Ana Sayfa Blog Sayfa 2704

Bilim insanları, doğa korumacılar: Nobel Barış Ödülünü Jane Goodall’a verin

Mongabay‘de John Cannon imzasıyla yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Yaren Köse‘nin çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Kenya Sweetwaters Koruma Bölgesi’nde Jane Goodall ve yetim şempanze Uruhara’nın fotoğrafı – Michael Neugebauer.
  • Bilim insanları ve doğa korumacılar 2019 Nobel Barış Ödülünün primatolog Jane Goodall’a verilmesi gerektiğini söylüyor.
  • Goodall’ın çığır açan araştırmaları şempanzelerde alet kullanımı gibi şaşırtıcı keşiflere yol açarak insanlar ile hayvanlar arasındaki çizgiyi bulanıklaştırdı.
  • BM Barış Elçisi olan Goodall, doğal hayatla uyum içinde bir yaşamı teşvik etmek için dünyanın dört bir yanına seyahat ediyor.

30’un üzerinde bilim insanı ve çevre koruma konusunda liderler 2019 Nobel Barış Ödülü’nün Jane Goodall’a vermesi için Norveç Nobel Komitesi’ne çağrı yaptı.

84 yaşındaki primat uzmanının 1960’larda çığır açan ve şempanzelerde alet kullanımı gibi araştırmalarıyla insan ile hayvan arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran keşiflerinin yanı sıra gezegenimizi korumak adına on yıllardır yürüttüğü kampanyayı örnek gösteren grup, Goodall’ın ömrü boyunca küresel uyum adına çalıştığını belirtti.

Genç araştırmacı Jane Goodall yavru şempanze Flint ile Tanzanya Gombe Stream Araştırma Merkezinde. Fotoğraf © the Jane Goodall Institute/Hugo van Lawick.

16 ülkenin araştırmacı, yazar ve öğretmenlerinden oluşan grup Change.org.’da yayınladığı metinde Goodall’ın, daha sonra Tanzanya olacak olan topraklarda bulunan Gombe Ulusal Parkı’nda yaptığı erken dönem araştırmalarıyla “hayvanlarla olan benzerliklerimizin farklılıklarımızdan çok daha fazla olduğunu” ortaya koyduğunu belirtti ve ekledi: ‘‘Kendimizi sadece diğer insanların değil şempanzeler ve dünya üzerinde yürüyen, yüzen, sürünen ve uçan tüm canlıların ortağı olarak görmeliyiz.’’

Bu yazı yayımlandığı sırada 2600’den fazla kişi Goodall’a ödül verilmesini desteklemek için dilekçeyi imzalamıştı.

Uganda, Nyantonzi’de yaşayan ve orman gözlemcisiolan Moses Andama, Jane Goodall Enstitüsü tarafından dağıtılan su, sanitasyon ve hijyen konusundaki okuma materyali ile birlikte. Fotoğraf © the Jane Goodall Institute Uganda/Apophia Jemimah.

Topluluk, Goodall’ın araştırmalarının dünyadaki barışın daha geniş bir çerçevede yorumlanmasının önemine işaret ettiğini.ifade ediyor.

Goodall geçmişte olduğu gibi bugün de yılda 300 gün seyahat ediyor ve Birleşmiş Milletler Barış Elçisi ve çevre savunucusu olarak konuşmalar yapıyor.

Mesajı, insanlığın ve bağlı olduğu gezegenin bir dönüm noktasında olduğu uyarısını içerse de umudu da barındırıyor ve henüz her şeyin kaybedilmiş olmadığını söylüyor. 2017’de New York Times’da yayımlanan makalesinde Goodall şöyle yazıyor: “Açgözlülük ve iktidar hırsı bize miras kalan güzelliği yerle bir etse de altrüizm, şefkat ve sevgi yok olmadı. İnsanlıkta güzel olan hiçbir şey yıkılmadı. Gezegenimizin güzelliği ölmedi ancak derin bir uykuda, tıpkı ölü bir ağacın tohumları gibi. Bir şansımız daha var.”

Yaban Hayatı Savaşçıları öğrencileri Kuala Lumpur, Malezya’da Kökler ve Filizler projesini Jane Goodall ile paylaşıyor. Fotoğraf: Photoz — Roots & Shoots Malaysia.

Goodall 1977’ de tarımsal ormancılık, primat araştırmalarına mikro krediler verilmesi gibi farklı projeleri destekleyen Jane Goodall Enstitüsü’nü kurdu. Enstitünün 1991’de başlattığı program Kökler ve Filizler (Roots and Shoots), çevre eğitimine odaklanıyor ve dünyadaki gençleri sürdürülebilir seçimler yapmaları için cesaretlendiriyor.

Goodall davranışlarıyla da örnek oluyor . Hayvanların gördüğü muamele ve endüstriyel hayvancılığın çevreye verebileceği zarar nedeniyle vejetaryen olmayı seçmiş.

Grup şöyle devam ediyor: “Jane bize barışçıl bir şekilde bir arada yaşamın yerini hiçbir şeyin tutamayacağı mesajını verir. Dünyayı, üzerinde yaşayanları ve tüm tabiatı yok etme gücüne sahip olan biz insanlar için barışın, insanlar arasında savaşların olmamasındançok daha geniş bir anlamı var. Jane Goodall’a verilecek bir Nobel Barış Ödülü insanların doğayla savaşmaması gerektiğini ve gerçek uyum ve barışın ancak insanlar dünya üzerinde sürdürülebilir şekilde yaşadığında mümkün olacağını vurgular.’’
Jane Goodall Enstitüsü’nün bir ormancılık projesinde toprak, tüketilebilir bitkilere ve odun yetiştiriciliğine ayrılmış. Böylece Gombe sınırındaki (arkadaki dağlarda görülmekte olan) ormansızlaştırılmış bölge kendiliğinden yeniden canlanmaktadır. Fotoğraf: Nick Riley.

Jane Goodall Enstitüsü’nün bir ormancılık projesinde toprak, tüketilebilir bitkilere ve odun yetiştiriciliğine ayrılmış. Böylece Gombe sınırındaki (arkadaki dağlarda görülmekte olan) ormansızlaştırılmış bölge kendiliğinden yeniden canlanmaktadır. Fotoğraf: Nick Riley.

 

Editörün notu: Jane Goodall Mongabay yönetim kurulu üyelerindendir.

 

Makalenin İngilizce orijinali

Haber: John Cannon

Yeşil Gazete için çeviren: Yaren Köse

 

(Yeşil Gazete, Mongabay)

Osman Kavala 1 yıldır iddianame bekliyor

Türkiye’de uzun yıllardır sürdürdüğü sivil toplum girişimleri ile tanınan iş insanı Osman Kavala, cezaevinde bir yılını doldurdu. O günden bu güne geçen süre içinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından henüz bir iddianame hazırlanmazken, Kavala’nın avukatları tarafından AİHM ve Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvurular da şimdilik yanıtsız kalmış durumda. DW Türkçe’ye konuşan Kavala’nın yakınları, Osman Kavala’nın tıpkı Deniz Yücel ve papaz Brunson gibi “iktidarın rehinesi” haline geldiğini dile getiriyorlar.

