Ana Sayfa Blog Sayfa 2708

Bir pazar günü: Galata

Bu içerik bianet.org/ dan alınmıştır

Bianet Haber Fotoğrafçılığı Atölyesi kapsamında 10 Ekim’de bianet.org’da yayınlanan yazıyı aynı atölyeye katılan Yeşil Gazete yazarı Ercüment Gürçay‘ın katkıları ile paylaşıyoruz…

***

Yağmura gebe bir sonbahar gününde sabah saatlerinden başlayarak Galata’yı dolaştık.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul kapılarına dayandığında, 180 yıldır tarihi yarımadanın tam karşısındaki tepeye yerleşmiş Galata, 14 kilometre uzunluğundaki surlarla çevrili bir Cenova kolonisiydi. Surların kuzey batı ucunda Liman’ın ağzını gören taş bir kule vardı. Surların yerinde bugün yeller esse de 1348’de yapılan Galata Kulesi bütün ihtişamıyla yerinde duruyor. İstanbul’u gözetlemeye, turistleri ağırlamaya ve aşıklar için buluşma yeri olmaya devam ediyor. Efsaneye göre eğer bir kadın ve bir erkek Galata Kulesi’ne ilk kez birlikte çıkarlarsa mutlaka evlenirlermiş. Ama çiftlerden biri daha önce Kule’ye çıkmışsa tılsım bozulurmuş.

Galata, Osmanlı İstanbullu’nun önemli merkezlerinden biridir. Bizans’ta olduğu gibi Osmanlı’da da özerkliğini yüzlerce yıl boyunca korur. Deniz ticaretinde Cenevizli tüccarlara, para hareketlerinde Levanten sarraflara tanınan ayrıcalıkların ardından Rum-Ermeni bankerlere verilen imtiyazlarla bu ayrıcalıklar 1852’ye kadar devam eder.

On iki kapılı bu varsıl liman semti, şarapçı dükkanlarıyla, yüzlerce meyhanesiyle, Cenevizli, Rum, Ermeni, Yahudi, Levanten insanlarıyla dolu dolu bir semt.

Haliç’e sırtınızı vererek Kule’ye doğru yürüyünce, Galata’nın ihtişamlı binaları arasında grafitilerle bezeli sokakları kuleye çıkıyor.


Karaköy Alt Geçidi’nin girişinden eski kent dokusuyla birlikte Galata Kulesi izleniyor.

Galata Kulesi fonuyla anı fotoğrafı çektirmek isteyenler Meydan’a çıkan sokakları tercih ediyor.


Galata’nın seçkin yapılarından biri olan Doğan Apartmanı’nın yanındaki boş alan inşaat paravanlarıyla kapatılmış.

Pazar sabahı kapalı olan dükkân kepenklerindeki renkli grafitilerin önünde bir ziyaretçi fotoğraf çektiriyor.

Galata Kulesi’ne giriş merdivenlerinin önünde ziyaretçiler sıra beklerken kâğıt helvacı ile selfie çubuğu satıcısı sohbet ediyor.


Galata Kulesi’ne çıkan asansörün son katında Kule’nin hikâyesini içeren bilgi panoları bulunuyor.

Galata Kulesi’nin terasından İstanbul’un tarihi mekanları ve boğaz manzarası izleniyor.

Mehmet, Galata Kulesi’nin balkonunda kız arkadaşı Merve’ye yaptığı sürpriz evlilik teklifine “evet” yanıtı alınca söz yüzüğünü takıyor.

Aniden bastıran sonbahar yağmuruna aldırmayan genç çift Galata gezisine devam ediyor.

Yağmur altında Galata’yı gezmeye devam edenler 700 yaşındaki Ceneviz Sarayı’nın önünden geçiyor.


Karaköy’den Galata’ya uzanan sokakta gece yürüyüşü yapanlar ışıklar içindeki Kule’ye doğru çıkıyor.

***

 

Bu içerik bianet.org/ dan alınmıştır


Ercüment Gürçay

7-9 Eylül Haber Fotoğrafçılığı ve Fotoröportaj Atölyesi katılımcısı. Yeşil Gazete Hafta Sonu ekinde “Babil’den Sonra” köşesinde müzik yazıları yazıyor. Açık Radyo’da “Babil’den Sonra” programını hazırlıyor ve sunuyor. 

Yasemin Işık

7-9 Eylül Haber Fotoğrafçılığı ve Fotoröportaj Atölyesi katılımcısı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih bölümünden mezun oldu. Uğur Mumcu Araştırmacı-Gazetecilik Vakfı’nda gazetecilik eğitimi aldı. Cumhuriyet Gazetesi ve T24’te staj yaptı. 

Hasan Üstün

7-9 Eylül Haber Fotoğrafçılığı ve Fotoröportaj Atölyesi katılımcısı. ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. Antalya’da 10 yıl gazetecilik yaptı. Ankara Üniversitesi’nde Babıali’de Dokuz Patron Olayı başlıklı yüksek lisans ve İstanbul Üniversitesi’nde Türkiye’de devletin basına resmi ilan dağıtım uygulamaları tarihi üzerine doktora tez çalışmalarını tamamladı. Akdeniz Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde öğretim elemanı olarak görev yapıyor.  

 

(Bianet) 

[Güney Amerika’dan Fotoğraf Hikayeleri] Ya başına bir şey gelirse

Renklerine ve müziğine yakınlık duyduğum Güney Amerika’ya adım attım. Arjantin ve Şili sınırları içinde İspanyolca bilmeden, daha önce tek başıma bir yolculuk tecrübem olmadan var oldum. Tekliği yaşadım ve şahit oldum dünyanın güzelliğine. Düşten, gerçeğe; soğuktan, sıcağa bir yolculuk bu. Ayağımın tozuyla paylaşmak istiyorum hikayelerimi fotoğraflar eşliğinde sizinle. Ben yoldan çıktım, siz de buyrun…

Yolculuğumun kısa filmi:

***

 Biz yapmadan bırakmış olduğun

Güzel işleriz.

Kuşku tarafından boğulan,

Başlamadan önce bozulan.

Yargı gününde

Öykümüzü anlatmak için orada olacağız.

Nasıl hesap vereceksin?

Kırık Saman Çöpleri / Peer Gynt

5 – Ya başına bir şey gelirse

Zor,

Başımıza bir şey gelmemesini umarak yaşamak.

Yaşadığımız dünyanın başına gelen korkunç yetenekli ve yıkıcı canlılar olduğumuz ortadayken, bilgisizlik ya da ikinci bir ihtimal doğamızın en baştan kötü olması nedeniyle yarattığımız yıkıma rağmen hâlâ başımıza bir şey gelmemesini dilemek ve bu kibirli hallerimiz, bu tutarsız beklentilerimiz…

Yolculuğuma başlamadan önce, çoğu insanın aklındaki kurt işte bu soruydu. Cesaretli olarak tescillenmem de bu yüzden olmalı zira başıma bir şey gelme ihtimaline rağmen bir şeyler yapıyordum!

Elbette başıma bir sürü şey gelebilir, gelecek ve geldi de.

Yolculuk yapma fikri, insana aynı zamanda hem çekici hem korkunç geliyor.

Yolda olmanın ruhunda; göçebilmek, sevmediğin yeri terk edebilme hürlüğü, damarlarımız çatlayana kadar haykırabilmek, neşeyi bulduğun yerde ya da hikayelerini duymak istediğin insanların içinde kalabilmek özgürlüğü var.

Anbean yaşadığımız şu düzen içinde bu serbestlikler, insanın kendi kendisiyle olabileceği zamanlar, gerçekten düşünebildiği koşullar sağlanmıyor. Özgürlüğümüz dışında her şeyimiz sigortalı. Kendimiz olmamız için çabalayan değil de kendimizden bizi sağaltmaya çalışan üç kağıtçılar dünyasında zaman bulabilirsek yalanı içinde hayallerimizi yaşamayı bekliyoruz. Başımıza bir şey gelmeyeceğini düşünerek üstelik… Her an bir kaza kurşunuyla ölebilecekken üstelik! Birileri bizim nasıl yaşamamız gerektiğine karar vermiş, en küçük aile kurumuna kadar bildirmiş tüm kuralları.

Bazen gitmek isteriz, gidebileceğimiz en uzak yerlere… İnsana çekici gelir yolculuk fikri çünkü huzursuz ve yorgunuz ve en kötüsü kalmak istemediğimiz yerleri terk etmeye cesaret bulamıyoruz. Ama yolculuk mutsuz olduğunuz yerden çekip gidebilme şansı verir; düzeni yıkar, yeniden kurar.

Elbette bir soru,

Ama, ya başıma bir şey gelirse?!

Bu sorunun alt metninde:

Tecavüz, taciz, gasp, kaçırılma, yaralanma, açlık, parasızlık, ölüm ve bir de itibarsızlık korkusu var.

Ve ben ayrıca bu soruda saklı bir ikiyüzlülük görüyorum.

Başımıza gelmesinden korktuğumuz şeyler bugün tesadüfen bizim başımıza gelmemiş olabilir ama her gün başka insanların başına geliyor.

