma kısmına şüphe ile bakmanızı tavsiye ederim) Ve doğum, bebekleri ömür boyu etkileyebilecek bir deneyimdir. Ah bu bölüm çok şaşırtıcıydı benim için ve daha önce bu konu üzerinde hiç bu kadar düşünmemiştim. Evet doğum bebekler için zor bir deneyim, bir de üstüne müdahaleli bir doğumun ciddi bir travma yaratabileceğinden bahsediyor kitap. Bu bilgiler doğum için benim ışığım oldu. Sonrasında nasıl denk geldiğimi şimdi hatırlayamadığım çok değerli ebe ve doulaların sayfalarını takip etmeye başladım (GebbePınar, DoğumMeleği, BlogcuAnne). “Doğal doğum” tanımını bu sayfalar sayesinde öğrendim. Normal doğum da kendi içinde ikiye ayrılıyormuş meğer. 1. Tıbbi müdahaleli ve hatta bebeğin gelme zamanına dahi karar verilebilen doğumlar, 2. Kendi akışında ve müdahalesiz doğumlar ve doğumdan hemen sonra hayati önem taşıyan ilk 1 saat boyunca ten tene temas. Ah, işte o zaman anlamıştım annemin ısrarla neden bana sezaryen olmamı tavsiye ettiğini. Annem bizi dünyaya getirirken çok zor, hiç saygılı olmayan ve travmatik bir vajinal doğum gerçekleştirmiş.
Hummalı bir hazırlığa başladım, önce çok üzüldüm. Çünkü takip ettiğim sayfalarda doğuma hazırlık eğitiminin ne kadar önemli olduğundan bahsediliyordu ancak Eskişehir’de eğitim alabileceğim birileri yoktu. Sonra daha sıkı araştırma yapmaya başladım. Pozitif doğum hikayeleri okumaya başladım. Bu hikayeler bana yol gösterdi. Doğum tercihi mektubunun ne olduğunu oralardan öğrendim. Hastane prosedürlerinin varlığından ve bu prosedürlerin doktor ile konuşulup esnetilebileceğinden bu kaynaklar sayesinde haberim oldu. Son haftalarda doktor değiştirme cesaretinin gösterilebileceğini, sezaryen oranlarının çok yüksek olduğunu ve nedenlerini, çatı darlığı terimini, doktor ile doğum konusunun son haftalarda değil başlarda konuşulması gerektiğini de oradan öğrendim… Başladım doğal doğum videoları izlemeye :) Ve doğumun fizyolojisini öğrenmeye. Doğada doğum yapan kadınlar, suda doğum yapan kadınlar, bayram havasında doğum yapan kadınlar… Doğum algısı bende ciddi şekilde değişti. Gerçi öncesinde de kötü hikayeler duymadığımdan (bundan kendimi nasıl izole etmişim bilemiyorum, sanırım bu annemin başarısı) doğum da hamilelik gibi bir mucizeydi benim için ve müdahalesiz bir doğum şartlar uygunsa denenebilirdi. Bütün bu hazırlıklardan sonra doktorum ile konuşmak için cesaretim gelmişti. Bu bilgilerden sonraki ilk kontrolde doğum konusunu açtım; doğum konuşmak için erken olduğunu söyledi ve konu kapandı. Sonraki kontrolde doğum tercihlerimi yazmak istediğimi söyledim; tabi yaz lütfen üzerinden geçeriz dedi. Diğer kontrolde “Doğum tercihlerimin üzerinden geçelim mi, ben her şey yolundaysa vajinal doğum, hatta müdahalesiz vajinal doğum istiyorum” dedim; ne oldu bilmiyorum sırtımız sıvazlanarak konu değişti. Tabi her kontrolün arasında 3-4 hafta var ve ben bir türlü doğum tercihlerim konusunda konuşamıyor ve bu durumdan çok rahatsızlık duyuyordum. En sonunda doktor randevusunu alırken sekreterine şunları söyleyebildim: “Doktorum çok yoğun biliyorum ancak doğum hakkında da konuşmak istiyorum”. Geniş zamanında bir randevu saati istediğimi özellikle belirtip bir randevu aldım. Üzerinden geçtik, ten tene temas için çocuk doktoru ile görüşmem gerektiğini söyleyip diğer konuları da onayladığını söyledi. Tabi ben bu arada hastane ile de ücret konusunu görüşmeye başlamış, o konuda da bana bir net cevap vermedikleri için başka hastane ve doktor arayışına girmiştim bile. Ancak gitmek istediğim doktorlar öyle yoğunlardı ki bir türlü randevu alamadım. 