Ana Sayfa Blog Sayfa 2700

Endonezya depreminde ölü sayısı 2 bin 100’ü geçti

Endonezya’da 28 Eylül’de meydana gelen 7.4 büyüklüğündeki depremde hayatını kaybedenlerin sayısı cumartesi günü yapılan resmi açıklama itibarı ile 2 bin 113’e yükseldi. Endonezya Ulusal Afet Yönetimi Kurulu Sözcüsü Sutopo Nugroho, 1309 kişinin kayıp olduğunu duyurdu. Yaklaşık 1700 kişinin Palu kentinde hayatını kaybettiği kaydedildi.

Sulawesi Adası’nda meydana gelen depremde yaklaşık 225 bin kişinin ev ve işyeri zarar görürken 4 bin 600 kişi yaralandı. Deprem tsunamiye yol açarken dalgaların zemini kaydırması sonucunda binalar sulara gömüldü.

Sivil savunma yetkilisi Nugroho depremin vurduğu bölgelerde “elektrik ve iletişim ağlarının yeniden kurulduğunu ve yüzde 100’e yakın oranda tekrar işlemeye başladığını” söyledi. Benzin istasyonları, süpermarketler ve bankaların da faaliyete geçtiği kaydedildi.

Palu’da enkaz altında cansız bedenlerin olduğuna inanılan bölgelerde salgın hastalıkları önlemek için geçen hafta uçakla su ve dezenfektan sıkıldı. 12 Ekim’de resmi olarak arama kurtarma faaliyetlerine son verilirken enkazın altında hâlâ cansız bedenler bulunduğu tahmin ediliyor.

Endonezya’daki SOS Çocuk Köyleri Başkanı Gregor Nithardjo da deprem sonrası çocuklara yönelik tehlikeye dikkat çeken bir açıklama yaptı. Endonezya’da her yıl yaklaşık 100 bin çocuk, yasadışı şebekeler tarafından kaçırılarak fuhuşa ve köleliğe zorlanıyor. “Sulawesi’deki mevcut kaos, insan kaçakçılarının işini özellikle kolaylaştırıyor” diyen Nithardjo “Acil durum kamplarında çocuklar yetişkinlerle birlikte kalıyor” dedi.

Özellikle ebeveynlerini kaybetmiş çocukların tehlike altında olduğunu belirten Nitihardjo, kurum olarak şu anda 5 bin çocuğun refakatçisinin olmadığını tahmin ettiklerini söyledi.

(DW)

AKP’nin seçtiği HDP adayı için yeni seçim!

AKP oylarıyla seçilen HDP’nin “tavşan aday”ı için yeniden seçim yapılacak.

Kişisel verilerin korunmasını sağlamak ve buna yönelik farkındalık oluşturarak bilinç düzeyini geliştirmek amacıyla kurulan Kişisel Verileri Koruma Kurulu’nun dokuz üyesinden 5’i Meclis’te partilerin sandalye sayılarına göre seçimle belirleniyor. HDP 25 Temmuz’da yapılacak seçimde, partisine düşen bir üyelik için Genel Kurul’a 2 isim bildirdi. İlk sırada seçilmesi istenen Bayram Arslan, ikinci sırada ise “tavşan aday” olarak yorumlanan Abbas Kılıçoğlu vardı. Siyasi nezaket HDP’nin ilk sırada gösterdiği adayın seçilmesi bekleniyordu. Ancak öyle olmadı. AKP’de bir grup, örgütlenerek gizli oylamada ikinci sıradaki adayın seçilmesini sağladı. Böylece “tavşan aday” kurul üyesi yapıldı. Bu durum HDP’nin tepkisine yol açtı, konu Meclis Başkanı Binali Yıldırım’a iletilerek, “Siyasi nezakete uyulmadı. Bu davranış gelecek oylamalar için de risk oluşturuyor” denildi. Yıldırım’ın da, “Ben de rahatsız oldum. Gerekli girişimlerde bulunacağım” dediği öğrenildi. İşte bu gelişmeden sonra kurula seçilen “tavşan aday” istifa etti. Bu hafta yeni bir seçim yapılacak ve HDP’nin kurul üyeliği için gösterdiği Bayram Aslan’ın seçilmesi istenecek. Bakalım siyasi nezaket yerini bulacak mı?

(Gazete Duvar)

TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu: Piyasa yavaşladı, para dönmüyor

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, bir süredir ekonomide çalkantı yaşandığını söyledi.

Rifat Hisarcıklıoğlu, döviz, faiz, enflasyonun üçünün birden yükseldiğini ifade etti.

“Piyasada gözle görülür bir yavaşlama var, para dönmüyor” diyen Hisarcıklıoğlu, sözlerine “TOBB olarak odalar ve borsalarımız vasıtasıyla piyasaların nabzını ilk elden tutuyoruz. Sıkıntıları tek tek anlatıyoruz. Sonra bunları Cumhurbaşkanımıza, hükümetimize, bakanlarımıza iletiyor ve acilen önlem almasını talep ediyoruz” diye devam etti.

Cumhuriyet’te yer alan habere göre Hisarcıklıoğlu, Çorum İli Odalar ve Borsalar Müşterek İstişare Toplantısı ve Ödül Töreni’nde yaptığı konuşmada, iş dünyası ile finans sektörünün aynı gemide olduğunu söyledi.

Hisarcıklıoğlu, şunları kaydetti:

— Herhangi birimize bir şey olursa, yani bize bir şey olursa onlara olur, onlara bir şey olursa bize olur açık söyleyeyim. Eldekini muhafaza etme dönemi. Tüccar ve sanayicimizin ticaret, üretim ve istihdam kapasitesini korumamız lazım. Kapanan her bir işletme, üretimi durduran her bir fabrika hepimizin, 80 milyonun kaybı demektir. Bizler her gün faizlerle, kurlarla ve her gün karşımıza çıkan farklı bürokratik mevzuatla mücadele halindeyiz. Bin bir türlü sıkıntı yaşarken devletimizden tek istediğimiz var, yanımızda olduğunuzu göstermesidir.