Her gün rutin olarak kullandığımız o yolda trafik cinneti mi yaşanmadı? Kaza mı olmadı? Yolda yürürken küçük bir kız çocuğunun o güzel, tertemiz başına korunma sağlanmadığı için inşaattan tuğla mı düşmedi? Yükselen ihtişamlı binaların altında mezarsız ölüler yatmıyor mu sanıyoruz? Bir yavru köpeğin çıkar amaçlı maruz kaldığı işkenceyi de mi başımıza gelmemiş gibi davranıp görmezden gelelim. Kaçırılan ve yıllarca istismara maruz kalan çocuklara yapılan kötülüğün cezasız kaldığı haberlerde mi başımıza gelmedi? İtibarı sarsılacak, koltuğu gidecek korkusuyla kendi amacına ters hareket edip, kendisine ve kendisine inanan insanlara ihanet içinde olan insanlarda mı tanımadık hiç? Ya tecavüzler, tacizler? HANGİ BİRİNDEN BAHSEDEYİM? Terörden beslenen, terör üreten politikalar yüzünden insanları kaybettik ama başımıza gelmediyse sustuk, oturduk.

Başımıza her gün onlarca şey geliyor. Yolculukta birçok değişken var, nereye gittiğinize, ne için gittiğinize bağlı olarak beynimizi, hareketlerimizi düzenliyoruz. Hayatta kalabilmek için daha dikkatli yaşamaya başlıyoruz. Rutin içindeki hayatımızda ise, bizi hayatta kalmak için mücadele etmeye itecek dürtülerimizi kullanmıyoruz çünkü her şey standart, durağan.

Yolculuk sırasında elbette çözüm bulmak ve baş etmek zorunda olduğum durumlarla karşılaştım. Çoğunlukla rotam dağlar, denizler ve ormanlardı. En büyük sıkıntıları her zaman şehirlerde yaşadım ve söylemek istiyorum ki kendimle de sıkıntılar yaşadım. Korkularımla yüz yüze gelmek başıma gelen en öğretici sıkıntılarımdan biriydi.

Elbette canımızı koruyacağız.

Ama canımızı korumak, yaşam dostu olmaktan çıkan şehirlerde çok kolay değil.

Yolculuk yapmak daha az riskli.

Başına bir şey gelir mi sorusunu ikiye ayırmak istiyorum:

1.Ya yolculukta başına bir şey gelirse?

İnsanı insan yapan, hayatta kalmamızı sağlayan şey beynimizdi. Doğada çıplakken, kendimizi koruyabileceğimiz dikenlerimiz ya da pençelerimiz yoktu. Tehlikelere karşı uyanık olup, dikkat kesilen atalarımız yaşamlarını sürdürdüler. Güney Amerika’da da dünyanın farklı yerlerinden de yerlilerin başına “beyazlar” silahlarıyla gelmeden önce tabiata yakın olarak ve tabiatı tanıyarak yaşadılar. Hayatta kalabilmem için beynimizi kullanmak esas meseleydi. Tek başıma bir yolculuk halindeyken, yaşayabileceğim tehlikelere karşı daha uyanık bir vaziyetteyim. Okuduğum bir haberde, İngiliz bir kadının Güney Amerika’da bulunan bir nehire izinsiz olarak kanosuyla girdiği yazılıydı. O nehir, korsanlarıyla ve uyuşturucu ticareti için kullanılan bir yol olmasıyla ünlüymüş. Kadın öldürülüp, nehire atılmış. Kendimizi dünyada her şeye hakimmiş gibi görmeden hareket etmek gerek tabi. Tek başıma korsanlarla, uyuşturucu tüccarlarıyla sadece beynimi kullanarak ve onlardan merhamet bekleyerek mücadele edemeyeceğim gayet açık.

2.Ya şehirde başına bir şey gelirse?

Tesadüfen yaşıyoruz. Çok fazla uyaran var. Çok fazla dikkat isteyen durumlar içinde kalıyoruz ama hepsine yetişemiyoruz. Topraksız, havasız, gürültülü ortamların dışına çıkabilmek için şehirlerin dışına çıkmak mümkün ama iş yoğunluğu, trafik, yorgunluk, maddi olanaklar bu imkanı sınırlıyor.

Birgün İstanbul ile ilgili babama “yaşanmaz artık bu şehirde” dedim, babam bana bunun üzerine yazdığı bir dörtlükle cevap vermişti. Açıkçası insanların geçim sıkıntısı nedeniyle büyük şehirlere gelip çalışmaya başlamalarını haklı görüyorum. Ama şu an kendi neslimin hayatlarından sürekli şikayet etmesi ve bir direnç göstermeden teslim olmaları, aşırı kırılgan yapıları beni rahatsız ediyor.

Senin beğenmediğin İstanbul,

Hem ağlarım hem giderim diyen gelin gibidir güzel kızım.

Kavgamızın şehridir İstanbul.

Sessiz fırtınalı aşkların umudu,

Şarkılarımızın, şiirlerimizin maden ocağı,

Kıtalar arası köprü ve kültür hazinesidir.

Yolculuk fikri bizi bağımlı kılan her şeyi bırakıp gitmemize sebep olacak kadar çekici ama aynı zamanda bizi bu fikirden alıkoyacak kadar korkunç gelebilir.

Yolculuk benim başıma gelen en güzel şey.

Ve sadece sırt çantasıyla çıkılan bir serüven anlamına gelmez yolda olmak, insan onuruna yakışan dirençler göstererek yaşamak da bir yolculuk halidir.

***

Diyarbakır/ Silvan, Silvan Gazi İlkokulu’na 4.sınıf ve ilkokul düzeyinde okuma kitapları topluyoruz. Bir omuz vermek isterseniz, çocukların kütüphanelerini doldurabiliriz. Gitar çalmak isteyen ama gitarı olmayan çocuklarımız için de katkı sağlamak isterseniz benimle iletişime geçin, detayları konuşalım. Başımıza çok hoş şeyler gelebilir, haydi!

Müzik Öğretmeni Ömer K. Öğrencileri ile beraber
Silvan Gazi İlkokulu öğrencileri

Olur ya belki görüşemeyiz;

İyi günler,

İyi akşamlar,

İyi geceler!

 

 

Gökçe Atik

[email protected]

5. Germiyan Festivali izlenimleri – Göknur Yumuşak

Güzel bir sonbahar günü. 7 Ekim sabahı Çeşme Belediyesi’nin panelistlere tahsis ettiği bir arabayla eski yoldan Çeşmeye doğru yol alıyoruz. Arabada 1987-1992 yılları arasında Seferihisar İlçe Tarım Müdürlüğü’nde birlikte çalıştığım dostum ve İzmir Yerel Tohum Topluluğu kurucu üyesi dostum Ziraat Mühendisi Seyyah Erdem ve Seferihisar Belediyesi Can Yücel Tohum Merkezi sorumlusu Aylin Bostan var. İzmir Yerel Tohum Topluluğu  Eş sözcülüğünü birlikte yürüttüğümüz Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim görevlisi  Yrd. Doç. Dr. Engin Önen hocamın çok sevdiği köyü Germiyan’a gidiyoruz. 6-7 Ekim tarihlerinde yapılan 5. Germiyan festivalinde tarım konulu panelde konuşacağız.

Yol boyunca çok hüzünlendim. Urla’da çalışırken 2 yıl İstatistik Şubesi Sorumluluğu görevini yürüttüm. Her ay bu yollardan balık çiftliklerine gider ve bir ayda yetiştirdikleri balık miktarlarını yazardım. Köy, İzmir’e 65 km. uzaklıkta. Nüfusu yaz-kış değiştiği için ortalama 2.000 civarında. Eskiden tütün ve buğday başta olmak üzere her türlü tarım yapılıyormuş. Yanlış tarım politikalarından burası da nasibini almış. Çok az miktarda hayvancılık, bağcılık ve sebzecilik bir de tüm yarımadada olduğu gibi zeytincilik yapılıyor. Çeşme’nin diğer bölgeleri gibi buraya da kentlerden göç çok olmuş. Onlar da genelde bütün köylerde olduğu gibi varlıklı entelektüel kesim. Bir de gecekondu mahallesi var oralarda. Doğu Anadolu’dan zorunlu göçlerle gelen yurttaşlarımız yaşıyor. Her türlü işlerde de onlar çalışıyorlar.

Köy bu bölgeye ilk göç eden Türkmenlerden oluşuyor. Burada mübadele olmamış. Köyde tarihi bir un fabrikası ve orada bir de çok eski tütün balyalama düzeneği var. Eskiden buğday tarımı ve tütüncülük çok yapılırmış. Ben Urla’da 1999 yılında göreve başladığımda o yıl tütün miktarlarını kaydetmiş ve tütün dizenleri ilk kez Urla’da görmüştüm. Tütünün nasıl bitirildiğinin canlı tanığıyım.

Köyün içinde eski evler var ve bunları başka kentlerden göç eden varlıklı kesim restore ederek kullanıyor. Köyün dışında Roma dönemine ait eserler varmış.

Germiyan uzaktan göründü. Küçük bir alçak bir tepeye kurulmuş. Oldukça büyük  belde gibi.