36. haftama geldiğimde artık biraz ikna olmuş ve biraz da başka doktora gidemeyecek olduğumu düşünmemden dolayı yine aynı doktor ile kontroldeydim. Odaya girer girmez, henüz ultrasonda ölçüm bile yapmamışken bilgisayarına bakarak bana “Nilüfer’ciğim gözün aydın bebeğine 8 Mayıs’ta kavuşuyorsun” dedi. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Ne demek 8 Mayıs’ta bebeğime kavuşuyorum, hiç mi aklında kalmamıştım, her kontrolde söyledim vajinal doğum istediğimi, işler yolunda gitmezse bebeğimin istediği tarihte sezaryen olabileceğimi, hiç mi dinlememişti beni?! Zaten az kalan güvenim bu bir cümle ile tamamen yok olmuştu. “Nasıl yani? Siz bana sezaryen mi teklif ediyorsunuz!?” diyebildim. “E, Nilüfer’ciğim biliyorsun bebeğin iri, daha çatı muayenesi yapmadık ama…” diyemeden araya girdim, “Ultrason ölçümlerinin artı eksi % 15 yanılma payı var biliyorsunuz, hem ben çatıma güveniyorum” kelimeleri ağzımdan dökülüverdi. Ama neye uğradığımı şaşırmıştım ve bu cümleler ağzımdan nasıl çıktı hala şaşırıyorum. “Siz önce bir çatı muayenesi yapın, sonra konuşuruz bunu, hem sezaryen olacaksa bile bebeğimin gelmek istediği zamanda olmasını tercih ederim” diyebildim. Ultrasona geçtik, 36. haftamdayım ve bebeğim 3,800 kg imiş. Öyle söyledi. Sonra “Herkes sezaryen istiyor, sen normal doğum mu istiyorsun?” dedi. Bende müthiş bir şaşkınlık… Haftalardır aklında kalmaya çalışıyordum, ne yazık ki hiç başarılı olamamıştım. En sonunda söylemek durumunda kaldı, kendisi benim due date’imde 1 haftalığına Amerika’da kongrede olacakmış. Muhtemelen doğuma yetişirmiş ama o hafta takip etmesi için başka bir doktora yönlendirecekmiş beni. Ben de şöyle söyledim “Benim için hangi doktorun olduğu fark etmez, doğumu yapacak olan benim”. Ve odasından çıktık. Moralim acayip bozulmuştu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bana açık açık Amerika’da olacağını söylemesini daha samimi bulurdum, şimdi doktoruma hiç ama hiç güvenim kalmamıştı. Varsayıyorum ki doğumuma yetişti, doğum istediğim gibi gidiyor ve bir müdahale yapması gerekti, bunun gerçekten gerekli olduğuna nasıl emin olabilecektim, güvenim kalmamıştı, buna beni nasıl ikna edebilirdi ve en önemlisi ben bütün bu tedirginlik ve güvensizlikle nasıl doğum yapabilecektim?!
O akşam ağladım, çok ağladım. Annem ile farklı şehirlerde yaşıyoruz, doğum için gelecekti ama bu moral bozukluğundan sonra hemen gelmesini istedim. Sevgili arkadaşım Güneş’i aradım. Ona ağladım, anlattım ve yeni bir doktor bulamama korkumu, umutsuzluğumu anlattım. Bana birkaç doktor ismi verdi. Ancak o gece bir türlü uyku tutmadı beni. Kalktım bilgisayarı açtım ve İstanbul Doğum Akademisi sayfasında bulduğum tüm uzman mail adreslerine bir doğum tercihi mektubumun olduğunu ancak bu mektubu kime nasıl verebileceğimi, bu isteklerimin karşılanması için neler yapacağımı bilmediğimi ve doktorum ile yaşadıklarımı anlattım. Hepsine aynı yazıyı mailledim :) Gece Hakan Çoker’den bana mail gelmişti, “Yarın beni bu numaradan arayın, konuşalım. Aynı maili tüm merkeze atmışsınız, arayın yardımcı olmaya çalışayım” yazmıştı.