Türk-Polonya ve Türk-Yunan İş Konseyleri, Güneydoğu Avrupa Demokrasi Merkezi, TESEV, Açık Toplum Enstitüsü, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Tarih Vakfı ve Diyarbakır Kültürevi gibi kuruluşların yönetiminde yer alan, son dönemde ise kurucusu olduğu Anadolu Kültür adlı girişimin Yönetim Kurulu Başkanlığını yürüten Osman Kavala, 18 Ekim 2017 tarihinde Goethe Enstitüsü ile birlikte gerçekleştirilmesi planlanan bir projenin toplantısından döndüğü sırada İstanbul Atatürk Havalimanı’nda gözaltına alınmıştı. Kavala, “Gezi eylemlerinin yöneticisi olmak” ve “15 Temmuz darbe girişimine katılmak” suçlamalarıyla 1 Kasım’da tutuklanmıştı.

Osman Kavala’nın yönetim kurulu başkanlığını yürüttüğü Anadolu Kültür Genel Koordinatörü Asena Günal, DW Türkçe’ye yaptığı açıklamada, Kavala’nın öncülüğünde mültecilere, azınlıklara, toplumsal barışa yönelik pek çok program yürüttüklerini ve yürütmeye devam ettiklerini söylüyor.

Türkiye’de yargı sisteminin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Osman Kavala’yı bir takım siyasi pazarlıklar için “rehin” tuttuğunu dile getiren Güral, “Bu ülkemiz adına çok utanç verici bir durum. ‘Makul sürede iddianame hazırlanır’ deniyor. Makul süre nedir? Bir yıldır ağır suçlamalarla cezaevinde tutulan bir kişi için iddianame bile hazırlanmıyor. Osman Kavala içeride tutuluyor çünkü onun sivil toplum alanındaki çalışmaları iktidarı rahatsız ediyor” diye konuşuyor.

Güral, Kavala’nın tutukluluğunun Türkiye’de Erdoğan iktidarına muhalif olan tüm sivil toplum kuruluşları, sanatçılar ve akademisyenlere de bir gözdağı olduğunu vurguluyor.

“Hukuksal bir rehine haline geldi”

Osman Kavala’nın yakın arkadaşlarından olan, aynı zamanda Kavala birlikte Barış Girişimi ve Yurttaş Girişimi gibi sivil toplum insiyatiflerinde yer alan gazeteci Aydın Engin’e göre ise, Osman Kavala davası Türkiye hukuk sisteminin yüz karalarından biri haline gelmiş durumda. Engin, “Önümüzdeki dönemde pek çok dava belki hukuk fakültelerinde okutulacak. Ama öncelik Osman Kavala davasında olacak” diyor.

Bir yıldır hala iddianame yazılmamasının arkasında Osman Kavala’yı suçlayacak en ufak bir kanıt bulunamamasının yattığını dile getiren Aydın Engin,  “İktidara en yakın savcılar bile iddianame yazmayı beceremeyecek durumda. Aslında Osman hukuksal bir rehin durumunda. Hem bir rehin hem de Erdoğan’ın gözünde intikam alınması gereken bir demokrat” diye konuşuyor.

Deniz Yücel, papaz Brunson’dan sonra son dönemde Osman Kavala’nın da yakında serbest bırakılabileceğine ilişkin ortaya atılan iddialara da değinen Aydın Engin, şunları söylüyor: “Bu dönemde hukuk tartışılmıyor, haksız yere hapis yatan isimlerin piyasalara güven vermek için serbest bırakılması tartışılıyor. Bu bir ayıptır. Bir umutsuzluk aşılamak istemiyorum ama Osman Kavala’yı olsa olsa aleyhinde tek bir delil bulamadıkları için tahliye edecekler. Çünkü ortada daha fazla taşınamayacak bir hukuk suçu var.”

AİHM, Ankara’dan savunma bekliyor

Kavala’nın avukatları 8 Haziran 2018’de Osman Kavala’nın tutukluluğunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) aykırı olduğu gerekçesiyle AİHM’e başvurmuştu. AİHM başvuruyu “hızlandırılmış prosedürle işleme koyarken, Ankara’dan tutuklama kararının ‘siyasi’ olduğuna dair iddialar hakkında savunma talep etmişti.  Ankara’nın savunmasını AİHM’e göndermesi için Ocak ayı ortasına kadar mühleti bulunuyor. Kavala’nın avukatları ayrıca Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) de tutukluluk kararının bozulması için başvurdu. Ancak AYM’den de henüz Kavala’a yönelik herhangi bir karar çıkmış değil.

DW Türkçe’ye konuşan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ile Türk Tabipler Birliği’nin eski başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy, Osman Kavala’nın durumunun bir ‘hukuk skandalı’ olduğunu ve Türkiye’de bu tür ‘hukuk skandalları’nın sayısının her geçen gün arttığını söylüyor.

Kavala’ya ilişkin iktidara yakın medya kurumlarında yayınlanan iddiaların “ipe sapa gelmez ve kanıtlanamayan iddialarla hazırlanmış bir karalama kampanyası” olduğunu savunan Gürsoy, “Osman Kavala’nın bir yıldır cezaevinde tutulması, onu tanıyan herkes için çok büyük bir üzüntü kaynağı” diyor.

Osman Kavala’nın ne zaman tahliye edilebileceğine dair herhangi bir öngörüde bulunamadıklarını söyleyen Prof. Gürsoy, “Türkiye’deki hukuk düzeni, gerçek bir yargılama etiğine ve usulüne dayanmıyor. Dolayısıyla Kavala için nasıl bir mekanizmanın etkili olacağını bilmek mümkün değil” diye konuşuyor.

Gezi ve 15 Temmuz suçlaması

Soruşturmayı yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu hazırlanan tutanakta Kavala’ya yönelik suçlamalar şöyle yer almıştı: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile hükümetini ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye yönelik bir ayaklanma olan ve tüm terör örgütlerinin aktif katıldığı Gezi olayları eylemlerinin yönetici ve organizatörü olmak” ve “15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili 15-16 Temmuz 2016 tarihinde Büyükada Splendid Otel’de yapılan darbe teşebbüsü sürecinde darbenin organizatörlerinden olan Henri J. Barkey ile yabancı uyruklu kişi ve kişilerle olağanın ötesinde yoğun irtibat kurarak darbe teşebbüsüne katılmak suretiyle anayasal düzeni cebir şiddet yöntemleriyle değiştirmek.”

Erdoğan “Türkiye’nin Soros’u” demişti

Kavala’nın gözaltına alınmasından birkaç gün sonra, 24 Ekim’de AKP Grup Toplantısı’nda konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan da, Kavala’ya ilişkin olarak, “STK mensubu dedikleri, Türkiye’nin Soros’u denilen kişinin havası çıktı meydana. Bağlantılar çıktı ortaya. Siz kime neyi yutturuyorsunuz ya? Ve Taksim olaylarının arkasında bakıyorsunuz aynı kişi var. Bakıyorsunuz belli yerlere kaynak aktarımının arkasında bunları görüyorsunuz. Neyi yutturuyorsunuz?” şeklinde konuşmuştu.