Sokakları süslemişler, davul da çalmaya başlamış. Birazdan yürüyüş korteji başlayacak dediler. Bizi Engin hocam ve Çeşme belediyesi görevlileri karşıladı. Köyü biraz gezdirdi Engin hocam. Tarihi un fabrikasını gezdik. Engin hocam yıllardır  burada ekoloji mücadelesi veriyor. Köyün yan tarafında bir taş ocağı var. Onu görünce bütün neşemiz gitti. Karşı yamaçlarda plansız bir şekilde o bölgede mantar gibi yayılan ve ekolojik döngüye zarar veren (kuşlar, arılar vsr.)  RES’ler vardı. Sonra kortej yürümeye başladı. En önde davulcu ve arkasından Çeşme Belediye Başkanı Muhittin Dalkılıç  ve eşi. Zeytinden yaptıkları ve çiçeklerle süsledikleri taçları takan kadınlar da vardı. Dans ederek ilerliyorlardı köyün sokaklarında. Çok güzel ve keyifli bir ortamdı. O an çok mutlu oldum. Küçüklüğümden beri davul sesini çok severim, bana düğünleri çağrıştırır. Biz bu arada köyü gezerek bilgi topladık.

 

Saat 14:00’da kolaylaştırıcılığını Engin hocanın yaptığı panel başlayacak. Panelde ben “tarım zehirleri kalıntılarını”, Aylin Bostan “yerel tohumları”, Seyyah Erdem de krizin tarıma yansımalarını konuşacağız.

6 Ekim Cumartesi günü ilk atölyede şekeriçi (damat kurabiyesi) yapımı varmış.

Eski fotoğraflar, eski araç ve gereçler ve Suna Erdoğan resim sergilerinin açılışları olmuş.

Öğleden sonra Germiyan’ı sosyal ve kültürel tarihi belgeler, anılar ve öykülerle konuşmuş Engin hocam.

Daha sonra Kopanisti Peyniri Yapımı Atölyesi varmış. Bu peynir çeşidi çok eski ve özel bir peynirmiş. Rumların ezerek ve döverek yaptığı ve isminin Yunanca karşılığı kopanisti olan bu peynir yapımını Türkler, Rum komşularından öğrenmişler. Yapımı oldukça uzun süren bir peynir. Peynir yapımından sonra kına gecesisi töreni yapılmış.

7 Ekim Pazar günü sabahtan köylülerin ürünlerini satacağı stantlar açılmış. Biz festival meydanına gittiğimizde kadınlar gülüşerek, neşeyle stantların başında ürünlerini satıyorlardı. Germiyan yemekleri çok zengin ve oldukça lezzetli. Kışlık turşular, çeşit çeşit reçeller vb. şahane görünüyordu. Ben de küçük bir çiftçiden tarlanın sonunda kalan ünlü Çeşme kavunlarından aldım. Parasızlıktan tarım zehri atamamış kopanisti ustası Ayşe teyze. Bu yüzden çok lezzetliydi o minik kavunlar. Her biri bir porsiyon büyüklüğündeydi.

İzmir Yerel Tohum Topluluğu ve Seferihisar Can Yücel Tohum Merkezi olarak biz de konuşma yapacağımız köy kahvesinde panel masasını aynı zamanda stant olarak kullandık. Çeşitli broşürler ve yerel tohumlar koyduk masamıza. Panelden sonra onları dağıttık

Köy sabunu yapım atölyesinden sonra Engin hocanın kolaylaştırıcılığını yaptığı tarım konusundaki söyleşi başladı. Daha sonra ben “tarım zehirleri kalıntıları” konusunda paylaşımda bulundum. Bu sorunun nedeninin tüm dünyada Çok uluslu şirketlerin politikaları olduğunu vurguladım. Aylin Bostan ise ithal tohumların iyice yaygınlaşmasıyla birlikte yerel tohumların 2006 yılında 5553 sayılı tohum yasasıyla alınıp satılmasının yasaklandığını belirtti.  Son olarak söz alam Tarım Bakanlığından emekli Ziraat Mühendisi Seyyah Erdem ekonomik krizin tarıma etkisini konuştu.

Panele ilgi çok yoğundu. Soru cevap kısmını biraz uzun tuttuk. Gelen sorular doğrultusunda yine  paylaşımlarda bulunduk. Daha sonra ilkokulun bahçesinde ekmek yapım yarışması yapıldı. Kadınlar bir çok değişik mayayla, örneğin keçi boynuzu mayası gibi, yaptıkları ünlü Germiyan ekmeklerini çiçeklerle süsleyerek jüriye sundular. Çeşme belediyesi 1.ye büyük, 2.ye yarım ve  3.ye çeyrek altın verdi. En son Deniz Polat konseriyle festival sona erdi.

Şenlik için Germiyan’a gelen kentli kesim ve köylüler çok ilgi gösterdiler. Çeşme Belediyesi ve İzmir Yerel Tohum Topluluğunun katkılarıyla gerçekleşen bu festivalde Engin hoca ve köylüler çok emek harcadılar. Emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum.

Bu şirin köyü geride bırakarak ve istemeyerek İzmir’e döndük. Son günlerde Aliağa’dan gelen kimyasal artıklarla İzmir’in havası iyice bozuldu. Germiyan’daki o temiz havayı derin derin içimize çekerek İzmir’e doğru yola çıktık.

6. Germiyan festivalinde buluşmak üzere sevgiler….

 

Göknur Yumuşak

[Cadı Kazanı] Atık yönetimi ve belediyelerin hal-i pür melali – Nuran Seyhan Bayer

Geçtiğimiz haftaki yazımda atık yönetimini mükemmelleştirip gerçek bir ekonomik girdi olarak vatandaşlarının refah düzeyine nasıl yansıtılacağını, çöple ısınan kentlerden biri olan Viyana özelinde anlatmıştım. Avrupa ülkeleri bu sistemi 20.yüzyılda oturturken biz 21.yüzyılda, artık robotların, yapay zekanın, Mars’ta yaşamın tartışıldığı bir yüzyılda, çöpümüzü bile yakıp ısınamıyoruz. Girişimler, tesisler, projeler var ama hala hayatımıza dokunan bir sonuç yok. Tabi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptıklarının hakkını da teslim etmek gerekir. 24 yıldır aynı siyasi partinin yönetimde olduğunu ve geç kalınmışlığın dışında, atık yönetiminin hala mesken bazında yapılmadığını da unutmadan.

Atık yönetiminin temeli evlerden başlar. Zaten Avrupa da bunu yapıyor. Oturduğunuz sitelerin ya da apartmanların ortak alanında çöplerinizi ayrıştırarak atacağınız konteynerler vardır, oraya atarsanız. Sokaklar salkım salkım çöp yığınına dönüşmez. Ya da ev bazında içeride ya da bahçede farklı renkte plastik çekmeceleri olan küçük konteynerler vardır, kağıdınızı, camınızı, plastiğinizi oraya kalan çöpü de ayrı bir çöp kutusuna atarsınız. Sonra da Hollanda örneğinde olduğu gibi haftanın belirli günlerinde alınır ve eğer ayrıştırmanızı yanlış yaptıysanız ceza yersiniz. Bu kadar basit. O ülkelerde yaşayan vatandaşlarımız da bunu yapar. Yani ‘bizim ülkede olmaz’ lafı boş bir laftır. Sonuçta uzaya roket göndermiyoruz. Bakalım yerel seçimlerde hangi siyasi partilerin adayları bu en temel belediye hizmetini yapacaklarını söyleyecekler.

Şimdi biraz da ülkemizdeki duruma bakalım. İstanbul’da olumlu adımlar atılmış, tesisiler kurulmuş. Hasdal, Kemerburgaz-Odayeri ve Şile-Kömürcüoda’da olmak üzere 3 adet Depo Gazından Elektrik Üretim Tesisi (LFG) bulunmakta.

Çöplerden üretilen kompost gübreyi de belediye park ve bahçelerde kullanıyor. Küçük çapta da olsa enerji elde ediliyor. Ama henüz hane bazına yansıyan bir durum yok. Sokaklar da hala çöp torbalarıyla şenleniyor.

Görevinden ayrılmak durumunda kalan belediye başkanı döneminde ,2020’ de hizmet vermesi planlanan ve bir Japon firmasının yapacağı tesisin Avrupa yakasının günlük çöpünün dörtte biri, toplamda İstanbul’un çöpünün %15 inin bertaraf edilmesi ‘planlanıyor’. Projeye imza atılmış, gerçekleşme durumu ise resmi sayfalarındaki bilgiye göre %4…Daha ne istersiniz? Üstelik bu konudaki başarılarını ve insanların yaşam kalitesine yapılan katkı hala sadece çöplerin toplanmasıyla ilişkilendiriliyor ve gelinen düzeyin diğer metropollere örnek olduğunun da altı çiziliyor. Hatta İsveç kıskançlığından ‘çöp kıtlığı’ çekiyor.

Bir başka traji komik durum Kocaeli Belediye’sinde yaşanıyor. Tabii ki henüz proje ve uzun bir süredir tartışılan tesisin nereye yapılacağı, ÇED raporları falan, filan. Çünkü çöpün sadece yakılması düşünülüyor. Yani tesis kurulursa çöp değil içinde adeta para yakacaklar. Çöp ayrıştırma, geri kazanım, ısı ve enerji üretimi düşünülmemiş bile.

Belediye başkanının bu konudaki açıklaması ise şöyle: “Tesisin maliyetleri yüksek. Bizim zaten devam eden pek çok projemiz var. Onların da maliyetleri var. Bu sebeple projenin kapasitesini, maliyetini düşürmek için çabalıyoruz. Alanı daraltabiliriz. Alan benim içime sinmedi. Yeni alanlar da bakıyoruz”

Telefonla son durumla ilgili bilgi almak istedim meğerse devlet sırrıymış (!), tabii alamadım.