Ertesi gün aradım, doktorların da bir insan olduğunu bana kendisi hatırlattı. Evet keşke böyle bir şey yaşamasaydım ama olabilir böyle şeyler, o da bir insan. Bu beni rahatlatmıştı. Bu yaşadığım olayın benimle ilgisi yoktu, doktorların da işi zordu. Uzun uzun konuştuk ama bana yol gösteren mesaj bu oldu. Ha bir de neden Ankara’daki eğitimlere katılmadığım konusunda azar işitmiştim :) Kitap okuyarak doğuma hazırlandığımı, doğum tercihlerimi nasıl hastaneye iletebileceğimi bilmediğimi söylediğimde hangi kitabı okuyarak doğuma hazırlandığımı sormuş ve bunların doğuma hazırlık kitabı olmadığını söylemişti. Doğum tercihlerinin ise doktora güven ve iletişimle alakalı olduğunu, belki bir gün kek yapıp doğumhane hemşireleri ile tanışabileceğimi ve isteklerimi empatik bir dil ile ifade edebileceğimi söylemişti. Bu kısa telefon konuşması bana farklı bir ufuk açmıştı. Tekrar gücümü topladığımda hastanenin doğum koçu ebesi ile görüşme talep ettim ve doğumhaneyi gezmek istediğimi söyledim. Randevuya gittiğimde de doğum tercihlerimden bahsettim. Ne şanslıyım ki o sıralar sevgili Özgü Namal hypnobirthing yöntemi ile evde doğum yapmış ve magazin haberleri bununla çalkalanmıştı. Aslında doğum koçu ebe ile daha önce de görüşmüştüm ancak taleplerimin çoğunu reddetmişti. Bu görüşmemde ise magazin haberleri sağ olsun, çoğunu kabul etmişti, ve bunun organizasyonunu üstleneceğini, bebek hemşirelerine ve doğum hemşire/ebelerine iletebileceğini söylemişti. Bonus olarak da doğumda kullanabileceğimiz masajları anneme öğretmişti. Sonrasında arkadaşımın tavsiye ettiği doktor ile tanışmak için ayaküstü bir görüşme yaptım. Yaşadıklarımı, isteklerimi, benim için bunların neden önemli olduğunu anlattığım samimi bir görüşmeydi. Doktorum eğer her şey yolunda giderse ve anne bu konuda hazırlıklıysa ben annenin isteklerini desteklemeye hazırım dedi. Bu görüşme beni çok rahatlattı, artık doktoruma karar vermiştim. Tüm test sonuçlarımı ve ultrason kontrolü için bir muayene tarihi alıp oradan ayrıldım. Eski doktoruma da çıkıp başka bir doktor ile devam edeceğimi, bugüne kadar yaptığı yardımlar için teşekkür ettiğimi söyleyip tokalaşarak vedalaştım.
Artık kendimi tamamıyla rahatlamış hissediyordum. Ina May Gaskin’in Doğuma Hazırlık Rehberi kitabını okuyor, doğumumda kullanacağımız masajı annem ile pratik ediyor, tek maaşa düştüğümüz için gidemediğim yoga derslerini telefonuma indirdiğim bir uygulamadan ya da Youtube’dan takip edip yoga yapıyor, kendimi rahatlatıyor, her gün yürüyüş yapıyor ve yine internetten doğum pozisyonlarını öğrendiğim bir siteden eşimle ve annemle pozisyonları çalışıyorduk. Tamamıyla hazırdım ve artık doğurabilirdim :) Yeni doktorumun yaptığı kontrollerde de zaten bebeğimin iri olmadığı ortaya çıkmış ve çatı muayenesinde herhangi bir problem olmadığı sonucuna varmıştık (Çatı muayenesinin sadece bir tahmin olduğu unutulmamalı, belki bu muayenenin doğum esnasında bile yapılabilir olduğu tartışılıyor artık). Her şey istediğim gibi gidiyor ve doktoruma güveniyordum.