İki hafta gözaltında tutulan Osman Kavala, 1 Kasım 2017 tarihinde çıkarıldığı İstanbul Nöbetçi Sulh Ceza Mahkemesi tarafından tutuklanmıştı.  O günden beri Silivri Cezaevi’nde hakkındaki iddianamenin hazırlanmasını ve davanın başlamasını bekleyen Kavala için Türkiye’de İletişim Yayınları, Tarih Vakfı ve Yurttaşlık Derneği gibi pek çok sivil toplum örgütü açıklama yapmış ve Kavala’nın serbest bırakılmasını istemişti.

(DW)

Afganistan’da milletvekiline suikast

0

Afganistan’da genel seçimlerde yeniden aday olan milletvekili, koltuğunun altına yerleştirilen patlayıcıyla öldürüldü. Milletvekili Kahraman, Taliban’la mücadele için gizli milis gücü oluşturulmasına öncülük ediyordu.

Afganistan’da haftasonu yapılacak genel seçimlerde yeniden aday olan milletvekili Abdülcabbar Kahraman ofisine düzenlenen bombalı saldırıda hayatını kaybetti. Taliban’ın üstlendiği saldırıda bombanın Kahraman’ın koltuğunun altına yerleştirildiği belirlendi. Saldırıda milletvekili dışında üç kişi daha yaşamını yitirdi, yedi kişi ise yaralandı. İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Nasrat Rahimi, olayla ilgili polisin üç şüpheliyi yakaladığını açıkladı.Kahraman’ın son iki ay içerisinde öldürülen onuncu milletvekili adayı olduğunu belirten hükümet yetkilileri iki adayın kaçırıldığını, dört adayın ise saldırılarda yaralandığını belirtti. Saldırıyı kınayan Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani, “Teröristlerin ve onları destekleyenlerin böylesi vahşi saldırıları, halkın barışçıl ve demokratik sürece olan inancını zayıflatamaz” dedi.

Helmand vilayetinde gerçekleştirilen saldırıyı Taliban örgütü üstlendi. Örgütten yapılan yazılı açıklamada “Meşhur komünist Kahraman’ı biz öldürdük” denildi.

Gizli milis gücü

Kahraman, Taliban’ın içerisine sızmayı hedefleyen “Sangorıyan” isimli gizli bir milis gücü programına öncülük ediyordu. Söz konusu milis gücü son yıllarda Taliban’ın ağır saldırılarıyla karşılaşıyordu.

Afganistan’da 1996-2001 yılları arasında iktidarı ele geçiren Taliban, Afgan halkını uzun süredir ertelenen 20 Ekim’deki seçimleri boykot etmeye çağırıyordu. Örgüt ayrıca öğretmenleri okullarında seçim sandığını kurmamaları konusunda da tehdit ediyor. Binlerce öğretmen seçimlerde görev alabilmeleri için eğitimden geçmişti. Camiler, okullar ve sağlık merkezleri başta olmak üzere ülke çapında 5 binden fazla oy verme merkezi kurulması planlanıyor.

Ülkede geçen hafta Takhar vilayetinde bir kadın aday için düzenlenen kampanya yürüyüşüne düzenlenen bombalı saldırıda da 22 kişi ölmüştü.

Taliban, ABD’nin 2001 yılında Afganistan’ı işgal etmesiyle iktidardan devrilmişti. O zamanda beri ABD öncülüğündeki NATO güçleri ve Afganistan hükümetine karşı savaşan Taliban, ateşkesi yabancı güçlerin ülkeyi terk etmesi şartına bağlıyor.

Büyük çoğunluğu Afganistan’ı terk eden ABD güçleri, 2014 yılından bu yana muharip görev üstlenmiyor. ABD askerleri, Afgan güvenlik güçlerine eğitim ve danışmanlık sağlıyor. Afganistan’ın Yeniden İnşası Genel Müfettişliği tarafından bu yıl yayımlanan rapora göre, ülkenin yaklaşık yüzde 13,8’i Taliban’ın kontrolü altında, yüzde 30’unda ise hakimiyet mücadelesi sürüyor.

(DW)

Trump: Suudi Arabistan’ın yaptıklarını örtbas etmiyorum, Türkiye’den ‘Kaşıkçı kaydını’ istedik

0

ABD Başkanı Donald Trump, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın kaybolmasıyla ilgili olarak Suudi Arabistan’ı kollamaya çalıştığı ve yaşananları örtbas etmeye çalıştığına yönelik suçlamaları reddetti.

Beyaz Saray’da gazetecilere bir açıklama yapan Trump, müttefiklerini yalnız bırakmayacaklarını söyledi.

Trump, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz ve Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın yaşananlar hakkında hiçbir bilgileri olmadığını umduğunu belirtti.

ABD Başkanı ayrıca Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğuna girmesinden sonra yaşananlara dair ses veya görüntü kaydı varsa, bunu Türkiye’den talep ettiklerini açıkladı.

Suudi Arabistan ve Türkiye’de temaslarda bulunan ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, temasları ile ilgili olarak Başkan Trump için bir rapor hazırlayacak.

(BBC)

Fotoğrafın büyük ustası Ara Güler hayatını kaybetti

Türkiye’nin en tanınmış fotoğrafçısı, büyük fotoğraf ustası Ara Güler 90 yaşında hayatını kaybetti.

Akşam saatlerinde Galatasay Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Yasemin İnceoğlu sosyal medya hesabından Ara Güler’in vefat ettiğini açıkladı.

İstanbul’da hastaneye kaldırılan ünlü fotoğrafçının duran kalbi doktorların müdahalesiyle yeniden çalıştırıldığı, ancak Güler’in yoğun bakımda hayatını kaybettiği öğrenildi.

Türkiye tarihinin görsel hafızası olarak tanınan ve özellikle İstanbul fotoğraflarıyla geniş kitleler tarafından bilinen Ara Güler “Fotoğrafçı sokağa çıkmalı, sokaktaki adamı tanımalı, onu sevmeli, anlamalı, ondan sonra fotoğrafında ona yer vermeli. O zaman olur. Yoksa makine ya da   kâğıt değil önemli olan. Önemli olan ölmezliğe mal ettiğimiz şeydir” demişti.

İklim değişikliğine dikkat çekmek için 2013 yılında Açık Radyo’nun girişimiyle İstanbul Politikalar Merkezi bünyesinde hazırlanarak kamuoyuna sunulan “Gezegen Elden Gidiyor” başlıklı İstanbul Manifestosu’nun 22 imzacısı arasında yer alan Ara Güler, kampanya videosunda da yer almıştı.

Ara Güler’in hayat hikayesi

Ara Güler 16 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu*. Lisedeyken film stüdyolarında sinemacılığın her dalında çalışırken Muhsin Ertuğrul’un Tiyatro Kurslarına devam etti; çünkü yönetmen veya oyun yazarı olmak istiyordu. 1950’de Yeni İstanbul Gazetesi’nde gazeteciliğe başlarken aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne devam etti.

1958’de Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakın doğu foto-muhabirliği görevlerini üstlendi. 1954’de Hayat Dergisi’nde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmaya başladı.

1953’de Henri Cartier Bresson ile tanışarak Paris Magnum Ajansı’na katıldı ve İngiltere’de yayımlanan “Photography Annual Antalojisi” onu dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl ASMP’ye (Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği) tek Türk üye olarak kabul edildi.