Kaşıkçı cinayeti ve devlet-yurttaş arasındaki ‘güven’ ilişkisi – Taner Akçam

Bu yazı ahvalnews.com sitesinden alındı

Soykırım, kitlesel katliamlar gibi konularda sıkça sorulan bir soru vardır: Her hak ihlalinde müdahale edilemeyeceğine göre, bu tür katliamlara hangi durumlarda müdahale edilmelidir? Bir sınır var mıdır, varsa nedir?

Konuya kesin cevap vermek pek mümkün değildir ama ünlü siyaset bilimci, filozof Michael Walzer’a atfedilen, fakat kökü çok eskilere giden bir deyiş tekrarlanır: Eğer ihlal, ‘insanlık vicdanını şoka uğratacak’ boyutlarda ise müdahale edilmelidir.

İnsanlığın vicdanını şoka uğratacak eylem nedir, sorusunun da kesin bir cevabı yok tabii ki…

Ama gene de bir sınıra işaret ediyor.

İddiam odur ki, Kaşıkçı cinayetinin böyle ‘şok edici’ bir boyutu var. ‘İnsanlık vicdanından”’ çok daha ötede, insanların toplu olarak bir arada yaşamaları konusunda yarattıkları tüm değer ve kurumları, özellikle devletin devlet olarak var olmasına ilişkin en temel kuralı yıkan, bu anlamda ‘şoka uğratan”’ bir cinayet bu…

Konu hakkında basında çıkan yazılarda bu ‘şok edici’ boyutun altı yeteri kadar çizilmiyor. Cinayet, devletlerin bilebildiğimiz benzeri cinayet ve usulsüz davranışlarından bir başkası olarak görülüyor ve onlarla kıyaslanıyor.

Örnek olarak verebileceğim bir yazı Sayın Oya Baydar tarafından kaleme alınmış. Baydar, tüm yazısını Kaşıkçı cinayeti ile Osman Kavala’nın tutuklanmasını üzerine kurmuş ve bu iki olayı kıyaslayarak aralarında büyük bir fark olmadığını iddia ediyor. Baydar’a göre ortada ‘nitel değil sadece nicel fark’ var.

Benim iddiam tam aksi yönde, bu iki olgu arasında ciddi bir nitelik farkı vardır. Kaşıkçı cinayetinin, bir tek Kavala olayı ile değil, devlet eliyle işlenmiş birçok başka cinayetten de nitelik olarak farklı tarafı vardır. ‘Şok’ kavramını kullanmam da bu nedenle…

Kavala olayında bir ‘ihlal”’ söz konusudur. ‘İhlal’ iddiası ise ancak bir ‘normalin’ varlığının kabulü üzerinden yapılabilir. Yani Kavala’nın tutuklanmasına itiraz edebilmemiz için bir ön varsayımımız olmak zorunda.

Bu ön varsayım da şudur: Hukuk sistemi dediğimiz bir sistem vardır, bu sistem bazı kurallara göre işler ve herkes de bunu kabul eder. Devlet denen yapı bu hukuk kurallarına dayanır ve devlet, eğer birilerini gözaltına alacak ve/veya tutuklayacaksa, bunu kabul edilmiş kurallara göre yapmak zorundadır.

Osman Kavala’nın bir yıldır içerde tutulmasına yaptığımız itiraz, bu temel ilkelere riayet edilmediği, bir ihlalin söz konusu olduğu itirazıdır. Aynı kurallara bağlı olmasını istediğimiz karşı tarafa, ‘kurallara uy’ uyarısı veya eleştirisinde bulunuyoruz.

Kaşıkçı olayında olmayan budur. Veya daha doğrusu, Kaşıkçı cinayeti, Kavala konusunda, varlığı tartışmasız kabul ettiğimiz ve eleştirimizin temelini oluşturan bir ilkenin dinamitlenmesidir. Bir devlet, normal olarak yapmasını beklediğimiz bir şeye uymamanın ötesinde, bu normali dinamitlemektedir.

Elbette, tek bir örnekten kalkarak böyle bir fark inşa etmek zordur. Kaşıkçı cinayetinin de üstü örtülebilseydi, bildiğimiz diğer sıradan cinayetlerden birisi olacağı iddia edilebilir. Fakat ben cinayetin bir konsoloslukta hem de fazlasıyla göstere göstere işlenmiş olmasında, bu cinayeti işleyenlerin, devletin devlet olarak nasıl davranması gerektiğine ilişkin normu dinamitlemeyi göze aldıklarını okuyorum.

Konuyu bir başka kavramla anlatayım: Güven.

Kavala’nın tutukluluk süresine yaptığımız itiraz, kurulmuş bir güven ilişkisini ön varsayar. Bu güven ilişkisinin tesis edilmiş olduğu var sayılmadan, bu itiraz yapılamaz. Söz konusu olan güven, bir toplumu oluşturan bireylerle devlet arasında kurulmuş sosyal-siyasal güvendir, antlaşmadır. Devlet, vatandaşlarıyla yaptığı bir güven sözleşmesi sayesinde onlar adına hareket eder.

Antik Yunan’dan günümüze devlet felsefesi üzerine yapılan tüm tartışmaların esası da budur. Belki, Aydınlanma dönemine kadar bu güven ilişkisi daha çok kişiler veya dinler etrafında veya tarafından kurulmuştu ve Aydınlanma ile birlikte bu güven kurum ve kurallara devredildi. Ama sonuçta her dönem için, farklı temellendirilse bile, devletin varlığını sürdürebilmesi için güven ilişkisi esastır.

Güveni, düşünmeye bile gerek görmeden kabul ettiğimiz alışkanlıklar olarak tanımlayabiliriz. Lokantaya yemek, bankaya para işleri için, devlet dairesine evrak almak için gidersiniz. İstediğiniz serviste eksik, hata veya yanlışlıklar varsa, beklenti ve alışkanlıklarınıza denk düşmediği için, itiraz edersiniz.

