Ana Sayfa Blog Sayfa 2701

[Doğum ve Ötesi] Koşulsuz bir teslimiyet hikayesi – Özlem Ünsal

[Doğum ve Ötesi] yazı dizisinde okuyacağınız hikayeler annelerin ağzından anlatılmış olacak. Bu diziyi doğal doğumun anne ve bebek açısından öneminden yola çıkarak başlatmaya ve Yeşil Gazete’nin konvansiyonel olmayan bakış açısını doğum hikayelerine de taşımaya karar verdik.

Bununla birlikte gerektiğinde hayat kurtarıcı olan sezaryen hikayelerine de yer vereceğiz. Bu deneyimlerin kadınların kendi içlerindeki güce güvenmeleri için cesaret verip, doğumlarını sahiplenmeleri, mutlu doğum hikayelerine sahip olabilmeleri için destekleyici olmasını ümit ediyoruz.  

***

Özlem’in hikayesi, hamile olduğunu öğrenme ve hastaneye yetişme şeklinden, kaç saattir doğurmaya çalıştığını idrak ettiği ana ve insanların hamileliğiyle ilgili beyanlarını kaleme alma tarzına kadar hem mizah dolu, hem de bizi her koşulda iç sesimizi dinlemenin önemine davet ediyor.

***

8 – Koşulsuz bir teslimiyet hikayesi

“Arabanın pencerelerinden sarkıp Emre ile bir ağızdan “Hamileyiz! Hastaneye yetişiyoruz! Yol verin lütfen!” diye naralar attıktan yaklaşık 20 dakika sonra artık köprü yolundaydık, yol hakikaten açıktı, ve biz bu sıkı uğraştan kısa bir süre sonra hastaneye ulaşmayı başarmıştık.”

 Hamile olduğumu Yosemite Milli Parkı’na yakın bir kulübenin kapısı olmayan tuvaletinde, sabahın kör vaktinde öğrendim. Daha doğrusu Meksika’dan aldığım testi tuvalette uyguladıktan sonra (vücuduma anlayamadığım bir şeyler oluyordu ve tedbiri elden bırakmamak adına bir test edinmek anlamlı gelmişti) yatak odasındaki bilgisayarın karşısına geçip ‘embarazada’ kelimesinin anlamını Google yoluyla çözünce öğrendim.

Planlı bir hamilelik değildi; daha çok, geçirdiğim küçük bir operasyon sonrasında hayatı akışına bırakmıştık diyelim. İlk düşündüğüm şey testi uygulamadan önceki on gün boyunca Meksika’da mideye indirdiğim tekilalar, margaritalar, biralar ve envaiçeşit sokak lezzeti oldu. Çok geçmeden ise mutlu olduğumu hissettim. Emre’yi uyandırıp “Ben hamileymişim galiba yaa” dedim. Bu sefer beraber mutlu olduk.

Geriye kalan zamanımızı görece dikkatli geçirirsem, bu hiç anlamadığım ve bilmediğim durumun takibini yapmak üzere salimen İstanbul’a varabileceğimizi, her şeyin yolunda gideceğini düşündük. Fakat o iş öyle olmadı. Uçağa binmemize üç gün kala, ağır bir kanama geçirmeye başladım. “Düşük yapmak böyle bir şey olsa gerek?” diye düşündüm ama aslında konuyla alakalı hiçbir şey bilmiyordum. Düşük yapan birisine teknik anlamda ne olduğundan çok habersizdim – “Herhalde hastaneye gitmeli?”. Günlerden pazardı ve Los Angeles civarında bir acil servis bulmalıydık. Nitekim bulduk ve yaklaşık beş saatlik, bitmek bilmeyen bir muayene prosedüründen sonra en nihayet ultrasonla görüntüleme yapıldı. “Siz düşük falan yapmamışsınız, basbayağı hamilesiniz” dedi hemşire; “Bazı kadınlar hamileliklerinde bu tür kanamalar yaşarlar fakat süreç bu durumdan her zaman etkilenmez. Daha çok yeni, beş altı hafta falan olmuş olmalı ama sonuçta hamilesiniz.”

Hamileydim!

İstanbul’a gider gitmez doktorum Gülnihal ile bir araya geldik. Kısa bir muayeneden sonra, “Evet, hamilesin; fakat kanaman var. İstirahate çekileceksin. Hamileliğinin devam edip etmeyeceğini düşünmeyeceksin. Bu ana odaklanıp kendine iyi bakacaksın, o kadar”, dedi. Bana denileni yaptım. Konuyu hiç kurcalamadım. Başka konularda “Bunu yapmak gerçekten gerekli mi?” sorgulamasına anında düşerken bu bilmediğim durumda bana denilene teslim olmayı seçtim. Bu konuşmadan üç ay sonra, severek başladığım yeni işimden ayrılmış olacaktım.