1962’de Almanya’da çok az fotoğrafçıya verilen “Master of Leica” ünvanını kazandı. İsviçre’de çıkan Camera dergisinde kendisine özel bir sayı ayırdı. 1964’de Mariana Noris’in ABD’de basılan “Young Turkey” adlı yapıtında fotoğrafları kullanıldı.1967’de Japonya’da çıkan “Photography of the World” antolojisinde Richard Avedon ile birlikte bir dizi fotoğrafı yayınlandı. 1967’de Kanada’da açılan “İnsanların Dünyasına Bakışlar” sergisinde, 1968’de New York Modern Sanatlar Galerisi’nde düzenlenen “Renkli Fotoğrafğın On Ustası” adlı sergide; aynı yıl Almanya’da, Köln’de Fotokina Fuarı’nda yapıtları sergilendi.1970’de “Türkei” adında fotoğraf albümü Almanya’da yayımlandı. Sanat ve sanat tarihi konularındaki fotoğrafları ABD’de Time-Life, Horizon ve Nesweek kitap bölümlerince ve İsviçre’de Skira Yayınevi tarafından kullanıldı.1971’de Lord Kinross’un “Hagia-Sophia” (Ayasofya) kitabının fotoğraflarını çekti.

Yine Skira yayınevince Picasso’nun 90. yaş günü için yayımlanan “Picasso Metamorphose et unite” adlı kitap için Picasso’nun foto-röportajını yaptı. 1972’de Paris Ulusal Kitaplıkta sergisi açıldı.1975’de ABD’ne davet edildi ve birçok ünlü Amerikalının fotoğraflarını çektikten sonra “Yaratıcı Amerikalılar” adlı sergisini dünyanın birçok kentinde sergiledi. Yine aynı yıl Yavuz zırhlısının sökülmesini konu alan “Kahramanın Sonu” adlı bir belgesel film çekti.1979’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “Foto Muhabirliği” dalındaki birincilik ödülünü aldı.

1980’de fotoğraflarının bir kısmı Karacan Yayıncılığın bastığı “Fotoğraflar” adlı kitabında basıldı.1986’da Hürriyet Vakfı’nca basılan Prof. Abdullah Kuran’ın yazdığı “Mimar Sinan” kitabını fotoğrafladı. Aynı kitap 1987’de “Institute of Turkish Studies” tarafından Ingilizce olarak yayınlandı.1989’da “Ara Güler’in Sinemacıları” kitabı basıldı.

1991’de Dışişleri Bakanlığı için Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) “The Sixth Continent” adlı kitabını fotoğrafladı. Bu arada bütün dünyayı gezerek foto röportajlar yaptı ve bunları Magnum Ajansı ile dünyaya duyurdu.Ismet Inönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yaptı ve fotoğraflarını çekti. En ünlüsü fotografcılara poz vermeyen Picasso röportajı.Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları 1992’de Fransa’da, ABD ve İngiltere’de “Sinan, Architect of Soliman the Magnificent” adlı kitabı yayımlandı. Aynı yıl “Living in Turkey” adlı kitabı Ingiltere, ABD ve Singapur’da “Turkish Style” başlığıyla, Fransa’da “Demeures Ottomanes de Turquie” adıyla yayımlandı.1994’de “Eski İstanbul Anıları”, 1995’de “Bir Devir Böyle Geçti”, “Yitirilmiş Renkler ve Yüzlerinde Yeryüzü” fotoğraf kitapları yayımlandı. Ara Güler’in fotoğrafları Paris Ulusal Kitaplıkta, ABD’de Rochester Georg Eastman Müzesi’nde Nebraska Üniversitesi Sheldon Koleksiyonu’nda bulunuyor. Köln Mueseum Ludwing’de Das Imaginare Photo Museum’da fotoğrafları sergileniyor.

* Biyografisi kendi web sitesinden alınmıştır.

(Yeşil Gazete)

Monsanto-Bayer’in Roundup’ı (glifosat) ile dicamba içeren ot zehirleri antibiyotik direncini arttırıyor

Yeni yayımlanan bir araştırmaya göre, glifosat etken maddeli Roundup (Monsanto-Bayer) ve dicamba etken maddeli herbisitlere -önerilen uygulama seviyelerinin altında bile- maruz kalan bakterilerde antibiyotik direnci 100,000 kere daha hızlı gelişebiliyor.

Yeni Zelanda Canterbury Üniversitesi’nden Moleküler Biyoloji ve Genetik Profesörü Jack Heinemann ve ekibi antibiyotik direnci ve herbisitler (ot öldüren kimyasal madde) arasındaki ilişkiyi daha önce 2015 ve 2017 yıllarında araştırmış ve bulguları yayımlamıştı. Bu iki çalışma yaygın olarak kullanılan herbisitlerin Salmonella eterica ve Escherichia coli (halk dilinde koli basili) bakteri cinslerinde antibiyotik direncine neden olabileceğini ortaya koymuştu.

Bayer-MonsantoAynı ekip yeni araştırmalarında Monsanto-Bayer üretimi Roundup (etken maddesi glifosat) ve etken maddesi dicamba olan bir diğer herbisite gerçekçi seviyelerde maruz kalan bakterilerde, antibiyotiğe dirençli popülasyonda artış olup olmadığına baktı. Araştırmada ampicillin, chloramphenicol, ciprofloxacin, streptomycin, tetracycline ve nalidixic asit türünden antibiyotikler kullanıldı.

Çevrebilimleri dergisi PeerJ’de yayınlanan bu yeni araştırmanın sonuçlarına göre, herbisitlerin bakterileri zayıflattığı ya da güçlendirdiği durumlarda bile, bakteriler direnç kazanıyor ve herbisitlerdeki kimyasallar antibiyotiklerle bir araya geldiğinde, antibiyotiğe direnç kazanma hızı bakterilerin genetik yapısı değiştiği için artıyor.

BASF1Heinemann Newsweek’e yaptığı açıklamada: “Bunun içindir ki herbisitler için ateşe benzin dökmek diyoruz. Antibiyotikler kullandığımız yerde kalmıyor, dışkı, idrar ve kanalizasyonlar yoluyla yayılıyor. Antibiyotikler etrafa yayılırken, kendilerine direnç geliştirebilecek bakterilerle karşılaşıyor. Herbisit kullanımı, antibiyotiklerin kendilerine direnç geliştirmesi muhtemel bu bakterilerle karşılaşabilecekleri alanları genişletiyor,” dedi. Herbisit formülasyonlarının bakteri popülasyonlarındaki direncin artmasında bu kadar büyük rol oynaması karşısında şaşırdıklarını ifade eden Heinemann, bunun meydana gelmesi için de çok düşük herbisit konsantrasyonlarının yeterli olduğunu belirtiyor ve “Test ettiğimiz konsantrasyonların tamamı uygulama seviyelerinin altındaydı,” diye ekliyor.

Raporda şu ifadelere yer veriliyor: “Ne antibiyotik kullanımın azaltılması, ne de yeni antibiyotiklerin keşfedilmesi antibiyotik-sonrası çağı engellemek için yeterli olmayacaktır. Bunun nedeni bakterilerin, onların daha hızlı antibiyotik direnci geliştirmelerine yatkınlaştıran diğer antibiyotik dışı kimyasallara maruz kalabilecek olmalarıdır. Herbisitler, küresel ölçekte en çok kullanılan antibiyotik dışı kimyasal maddelerden bazılarıdır. […] Ne yazık ki antibiyotik direnci, antibiyotik kullanımı azaltılsa da, yeni antibiyotikler keşfedilse de, diğer çevre riskleri de kontrol altında tutulmaz ise artabilir.