Yani topluluk olarak bir arada yaşamak ve günlük hayatımızı organize edebilmek için karşımızdaki kişi veya kurumun nasıl davranacağı konusunda herkes tarafından kabul edilen bir normalliğin yaratılmış olması gerekir.

Normallik bir itimada dayanır ve bu itimat sonucu karşınızdakinin nasıl davranacağını önceden kestirebilirsiniz. Normallik, itimat ve önceden kestirebilirlik olmadığı durumlarda ortak yaşam da mümkün değildir. Devlet dediğimiz yapının esası budur.

Kaşıkçı cinayeti ile ortadan kalkan işte bu yapıdır, iddiasındayım. Bu nedenle, benzerlerinden esasta farklıdır, diye düşünürüm. Konsolosa evrak almaya giden kişi parçalarına ayrılmaz. Devlet dairesine işlem yapmaya giden vatandaş öldürülmez.

Devletlerin, işledikleri cinayetlerde dahi bu güven ilişkisini bildikleri ve esas aldıklarını söyleyebiliriz. Kuralların varlığı ve onlara uyulması gerektiği bilinir. Riayet edilmediği durumlarda, saklama, gizleme ve inkâr etme yollarına başvurulur. Nitekim Suudiler da bu yola gitmeyi deneyeceklerdir ama bence artık çok geç.

Kitlesel imhalarda bile bu güven kuralının titizlikle korunmaya çalışıldığı kanaatindeyim. Güven ilişkisi esas alınarak, imha edilecek grubun güvenilmez olduğu önceden ilan edilir. Yani imha edilecek topluluk önceden bilinir hale getirilir ve niçin güvenilmez oldukları anlatılır.

Onlar vücuttaki kanserli hücre, zararlı unsur veya böcektirler vb. ve devlet ile vatandaşı arasında kurulan güven ilişkisi çemberi dışına çıkartılmaları gerekir.

Naziler, Yahudileri imha etmeden önce, Alman vatandaşı olanları vatandaşlıktan çıkarttılar. Doğu Avrupa Yahudileri ise zaten vatandaşları değil ‘düşman’ idiler. Benzeri uygulama Ermeni Soykırımı’nda da yapıldı. Ermeniler, toplu olarak devletin koruma garantisi altına alınan grup olmaktan çıkartıldı. Devletin ve onun sadık vatandaşlarının varlığı için tehdit telakki edildiler.

Yani devletler, bu tür cinayetleri işlerken bile, vatandaşı olarak tanımladığı insanlarla yarattığı ‘güven ilişkisini’ korumaya özen gösterirler. Naziler Alman ırkından vatandaşlarıyla, Osmanlı-Türk yöneticileri Müslümanlarıyla kurduğu güven ilişkisini esas aldılar. Kaşıkçı cinayetinde ise, soykırımlarda bile korunmaya dikkat edilen bu ilke imha edildi. Devletin kendi varlık gerekçesi sorgulandı.

Kavala örneğinde, “nasıl olur da bir insan sorgusuz sualsiz bu kadar tutuklu kalır”, derken, devlet denen kurumun, vatandaşlarıyla kurduğunu varsaydığımız güven ilişkisine dayanarak itirazımız yapıyoruz. Yani eleştirimiz, devletle yapmış olduğumuz sözleşmenin kendisine değildir; sadece devletin bu sözleşmenin gereğini yerine getirmediğinedir.

Kaşıkçı cinayetindeki fark buradadır. Suudiler, belki bilerek ve hesap ederek, belki pervasızlıkları nedeniyle, devlet denen kurumun temel varlık ilkesini dinamitlemişlerdir. ‘Öteki’ veya ‘hain’ olarak ilan etmedikleri bir vatandaşlarını, bir evrak vermek için konsolosluğa çağırmış ve parçalarına ayırmışlardır. Bundan sonra her vatandaş, kendi konsolosluğuna giderken, “öldürülüp parçalarıma ayrılabilirim” endişesine kapılma hakkına sahiptir.

Bu nedenle, ben devletlerin vatandaşları ile kurdukları güven ilişkisini sorgulayacak bu tür bir uygulamaya seyirci kalmayacaklarını tahmin ediyorum. Alınacak tavrı yeterli bulmayabiliriz ama hangi tavır alınırsa alınsın, bunun devlet-vatandaş güven ilişkisinin sarsılmasının engellenmesi için yapılacağı kesindir.

“Hiçbir şey olmaz unutulur gider” de denebilir. Doğrudur, belki de öyle olur ama bu cinayetin, eğer bir tavır alınmazsa, en azından modern toplumlarda devlet-toplum ilişkilerinde uzun dönemde doğması olası bir krizin en önemli habercilerinden birisi olacağını söyleyebilirim. İnsanlık, bir devlet etrafında güven ilişkisi yaratmazsa kendi geleceğini koruyamaz. Ve devletler, bu güven ilişkisi olmadan varlıklarını sürdüremezler. Kaşıkçı olayı bundan dolayı benzerlerinden ayrılıyor.

Taner Akçam – Ahval

Engelsiz Filmler Festivali’nde ödüller sahiplerini buldu

Kültürel hayata eşit katılımın yaygınlaşması amacıyla hayata geçen ve bu yıl altıncısı düzenlenen Engelsiz Filmler Festivali’nin Engelsiz Yarışma bölümünde yarışan filmlerin ödülleri, 20 Ekim Cumartesi günü Goethe-Institut Ankara’da gerçekleşen Ödül Töreni’nde sahiplerini buldu.

Sunuculuğunu gazeteci-yazar Sevim Gözay’ın üstlendiği Ödül Töreni’ne programda yer alan film ekipleri, festival destekçileri, Klappe AUF! Kısa Film Festivali temsilcilerinin yanı sıra birçok davetli isim ve basın mensubu katıldı.