Doğum ve hatta doğum sonrası hikayem benim için burada başlıyor. Her ne kadar arkadaşlarımın tecrübelerini azıcık ‘gözlemleme’ şansım olmuşsa da aslında bildiğim başka hiçbir şeye benzemeyen hamilelik sürecini, okuyup araştırmak ve içgüdülerime kulak vermek arasında salınan bir öğrenme çabası ile anlamaya gayret ettim. Bugün, 20 aylık bir erkek çocuğuna annelik yaparken aynı çabayı sürdürmeye çalışıyorum. Fakat doğuma giden süreçte öğrendiklerim ve o zaman öğrenemeyip bugün düşündükçe daha iyi anlayabildiklerim, bilginin her zamankinden daha erişilebilir olduğu kadar yozlaştığı günümüzde bana içgüdülerimize kulak vermenin en kıymetli beceri olduğunu gösterdi. Hikayemin her şeyden çok bunu anlatabilmesini isterim.

Birinci Kulvar 

İstirahat döneminde hayatı yavaşlattım. Hiçbir şeyi kurcalamadım. Yataklarda yatmadım ama sıklıkla yatay pozisyona geçebileceğim durumlar yarattım. Ruhuma ve bedenime iyi geleceğini düşündüğüm şeyleri yapmaya devam ettim, bilmediğim işlere bulaşmadım (iyi ve taze gıdayla beslenmek, zararlılardan [seyrek de olsa içtiğim bir sigara, sert alkol türleri, ne idüğü belirsiz hazır yemekler, stresli ortamlar vb.] uzak durmak, sevdiğim insanlarla zaman geçirip keyfime bakmak gibi). Vücudumda olagelen ama kendini çok da belli etmeyen bu değişime dair elbette büyüklü küçüklü meraklarım uyandı. Telefonuma kullanışlı, popüler ve basit bir uygulama indirdim. Ne oluyor, ne bitiyor, kaba hatlarıyla bilmek iyi geldi. Rahmimdeki yaşantının aşama aşama bir ‘mercimek’, bir ‘nohut’ büyüklüğüne ulaştığını öğrenmek bizi eğlendirdi.

12. haftaya vardığımızda bebeğimiz hâlâ bizimleydi, biz ise çok mutluyduk. Hamileliğimi kendi aramızda bir konu olmaktan çıkarıp eşe dosta ufak ufak duyurmaya başladık. Bir durum ve bilgi olarak hamileliğin özelden kamusal alana sızması, kitabi bilgi, sosyal medya ve iç ses arasındaki mücadeleye yeni bir katman ekliyor: Çevrenizdekiler, çevrenizdekilerin çevresinde olanlar ve aslında çevrenizde olmayıp yolunuza denk gelenlerin çeşitli görüş ve fikirleri. “Aman yat, dışarı çıkma”, “Fazla hareket etme”, “Sen artık iki kişilik yiyeceksin”, “Uzun yürüme, düşük yaparsın”, “Uyu, çünkü sonra uyuyamayacaksın” gibi anne sağlığı üzerine temellenen öneri ve tavsiyelerin yanı sıra, “Şöyle şöyle oturursan kafası yamulur, böyle böyle yatarsan bilmem neresi sıkışır, şunu şunu yersen burasını şişirir” gibi bebeğin gelişimine ilişkin türlü beyanları doğum anına kadar dinledik. Diğer yandan aynı dönemde okuduklarım beni hamile yogasından nefes egzersizine, hamile pilatesinden bilumum masaj ve esansiyel yağ terapilerine kadar uzanan türlü ‘kişisel bakım’ seçeneğiyle karşı karşıya bıraktı. Önüme çıkan her türlü ‘bilgiyi’ aklım ve kalbimin filtresinden geçirerek hareket etmeye gayret ettim. 

İkinci Kulvar

Sonuç olarak hamileliğimden önce yoga yapardım, hamile yogasına devam etmeyi seçtim. Emre ile birlikte kısa süreli bir doğuma hazırlık kursuna katıldık. Makul ölçüde yürüyüş yaptım. Yeme içmeme eskiden olduğu kadar dikkat ettim. Ürünlerine güvendiğim bir üreticinin, kokusunu çok sevdiğim masaj yağlarını kendi kendime uygulayarak gevşedim, mutlu oldum. Kendimi, ‘normalde yapmayacağım’ şeyleri ‘yapmak zorunda hissetmemek’ konusunda mümkün olduğunca eğitmeye çalıştım.