Heinemann
Profesör Jack Heinemann

İnsan, evcil hayvan ve besi hayvanlarının bu herbisitlere düzenli olarak maruz kalırken, antibiyotik kullanımın da arttığının altını çizen Heinemann, böylece bakterilerin herbisit ve antibiyotik kombinasyonuna maruz kalmalarının kaçınılmaz olduğunu belirtiyor. Heinemann’a göre antibiyotik direncindeki en ufak değişiklikler bile, antibiyotik tedavisinde komplikasyona neden olabilir ya da tedavinin etkisini azaltabilir.

Glifosatı herbisit olarak Roundup markasıyla ilk piyasaya süren ve herbisit olarak kullanma patentini 1974-2000 yılına kadar elinde tutan Monsanto, 2003 yılında glifosatın antibiyotik olarak kullanım patentine başvurdu ve 2010’da başvurusu onaylandı.

roundup

Roundup ve glifosat hakkında: Monsanto (Bayer) 1974 yılında etken maddesi glifosat olan Roundup’ı piyasaya sürdü. Bugün glifosat dünya tarihinde en çok kullanılan tarım zehri. Dünya genelinde (tarımsal + tarım dışı) glifosat kullanımı 1994 ile 2014 arası 15 misli arttı. 1994-2014 arası dünya genelinde kullanılan toplam glifosat miktarının %72’si ise son on yılda kullanıldı. Dünya genelinde, GDO’ların toplam glifosat kullanımındaki payı %56. Bugün, ABD’de 750’den fazla glifosat içeren ürün satılıyor. Avrupa’da ise 40 farklı şirket tarafından 300’ü aşkın glifosat içeren herbisit satılıyor. Bugün Türkiye’de ise, halk dilinde ot kıran ya da yeşil kıran olarak da anılan glifosat kullanımı, Bülent Şık’ın Tarım ve Ormancılık verilerine dayanarak yaptığı hesaba göre 2001-2013 arası 15 misli arttı (305 tondan 4500 tona çıktı). Glifosat, Mart 2015’te Dünya Sağlık Örgütü kanser ajansı IARC tarafından “muhtemel kanserojen” olarak sınıflandırıldı. Kasım 2017’de Avrupa Komisyonu glifosatın Avurpa Birliği’ndeki kullanım iznini 5 yıllığına yeniledi. 1974-2000 yılları arasında glifosatın herbisit olarak kullanım patentini elinde bulundura Monsanto, 2003 yılında glifosatın antibiyotik olarak kullanım patentine başvurdu ve 2010’da başvurusu onaylandı.

Dicamba hakkında: 1958 yıllında BASF tarafından piyasaya sürülen sistemik bir herbisit. Patent süresi dolan dicamba bugün başta BASF, Monsanto (Bayer), Syngenta, Dow-Dupont olmak üzere, yüzlerce şirket tarafından üretiliyor. Dicamba hakkında açılan bir davanın haberini buradan okuyabilirsiniz.

 

Kaynaklar:

https://peerj.com/articles/5801.pdf

http://www.scoop.co.nz/stories/SC1711/S00045/new-research-finds-herbicides-cause-antibiotic-resistance.htm

https://beyondpesticides.org/dailynewsblog/2018/10/roundup-other-herbicides-jump-start-antibiotic-resistance/

https://www.newsweek.com/antibiotic-resistance-occurs-100000-faster-herbicides-1168034

https://beyondpesticides.org/dailynewsblog/2015/03/common-herbicides-linked-to-antibiotic-resistance/

https://beyondpesticides.org/dailynewsblog/2017/11/herbicide-caused-antibiotic-resistance-not-regulated/

https://gmofreeusa.org/research/glyphosate/glyphosate-overview/

https://enveurope.springeropen.com/articles/10.1186/s12302-016-0070-0

https://www.panna.org/sites/default/files/dicamba-NCAP.pdf

https://yesilgazete.org/blog/2017/10/23/ciftciler-mahsullerini-tahrip-eden-monsanto-tarim-ilaci-dicambadan-sikayetci/

https://m.bianet.org/biamag/toplum/168595-tarladan-catala-glifosat-sorunu

 

Bu yazı aysebereket.wordpress.com/ dan alınmıştır

Ayşe Bereket

aysebereket.wordpress.com/

Twitter: @aysebereket

 

Antartika’nın deniz buzulları şarkı söylüyor!

Araştırmacılar Antartika’nın iklim değişikliği tehdidi altındaki dev buz sahanlıklarının rüzgâr altında “şarkı söylediğini” tespit etti.

ABD’de bulunan Colorado Devlet Üniversitesi’nden bir grup araştırmacının Amerikan Jeofizik Birliği’nin dergisi Geophysical Research Letters’da yayınladıkları makaleye göre, Antarika’nın en büyük  deniz üstü buzul alanı olan Ross Buz Sahanlığı, rüzgâr altında titreşerek insan kulağının duyamayacağı sürekli bir ses üretiyor.

Ross Buz Sahanlığı

Antartika’nın en büyük deniz buzulu olan Ross Buz Sahanlığı 500 bin kilometre karelik alanıyla Türkiye yüzölçümünün üçte ikisi kadar bir alanı kaplıyor. Küresel sıcaklık artışının buzullar üzerindeki etkisini araştıran bilimciler, rüzgârın buzul üzerindeki kar tümseklerinin üzerinden geçerken düşük frekanslı sürekli bir ses ürettiğini fark etmişler. Araştırma ekibinin başındaki jeofizikçi ve matematikçi Julien Chaput, ilk kez 2015’de kaydettiği sesleri 1200 kez hızlandırıp duyulur hale getirmiş.

Araştırmacıların buzul üzerindeki kar örtüsüne gömdüğü 34 adet duyarlı sismik alıcı, 2014-2017 arasında kayıt yapmış. Kayıtlarda beklemedikleri bir sürekli sesle karşılaşan araştırmacılar sonunda sesi duyulur hale getirmeyi başarmışlar. Araştırmayı yürüten Julian Chaput kaydedilen ses için “sanki buzul üzerinde birisi süreli olarak flüt çalıyor gibi” yorumunu yapıyor.

İşte araştırmacıların kaydettiği Ross Buzul Sahanlığı’nın şarkısı:

İklim değişikliği nedeniyle Antartika’daki deniz buzullarının eridiği ve inceldiği biliniyor. Daha önce Larsen B buzulunda görüldüğü gibi erime sonucunda bu deniz buzulları aniden parçalanıp buzdağlarına dönüşebiliyor. Ross Buzul Sahanlığı’nın parçalanmasının Antartika’nın kara buzullarını da harekete geçirip deniz seviyelerini metrelerce yükseltmesinden endişe ediliyor.

Haber: Ümit Şahin

(Science Daily, Yeşil Gazete)

AB için Trexit referandumu büyük bir şans olabilir – Eser Karakaş

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

Türkiye’nin son senelerde içine düştüğü makus talihini yenebilmek için kanımca olağanüstü bir fırsat doğuyor.