Sesli betimleme ve işaret dili çevirisiyle gerçekleşen törende ilk olarak 3 farklı şehirde sinemaseverlerle buluşan Festival’in altıncı yılında neler yaşandığına dair tanıtım filmi izlendi. Tören, oyuncu Nursel Köse, yönetmen Ramin Matin ve sinema yazarı Murat Özer ile seyircinin belirlediği Engelsiz Yarışma ödüllerinin açıklanmasıyla devam etti.

Seyirci Özel Ödülü: İşe Yarar Bir Şey

Törende Engelsiz Yarışma Ödülü’nün ilk sahibi 696 izleyici oyu ile Seyirci Özel Ödülü’ne layık görülen, yönetmenliğini Pelin Esmer’İn üstlendiği “İşe Yarar Birşey” filmi oldu. Festivalin yakın takipçilerinden Esra Güleç’in takdim ettiği ödülü Pelin Esmer adına, filmin senaryo yazım sürecine de tanıklık eden İrfan Altıntaş aldı. Altıntaş teşekkür konuşmasında, Seyirci Özel Ödülü’nün filmin senaristleri Pelin Esmer ve Barış Bıçakçı için özel bir anlam ifade ettiğini dile getirerek seyirciye teşekkürlerini iletti.

En İyi Senaryo Ödülü: Sofra Sırları

Bir diğer Engelsiz Yarışma Ödülü olan En İyi Senaryo, yönetmen ve senaristliğini Ümit Ünal’ın üstlendiği “Sofra Sırları” filminin oldu. Engelsiz Filmler Festivali Yönetmeni Emrah Kalan’ın açıkladığı ödülü, filmin yapımcısı Sinan Yabgu Ünal aldı. Ünal, teşekkür konuşmasında ilk olarak filmleri evrensel hale getiren ve filmlerini kendilerinin ulaşamayacakları kitleye ulaştıran Engelsiz Filmler Festivali’ne ve Festival’e katılan seyircilere teşekkürlerini iletti.

En İyi Yönetmen Ödülü: Tayfun Pirselimoğlu

Yarışmada En İyi Yönetmen Ödülü ise “Yol Kenarı” filmiyle Tayfun Pirselimoğlu’nun oldu. Klappe Auf! Kısa Film Festivali Yönetmeni Andreas Grützner’ın takdim ettiği ödülü, filmin yapımcısı Vildan Erşen aldı. Erşen konuşmasında, Tayfun Pirselimoğlu’nun Engelsiz Filmler Festivali’ne sonuna kadar destek olduğundan bahsederek Festival’in bir lütuf değil bir hak teslimi olduğunun altını çizdi ve Festival ekibine kendi adına teşekkürlerini iletti.

En İyi Film Ödülü: “Kar”

Engelsiz Yarışma Ödülleri’nden En İyi Film ödülünün sahibi ise yönetmenliğini Emre Erdoğdu’nun üstlendiği “Kar“ filminin oldu. Klappe Auf! Kısa Film Festivali Yardımcı Yönetmeni Katrin Mersman’ın takdim ettiği ödülü ise filmin yönetmeni Emre Erdoğdu aldı. Erdoğdu konuşmasında Sorrentino’nun Youth filminden alıntı yaparak “Hislerimiz sahip olduğumuz tek şey.” dedi ve “Sinema; yapan için de, izleyen için de hissiyat işidir” diyerek filmini En İyi Film ödülüne ödüle layık gördükleri için jüriye teşekkürlerini iletti.

Programında yer alan tüm film ve yan etkinlikleri görme ve işitme engelli bireylerin erişimine uygun olarak sunan Engelsiz Filmler Festival’in bu yılki destekçilerine teşekkür edildiği törenin sonunda davetliler, Joost Lieuwma ve Daan Velsink’in yönetmenliğini üstlendiği Panik! adlı kısa filmi sesli betimlemeyle izlediler.

Engelsiz Filmler Festivali, Ankara’daki son gününde (21 Ekim Pazar) yani bugün Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndesinemaseverlerle buluşamaya devam ediyor.

 

(Yeşil Gazete)

Meksika sınırında mülteci dramı

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump’ın “Durdurun” dediği Orta Amerikalı binlerce mülteci Guatemala’yı Meksika’ya bağlayan köprüde mahsur kaldı. Ortaya yeni bir insanlık dramı çıktı; insanlar “Açız” diyerek ülkeye giriş izni istiyor.

Çoğunluğu Honduraslı binlerce Orta Amerikalı göçmenden oluşan bir kervan, geceyi Meksika ile Guatemala sınırında bulunan bir köprüde geçirdi.

ABD Başkanı Donald Trump, hafta içinde ülkesinin güney sınırlarındaki yasa dışı göçlere işaret ederek, “Eğer Meksika bu akını durduramazsa ordumuzu devreye sokacağım ve güney sınırlarımızı kapatacağım” diye açıkça tehdit etmişti. ABD Başkanı, Orta Amerika’dan gelen mülteci konvoyunu da işaret ederek Cumhuriyetçi seçmen tabanını hareketlendirmeye çalışıyor ve bunu ABD’ye yönelik tehditlerden biri olarak gösteriyor.

Honduras’ın ‘en tehlikeli’ şehirlerden biri olan San Pedro Sula’nın otobüs terminalinde aylar öncesinde yaklaşık 150 Honduraslı tarafından başlatılan göçmen hareketi kısa sürede büyüyerek binlerce kişiye ulaştı.

Orta Amerika’dan ABD’ye ulaşma ümidiyle yola çıkan binlerce sığınmacının oluşturduğu konvoy, Meksika’nın Guatemala sınırına dayandı. Suchiate Nehri üzerinde Meksika ile Guatemala’yı birbirine bağlayan köprüde ve sınır kapısında toplanan, önceki geceyi burada uyuyarak geçiren 3 binden fazla sığınmacının ülkeye girişine izin verilmedi. Bazı sığınmacıların tel örgüleri aşarak tarafsız bölgeye geçtiği ve Meksika güvenlik güçlerinin müdahalesiyle karşılaştığı bildirildi. Honduraslı sığınmacılardan bazıları da sallarla Meksika tarafına geçmek için Suchiate Nehri’ne atladı. Kimi göçmenlerse yaklaşık bir buçuk Amerikan doları ödeyerek plastik botlarla Meksika sınırını geçmeye çalışıyor.