Gelelim ‘sosyal demokrat’ belediyelerin durumuna. 2015 yılında Ege Belediyeler Birliği, içlerinde İzmir Büyükşehir Belediye başkanının da olduğu kalabalık bir grupla Çek Cumhuriyeti ‘nde bulunan Prag’ın en büyük Prazske Sluzby katı atık ayrıştırma tesisi ve Viyana’daki Spittelau Yakma Tesisi’ ne bir inceleme ‘gezisi’ yapıyorlar. Dönüşte büyük heyecanlarla yapılan basın açıklamaları…Plan yok, proje yok. Sonuç tısss…

Yıl 2018, yeni yerel yönetim seçimleri yaklaşırken İzmir Büyükşehir Belediye başkanının yaptığı tek şey bir daha adaylığını koymayacağını açıklarken neden olarak da CHP’nin bir yönetim planı olmadığını gösteriyor. Plansız bir başkandan plan sorgulaması!

Bu nedenle, yerel seçimler yaklaşırken “artık yönetici de mi ithal etsek?” sorusu haftaya kaynayacak kazanımızda.

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlarda ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.            Hannah Arendt

 

Nuran Seyhan Bayer

[Yaşadım Diyebilmek] Aslanın midesindeki büyük lokma – Şahin Tekgündüz

Bin dokuz yüz yetmiş eylülünün ilk günlerinden biri. Timuçin Yekta ile, Karaköy’de Perşembe Pazarı’nın girişindeki holding binasından çıkmamızla, kendimizi Ziraat Bankası’nın Karaköy şubesinde bulmamız bir oluyor. Saat dördü geçiyor. Elimizde bizim için paha biçilmez değerde bir çek var. 25.000 liralık… Çeki bozdurup, bankalar kapanmadan parayı Ankara’ya ulaştırmak zorundayız. Şirketlerimizde çalışan arkadaşların gecikmiş ücretlerini alabilmeleri buna bağlı. Ayrıca, parayla birlikte, işi aldığımız haberi de onlara ulaşmış olacak. Şansımıza, Ankara’dan yeni tayin olmuş bir memura rastlıyoruz. Büyük bir dayanışma örneği göstererek, parayı yıldırım telefon havalesiyle Ankara’ya gönderiyor. Derin bir nefes alıyoruz. Sonra da cebimizdeki parayla doğru Haydarpaşa’ya…

Pek keyifliyiz. Nasıl olmayalım ki, büyük lokmayı aslanın ağzından değil, midesinden almışız. Üstelik de üç beş günlük bir çalışmayla… Gar lokantasında karnımızı doyurup, yataklı kuşetli ne bulursak Ankara’ya döneceğiz. İçimiz içimize sığmıyor. Daha bir yıl önce kurulmuş ve Ankara’nın kıraç toprağında yeşermeye çalışan Odak Reklam kalkıp İstanbul’a geliyor ve sektörün büyükleri arasından dönemin en parlak işini alıp Ankara’ya dönüyor…

Çok değil, daha bir hafta on gün kadar önce danışmanlık firması Sada’nın genel müdürü eski dostum Timuçin beni arıyor, Transtürk Holding’in önemli bir işi için derhal İstanbul’a gitmemiz gerektiğini, ayrıntıları yolda anlatacağını söylüyor. O akşam ilk trenle yola koyuluyoruz. Sada, Devlet Planlama Teşkilatı’nın kuruluşundan itibaren uzun yıllar Bölge Planlama Dairesi’nin başkanlığını üstlenmiş olan Teoman Baykal ve arkadaşlarının kurduğu ve o dönemde pazar-pazarlama araştırmaları, yapılabilirlik etütleri ve yatırım projeleri alanının önde gelen kuruluşlarında ve sembolik bir payla Odak’a ortak.

Timuçin’in trende verdiği bilgiye göre Transtürk Holding bir ay kadar önce İstanbul’daki reklam ajansları arasında, sermayesinin 50 milyon liralık bölümünü halka açmak amacıyla çıkaracağı hisse senetlerinin satışı için bir konkur açıyor. Holding için genişleme projesi hazırlayan Sada, konkurdan haberdar oluyor ve Odak Reklam’ın ortağı olduğu için katılmak istediğini bildiriyor. Holding ise, sürenin dolduğunu, ancak Sada’yı kırmamak için bir hafta ek süre tanıyabileceklerini belirtiyor ve bizi brifing için İstanbul’a bekliyor. Timuçin’in edindiği bilgiye göre konkura İstanbul’daki dönemin en büyük ajansları katılıyor. Sonradan bunların arasında İlancılık, Manajans, Repro, Radar Reklam, Fulmar ve Yeni Ajans’ın da bulunduğunu öğreniyoruz.

Perşembe Pazarı’nın girişindeki Transtürk Han’ın üst katlarından birinde genişçe bir toplantı odasındayız. Önce Holding genel sekreteri Selahattin Sirmen’le tanışıp, birlikte yorgunluk kahvesi içiyoruz. Daha sonra yönetim kurulu üyesi ve hukuk danışmanı Yiğit Tahsin Okur, mâlî işlerden sorumlu yönetim kurulu üyesi İbrahim Altınsoy, Ankara temsilcisi Nâzım Sengel ve yönetim kurulu başkanı Fuat Süren odaya geliyor. Fuat Süren çok kısa bir bilgilendirmeden sonra ayrıntılı bilgilerin dosya halinde hazırlandığını Selahattin Sirmen’in bize Holding’e bağlı şirketleri ve tesisleri gezdireceğini söylüyor ve ekliyor: “Beyler biz bu kampanyaya çok önem veriyoruz. Büyük ajanslardan çalışmalarını aldık. Çok başarılı eserler geldi önümüze. Gerçi Sada’yı bir başka işimiz vesilesiyle tanıyor ve takdir ediyoruz, ama Odak Reklam’ı hiç tanımıyoruz. Risk aldığımızı takdir edersiniz. Zaten çok geç kalmış durumdayız. Şimdi sizin hazırlanmanız için de bir hafta daha gecikiyoruz. Bu gecikmeyi haklı gösterecek bir sonuçla geleceğinizden emin olmak istiyoruz” Koltuğumuzun altına aldığımız klasörle Holding binasından ayrılıyoruz. Selahattin Bey akşama kadar hem İstanbul’la Gebze arasındaki tesisleri gezdiriyor, hem de sorularımızı yanıtlıyor. Kartonsan, Tezsan, Makina Takım Endüstrisi, Çelik Makina gördüğümüz tesisler arasında. Holding’e bağlı şirketlerin sayısı ise on iki…

Trenlerde yer bulamadığımız için Ankara’ya otobüsle dönüyoruz. Otobüs yolculuğunda oldum olası hiç uyuyamadığım için neredeyse sabaha kadar düşünüyorum. Zorlu bir işe soyunduğumuz kesin. O dönemde 50 milyon liralık hisse senedi satabilmek pek kolay değil. Çünkü ülkede tasarrufları yatırıma dönüştürmek gibi bir anlayış hemen hemen hiç yok. Elinde kullanmadığı üç beş kuruşu olan, parasını ya apartman dairesine yatırıyor ya da altın alıyor. Siyasal ortam alabildiğine gergin. Üniversiteler kaynıyor, sağ-sol çatışması giderek boyut kazanıyor. İnsanların geleceklerini riske atmamak için taşınmaza ve altına sığınmaları son derece doğal. O yıllarda olumlu gelişen tek şey, yurt dışında özellikle Almanya’da çalışan Türk işçilerin yurda soktukları Alman ve Avusturya markları. Gerçi o marklar da daha çok taşınmaza yatırılıyor ama, o kesimde yavaş yavaş boy göstermeye başlayan işçi şirketleri nedeniyle sanayiye yatırım anlayışı da gelişmeye başlıyor. Çünkü Almanya ve Avrupa ülkelerinde çalışırken şirket ortaklığının, hisse senedinin, temettünün, kâr payının ne demeye geldiğini çok iyi öğreniyorlar. Bunları düşünürken beynimde bir şimşek çakıyor. Yanımda mışıl mışıl uyuyan Timuçin’i dürtüp uyandırıyorum. Uykulu gözlerle anlamsız anlamsız yüzüme bakarken, otobüs gürültüsünü aşabilmek için kulağına yaklaşıp “Alamancılar…” diyorum. Önce anlamıyor, Sonra parmağıyla da işaret ederek, “Not al…” diyor ve başını çevirip uyumaya devam ediyor. İçerliyorum. Ya uyku sersemi anlamadı ya da anladı da önemsemedi diye düşünüyorum. Ama biliyorum ki o, aklına gelen her şeyi, atmaya kıyamadığı için küçücük parçalara böldüğü kâğıtçıklara yazıp not alır; benim de öyle yapmamı istiyor. Ben not mot almıyorum ve uykusuzluğuma devam ediyorum.