19 Mayıs’ta sabah kahvaltısını yaparken bir şeyin sızdığını hissettim, benim kontrolümün olmadığı bir şey veee evet suyum sızmıştı. Annem, anneannem, kuzenim bizde kalıyorlardı ve sabırsızlıkla doğumun başlamasını bekliyorlardı. Keza yanımızda olmayan ama her gün telefon edip soran uzak yakın akrabalarımız da neredeyse yanımızdaymış gibilerdi, eksikliklerini hiç hissettirmediler sağolsunlar :) Siz siz olun, beklenen doğum tarihinizi 2 hafta geç söyleyin akrabalara, eşe, dosta. Yoksa her gün arayıp daha doğmadı mı, ya olmadı sezaryen ile aldırıver muhabbetleri son günlerde canınızı sıkabilir. Erken olunca kimse neden erken oldu sorgulamasını yapmıyor çünkü:) Neyse tabi bizim evde bir bayram havası 39+4’teyim ve suyum geldi, kızıma kavuşmaya az kaldı, çok heyecanlı. Ama hazırlıklar tamam değil. Kızımı görmeye gelenlere süslü kurabiyelerden vermek istiyorum, henüz onlar hazır değil, manikür pedikür yaptırmadan doğuma girmem imkansız :) kuaföre de gitmem gerek. Anneannem ve kuzenim hızlı bir şekilde kurabiye işine giriştiler, annem ile ben de kuaföre gittik. Kuaföre rica ettik, işte “acelemiz var, bizi öne alın”. Sağ olsunlar kırmadılar, ama yok olmuyor, suyum gelmeye devam ediyor. Ben kuaförün koltuğunu bayağı ıslattım :)
O arada manikür yapan abla anladı, sohbet ettik filan, doğal karşıladı Allahtan. Neyse sonunda eve geldik, biraz kurabiyelere yardım ettik, onlar da bitti, artık hazırdım, doktorumu aradım haber verdim. Henüz sancımın olmadığını söyledim. Tamam, suyun gelmemiştir senin dedi, akşam tekrar haberleşelim. Biz tabi dört gözle sancı bekliyoruz, şöyle biraz kıpırtılar var ama düzenli değil, saat tutuyoruz filan ama yok öyle ciddi bir şey. Hastaneye geçtik, bir muayene için ebe NST’ye bağladı, sancı yok, muayene etti, açıklık yarım cm. Benim moral sıfır tabi. Aldı bir korku, suyum sızdı, sancım yok, bu işin sonu sezaryene gitmez umarım diye dua ediyor ve kızımla konuşuyordum. Yine bir arkadaşlar ile telefonda görüşme ve moral depolamanın sonunda zar zor uyuyabildim heyecan ve korkudan. Ama gece işler gayet yolunda gidiyor ve bu dinlenme beni doğuma hazırlıyormuş meğer. Ve doğumu ilerleten hormon oksitosin gece karanlığını çok severmiş.
Manikürsüz doğuma gitmem abi
Suyum gelmiş olabilir bu kurabiyeleri hazırlamaya devam etmeyeceğimiz anlamına gelmez
Sabah ezanında sancı ile fırladım yataktan. Aman Allahım bir gün önce sancım gerçekten yokmuş:) Ve ben o kadar mutluyum ki sancım geldi diye, güle oynaya karşılıyorum. Pilates topunda biraz kalçamı kıvırıyorum, biraz boğazını açan müzisyen edasıyla ses çıkarıyorum, oh bitiyor. Sonra yarım saat hiç bir şey yok, yatıyorum bu yarım saatlik arada. Yarım saat sonra tekrar geliyor tekrar kalkıyorum pilates topuna filan, bu böyle devam etti. Tabi sesime eşim uyandı ama hadi sen yat uyu, bugün kızımızı kucağımıza alırız, senin iyi dinlenmiş olman lazım diye yatırdım eşimi. Annemlere haber vermedim, uyandırmadım onları. Zaten sancı araları uzun ve ben bu aralarda uyuyordum. Bu durum annemler uyanıp kahvaltıyı hazırlayana kadar böyle devam etti. Sabah müjdeyi verdiğimde yine bir şenlik havası. Ama tabi sancılar gelip ben ses çıkarmaya başlayınca biraz ürktüler. Sonra kuzenime açıkladım, bak bunlar normal şeyler ben acı çektiğim için ses çıkarmıyorum, boğazımı açtıkça vajinam da açılıyor bu nedenle ses çıkarıyorum dedim, sakinleştirdim onları. Kuzenim henüz çocuk sahibi değil bu nedenle doğumdan korksun istemiyordum. Eşimi işe gönderdik, güzelce bir kahvaltı yaptık. Sancılar geldikçe de kuzenimle saat tutuyoruz. Bu arada kuzenim de doğumda fotoğrafçımız :) Eşim de doğum müziklerini ayarlayacak. Tüm ekibe görevlerini dağıttım, kayınvalidem ve kayınbabam da bizi hastaneye götürecekler.