Basın mensuplarıyla konuşan göçmenlerin çoğu, tekrar deneyeceklerini söylüyor.

Meksikalı yetkililer, aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların bulunduğu sığınmacılardan, geçerli belgeleri taşıyanların kurallara uygun biçimde ülkeye girişine izin verileceğini bildirdi.

ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo krize dönüşen olayı çözmek amacıyla Meksiko City’de üst düzey yetkililerle bir araya geldi. Honduras Devlet Başkanı Juan Orlando Hernandez ise Guatamalı mevkidaşı Jimmy Morales ile görüşerek, göçmenleri ülkelerine geri döndürmek için bir toplantı gerçekleştirdi.

( Dış haberler servisi)

Belçika yerel seçimleri ve Yeşillerin zaferi – Hakan Ozan Erzincanlı

0

Geçen hafta Belçika’ da yerel seçimler yapıldı. Sonucu genel olarak özetlersek sol oylar yükseldi, Yeşiller ciddi bir ilerleme kaydetti. Ümit Şahin’in bu seçimlere yorumuna katılıyor ve hatta arttırıyorum: “aşırı sağın yükselip toplumu zehirlediği durumlarda aşırı sağın panzehiri Yeşiller oylarını arttırıyor.” (Elbette bu sağlıklı demokrasilerde olabiliyor.)

Özgecan kara’nın yazısına bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.

Frankofon bölgesi Yeşiller’i yani ecolo olarak ülke genelinde toplam 550 ilçe belediye meclisi üyesi, 10 belediye başkanı çıkardık ve seçilmişlerimizin % 70′ i kadın.

İkamet ettiğim Brüksel’in Schaerbeek belediyesinde de ciddi bir başarı elde ettik. Öyle ki 2006 seçimlerinde % 13,8 sonra 2012’de % 13,4 olan Ecolo-Groen oyları bu seçimde % 19,4 oldu! Belediye meclisindeki 7 sandalyemiz 10’a yükseldi. Seçilemeyen arkadaşlar da yüksek oy aldı. Bu beklense de 2006 ve 2012 sonuçları bunca birbirine yakın iken bu seçimde böylesi bir artış bizleri çok sevindirdi.

Ancak sonucu paylaştığım, dünyanın gidişatının, ekolojik ve ekonomik yıkımın farkında olan bazı arkadaşlarımın gözünde maalesef beklediğim zafer pırıltısı ve sevinci göremedim. Aslında ütopik olsa da sanırım bir yandan çok daha fazlasını ummuştuk. Sanki gözlerimiz şunu diyordu: “küresel ısınma konusunda 6 yıl sonra iş işten geçmiş olur. Ki zaten belki de iş işten geçti.”

Ancak enseleri karartmaya da gerek yok. Önemli bir başarı gösterdik ve şimdi yapılması gereken seçmenin verdiği bu desteği en iyi şekilde değerlendirip 2024 seçimlerine göğsümüzü gere gere girebilmek. Şahsen ben aslında seçim sonuçlarının Yeşiller açısından mükemmel olduğunu düşünüyorum. Sonuç sevinebilecğeimiz derecede iyi ve/ama adapte olup 6 yıl sonrasına etkin hazırlanmak için de kesinlikle yeterli. Sürat ise öldürür.

Seçim Günü

Seçim günü öğle vakti evime yürüyerek 10 dakika kadar uzaktaki okulda oyumu kullanmaya gittim. Kendi sandığımı buldum. Biraz kuyruk bekledim. Sıram gelince eve mektupla gelmiş seçmen kartımı ve kimliğimi sandık kuruluna verdim. İsmimi listeden bulup bana bir elektronik seçmen kartı verdiler. Kabine girdim. Bir ekranın altına bu kartı soktum. Parti ve aday seçimlerimi yapıp onayladım. Alttan bir fiş çıktı. Bu fişle birlikte kartı da alıp dışarı çıktım. Bir yardımcı vasıtası ile fişi barkoda okuttum ve fişi kutuya attım. Uzun zamandır ilk defa oyumun bir hileye kurban gitmeyeceğine emin olup bir “oh” çektim.

Seçim sonrası konuştuğum ve Türkiye’ de aşırı sağ partileri tutan belgotürklerin Belçika’da sol partiye oy vermeleri çok bilindik. Bir yeşil olarak dünyanın her yerinde aynı değerlere sahip olmak paha biçilemez.

Genel Kurul

Seçim sonuçlarına dair Belçika basınında çıkan bir karikatür:
Yukarıda kırmızı renk ve kalın puntolar ile, “”Yeşiller secimleri neden kazandi ki?” denmiş.
Yanıt ise şöyle “Medya yüzünden olmalı”

Seçimin hemen ertesi cumartesi (dün) Schaerbeek Ecolo olarak seçilmişlerimizin alacağı görevler konusunda bir olağanüstü genel kurul düzenlendi. Elbette çok detay veremem ancak özet olarak yeşil ilkelerin amansız ve etkin bir değerlendirilmesi ile bazı kişiler için çok acımasız görünse de demokratik ve etkin kararlar alındı. Kadın kotası mı, genç kotası mı; deneyim mi yoksa yenileme ve gençleşme mi? Uzun uzun tartışıldı…

Türkiye Yeşillerine göre bence büyük fark şu ki burada üyeler çok hızlı karar verebiliyorlar. Kapanışta söz aldığımda bunu belirttim. Tabi benim katıldığım Türkiye Yeşilleri’nin toplantılarında hiç böyle seçilmiş üyelerin kaderini belirlemek gibi bir görevimiz olamadı, belki ondandır diye düşündüm. Ha bir gün o da olur mu?

Bilemiyorum.