Malum, Büyük Krallığın (Büyük Britanya) AB’den ayrılma sürecine Brexit adı verildi, şimdi Türkiye’nin AB sürecine karar verecek bir referandum yapılır ise bu referanduma da muhtemelen Trexit denecek.

Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde TRT World Forum’da AB üyelik sürecimize ilişkin mesajlar verdi ve şunları söyledi: Sayın Merkel’e de onu söyledim, “ya almayacaksanız bize söyleyin, biz kendi siz de kendi yolunuza aynı devam edelim. Yani almayacağız da demiyorlar. Bu mantıkla giderse bize düşen de herhalde, gazetelere iyi manşet olur, 81 milyona gitmek, 81 milyon ne karar verirse ona bakmak”.

Erdoğan HaberTürk’e verdiği bu mülakat sonrası mülakatı gerçekleştiren tecrübeli gazeteci Muharrem Sarıkaya “Trexit zamanı” isimli bir yazı yazıyor ve şunu ifade ediyor: “Türkiye eninde sonunda Trexit sandığını kuracaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesinden yola çıkarsak bu yıl içinde olabileceği gibi yerel seçimle birlikte iki sandığın yan yana kurulabilmesi de olası”.

Türkiye seçmeni, bu kötü bir şey değil, kendi çıkarını aslında çok iyi gözeten bir seçmen.

2001 krizine kadar asla yüzde elliyi geçmeyen AB desteği krizin insanların üzerinden fakirlik, işsizlik olarak ağır bir biçimde geçmesinden kısa bir süre sonra yüzde yetmişlere ulaştı, hatta aştı.

Bu seçmen desteğini 2003 ile birlikte arkasına alan Erdoğan ve AKP AB yolunda önemli adımlar attılar, Kopenhag siyasal kriterleri yeterli ölçüde yerine getirildi, küresel piyasalara Türkiye AB’ye ilerliyor mesajı verildi, piyasalarda da para bolluğu vardı, yatırım geldi, ülke hızlı büyüdü, 2001 büyük krizinin yaraları çabuk sarıldı.

Bizim seçmen, doğrudur, kendi çıkarını iyi kollar, bu da iyi bir şeydir ama biraz da unutkandır.

Bu alanda unuttuğu ya da kafasında çok iyi oturtamadığı temel mesele 2003 sonrası uygulanan politikalardan sapıldığı ölçüde 2001 krizi ya da başka yapıda bir krizin tekrar yüzünü göstereceği gerçeğidir.

Bugün yaşanan krizin en dibinde aslında hukuk-siyaset krizi yatmaktadır, çok net iddia edebilirim, Kopenhag kriterlerinden sapılmayıp kamu ihale rantlarından da kamu çıkarı için vazgeçilip AB süreci kesintiye uğratılmasa idi, bugün Türkiye’de kriz ortamı olmazdı.

Doğrudur, Erdoğan güçlü seçmen desteği olan bir liderdir ama şunu da unutmayalım ki aynı Erdoğan bu yerel seçimlere ve beraber yapılırsa AB referandumuna çok yüksek enflasyon, çok yüksek faizler, çok düşük büyüme ve yüzde on beşe dayanacak tarım dışı işsizlikle girecektir ve bu durum Erdoğan için de çok yenidir.

Bu kez çok iyi ve kapsamlı bir kampanya ile, yerel seçimleri kastetmiyorum, yapılma ihtimali olan AB referandumundan yüzde ellinin epey üzerinde AB istikametinde güçlü bir evet çıkarsa Türkiye‘de her şey çok büyük bir hızla, sanki bir sihirbaz sopası değmiş gibi değişmeye başlayabilir.

AB kriterlerinin eksiksiz yerine getirilmesi için ülke içinde bugün epey cılız çıkan muhalif sesler moral bulacak ve çok daha güçlü bir biçimde kendilerini ifade etmeye başlayacaklardır.

Türkiye’ye bugün dışarıdan gelen muhalefet de çok netleşmemiş, ortak bir ekseni olmayan bir muhalefettir ama şayet Türkiye seçmeni AB için güçlü bir evet oyu kullanır ise program netleşecek, yönetime yönelik iç ve dış muhalefetin ekseni belirgin hale gelecektir.

Hepsinden önemlisi ise yönetime, başkanlığa, tek adamlığa yönelik potansiyel muhalefet kendine bu andan itibaren izlenecek çok güçlü bir yol haritası çizmiş olacaktır.

Yapılması gerekenler bellidir.

Erdoğan’ın belki de blöf olarak ortaya attığı bu AB referandumu meselesine sahip çıkılmalı, destek verilmelidir.

Böyle bir referandum çok şikayet edilen bir durumun da adeta ilacı olur, çok farklı kesimler bu kez beraber hareket etmek için çok güçlü bir ortak yol bulmuş olurlar.

Kürtlerin çok güçlü bir biçimde, adeta homojen bir tavırla evet demesi sağlanmalıdır.

Kriz ortamının getirdiği sıkıntılara karşı yegane KALICI çözümün AB süreci olduğu çok güçlü vurgulanmalıdır.

Belki de ilk kez Erdoğan stratejik bir siyasi hata yapmaktadır.

Siyaset demek de bu hataları iyi değerlendirmek olmalıdır.

Herkesin bir kez daha kollarını AB için sıvama vaktidir.

Bu çağrım daha özgür, daha zengin ve daha güvenli bir Türkiye isteyen herkesedir.

Eser Karakaş – Artı Gerçek

“İklim değişikliğine neden olan olumsuz insan etkisini azaltma konusunda ahlaki yükümlülüğümüz var”

TEMA Vakfı Türkiye’yi de yakından ilgilendiren ve iklim değişikliği müzakereleri kapsamında kritik öneme sahip, Paris Anlaşması Kurallar Kitabı’na nihai halinin verileceği COP24 (3-14 Aralık 2018) öncesi bir basın toplantısı düzenledi.

Toplantının ana gündem maddesi 8 Ekim’de Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nde (IPCC) açıklanan “Küresel Isınma Bir Buçuk Derece Özel Raporu”ydu.

İklim değişikliğinin etkilerini azaltabileceğimizi bilimsel olarak anlatan raporda buna ulaşmanın yolunun küresel ısınmayı 2 derecede değil 1,5 derecede snırlamak olduğu vurgulanmıştı.

Basın toplantısında Barış Özcan’ın sunduğu “Geri dönülemeyecek o noktaya sadece 12 yıl kaldı!” başlıklı video izletildi

Raporda sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun önlenmesi konusu dikkat çekiyor

IPCC başyazarlarından, TEMA Vakfı Bilim Kurulu Üyesi, BÜ İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş ve TEMA Vakfı Çevre Politikaları ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Özgül Erdemli Mutlu raporun içeriğine dair önemli noktaları, Türkiye’nin neden hâlâ Paris Anlaşması’na taraf olmadığınına ilişkin görüşlerini ve iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için acilen atılması gereken somut adımları paylaştı.

Prof. Dr. Murat Türkeş, raporda verilen ana mesajları 4 başlık altında topladı: Bir buçuk derecelik küresel ısınmanın anlaşılması, öngörülen iklim değişiklikleri, potansiyel etkiler ve bağlantılı riskler, bir buçuk derece ile uyumlu salım yolları ve sistem geçişleri ve sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluk bağlamındaki çabaların kuvvetlendirilmesi.