Neyse, kahvaltı yaptıktan sonra sancı araları 15 dakikaya düştü. Ben pilates topunun üstündeki hareketler ile gayet iyi üstesinden geliyorum ve her sancı bittiğinde de kızımı görmeye biraz daha yaklaştığım için seviniyor ve şükrediyordum. Sonra tuvalete kendimi zor attım, ishal olmuştum. Sonra da kendimi duşa attım. İçgüdüsel olarak sanırım kadın kendi vücudunun ihtiyaçlarını dinleyince neyi ne zaman yapabileceğini anlayabiliyor. Duşta da kusunca annem çok telaş yapmış. Hastaneye gitmemiz için neredeyse yalvardı. Oysa ki duştan hiç çıkmak istememiştim. Ancak çok telaşlandıklarını görünce kabul ettim. Kayınvalideme haber verdiler ve hastaneye gitmek için hazırlıklarımızı yaptık. Kayınvalidem bir başına eve geliverdi, hastaneye gitmek için araba ve kayınbabama ihtiyacımız varken tek başına gelmiş :) Yani herkes panik halinde ve sadece benim aklım başımda ve insanları ben organize ettim :) Kayınbabamı arayın gelsin, hastaneye gideceğiz dedim, kayınvalidem ben gidip alayım onu dedi :) “Anne dedim sen niye gidiyorsun? Babam gelsin alsın bizi” :) Sonra ayakkabıları giyip çıkıyoruz dışarı, annem eşarbını örtmeyi unutmuş, anne dedim eşarbın nerede:))) Düştük hastane yoluna. Hastane ile evimiz 5 dakika mesafede ancak ben arabanın lastiklerine dokunan her taşı kasıklarımda ağrı olarak hissettiğim için biz saatte 20 km hızla 20 dakikada vardık sanırım.
Asansör beklemeye başladık ama ben yerimde duramıyorum, hadi dedim merdivenden çıkalım. Doktor muayene etti, ben tabi inlemekten çekinmiyorum, bu sanırım doktoru rahatsız etmiş olacak ki “Nilüfer Hanım bir muayene ediyorum sadece bunda bağıracak ne var” dedi, biraz içerledim bu söze. “Ben muayeneden şikayetçi değilim, inlemek bana iyi geliyor” diyebildim. Ancak çok takılmadım bu duruma, ne de olsa odada sürekli yanımda olmayacaktı :) Her fırsatta “Doktor bey hatırlıyorsunuz değil mi, ben müdahalesiz doğum istiyorum” diye tekrarlıyordum, kuzenim en büyük destekçim, her sağlık görevlisine doğum tercihlerimi hatırlatıyordu filan, harika destekçilerim vardı :) Doktor muayene etti, 3 cm. açılmam olduğunu söyledi. İstersem eve gidebileceğimi belirtti. Ben o yolu 20 km hızla tekrar geri gidemeyeceğimden emindim, yatış vermesini istedim, bir de yoğunluğu artmıştı doğumun, hissediyordum yakındı. Eve gitmedim. Yatış verdiler ancak 20.05.2015 tarihinde doğum yapanlar çok olduğu için doğum katında boş oda yoktu. 5. katta bir odayı geçici olarak kullanacaktık (doğum katı 3. kat). Doktorun odasından dışarı çıktığımda tekerlekli sandalye ile bir görevli beni bekliyordu. Ah doğum sancılarım var ve tekerlekli sandalyede oturmak mı? İmkansızı istediler benden. Kabul etmedim. Asansörü beklemeyi yine hiç istemedim ve merdivenleri kullandık. Görevli bana uzaylıymışım gibi bakıyordu :) Merdivenleri çıkıyor ve sancı gelince annemin boynuna asılıyor, sancıları karşılıyordum. Göbeğime doğru yani bebeğime doğru nefes alıyordum ve anneme asılmak çok iyi geliyordu. Sonunda odaya yerleştik. Odaya geçer geçmez hemşireler geldi ve hastane önlüğü giydirip damar