Ertesi gün yorgunluğu ve uykusuzluğu üzerimizden atmadan, Sada’da toplanıp, stratejik bir çözüm arayışına giriyoruz. Zaman darlığının üzerimizdeki baskısı bizi iyice geriyor. Tartışmalar sırasında Türkiye’de ne sermaye piyasası ne de borsa bulunmadığı, böyle bir kampanyanın yasal dayanaklardan yoksun kalıp sorun yaratacağı gibi görüşler ortaya atılıyor ancak bunları bizim sorunumuz olarak görmüyoruz. Sonuçta benim ortaya attığım görüş destekleniyor ve Alamancılara ağırlık verilmesi kararlaştırılıyor. Kampanyada ana mecra olarak basın kullanılacak, bu arada yurt dışından ve içinden saptayacağımız 25.000 adrese yüklü bir postalama yapılacak. Basın ilanlarında hem tanıklığa yer verilecek hem de Transtürk’ün ve iştiraklerinin sınai, ticari ve mâlî gücü vurgulanacak… Görev bölümü de yapılıyor. Sada bir rapor hazırlayacak ve 25.000 postalama için TÜBİTAK’ın bilgisayarını (o zamanlar computer diyorduk) kullanabilme olanağını yaratacak, biz ise broşürün, basılı malzemelerin ve kampanya ilanlarının taslaklarını hazırlayacağız. Sonra da yeniden bir araya gelip raporu ve kampanyayı sunulabilir duruma getireceğiz.

Geceli gündüzlü bir çalışma sonunda bir haftalık süre dolmadan 40-50 sayfalık bir rapor hazırlıyoruz. Raporda, ilan örnekleri, broşür kapağının ve birkaç sayfasının tasarımı da yer alıyor. Bizden istenen bir tek şeye bu ciltte yer vermiyoruz. Transtürk Holding amblemi… Amblemin bugünden yarına kotarılabilecek bir şey olmadığını, kısa sürede böyle bir sorumluluğu üstlenemeyeceğimizi, iş bize verildiği takdirde en iyi çözümü sunacağımızı belirtiyoruz. Raporları Türk Hava Yolları’nın o zamanlar ‘mesajeri’ denilen kargo sistemiyle İstanbul’a gönderiyoruz.

Raporların ellerine geçmesinden, fazla değil, bir gün sonra İstanbul’a davet ediliyoruz. Bunu, işi almaya yaklaştığımızın işareti olarak yorumluyoruz. Yine bir tren yolculuğu ve saat 10.00’da aynı grupla toplantı. Fuat Süren çalışmamızdan çok etkilendiğini söyleyerek söze başlıyor ve “Asıl beğendiğim yanınız, kendinize duyduğunuz güven” diyor ve devam ediyor. “Şimdi ayıp olmasa size diğer çalışmaları göstermek istiyorum, ama bu doğru olmaz. Değerli reklamcı arkadaşlarımızın hemen hepsi, çok güzel ve ilk bakışta insanın gözünü alan grafik çalışmalar yapmış. Eşim de gördü ve birçoğunu çok beğendi. Siz ise, son derece mütevazı bir kitapçık koydunuz önümüze. Ama meselenin aslına nüfuz edip doğru teşhislerde bulunmuşsunuz. Bizim aradığımız da zaten buydu. Teşekkür ederim…

Timuçin’le göz göze gelip, adeta kucaklaşıyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki Fuat Bey’in eşi Leyla Hanım, Güzel Sanatlar mezunu bir sanatçı… O gün toplantı saat dörde kadar sürüyor. Tüm ayrıntılar konuşuluyor. Kaparo anlamında 25.000 liralık bir çek alıyoruz. İşe hemen başlayacağız ve döner dönmez bir sözleşme hazırlayıp göndereceğiz. Sözleşmenin imzasından sonra da, 3 milyon lira tutarındaki toplam bütçenin % 10’u, 300.000 lira avans olarak ödenecek. Para Odak’ın İş Bankası Mithatpaşa Şubesi’ndeki, parasızlıktan karnı guruldayan hesabına gelecek. Bankaya yüzüm olmadığı için de gelip gelmediğini sormaya utanıyordum. Sekreterim Ayla Mavituna’nın “Efendim sizi Muvaffak Bey diye birisi arıyor” demesiyle yüreğimin hopladığını anımsıyorum. Muvaffak Bey Mithatpaşa Şubesi’nin müdürü. Daha önce odasına girmeye bile cesaret edemediğim Muvaffak Bey, son derece kibar bir tavırla, bir kahve içimi ziyaretime geleceğini söylüyor.

O gün Muvaffak Bey’le kahve içerken, kendimi önemli bir iş adamı gibi hissediyordum. Muvaffak Bey’in, gelen 300.000 liranın sadece işin avansı olduğunu öğrenince yüzündeki ifade görülmeye değer, neredeyse kalkıp boynuma sarılacak. Kendisini, Transtürk Holding’in Ankara temsilcisiyle tanıştırmamı rica ediyor, bana da ihtiyaç duyduğumda dilediğim kadar kredi açabileceğini, çekinmemem gerektiğini söylüyor. Bu defa da benim içimden Muvaffak Beyi kucaklamak geliyor. İşler çok iyi gidiyor. İstanbul’daki reklamcılık çevreleriyle içli dışlı olan matbaacı dostum Mimar Selçuk Batur arıyor, “Sen neler yaptın böyle yahu, İstanbul sizden bahsediyor. Dikkat et yakında kuyunu kazarlar…” diyor da, o zaman bunun ne anlama geldiğini anlamadığım için, gülüp geçiyorum.

Sada’yla yaptığımız ortak toplantılar gece yarılarına kadar sürüyor. Sada’nın elinde bulunan ve Teoman’la Timuçin’in DPT’den sağladığı bilgiler tablolara dökülüyor, dönemin harika aletleri Facit hesap makinalarının şıkırtılarla önümüze koyduğu yorumlanmış sayısal veriler ayrıntılarına kadar irdeleniyor, ODTÜ’lü öğretim üyesi dostlardan alınan görüşler, o dönemin moda sözcüğü ile ‘cross check’ ediliyor, yabancı işçiler konusunda Türkiye’de ve Almanya’da yapılmış araştırmalar sağlanıp onlardaki bilgiler değerlendiriliyor ve önemli ölçüde güvenilir sonuçlara varılıyor. Kampanya stratejisi kesinleşiyor. Yurt dışında, özellikle Almanya’da çalışan işçilere ağırlık verilecek, ama bu arada iç pazar da göz ardı edilmeyecek. Birebir postalama büyük önem taşıyor. Bütün güçlüğüne ve külfetine rağmen bu yöntem ön planda kullanılacak, İç pazarda ayrıca tanıklık ilanları yayımlanacak.

Bir yandan halka arzın hazırlıklarını yapıyor, bir yandan da İnkılap Sokak’taki ajansın elini yüzünü düzeltmeye çalışıyorum. Trafiğimiz yoğunlaşmış, Transtürk Holding’den de gelip gidenler olmaya başlamış. Daha önce fotoğraf stüdyosu olarak kullandığımız salonu kendime etkileyici bir oda haline getirmeye karar veriyorum. Çünkü artık fotoğrafçılığı tümüyle geride bırakıp tam anlamıyla reklamcıyım.

Kampanyanın ana hatları belirleniyor. Transtürk’ten gönderilen izah name, taahhütname, şirket ana sözleşmesi, sermaye artırımıyla ilgili genel kurul kararı, halka satılacak hisse senetlerinin örnekleri ve daha pek çok kıymetli evrak özenle düzenleniyor ve onay için THY kanalıyla İstanbul’a gönderiliyor. Tabii bu arada haftada en az bir kez de toplantı için İstanbul’a gidiyoruz; ama artık trenle ya da otobüsle değil, uçakla… Transtürk Holding’i ve iştiraklerini tanıtan kapsamlı bir broşür ve basın ilanlarının taslakları hazırlanıyor ve henüz kesinleşmemiş metinler yerine, Letraset setindeki “body type” denilen uydurma yazıları kullanıyoruz. Taslaklardan iki gün sonra İstanbul’a toplantıya gidiyoruz. Aynı masanın çevresinde öteki yöneticilerle Fuat Süren’in gelmesini bekliyoruz. Kahvelerimizi yarılıyoruz ki, Fuat Bey içeri giriyor, bize zarifçe “hoş geldiniz” dedikten sonra elindeki dosyayı açıp, iki gün önce kendisine yolladığımız taslakları önümüze atıyor. Tamam, ayvayı yedik, iş daha başlamadan bitti, diye düşünerek, çaktırmadan Timuçin’e bakıyorum. Belli ki o da aynı şeyi düşünüyor, renk vermemek için başını önüne eğiyor. Fuat Bey yarı şaka yarı öfkeli bir tavırla bana dönüp, “Kuzum taslaklardaki bu yazılar necedir Allah aşkına? Dün gözümüze uyku girmedi, sabaha kadar bunları çözmeye çalıştık Leyla Hanım’la birlikte, beceremedik…” diyor. Belli ki çok öfkelenmiş. Yedi dil bildiği söylenen birisinin bu dili çözememesi, üstelik de eşinin yanında bu duruma düşmesi, doğrusu bağışlanır bir gibi değil. Timuçin’le yeniden göz göze geliyoruz, bu defa gözlerimizin içi gülüyor. Ben Fuat Bey’e durumu açıklayıp letrasetten söz edince herkes gülmeye başlıyor. Fuat Bey “Allah müstahakınızı vermesin beyler, insan yanına bir not koymaz mıydı? Gecemi rezil ettiniz. Bugün toplantıda uyuklarsam sorumlusu sizsiniz…” diyor. Başlangıçtaki buz gibi hava birden ısınıveriyor, herkes merakla taslaklardaki meçhul dili incelemeye başlıyor. Gönderdiğimiz taslakların tümü ufak tefek değişikliklerle olduğu gibi onaylanıyor. Yalnız holdingin amblemi konusunda bir türlü anlaşamıyoruz.