Raporun, sıcaklık artışının 2 derece yerine 1,5 derecenin altında sınırlandırılması ile iklim değişikliğinin birçok etkisinin azaltılabileceğini ortaya koyduğunu ifade eden Türkeş, “Örneğin sıcaklık artışının 1,5 derecede sınırlandırılması, 2100 yılı itibariyle deniz seviyelerinin sıcaklık artışının 2 derecede sınırlandırılması senaryosuna göre 10 santimetre daha az yükselmesi anlamına geliyor. Rapor sıcaklık artışını 1.5 derece ile sınırlandırmanın, enerji, endüstri, binalar, ulaşım, şehirler ve arazi kullanımında hızlı ve kapsamlı dönüşümleri gerektirdiğini vurguluyor. Küresel sera gazı emisyonlarının 2030 yılında 2010 yılına göre net olarak yüzde 45 azaltılması ve 2050 yılı itibariyle net olarak sıfırlanması gerekiyor. İklim değişikliğine karşı Türkiye de diğer ülkelerle birlikte aynı kaderi paylaşıyor. Ülkemizde gözlenen hava sıcaklıklarındaki hızlı değişmelere ek olarak, iklim modelleri gelecekte Türkiye ve bölgesindeki hava sıcaklıklarında önemli ve hızlı artışların olacağını gösteriyor” açıklamasında bulundu.

Yoksulluk ve eşitsizlik konusunun Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 3. çalışma grubu raporunun ana çıktılarını oluşturduğunu hatırlatan Türkeş, “İklim değişikliği koşullarında özellikle yoksul ülkelerdeki salgın hastalıkların artması, su kaynaklarına erişim, su kıtlığı yaşanabilecek alanların giderek artması ve su kaynaklarına ulaşma konusundaki bölgesel ve toplumsal sorunların artması gibi konular zaten çok uzun zamandan beri tartışılıyordu. Rapor bize bunu günümüzle 1, 5 santigrat derece ve 2,5 santigrat derece ile karşılaştırarak veriyor.” diyor.

Sürdürülebilir kalkınma hedefi olarak yenilenebilir enerji

Raporun sürdürülebilir kalkınma bağlamındaki önemine değinen Türkeş, yenilenebilir enerji gibi yeni teknolojilerin Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine erişilmesine yardımcı olacağının da altını çiziyor.

2018 Aralık ayında Katoviçe-Polonya’da yapılacak 24. Taraflar Konferansı yaklaşırken şimdiye kadar Türkiye’nin Paris Anlaşması’na neden taraf olmadığı sorusunu yanıtlayan Prof. Dr. Murat Türkeş, Türkiye’nin iklim müzakerelerine yönelik mevcut politikasından farklı hareket etmeyeceği görüşünde.

Türkiye’nin iklim değişikliği ile ilgili mücadele kapsamındaki uluslararası görüşme süreçlerindeki etkisi ve ona bakış açısı başlangıçtan beri şöyle özetlenebilir. Türkiye bir OECD ülkesidir. AB’ye üye olmak istemektedir ama aynı zamanda nüfusu hızla artan ve istihdam sorunları yaşayan ve fosil yakıtlara bağımlı bir ülkedir. Aynı zamanda gelişmekte olan bir ülke olduğu için iklim değişikliği görüşmeleri sonucunda ortaya çıkan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Kyoto Protokolü ve onun uzantısı şimdi de Paris Anlaşması’ndan hiçbir yükümlülük almamalıdır. Aslında başından beri ana çizgi budur. Şu an Türkiye’deki iklim değişikliği politikası aşağı yukarı 2001’lere kadar süren o sürece yeniden geri dönmüş gibi. Yani Türkiye Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli ne söylerse söylesin, ülkede ne yaşanırsa yaşansın, bu iklim değişikliği çerçeve sözleşmesi ve diğer yeni antlaşmalardan yükümlülük almamalıdır. Bu değişmedi aslında. Arada taraf olduk ama o sizi yanıltmasın. Türkiye Cumhuriyeti, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne fiili dönem geçtikten sonra taraf olmuştur. Kyoto Protokolü’ne de 1997’de Türkiye Cumhuriyeti sözleşmeye taraf olmadığı için herhangi bir yükümlülük almadan ve Kyoto Protokolü’nün eklerinden yer almadan taraf olmuştur. Yani ikisinin de fiili açıdan süreleri geçmek üzereydi.”

“İklim değişikliği üzerindeki olumsuz insan etkisini azaltma konusunda bir ahlaki yükümlülüğümüz var”

Yine çok tartışılan bir konu var. Türkiye Cumhuriyeti’nin özel durumu. Bu Lahey Konferansı ve Marakeş Anlaşması’yla Türkiye diğer EK1 ülkelerinden farklı kendi özel durumu kabul edilen ülke durumundaydı. Dolayısıyla OECD ülkesi durumundan çıktı fakat EK1 ülkesi olarak taraf kaldı. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti EK1 ülkesi olmak istemiyor. Yükümlülük açısıdan anlatmak istiyorum, tıpkı Afrika’da gelişmekte olan bir ülke gibi taraf olmak istiyor. Özeti bu. Bunu istediğimiz gibi yorumlayabiliriz ama çizgi böyleydi. İklim değişikliği çerçeve sözleşmesi hala çerçeve yükümlülükler içeren bir anlaşma. İklim değişikliğine neden olan olumsuz insan etkisini azaltma konusunda bir ahlaki yükümlülüğümüz var. Yani ilkelerine tabiiyiz. Kyoto’da yükümlülük almadık. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti hiç yükümlülük almadan yola çıkıyor gibi düşünmek de yanlış. Bir yandan da biz temel ilkelere bağlıyız. Çünkü antlaşmaya tarafız biz. İklim değişikliği sözleşmesinin nihai hedefi iklim değişikliğiyle mücadele ve iklim değişikliğini ortadan kaldırmak, sürdürülebilir kalkınmaya ulaşmak değil mi? Sonuçta biz onun ilkelerine tabiyiz Ama Paris Anlaşmasıyla birlikte şöyle bir değişiklik oldu. Paris Anlaşması, sözleşmenin kendi ve Kyoto Protokolü’nden farklı olarak zorunlu sera gazı salım azaltma yükümlülükleri ya da herhangi bir zorunlu yükümlülük dile getirmiyor.”

“Türkiye’nin politikasında bir değişikliklik olmadı”

“Türkiye’nin Katoviçe’deki toplantıya kaç kişiyle katılırsa katılsın politikasında bir değişiklik olmadığı şeklinde yorumlamak istiyorum. Türkiye bu dileğini yerine getirebilir mi çok emin değilim ama gelişmekte olan ülkeler ve özellikle büyük gelişmiş ülkelerin bazıları Türkiye’nin EK1’den çıkmasına başından beri karşıydı. Bu talebin kolay olmayacağını düşünüyorum ama öte yandan Paris Anlaşması’nın gevşek yasal düzenlemeleri, doğası gereği Türkiye’ye bu anlamda da bir yaptırımda bulunmak mümkün değil gözüküyor. Ancak uluslararası antlaşmalar, ticaret antlaşmaları, Türkiye- Avrupa Birliği ilişkileri gibi konularda Türkiye’nin diğer birçok konuda olduğu gibi önüne getirilecek. Bir tartışma konusu olduğunu düşünüyorum.”