yolu açmak istediler. İkisini de istemediğimi söyledim. Tekrar ısrar ettiler, “Anlıyorum görevinizi yapıyorsunuz ancak benim doğum tercihlerim var ve bunu doktorum ve doğum koçu ebem ile konuştum, lütfen ısrar etmeyin” diyerek kibarca durumu açıkladım. Doğum koçum ile görüşmek istediğimi ve pilates topu talebimi dile getirip uğurladık hemşireleri. Onlar da bana uzaylıymışım gibi bakarak ayrıldılar yanımdan. Çok anlamsızdı benim için bunlar. Sağlıklı bir gebelik geçirmiştim, zaten gebeydim sadece, hasta değildim. Hastane ortamında doğum yapmak bile mantık hatasıydı benim için. Hasta değildim sadece doğuracaktım. Sonrasında bir görevli daha geldi odaya, bu kadar rahatsız edilmeyeceğimi ummuştum ama olmamıştı, bu defa da hastane prosedürleri için bana anlamsız birçok soru soran görevli vardı karşımda ve ben sancıları karşılamaya devam ediyordum. Kuzenim devreye girdi hemen, “Eşi birazdan gelecek, bu soruları ona sorabilirsiniz” dedi. Görevli kuzenimi duymazdan geldi, ben de sinirlenip ortamı bozmak yerine ve görevli ile gerginlik yaşayıp daha fazla gerginliğe sebep olabileceğini hissettiğimden kibar bir şekilde sorularla dalga geçerek cevap verdim. 2 koca sayfa sorular bitmek bilmeyince de eşim geldiğinde devam edebileceğimizi söyleyip odadan ayrılmasını sağladık. Sonunda kendi kendimize kalmıştık. Eşim de gelmişti işten. Pilates topum da gelmişti. Sancı esnasında kalçamı topun üstünde kıvırıyor, sancı aralarında da annemin masajı ile güç topluyordum. Her sancı sonrası da atlattığım için şükredip, kızımı görmeye az kaldığını kendime hatırlatıyordum. Eşim gelince hamilelik boyunca rahatlamak için dinlediğim piyano müziklerini açmış müzik ile de rahatlıyordum. Sonra tekrar odamız değişti ve doğum katına indik. Sancılar yoğunlaşmıştı. Doğum koçum gelmiş ve doğum tercihlerimi ilgili herkese ilettiğini söylemişti. Vajinal muayeneden sonra her şeyin yolunda gittiğini ve ıkınma hissi geldiğinde haber vermemiz gerektiğini söyleyip yanımızdan ayrıldı. Artık sancı araları daha da kısalmıştı. Hafif şeyler yiyip su içiyor, aralarda da uyuklayıp güç topluyordum. NST takibini de çok sık olmaması ve oturur pozisyonda olması koşuluyla kabul etmiştim. NST için gelen hemşire bir şeyler yediğimi görünce bizi uyardı, benim konuşacak halim kalmadığı için doğum tercihimi okumadığına yorup bir şey söylemedim ancak bu konuda eşim çok endişelenmişti. Israrla bir şey yememem üzerine telkinler vermeye başlamıştı. Hastane personeline o kadar çok güler yüzle konuşmuştum ki eşime güler yüzüm kalmadı ve ona çıkıştım. Eşim de kendimi ve kızımı tehlikeye attığımı düşünerek doktora gitmiş ve beni şikayet etmiş :) Siz siz olun doğuma hazırlanırken eşinizi de hazırlamayı atlamayın:) Doktor kalabalık bir ekip ile beni ziyarete geldi. Bir şey yememem için konuşmaya gelmiş, eşim sağolsun! Bu istek de çok ama çok anlamlı gelmiyor bana. Doğum bir kas hareketidir ve doğum yapan bir kadın 60 km yol yürümüş kadar enerji harcar. Yeme içmeyi yasaklamak doğuma ket vurmak olabilir, ben yemeden nasıl ıkınacaktım!