Umuyorum…

 

1 – Belçika yerel seçimleri ve Yeşil Siyaset 

2 – Belçika yerel seçimleri ve Türkiye

 

 

Hakan Ozan Erzincanlı

ABD nükleer anlaşmadan çekiliyor mu?

Başkanlığa geldiğinden beri ABD dış politikasına tartışmalı kararlarla yön vererek dünya dengelerini yerinden oynatan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump, bu sefer Orta Menzilli Nükleer Silahları Sınırlandırma Anlaşması’ndan (INF) çekileceğini duyurarak yeni bir krize neden oldu.

ABD ile bu ülkenin Avrupa ve Uzak Doğu’daki müttefiklerini korumayı amaçlayan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması, 1987’de Soğuk Savaş döneminde Başkan Ronald Reagan ve Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov arasında Washington’da imzalanmıştı. Anlaşma, Rusya ve ABD’nin menzili 300-3400 mil olan karadan atılan güdümlü füzesi almasını, üretmesini ya da test etmesini yasaklıyor. ABD, Rusya’yı sık sık bu anlaşmayı ihlal etmekle suçluyordu.

Seçim çalışmalarına devam eden ve Nevada eyaletinde konuşan Trump, gazetecilere yaptığı açıklamada, Rusya’nın söz konusu anlaşmayı yıllardır ihlal ettiğini savundu ve selefi Barack Obama’ya da bu konuda suçlama yöneltti.

Beyaz Saray’ın iddialarına göre, Rusya Avrupa’ya gönderebileceği karadan fırlatılan nükleer silahlar geliştirdi. Moskova hükümeti ise bu iddiaları reddediyor.

Trump, Rusya ve Çin’in nükleer sistemleri üretmeyi durdurma kararı almazlarsa ABD’nin nükleer silahlar üreteceğini söyledi.

Rusya Dışişleri Bakanı Yardımcısı Sergei Ryabkov, ABD’nin antlaşmadan çekilmesinin “çok tehlikeli bir adım” olduğunu söyledi. Ryabkov ayrıca, çekilme kararının uluslararası kamuoyu tarafından da ciddi şekilde eleştirileceğini söyledi.

Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, önümüzdeki hafta Moskova’daki mevkidaşlarıyla görüşecek.

(Euronews, Yeşil Gazete)

Yüzbinlerce İngiliz Brexit’e karşı sokaklarda

İngiltere’nin başkenti Londra’da yüzbinlerce Avrupa Birliği yanlısı İngiliz, ülkelerinin AB’den çıkmasına yol açacak Brexit’e karşı yeni bir referandum yapılması talebiyle Cumartesi günü sokaklara döküldü.

Göstericiler, Brexit’in gerçekleşeceği Mart 2019’dan önce AB’de kalmanın da seçenekler arasında olduğu Brexit anlaşması üzerine bir referandum talep ediyorlar.

Yürüyüşün şimdiye kadar bu konudaki en fazla katılımlı gösteri olduğu belirtiliyor.

Organizatörler, yürüyüşe yaklaşık 670 bin kişinin katıldığını açıkladı.

BBC’nin haberine göre Londra Polis Teşkilatı, gösterinin büyüklüğünü tahmin edemediklerini açıkladı.

Londra’nın Parlamento Meydanı’na yürüyen göstericiler, AB bayrakları ve hükümet karşıtı pankartlar taşıdı.

Bazı İngiliz milletvekilleri de yürüyüşe destek verdi.

Ancak Başbakan Theresa May, Brexit’in iptalini öngören bir referendum yapılmasına karşı çıkıyor.

Yürüyüş çağrısı yapan Londra Belediye Başkanı Sadıq Han, Parlamento Meydanı’nda yaptığı konuşmada referanduma karşı çıkanları eleştirdi, “İngiliz halkının yargısına güvenmekten daha demokratik, daha İngiliz ne olabilir?” dedi.

İskoçya Özerk Yönetimi Başbakanı Nicola Sturgeon da yürüyüşe destek mesajı gönderdi ve AB’de kalınması seçeneğini içeren bir referandumu destekleyeceğini söyledi.

Aynı saatlerde ise ülkenin kuzeyindeki Harrogate kendinde Brexit yanlıları başka bir yürüyüş gerçekleştirdi.

Gösteri, Brexit kampanyasının öncüsü sağcı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin (UKIP) eski lideri Nigel Farage tarafından düzenlendi.

İngiltere, 29 Mart 2019’da AB’den ayrılacak, ancak Londra ile Brüksel arasındaki müzakerelerde henüz anlaşmaya varılamadı.

İngiltere’nin anlaşmasız AB’den ayrılma ihtimali de masada.

2016 yılının Haziran ayında yapılan referadumdan yüzde 52 oyla Brexit kararı çıkmıştı.

( BBC Türkçe)

Türkiye’de incelenen sofra tuzlarının tamamında mikroplastiğe rastlandı

Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Su Ürünleri Temel Bilimleri Bölümü’nden Dr. Sedat Gündoğdu tarafından Mart 2018’de Food Additives and Contaminants‘da yayımlanan araştırmaya göre, Türkiye’de satılan 16 farklı markanın sofra tuzu örnekleri incelendi ve örneklerin tamamında mikroplastik (5 mm’den küçük plastik parçacığı) bulundu.

En fazla mikroplastik deniz tuzunda

Raporda, Türkiye’nin başlıca tuz üretim merkezlerinde üretilen ve Şubat ve Mart 2017 tarihleri arasında piyasadan satın alınıp, incelenen 16 sofra tuzunun marka bilgisine yer verilmese, örneklerin çeşitleri ve üretim yerleri hakkındaki bilgiler şöyle: 5 deniz tuzu, 6 göl tuzu ve 5 kaya tuzu olmak üzere toplam 16 sofra tuzu örnekleri Çamaltı, Tuz Gölü, Palas Gölü, Seyfe Gölü, Acıgöl, Çankırı, Cihanbeyli ve Aksaray’da üretilmiş. İncelemeler sonucunda en yüksek mikroplastik partikül sayısına deniz tuzunda rastlandı. Rapor sonuçlarına göre, mikroplastik partikül sayısı deniz tuzunda 16-84/kg, göl tuzunda 8-102/kg ve kaya tuzunda 9-16/kg.