Türkiye’nin acil atması gereken somut adımlar neler?

İklim değişikliğinin etkilerini azaltmak yolunda atılması gereken somut adımlar ise şu şekilde paylaşıldı:

1-) İklim değişikliği açısından yurttaşların çok ciddi şekilde bilinçlendirilmesi.

2-) Fosil yakıtlara dayalı sanayi ve enerji sisteminden daha az fosil yakıt tüketen, enerjide özellikle yenilenebilir enerji kaynaklarını önemseyerek birincil enerji tüketimi içerisinde yenilenebilir payını artırabilmek için yasal düzenlemelerin yapılması.

3-) Özellikle kamu ve özel sanayi sektörlerindeki sera gazı salımlarıyla mücadelede kapsamında yapılan yasal düzenlemelerin çok ciddi düzeyde uygulanması ve denetlenmesi.

“Sanayi, enerji ve ulaşım sektörümüzdeki emisyonlara bakıp buna yönelik iyileştirmeler yapılması gerekiyor”

TEMA Vakfı Çevre Politikaları ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Özgül Erdemli Mutlu, vakıf olarak amaçlarının Paris Anlaşması’nın onaylanması olduğunu, onaylanmasa bile Türkiye’de iklim değişikliği üzerine çalışan örgütler ve sivil toplum kuruluşlarının bu konuyla ilgili çalışmalarına devam edeceklerini söyledi.

“ABD anlaşmadan çekilse de eyaletler iklim değişikliğine karşı hareket etmeye devam ediyor. Türkiye’de öncelikle yapılması gerekenler enerjiden kaynakları emisyonların azaltılması. Şu anda Türkiye’de sera gazı emisyonlarının ortalama yüzde 70’den fazlası enerji sektöründe. Birincil olarak odaklanılması gereken enerji sektöründeki yapısal değişiklikler. Endüstriye, genel sanayiye baktığımızda, sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 12,6’sı endüstri kaynaklı. Üçüncü olarak da tarım var. Sanayi, enerji ve ulaşım sektörümüzdeki emisyonlara bakıp buna yönelik iyileştirmeler yapılması gerekiyor. Emisyonların azaltılması ve azaltım politikası olarak ağaçlandırma önemli”

Türkiye Paris Anlaşması’nı onaylayarak harekete geçmeli

Politikaların başarıya ulaşması için Paris Anlaşması’na taraf olmanın ve anlaşmanın gerekliliklerini yerine getirmenin aciliyet taşıdığının altını çizerek sözlerini sürdüren Mutlu, “Türkiye’nin 2018 yılı sonunda Polonya’da yapılacak 24. Taraflar Konferansı’ndan önce, “Ulusal Katkı Niyet Beyanı”nı güncellemesi, azaltım hedefini yeniden belirlemesi, iklim değişikliğine uyumu hedeflerine dahil etmesi ve Paris Anlaşması’nı acilen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylaması gerekiyor. Türkiye’nin iklim hareketinde söz sahibi olması, ancak azaltım ve uyum alanında birbirini tamamlayan ulusal-yerel politikaların eş zamanlı gerçekleştirilmesi ile mümkün olacaktır” diyor.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) nedir?

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, iklim değişikliği ile ilgili bilimsel değerlendirmeleri yapan çalışma grubudur. 1988’de Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler (UNEP) tarafından kuruldu. Panel, iklim değişikliğinin bilimsel temelleri, etkileri ve gelecek riskleri, adaptasyon ve azaltım çalışmaları ile ilgili düzenli bilimsel çalışma ve bilgi aktarımının yapılmasını amaçlıyor.

1,5 Derece Küresel Isınma Bir Buçuk Derece Özel Raporu’nun orijinaline buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz

Küresel Isınma Bir Buçuk Derece Özel Raporu: Hızlı ve benzeri görülmemiş değişiklikler gerekli

350.org iklim değişikliğine halkın gözünden baktı: Halkın bir buçuk derece dosyası

James Hansen açıkladı: 1 derece ısınma kalıcı olarak geçildi, El Niño geliyor!

İklim Haber’den ‘Küresel ısınma #bibucuktakalsın kalsın’ kampanyası

‘İklim değişikliğine karşı gerekenler yapılmadıkça Medicane türü fırtınaların sıklığı artacak’

İklim felaketleri Türkiye’de de artıyor

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Kanadalılar yasal esrar için kuyruğa girdi

Kanada, G20 ülkeleri arasında keyif amaçlı esrarı yasallaştıran ilk ülke oldu. 17 Ekim gece yarısı başlayan uygulamadan yararlanmak isteyen Kanadalılar, satış yapan dükkanların önünde soğuğa aldırmadan uzun kuyruklar oluşturdu.
Ülkenin en doğusundaki St. John’s kentinde onlarca kişi soğuğa aldırış etmeden gece yarısına kadar esrar mağazası önünde bekledi. “Tweed” adlı mağaza ise bu özel gün adına saat 00.00’da kapılarını ilk müşterilerine açtı.

Saat 20.00’dan itibaren sırada bekleyen Ian Power adlı Kanadalı, “Yasallaştığında ilk gram esrarı satın almak hayalimdi ve şimdi buradayım. O kadar heyecanlıyım ki kendimi bulutların üstünde hissediyorum, kendimi gülümsemekten alıkoyamıyorum. Üşümüyorum. Dışarısı buz gibi ama ben üşümüyorum.” dedi.

Esrarın yasallaştığı ikinci ülke

3 yıl önce göreve gelen Başbakan Justin Trudeau’nun seçim kampanyası sırasında vaatlerinden biri esrar kullanımının yasallaşmasıydı. Kanada böylelikle dünya üzerinde keyif amaçlı esrar kullanımına izin verildiği ikinci ülke oldu. 2013’te Uruguay’da da bu amaçla bir yasa geçirilmişti.

Amerika Birleşik Devletleri’nde ise başkent Wasington D.C.’de ve Kaliforniya dahil sekiz eyalette keyif amaçlı esrar kullanımı yasallaşmıştı. 1 Ocak 2018’de, Kaliforniya dünya üzerindeki en büyük yasal esrar pazarı haline gelmişti.

Hollanda ve İspanya’da ise esrar kullanımına cezai yaptırım uygulanmazken, tıbbi amaçlı esrar satışına da izin veriyor.

Halkın yüzde 16’sı kullanıyor

Resmi istatistiklere göre 2017 yılında Kanada nüfusunun yüzde 16’sı esrar kullandı.

Esrar pazarına girmek isteyen yatırımcılarsa, Toronto Borsası’na bu sektörde çalışan firmalara milyarlarca dolar değerinde yatırım yaptı.

Diğer yandan yeni karara karşı çıkan muhafazakar muhalefet partisi ve bazı doktorlar, esrar kullanımın sağlık üzerinde sorunlara neden olacağını açıkladı. Başbakan Trudeau ise yeni önlemlerin yasa dışı esrar satışını sonlandırarak suç örgütlerinin bu sayede para kazanmasına engel olunacağını savundu.

(Euronews)