Doğum ekibim-kuzenim fotoğraf çekiyor
Doktora yine cici kız ifademi takınarak “Doktor bey zaten çubuk kraker ve sudan başka bir şey yemiyorum” diyebilmiştim. Artık eşimi de bu konuda ikna ettikten sonra tamamıyla doğumuma odaklanabilirdim.
Ah nasıl bir his, nasıl bir sarhoşluk. O hazzı ömür boyu yaşayamam sanırım, artık söylenenleri duymuyor, tamamen kendi içimde dalgalar ile birlikte akıyordum. Her dalgada biraz daha açılıyor, ve her dalgaya geldiği için şükrediyor ve onları memnuniyetle uğurlayıp, kendimi dinlendiriyordum. Bir ara “Anne daha çok var mı?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Annem “Daha var kızım” demiş ve annemin koluna bir şaplak geçirmişim, doğum yapan kadına böyle denir mi?! Ve sonra yine içime dönüp kızımla konuşmaya başladım. Bu bana çok iyi gelmişti. “Az kaldı kızım az kaldı seni görmeme az kaldı. Hadi Doğa’m bana yardım et, az kaldı kızım”… Sonra kendi içimde acaba sezaryen mi olsaydım, geç mi kaldım, sezaryen talep etsem olur mu acaba düşünceleri geçmeye başladı. Sonra içimden bir ses bana hatırlattı “Nilüfer işte o aşamadasın, doğuma az kaldı vaz geçmeyi düşündüğüne göre”. Ve evet iki dalgadan sonra birden bire gelen bir ıkınma hissi. Artık topun üstünde durmak istemiyordum, birden ayağa fırladım ve çömelmek istiyordum. Çömeldim, çömeldim, anneme ebeyi çağırmasını söyledim. Ama çömelmek çok yorucuydu, bacaklarım dayanmadı. Eşim yatağın karşı tarafından elini uzatıyordu, ona asılıyordum. Sonra bu da yetmedi ve tuvalet ihtiyacım için tuvalete gittim, Aman Ya’rabbi ne büyük rahatlık. Klozette oturmak ve ıkınma hissini bu şekilde karşılamak. Ah harikaydı. Kendime en iyi gelen pozisyonu bulmuştum. Bir de hastane tuvaleti olduğu için iki yanda tutunma yerleri vardı, çok rahatlamıştım ki annem oracıkta doğuracağımı düşündüğü için beni tuvaletten kaldırmak istedi. Onu kovdum. Doğum yapan bir kadının neye ihtiyacı olduğunu anlamanıza gerek yok : ) Doğum yapan bir kadın neye ihtiyacı olduğunu açık açık size söyler. Ah annem ne kadar azarımı işitti doğum esnasında. Sonrasında ebe geldi ve muayene ettiğinde tam açıklık vardı ve çok şaşırdı bu kadar hızlı ilerlediğine. Doğumhaneye geçme zamanı dedi. Dedim yürüyerek gideceğim, kabul etmediler. Doğumhaneye eşim de girecekti, hazırlandık ve girdikten 15 dakika sonra kızım kucağımdaydı. Saat 13.15’te kızım kucağımdaydı. Aman Allah’ım ben hayatımda böyle bir aşk, böyle bir heyecan, böyle bir güç, böyle bir gurur, böyle bir sevinç yaşamadım. Cennet kokuyordu, doğdu ve hemen çıplak göğsüme aldım. Çocuk doktoru kızımı benim kucağımda muayene etti. Doğar doğmaz neredeyse hiç ağlamadı ve şaşkın şaşkın bana baktı sadece. Kendiliğinden oluşan bir yırtığım olmuştu (eğer çatal yerine çömelerek doğum yapsaydım eminim o da olmazdı, bir de yönlendirilmiş ıkınma yerine içgüdüsel ıkınma yapmama fırsat verilseydi). Doğumdan sonra kızım göğsümden hiç ayrılmadı, beraber odamıza geçtik. Karnımdan çıktı, göğsümde yaşamaya başladı :) Odamıza geldiğimizde ilk kakasını yapmıştı bile. Ve ilk emzirmeyi gerçekleştirdik. 1.5 saat boyunca durmaksızın emdi, sonra da sızdı kaldı. O uyuduktan sonra ben de duşumu aldım, makyajımı yaptım ve giyindim. Ah kendimi küçük dağları yaratmış gibi hissediyordum, harika bir histi. Sonra kızımın kontrolleri ve aşıları için aldılar babası da ona eşlik etti. Bu arada kızım doğum kilosu 3,350 kg. : )