Çalıştığımız üç taslak arasında biz, fabrika siluetine benzeyeni savunuyoruz, onlar ise, istemeyerek önlerine koyduğumuz çengellerden oluşan amblemi istiyorlar. Sonuçta ‘müşteri her zaman haklıdır’ saçmalığına uyup evet demek zorunda kalıyoruz. Toplantıdan sonra

Liman Lokantası’nda mükellef bir yemek yiyoruz. Fuat Bey çok önemli bir randevusu olduğunu belirterek özür dileyip bizden izin istiyor. Transtürk toplantılarında İstanbul’u biraz daha tanıyor, özellikle de iş ilişkilerinde İstanbul çelebiliğini ve inceliği öğreniyorum.

Ankara’ya bir hayli keyifli dönüyoruz. Önerilerimizin tümü onaylandığı için iş uygulamalara kalıyor. Hummalı bir çalışma ortamına giriyoruz. Bir yandan basılı malzemenin orijinalleri hazırlanıyor, bir yandan basın ilanları için tanıklık yapacak kişiler bulunup fotoğrafları çekiliyor, bir yandan da 25.000’lik postalama için adresler derleniyor. Sada TÜBİTAK’ın bilgisayarını ayarlıyor. Bilgisayarla postalama işi Transtürk nezdinde itibarımızı inanılmaz ölçüde yükseltiyor. Gelen adresleri el altından TÜBİTAK’a gönderiyoruz, bu adresler çalışma saatleri dışında bilgisayarda depolanıyor. Merakımdan TÜBİTAK’a gittiğimde çok şaşırıyorum. Daha salona yaklaşırken sesi gelmeye başlıyor bilgisayarın. Ses, tekstil makinalarının sesini andırıyor. İçerideki manzara gerçekten ilginç. Bilmem gazete basan dev makinaları göreniniz oldu mu? Biraz onlara benziyor ama daha küçük. Asıl benzeyen yanı da, basılmış gazeteleri taşıyan tepedeki raylar. Bu aletin raylarında ise gazeteler yerine, “punch card” denilen, mektup zarfı büyüklüğündeki kartonlar taşınıyor. Üzerine belli kodlamalarla adres bilgilerini belirleyen delikler delinmiş kartlar raylarda titreşerek yürüyor ve bir yerde toplanıyor. Bize bilgisayarın nasıl çalıştığını anlatan kompüter mühendisini ağzım açık, dinliyorum ve bu teknoloji harikası karşısında ezildiğimi hissediyorum.

Basıma hazırlanan işlerin tipo tekniğiyle basılacak bir bölümü Ankara’da Tisa Matbaası’nda, renkli olanlar ise İstanbul’da Selçuk Batur, Ferit Erkman ve Çağatay Anadol’un birlikte kurdukları, Cağaloğlu Narlıbahçe Sokak’taki Reyo Matbaası’nda basılıyor. Basılanlar Küçük Esat’ta tuttuğumuz bir iş hanının boş katında toplanıyor ve geçici olarak işe aldığımız üniversite öğrencileri tarafından setler halinde toplanıyor. Hazırlanan setler TÜBİTAK’tan gece geç saatlerde aldırabildiğimiz adres basılmış zarflara konuluyor ve ertesi gün çuvallarla postaneye gönderiliyor. 25.000 seti bilgisayar sayesinde 15 günde tamamlayıp postalıyoruz. Bir yandan da basın ilanları hazırlanıyor.

Tanıklık kampanyasındaki oyuncularımızdan ikisini anımsıyorum. Birisi benim öz teyzem Hayriye Mumyapan, ikincisi ise oyuncu Tamer Karadağlı’nın, o yıllarda Wyet firmasında ilaç reprezantanlığı yapan babası Turgay Karadağlı. Tanıklıkları karşılığında onlara para yerine Transtürk hisse senedi veriyoruz. Teyzem ölene kadar o hisse senetlerini değerli birer anı gibi saklıyor. Turgay ise darda kaldığı bir dönemde iyi bir bedelle satıyor.

Bu arada Muvaffak Bey’le ilişkilerimiz yağlı ballı. İstanbul’dan sık sık havale çıkarılıyor ve her seferinde Muvaffak Bey bizzat beni arayarak bilgi veriyor. Ünümüz İstanbul’dan sonra Ankara’da ve çevresinde yayılmaya başlıyor. Kayseri’deki meyve suyu üreticisi Meysu, peşinden, rakip oldukları halde Bursa’daki Aroma ve Ankara’daki bal ve reçel üretiminin en önemli isimlerinden Bursa Pazarı peş peşe müşterimiz oluyor. Meysu’nun o dönemdeki genel müdürü, daha sonraki yıllarda sanayi bakanlığı yapan ve radyasyonlu çay içerken gerine gerine pozlar veren ünlü Cahit Aral… Bursa Pazarı’nın başında ise genç ve saygın bir iş adamı Turgut Barış var. Aroma’da, soyadını anımsayamadığım, Hüsamettin Bey dışında kimse aklıma gelmiyor, zaten onlarla ilişkimiz çok da sürmüyor. O günlerde eski gazeteci dostlarım ve TRT’deki arkadaşlarım da sık sık ziyaretime geliyor. Hepsi de TRT’yi bırakıp kendi işimi kurduğum için çok akıllılık ettiğimi ve bana gıpta ettiklerini söylüyorlar. İş hayatımın en güzel yıllarını yaşıyorum.

Kampanyada üçüncü ay doluyor, 3 milyon liralık bütçeden kullanmadığımız yaklaşık 100-150 bin lira kalıyor. Satışa çıkarılan hisse senetlerinin 49 milyon liralık kısmı satılıyor, yânî hedef tutturuluyor. Bir gün Holding’in Ankara Temsilcisi Nâzım Sengel, beni Transtürk Holding’in Ankara temsilciliğine davet ediyor. Bu davet nedense beni tedirgin ediyor. Görüşme sırasında Nâzım Bey’in de tedirgin ve sıkıntılı olduğunu görüyorum. Bir şeyler söyleyecek söyleyemiyor. Ben laf olsun diye, sonuçların nasıl karşılandığını, yeni bir halka arzın düşünülüp düşünülmediğini soruyorum. “Her şey mükemmel, tam istediğimiz gibi oldu ellerinize sağlık, Fuat Bey de çok memnun sonuçlardan; özellikle de yabancı işçilerden gelen talep çok yüksek. Hatta bazı istekleri de karşılayamadık, ama bir pürüz çıktı” diyor. Söz açılınca da söylemesi gerekenleri sıralamaya başlıyor.

Efendim, Fuat Bey, yapılan işlerden ve alınan sonuçlardan çok mutlu imiş ama, hizmet bedelimizi yüksek buluyormuş. İstanbul’daki ajanslar aynı hizmeti net bedel üzerinden %15 komisyonla yapmayı ve ödemeler için de 6 aylık senet almayı öneriyorlarmış. Fuat Bey, durumu Şahin Bey’e ilet, aynı koşulları kabul ediyorlarsa devam edelim, yoksa biz işi burada başka bir ajansla sürdürmeyi düşünüyoruz demiş. Bunları dinlerken sırtımdan soğuk terler aktığını hissediyorum. Selçuk Batur’un söyledikleri çıkmış, İstanbul kuyumuzu kazmaya başlamıştı. Başlamıştı ne kelime, kazmıştı ve bizi arkamızdan kuyunun içine itiyordu. Ben bu öneriyi kabul edemeyeceğimizi, iş ortağım Sada ile de görüştükten sonra yanıt verebileceğimi söylüyorum ve süklüm püklüm ayrılıyorum. Teselli bulduğum tek yan, işin yüzde yüzüne yakın bölümünü tamamlamış ve paramızı almış olmamız. Zaten Transtürk’ün bundan sonra reklam işine pek ihtiyaç duymayacağını biliyorum, ama yine de İstanbul’un yaptığı öylesine koyuyor ki, boğazımın düğümlendiğini, o büyük lokmanın boğazıma takıldığını ve mideme inmemekte direndiğini hissediyorum.

Ajansa döner dönmez, Timuçin’den önce Selçuk’u arıyorum. Bir bir anlatıyor. Efendim bizim İstanbul’a gelip on-on iki ajansın arasına girerek işi almamız kimi ajansları çok rahatsız etmiş. Bundan daha önemlisi de tam komisyonla çalışıyor ve paraları da peşin peşin tahsil ediyor olmamız hiç hazmedilememiş. Transtürk’ün ve Fuat Bey’in bugüne kadar reklam hizmeti almadığı ve geçerli koşulları bilmediği için bize kazıklandığı söyleniyormuş. Biraz daha deşince Selçuk daha ilginç şeyler anlatıyor. Bizim çalışma koşullarımızı, Selahattin Bey’in, adını anımsayamadığım, son derece güzel ve zarif sekreterinin, Man Ajans’ta yazar olarak çalışan erkek arkadaşına aktardığını, onun da zaten o günlerde aynı ajansta çalışan bir başka arkadaşıyla yeni bir ajans kurmak üzere olduğunu, biz bırakırsak işi onların alacağını söylüyor. Bunları Timuçin’e aktardığımda, tereddüt etmeden “İstanbul Dükalığı dişini gösterdi ama geç kaldı, canları sağ olsun” diyor. İçine düştüğümüz durumu kabulleniyor, önümüze konulan koşulları reddetmeyi kararlaştırıyoruz ve Fuat Bey’den randevu alıp İstanbul’a gidiyoruz.