Türkiye_Tuz_Mikroplastik
Çukurova Üniversitesi, Dr. Sedat Gündoğdu https://doi.org/10.1080/19440049.2018.1447694

Örneklerde polietilen (PE), polietilen tereftalat (PET), poliüretan (PU), polipropilen (PP), polimetil-metakrilat (PMMA), poliamid-6 (PA-6) ve polivinilklorit (PVC) olmak üzere birçok plastik türüne rastlandı. Örneklerin geneline bakıldığında en sık rastlanan plastik türü ise hafif, esnek, ve su ve kimyasallara dayanıklı özelliklerinden dolayı dayanıklı ambalaj malzemelerinde tercih edilen polietilen (% 22,9) ve polipropilen (% 19,2). En yüksek mikroplastik partikül sayısıyla liste başında olan deniz tuzu örneklerinde %25 ile en fazla poliüretana (PU) rastlanırken, göl tuzlarında tespit edilen mikroplastiklerin %35,3’ü polietilen (PE) ve kaya tuzlarındakilerin tamamı polipropilen (PP) oldu.

Türkiye’de sofra tuzu aracığıyla, yılda kişi başı 302,4 ile 63,7 arasında mikroplastik parçacığı tüketiyoruz

Rapor, Dünya Sağlık Örgütü’nün sağlıklı bir yetişkinin günlük tuz kullanım miktarı olarak 5 gramı önermesine rağmen, bu sayının Avrupa’da 8-11 gram ve dünya genelinde 10 gram, Türkiye’de ise 14,8 ile 18,01 gram arasında olduğunu bilimsel kaynaklara dayandırarak belirtiyor. Bu verilere dayanarak, Türkiye’de bir yetişkin bir yıl içinde deniz tuzu tüketiyorsa 248,5–302,4 adet , göl tuzuyla 202,5– 246,5 adet ve kaya tuzuyla 63,7–77,5 adet mikroplastik parçacığı yutmuş oluyor. Bu sayı, yazının devamında ele aldığım  Çin’de 2015 yılında yapılan araştırma sonuçlarının (yılda 1.000 parçacık) altında, ancak 2017’de 8 ülkeden alınan 17 tuz örneği araştırma sonuçlarında belirtilen ortalamadan çok daha yüksek (yılda 37 parçacık).

Türkiye’de sofra tuzundaki mikroplastik oranları endişe verici ve olası toksikolojik etkilerinin araştırılması gerekiyor

Bu araştırma, Türkiye’de satılan sofra tuzundaki mikroplastik kirliliğinin boyutunu ortaya koyan ilk çalışma. En fazla miktarda mikroplastiğe deniz tuzunda rastlanmış olması da, denizlerimizdeki plastik kirliliğinin vahametine ışık tutuyor. Raporda, deniz tuzunun üretildiği bölgelere ait mikroplastik kirliliği araştırması olmadığı için denizdeki ve deniz tuzlarındaki mikroplastikler arasında bir karşılaştırma yapılamadığı belirtiliyor. Aynı  durum göller ve göl tuzları için de geçerli. Bu da ayrı bir vahim durum.

plastik_Plaj.png

Sofra tuzunda mikroplastik kirliliği Türkiye’ye özgü değil. Henüz nispeten yeni bir araştırma alanı olsa, yapılan tüm uluslararası araştırma sonuçları dünyanın çok ciddi bir mikroplastik kirliliğiyle karşı karşıya kaldığını, ve dünyanın neresinde yaşıyorsak yaşayalım tükettiğimiz tuzla bedenimize mikroplastik soktuğumuzu gösteriyor.

İncelenen 21 ülkenin sofra tuzlarının yüzde 90’ında mikroplastik var

Environmental Science & Technology bilim dergisinde 4 Ekim 2018’de yayımlanan yeni bir rapora göre, 21 ülkede satılan 39 farklı marka sofra tuzu örneğinin 36’sında mikroplastik bulundu. Güney Kore Incheon Üniversitesi ve Greenpeace Doğu Asya ofisi tarafından yapılan araştırma sonuçlarına göre, günde 10 gram tuz tüketen bir yetişkin yılda 2.000 kadar mikroplastik parçacığı tüketiyor olabilir. Araştırma için ABD, Almanya, Avustralya, Belarus, Birleşik Krallık, Brezilya, Bulgaristan, Çin, Endonezya, Filipinler, Fransa, Hırvatistan, Hindistan, İtalya, Kore, Macaristan, Pakistan, Senegal, Tayland, Tayvan ve Vietnam’dan sofra tuzu örnekleri alındı. Bu 16 ülke/bölgeden 28 deniz tuzu, 8 ülke/bölgeden 9 kaya tuzu ve 2 ülke/bölgeden 2 göl tuzu örneği incelendi. Sadece Tayvan (rafine deniz tuzu), Çin (rafine kaya tuzu) ve Fransa (güneş buharlaşmasıyla elde edilen rafine edilmemiş deniz tuzu) örneklerinde mikroplastiğe rastlanmadı.

asya tuz.jpg

Tuz ve mikroplastik hakkında yapılan uluslararası araştırmalara değinmeden önce, bu araştırmanın birçok ülke ve bölgeyi kapsaması dolayısıyla sofra tuzu kirliliğinin ve plastik kirliliğinin küresel dağılımı arasında ilişki kurması açısından da önem taşıdığını belirtmek isterim. Araştırma sonuçları Asya kıtasının küresel plastik kirliliğinin sıcak noktası olduğunu ortaya koyuyor. Araştırma sırasında en yüksek mikroplastik oranı ise Endonezya’dan alınan bir deniz tuzu örneğinde bulundu. Endonezya, denizlerde plastik kirliliğine yol açtığı öne sürülen en büyük ikinci ülke konumunda.