Doğumdan sonra makyaj ve banyo yapılmış :)
Harika destekçilerim vardı, kuzenim, annem, eşim, kayınvalidem, kayınbabam, doktorum ve ebem. Her birine büyük bir naziklik ile ihtiyaçlarımı ilettim, doğum yapabilmem için hangi koşulların gerekli olduğunu anlattım, onlar da bana destek oldular. Çok uğraştım, keşke bu enerjimi lohusalık dönemine hazırlık için harcayabilseydim, ancak yaşadığım ülkenin koşullarını kabullenip elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Evet hastaneler iyi ki varlar, obstetrik alandaki gelişmeler harika ancak bu müdahaleler gerçekten gerektiğinde kullanılırsa harika, yoksa her şey yolunda gidiyorsa bir kadının doğum yapması için ihtiyacı olan tek şey ona fırsat (alan) tanınmasıdır.
Memnuniyet, gurur ve keyifle hatırlayacağınız doğum hikayelerinizin olmasını dilerim <3
Sevgiyle,
Doula Nilüfer Akıcı
NOT 1:Annem ile doğum hikayem üzerinden konuştuğumuzda annem tekrar doğumuma girmek istemediğini söyledi. Canı çok yanmış kızını o halde gördüğü için. Oysa ben acı çekmiyor doğum şarkımı söylüyordum:) Ben de şükrediyorum, iyi ki annem bu acısına yenik düşüp müdahale etme hatasında bulunmamış. Çok şanslıydım. Annemi doula olarak seçmekten başka bir şansım yoktu ancak bu büyük bir hayal kırıklığı da yaratabilirdi bende, ya da annemde nasıl yaralar açtığını bilemiyorum. Doğum ekibinizi oluştururken bu detayları da düşünmenizi tavsiye ederim.
NOT 2:Ben çok şanslıydım, hastane oldukça kalabalıktı ve beni 5. kata almaları tercihlerimin gerçekleşmesini daha da kolaylaştırdı.
NOT 3:Doktorum ve ebeme doğum tercihlerimi iletirken “Ben şunu istiyorum bunu istiyorum” diye asla ifade etmedim. Sezaryen ya da vajinal doğumun bir başarı-başarısızlık durumu olmadığının farkındaydım. Ben sadece tıbbi bir gereklilik olmadığı sürece yani anne ve bebek sağlığı yerinde ise müdahalesiz doğumu denemek istiyordum ve bunu ifade ettim. Ancak doktorum bir risk görürse eğer, tıbbi müdahaleleri kabul etmeye hazır olduğumu ve ona bu konuda güvendiğimi her fırsatta dile getirdim ve gerçekten böyle hissediyordum.
Doğum tercihi mektubuma buradan ulaşabilirsiniz. Bu mektubu bir örnek teşkil etmesi için paylaşıyorum, örneğin o zamanlar henüz öneminin farkında olmadığım göbek kordonunun geç kesilmesi konusunu eklememişim. Ve oldukça uzun bir mektup, daha kısa ve özet bir mektup işinizi kolaylaştırabilir. Ayrıca bunlar benim için önemli olan konulardı, ancak araştırmaya başlarsanız bu müdahalelerin sonu gelmez, bu nedenle doktorunuza güvenmek ve hastane prosedürlerini öğrenmek işinizi kolaylaştırabilir.