Birkaç ay önce işi aldığımız gün olduğu gibi aynı kişilerle aynı masada bir araya geldik. Fuat Bey, Nâzım Bey’in anlattıklarını bir kez daha yineliyor ve komisyonu net bedel üzerinden %15’e çekersek ve fatura tutarları için 6 aylık senet kabul edersek bizimle çalışmaya devam edeceklerini, çünkü verdiğimiz hizmetten memnun olduklarını söylüyor. Bu kez sözü biz alıyoruz ve özellikle gazetelerden aldığımız komisyonun bir bölümünün Transtürk’e ödenmesini ticari ve etik kurallarla bağdaştıramadığımızı, Transtürk’ün talebini ise, hak etmediği bir parayı elde etme çabası olarak değerlendirdiğimizi, sektörümüze karşı taşıdığımız sorumluluk gereği kötü ve yanlış örnek oluşturmak istemediğimizi anlatmaya çalışıyoruz. Fakat, Hukuk Danışmanı ve Yönetim Kurulu Üyesi Yiğit Tahsin Okur ve Mâlî İşlerden sorumlu İbrahim Altınsoy’un da desteklemeleri sonucu Fuat Süren görüşünde direniyor. Bir an Timuçin’in sinirlendiğini ve oturduğu döner koltukta masaya arkasını döndüğünü fark ediyorum. Bu düpedüz bir protesto. Durumu gören Fuat Süren, “Beyler sanıyorum bu toplantı sona erdi. Zira Sayın Timuçin Yekta burada bulunuyor olmasına rağmen toplantıyı terk etmiş durumda… Ne dersiniz Şahin Bey, haksız mıyım.” diyor. Bir saniye bile düşünmeden, bağrıma taş basarak “Ben de toplantının bittiğini düşünüyorum” diyerek ayağa kalkıyorum. Çok keyifli toplantılar ve görüşmeler yaptığımız, zaman zaman fıkralar anlatarak kahkahalar attığımız bu salondan, buz gibi bir havada birbirimizin elini kerhen sıkarak ayrılıyoruz. Öküz ölmüş, ortaklık bitmişti…

Tam yirmi beş yıl sonra… Ankara’dan İstanbul’a dönüyorum. Esenboğa Havaalanı’nın alt salonunda uçağa çağrılmayı bekleyenler arasındayım. Salon çok kalabalık, oturacak yer yok. Aradaki boşluklarda zamanın geçmesini bekleyerek volta atıyorum. Birden gözüme aşina bir yüz ilişiyor. Fuat Süren… Yirmi beş yıl önce yaşadıklarım birkaç saniyede gözlerimin önünden geçiveriyor. Acaba yanına gitsem beni anımsar mı, diye düşünüyorum. Ama ihtimal vermiyorum. Uzunca bir tereddütten sonra oturduğu sıranın önünden geçmeye karar veriyorum. Yine de ikircikliyim. Geçerken beni tanır da ben ilgi göstermezsem, yirmi beş yıl öncenin kırgınlığını hâlâ atamadığım anlamı çıkar ve çok ayıp olur. Bu düşüncenin peşinden, hadi canım sen de. Adamın yaşamında üç-beş aylık bir geçmişe sahipsin, nerden hatırlayacak düşüncesi yapışıyor kafama. Bu ikilemi yaşarken ayaklarım ister istemez oraya doğru gidiyor ve önünden geçiyorum. Başını kaldırdığını hissediyor ve ben de ona dönüyorum, Göz göze geliyoruz. Sıcak bir gülümsemeyle ayağa kalkıyor ve elini uzatıyor. Tam bir şok yaşıyorum. Peşinden ikinci şok geliyor. “Nasılsınız Şahin Bey?..” Şaşkın şaşkın elimi uzatıyorum ve kekeleyerek, adımla hitap eden insana aptalca soruyorum “Teşekkür ederim, beni hatırladınız mı efendim?” diyorum ve yine hiç ummadığım bir yanıtla karşılaşıyorum. “Unutur muyum Şahin Bey, sizinle ne kadar güzel şeyler yapmıştık, Timuçin Bey nasıllar?” Peş peşe gelen şoklarla abandone olmuş durumdayım. Hayatta olmamasına karşın şaşkınlıkla, iyi olduğunu söylüyorum. O bulanık ve puslu zihinle bir şeyler konuşarak uçağa birlikte yürüyoruz. O ‘business class’ta, ben ekonomikteyim. Karşılıklı kartlarımızı veriyoruz ve benim reklamcılığa devam ettiğime sevindiğini söyleyerek “Lütfen bir gün ziyaretime gelin, eski günleri yad ederiz” diyor.

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

Küresel Açlık Endeksi: 119 ülkeden 51’inde açlık “ciddi” veya “alarm verici”

Son 18 yılda dünya üzerinde açlık oranı azaldı. Bu tespit açlığa karşı savaşan Alman Welthungerhilfe’nin Perşembe günü yayınladığı Küresel Açlık Endeksi’nde yer alıyor. Bu endekse göre 100 puan üzerinden yapılan değerlendirmede küresel açlık 2000 yılında 29,2’ydi. Son endekste bu sayının 20,9’a düştüğü açıklandı.

Endekste 100 puan açlık oranının en yüksek olduğu, 0 puan ise hiç açlığın olmadığı seviyeyi gösteriyor. 20 ile 34.9 puan aralığı ise “ciddi” açlık tehdidi anlamına geliyor.

Endekse göre 119 ülkeden 51’inde açlık “ciddi” veya “alarm verici”, bir ülkedeyse “aşırı derecede alarm verici” bir sorun olarak öne çıkmayı sürdürüyor. Açlık tehdidinin “aşırı derecede” alarm verdiği tek ülke, 2012 yılından bu yana istikrarsızlık, mezhep çatışması ve iç savaşla boğuşan Orta Afrika Cumhuriyeti olarak açıklandı. Çad, Haiti, Madagaskar, Sierra Leone, Yemen ve Zambiya ise açlık tehdidinin “alarm verici” seviyede olduğu ülkeler olarak sıralanıyor. Endeksteki 45 ülkedeyse “ciddi seviyede” açlık olduğu belirtiliyor. Bu ülkeler arasında Hindistan, Irak, Pakistan, Afganistan, Myanmar ve Kuzey Kore yer alıyor.

Mısır, Venezuela, Türkmenistan’ın içinde bulunduğu 27 ülkedeyse “orta derecede” açlık olduğu aktarılıyor. Türkiye sıralamada açlığın düşük olduğu 40 ülke arasında bulunuyor.

Her yıl hazırlanan endekste açlığın özellikle Sahra Altı Afrika ve Güney Asya ülkeleri için tehdit oluşturduğuna dikkat çekiliyor. Raporda her iki bölgede de yetersiz beslenme seviyesi, yetersiz beslenmenin çocukların gelişimi üzerindeki etkisi ve çocuk ölümleri oranının kabul edilemez derecede yüksek olduğu vurgulanıyor.

Küresel Açlık Endeksi, Almanya’da faaliyet gösteren açıkla mücadele örgütü Welthungerhilfe ile Washington merkezli Uluslararası Gıda ve Kalkınma Politikaları Araştırma Enstitüsü (IFORI) tarafından hazırlanıyor.

Açlık endeksinde sığınmacı vurgusu

Bu yılki Küresel Açlık Endeksi’nde zorunlu göç sonucu oluşan açlık tehdidine de yer veriliyor. Açlığın, evlerini terk etmek zorunda kalan çok sayıda insan için ciddi bir tehlike oluşturduğuna dikkat çekiliyor. Açlığa sadece çevresel ve doğal faktörlerin değil siyasi şartların da neden olduğu vurgulanıyor. Doğa olaylarının, hükümetlerin gerekli önlemleri almadığı durumlarda açlık ve göçe neden olduğunun altı çiziliyor.

Raporda dünya üzerinde 68,5 milyon kişinin evlerini terk etmek zorunda kaldığı, bu kişilerin 40 milyonunun kendi ülkeleri içerisinde göçe zorlandığı, 25,4 milyon kişinin ise başka ülkelere sığındığı belirtiliyor.

 

(Deutsche Welle Türkçe)

Demokratik Kongo’da altın madeninde göçük: En az 32 madenci hayatını kaybetti

Orta Afrika ülkesi Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin Güney Kivu eyaletinde bulunan bir altın madeninde, geçtiğimiz hafta aşırı yağışlar sonrası kısmi çökme meydana geldi.

Arama kurtarma çalışmalarına geç başlanırken, toprak kayması sonucu 30’dan fazla madencinin yaşamını yitirdiği aktarıldı.

AFP’nin haberine göre bölgedeki sivil toplum yetkilileri, hayatını kaybeden madencilerin sayısının en az 32 olduğunu belirtti.