İlk sofra tuzunda mikroplastik araştırması ise 2015 yılında dünyanın en büyük plastik üreticisi Çin’de yapıldı. Shangai Üniversitesi’nin araştırmasında 15 farklı markanın deniz tuzu, göl tuzu ve kaya tuzu örneği incelendi. Yapılan incelemelerde, kozmetik peeling ürünleri, diğer kozmetik ürünler, ve plastik şişe parçacıklarından kaynaklanan mikroskopik plastik parçacıklarına rastlandı. En yüksek mikroplastik oranı deniz tuzlarında, ardından da göl tuzları ve üçüncü sırada kaya tuzlarında çıktı.

Sofra tuzunuzdaki miktroplastik başka bir ülkeye de ait olabilir, çözüm küresel düzeyde önlemler

Nisan 2017’de Fransa, Birleşik Krallık ve Malezya’dan bilim adamları dört kıta, sekiz farklı ülkeden aldıkları 17 farklı sofra tuzu örneklerini inceledi ve sonuçlarını yayımladı. Avustralya, Fransa, Güney Afrika, İran, Japonya, Malezya, Portekiz ve Yeni Zelanda’dan alınan deniz ve göl tuzu örneklerinin biri hariç, tamamında mikroplastiğe rastlandı. En çok rastlanılan plastik türü ise polietilen (PE) ve polipropilen (PP) olarak belgelendi. Rapor, plastiğin doğada çözülme sürecinin yavaş olmasıyla bağlantılı olarak, bir ülkenin tuzunda bulunan mikroplastik parçacıklarının başka bir ülkeden kaynaklanabileceğine dikkat çekti ve çözümün küresel önlemler olduğuna vurgu yaptı.

Ağustos 2017’de İspanya’da yapılan ve Nature bilim dergisinde yayımlanan bir araştırma “deniz ürünlerinin telafi edilemez ölçüde mikroplastik ile kontamine olduğu” sonucuna vardı. Bilim insanları İspanya’dan 21 farklı tür sofra tuzunu inceledi ve örneklerin tamamında plastiğe rastladı. İncelenen örneklerde en çok rastlanan plastik türü ise % 83,3 ile PET (polietilen tereftalat) oldu. PET, esnek ve katı  ambalajlarda kullanılan bir malzeme olmakla birlikte, tekstil sektöründe de en fazla kullanılan polyester türü.

İspanya_plastik
İspanya’da yapılan araştırmada deniz tuzu örneğinde bulunan mikroplastikler https://www.nature.com/articles/s41598-017-09128-x/figures/2

Nisan 2018’de Amerika Birleşik Devletleri’in Minnesota Üniversitesi ve New York Eyalet Üniversitesi’nden bilim insanları musluk suyu, bira ve deniz tuzunda mikroplastik kirliliği araştırmalarına dair bir rapor yayımladı. İncelenen 12 deniz tuzu örneğinin tamamında mikroplastiğe rastlandı. Deniz tuzu örneklerinde bulunan ortalama mikroplastik parçacığı sayısı 212/kg olarak belgelendi. Araştırmacılar 159 musluk suyu örneği, 12 bira türü ve 12 farklı sofra tuzunu incelenme sonuçları ve tüketim alışkanlıklarına dair bilgilere dayanarak, ortalama bir yetişkinin bedenine sadece bu üç kaynaktan yılda 5.800 sentetik partikül girdiği sonucuna vardı.

1907’de icat edilmesine rağmen plastik bütün gezegeni ele geçirmiş durumda. WWF Türkiye’nin bu yıl yayınladığı Plastik Kapanından Çıkış raporuna göre, küresel plastik üretimi yılda 60 milyon ton ve küresel plastik atık miktarı yılda 27 milyon ton. Türkiye’de ise günde 144 ton plastik atığın denize karıştığı belirtiliyor. Ellen MacArthur Vakfı bu gidişle 2050 yılında denizlerde balıktan fazla plastik olacağı uyarısı yapmıştı. Uluslararası Çevre Hukuku Merkezi CIEL ise on yıl içinde plastik üretiminde yüzde 40’lık bir artış öngörüyor. Plastiğin çözülmesi yüzlerce, binlerce yıl sürüyor ve çözülme aşamasında ise mikro partiküllere bölünerek içtiğimiz su, tükettiğimiz gıdalarla bedenimize giriyor. Plastik sadece bir çevre sorunu değil, aynı zamanda bir gıda güvenliği sorunu. Küresel ve sistemik bir çözüm bulunmadığı ve biz tüketiciler bunu talep etmediğimiz sürece plastikten kurtulmamız zor.

Haber: Ayşe Bereket – Yeşil Gazete

 

Kaynaklar:

Sedat Gündoğdu (2018) Contamination of table salts from Turkey with microplastics, Food Additives & Contaminants: Part A, 35:5, 1006-1014, DOI: 10.1080/19440049.2018.1447694 https://doi.org/10.1080/19440049.2018.1447694

https://www.ecowatch.com/table-salt-mircroplastics-2613395969.html

https://www.theguardian.com/environment/2017/sep/08/sea-salt-around-world-contaminated-by-plastic-studies

https://www.greenpeace.org/international/press-release/18975/over-90-of-sampled-salt-brands-globally-found-to-contain-microplastics/

https://jambeck.engr.uga.edu/landplasticinput

https://pubs.acs.org/doi/abs/10.1021/acs.est.5b03163?source=cen

https://www.nature.com/articles/s41598-017-09128-x

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/28383020

https://www.researchgate.net/publication/324471152_Anthropogenic_contamination_of_tap_water_beer_and_sea_salt

https://d2hawiim0tjbd8.cloudfront.net/downloads/plastik_raporu_web_icin_1.pdf

http://www3.weforum.org/docs/WEF_The_New_Plastics_Economy.pdf

https://www.ciel.org/reports/fuelingplastics/

 

Bu yazı aysebereket.wordpress.com/ dan alınmıştır

 

Ayşe Bereket

aysebereket.wordpress.com/

Twitter: @aysebereket