Yetkililer olay sırasında maden ocağında çok sayıda işçi bulunduğunu, birçok madencinin halen 70-80 metre derinlikte mahsur kaldığını ifade etti.

 

(Karınca)

2019 Cumhurbaşkanlığı ödeneği 2.8 milyar liraya çıkarıldı

Dolar kurundaki hareketlilik, Türk Lirası’ndaki değer kaybı ve ardı ardına gelen zamlar nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan vatandaşlara tasarruf çağrısında bulunurken yeni ekonomi planı buna uymadı.

Geçen yıl yayımlanan planda, 2019 yılı için Cumhurbaşkanlığı’na 1 milyar 50 milyon lira ödenek verilmesi öngörülürken yeni planda bu miktar 2.8 milyar liraya çıkarıldı.

Eski planda Cumhurbaşkanlığı’na 2020 yılı için 2.9 milyar lira ayrılırken, yeni planda 2020 için ayrılan ödenek 2.8 milyar lira oldu.

Saray’ın 2021 yılı ödeneği ise 3 milyar 91 milyon liraya çıkacak.

Cumhurbaşkanlığı’nın 2019 personel giderleri 137.2 milyon liradan, 278.6 milyon liraya çıkarıldı. Mal ve hizmet alım giderleri kapsamında tedavi ve ilaç giderleri için 3 milyon lira, ‘diğer’ giderler için de 1.1 milyar lira olmak üzere toplam 1 milyar 158 milyon 751 bin lira ödenek ayrıldı.

‘Diğer’ giderlerin ne olduğu ise açıklanmadı. Gelecek yıl Cumhurbaşkanlığı’nın cari transferleri 401 milyon lira, sermaye giderleri de 950 milyon lira olacak.

 

(T24)

Tekirdağ’da 136 yıl boyunca işletilmesi planlanan taş ocağına yargı “dur” dedi

Tekirdağ Saray’da Güngörmez Mahallesi’ndeki ormanlık alanda taş ocağı projesine mahkeme “dur” dedi.

Hazal Ocak’ın Cumhuriyet’te çıkan haberine göre, Tekirdağ İdare Mahkemesi ders niteliğinde verdiği kararda taş ocağının binlerce yılda oluşmuş ekosistemi yok edeceğine ve bu etkinin taş ocağının üretim süresi olarak hesaplanan 136 yıl boyunca devam edeceğine dikkat çekildi.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından Alevtaş Madencilik Sanayi ve Tic. Ltd. Şti. 2017’de “Metagranodiyorit Ocağı ve Kırma Eleme Tesisi” başvurusu üzerine 23.18 hektarlık ormanlık alanda “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu gerekli değildir” kararı verilmişti. Şirket sahada çalışmalara başlamıştı.

Saray Doğayı Koruma Derneği avukatı Demet Karpat Erol bu projenin bölgeye zarar vereceğine dikkat çekerek karara karşı dava açmıştı.

Dernek lehine çıkan bilirkişi raporunda da özetle “orman ekositeminin başka amaçlar için kullanılmasının, ormanın tam ekolojik işlevlerinden vazgeçilmesi anlamını taşıdığı” belirtilmişti.

Alanda meşe ve gürgen ormanları bulunuyor.

 

(Cumhuriyet)

Oxford Üniversitesi’nin araştırmasına göre gezegenin dengesi bozulmadan 10 milyar insan beslenebilir

Uluslararası bilim dergisi Nature’da küresel gıda ve iklim değişikliği hakkında Oxford Üniversitesi’nin yürüttüğü araştırmanın sonuçları yayınlandı.

“Gıda Sistemini Çevresel Sınırlar İçinde Tutmak için Opsiyonlar” adı verilen çalışma, 2050 yılında 10 milyar insanı besleyecek sürdürülebilir bir gıda sisteminin mümkün olduğunu ortaya koydu.

Ancak, bunun gerçekleşmesi için gıda atıklarının en az yüzde 50 oranında azaltılması ve sebze yoğunluklu beslenmenin daha fazla yaygınlaşması gerektiği belirtildi.

Araştırmacılar, bu seçenekleri hayata geçirmenin iklim değişikliği, tarımsal arazi kullanımı, tatlı su kaynaklarının kullanımı ve aşırı gübre kullanımı ile zorlanan gezegenin çevresel kapasitesinin aşımına dair riskleri azaltacağını ifade ediyor.

Nature dergisinde yayınlanan çalışma, ilk önce gıda üretimi ve tüketiminin gezegenin limitlerini nasıl etkilediğini ölçüyor. Bu veriler, yeryüzünün hayati sistemlerinin üst limitlerini oluşturuyor.

“Ancak farklı çözümleri beraber uygulayarak, artan nüfusu sürdürülebilir şekilde besleyebiliriz”

Çalışmanın lideri, Oxford Üniversitesi’nden Dr. Marco Springmann, “Hiçbir çözüm tek başına yeterli değil. Ancak farklı çözümleri beraber uygulayarak, artan nüfusu sürdürülebilir şekilde besleyebiliriz. Kararlı ve birlikte planlanmış faaliyetler hayata geçmez ise, dünyamız üzerindeki gıda kaynaklı baskı, artan nüfus ve yüksek yağlı, şekerli ve et odaklı beslenme biçimlerinin artışı yüzünden 2050 yılına kadar yüzde 50 ile 90 arasında artabilir” diyor

Dünyaca ünlü beslenme ve gıda uzmanlarını bir araya getiren EAT-Lancet Gıda, Gezegen ve Sağlık Komisyonu ve Wellcome Vakfı tarafından fonlanan çalışma kapsamında dünyadaki gıda üretim/tüketim verilerini ve çevresel göstergeleri bir araya getiren kapsamlı ve detaylı bir küresel gıda sistemi modeli oluşturuldu. Bu model sayesinde araştırmacılar, küresel gıda sistemini gezegenin kapasitesi içerisinde tutabilecek birçok farklı opsiyonu analiz etme fırsatı buldular.

“Yarı vejeteryan beslenmenin artışı ile gıda kaynaklı sera gazı emisyonları yarı yarıya indirilebilir”

Araştırmanın temel bulguları üç maddede şu şekilde özetlendi:

1-) Daha fazla bitkisel beslenme olmadan iklim değişikliği için yeteri kadar emisyon azaltımı yapılamıyor. Yarı vejetaryen beslenmenin artışı ile gıda kaynaklı sera gazı emisyonları yarı yarıya indirilebilir, ayrıca aşırı gübre kullanımı ve tatlı su kullanımı kaynaklı çevresel etkilerde önemli kazanımlar elde edilebilir.

2-) Beslenme alışkanlıklarının yanında, tarımsal yönetimi de iyileştirmek gerektiği ortaya çıkıyor. Mevcut tarımsal alanlardaki verimi arttırmak, gübre kullanımını dengelemek, gübre geri dönüşümünü ve su yönetimini geliştirmek, özellikle tarımsal alanlar ve tatlı su kaynakları üzerindeki baskıyı yarı yarıya azaltabilir.

3-) Son olarak, gıda sistemini çevresel limitler içinde tutmak için gıda atık miktarının en az yarı yarıya azaltılması gerekiyor. Bu rakama küresel düzeyde ulaşılırsa tarımın çevresel etkileri yüzde 16 azaltılabilir.

“Çiftçilere doğru teşvikleri vermek gerekiyor”

Springmann “Analizini yaptığımız tüm bu çözümler dünyanın farklı noktalarında uygulanıyor, ancak bu çözümlerin hem ölçeğini büyütmeliyiz hem de güçlü küresel işbirliklerine ihtiyacımız var” diyor.

Stockholm Resilience Centre’dan raporun yazarı Line Gordon “Çiftçilik teknolojilerini ve yönetim tekniklerini geliştirmek için araştırma ve altyapı yatırımlarını arttırmak ve çiftçilere doğru teşvikleri vermek gerekiyor. Bu teşvikler, var olan en iyi teknolojinin ve tekniklerin yaygınlaştırılması, su yönetimi ve gübre kullanımı konusunda daha iyi düzenlemelerin hayata geçirilmesi gibi alanlarda olmalı” diyor.

EAT Bilim Direktörü Fabrice de Clerk ise gıda atıklarına vurgu yapıyor. “Gıda atığı sorununu ortadan kaldırmamız için depolama, taşıma ve paketleme ile etiketlemeden oluşan tüm gıda zincirini etkileyen düzenlemelere ihtiyacımız var. Sıfır atıklı bir gıda zinciri oluşturmak için hem yasaları hem de sektörün iş yapış biçimlerini değiştirmek gerekiyor” diyor.

Son olarak, Springman araştırmanın diğer önemli ayağı olan beslenme alışkanlıklarına şu sözlerle vurgu yapıyor:

“Beslenme biçimleri konusunda ise, daha geniş kitlelere ulaşabilmek ve onları etkileyebilmek için, sağlıklı ve daha fazla sebze içeren beslenme yöntemlerinin yaygınlaştırabilmek için bu yöntemleri daha geniş kitlelere çekici hale getirecek kapsamlı politika ve sektör yaklaşımları geliştirmeliyiz. Özellikle okullar ve iş yeri programları, ekonomik teşvikler ve etiketleme ile güncel bilimsel verilere dayalı ulusal beslenme kılavuzları geliştirilmeli.”

 

(Yeşil Gazete)