Burada bir parantez açıp doğum sürecinde destek almak için bir doula ile çalışmaya karar verdiğimi not etmek isterim. Doğuma hazırlık kursları, sosyal medyada karşımıza çıkan ‘pozitif doğum hikayeleri’ ve muadilleri, doğuma giden yolda başımıza gelebileceklere ilişkin türlü kitap ve benzeri kaynaklar kişiyi muazzam bir bilgi ile donatırken aynı zamanda bu bilgi karşısında alabildiğine savunmasız bırakabiliyor. Veya bir başka deyişle, kişi maruz kaldığı bilginin altından fiilen nasıl kalkabileceğine dair endişelere kapılabiliyor – en azından benim deneyimimde biraz böyle oldu. Anlaşabileceğim bir doula arayışına girmem sanırım bu hisler ile tetiklendi. Doğum bir taraftan kendi akışında gerçekleşen ve tam anlamıyla bir teslimiyet hali ile kolaylaşan bir süreç olarak zihnimde yer etse de, o akış ve teslimiyet hali içinde aradığım desteği ‘işi bilen birisinde’ bulabilme ihtiyacını hissettim. Bu bilgiyi şimdilik buraya bırakıyorum, keza doula meselesine doğum deneyiminden bahsederken geri döneceğim.

Süreç ilerledikçe okuduğum veya öğrendiğim her şey bana yakınlaşmaya, hayatıma girmeye başladı. Bebek için gerekli birtakım malzemelerin (yatak, zıbın, tulum, envaiçeşit ve boyutta [o zaman ne için kullanıldığını tam anlamadığım] tülbent, dolap vb.) tedarik edilmesinden hastane çantasının hazırlanıp arabaya yerleştirilmesine kadar uzanan bir yelpazede gerekenleri yapmaya giriştik. Sanırım doğuma daha iki ay vardı ama ben bu işleri önümden kaldırmayı tercih ettim.

Hastane seçimini yapmıştık. Doktorumla normal doğum yolunda ilerleyeceğimize dair özel bir konuşma yapmadık çünkü zaten bizi bir araya getiren onun doğum sürecine yaklaşımı ile benim tercihim arasındaki paralellik idi. Sadece bu tercihin uygulanabilmesi için gerekli kararların üzerinden geçtik: Zorunda kalınmadıkça doğumun seyrini değiştirecek herhangi bir suni müdahalede bulunulmayacaktı, doğum nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin bebeğimizle ten teması kuracaktık, doğumdan sonra ilk bir saat içerisinde emzirme gerçekleşecekti vs. Bu kararları alabilmemde sevgili doktorum Gülnihal Bülbül’ün kaleme aldığı Doğal Doğum kitabı muazzam bir yol gösterici oldu. Hala bu kitabın anne-baba/hamile olsun olmasın, sağlık ve doğum sektörünün nasıl çalıştığını anlama ihtiyacında olan herkesin okumasını tavsiye eder dururum.      

Üçüncü Kulvar

8 Şubat 2017 öğle saatlerinde yoga dersine gitmeden önce tuvalete girdim ve iç çamaşırımda belli belirsiz bir akıntı gördüm. Boyutları en fazla serçe parmağımın tırnağı kadar olan bu akıntıya nasıl bir anlam vermem gerektiğini bilemedim. Doğum tarihi yaklaştıkça vücudumu dinlemenin doğal bir sonucu olarak her şeyi bir işaret olarak algılayabilme tuzağından mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyordum; diğer yandan da atlamamam gereken işaretlere karşı algımı açık tutmaya gayret ediyordum – iki ayrı gece “Bence bu kesin kasılma!” deyip soluğu NST ölçümünde aldıktan sonra süklüm püklüm eve dönmek bana bunu öğretmişti.

Kararsızlık içinde Emre’ye meseleyi açınca ve “Saçmalama, tabii ki doktoru arıyoruz!” tepkisiyle karşılaşınca telefonu elime aldım. Gülnihal, “Önce bir NST çektir, sonra duruma göre bana gel; muayenehanedeyim zaten”, dedi.

NST’de kasılma görülmedi. Haber verdim; “Yine de gel, bir göreyim”, dedi. Elle muayene başlamıştı ki şaşkınlık içerisinde bana baktı ve “Sen 8 cm kadar açılmışsın?!”, dedi; “Hiç mi bir şey hissetmiyorsun?”. Hiçbir şey hissetmiyordum. Belli ki nişan gelmişti (gördüğüm akıntı o idi), fakat suyum gelmemişti. Hastaneye doğru yola çıkalım bari dedik. Gülnihal de bizimle orada buluşacaktı. Saat 14:00 civarı idi.

Hastaneye ulaşmamız Anadolu yakasından Avrupa yakasına bir araba yolculuğunu gerektiriyordu. Köprü açıktı. Gelgelelim üzerinde bulunduğumuz caddede trafik ışıkları bozulmuştu ve bir türlü yol alamıyorduk. Hem gidiş, hem dönüş yönü müthiş tıkalıydı; tali yollar ise işimize yaramıyordu. Muayenehaneden ayrılalı bir saat olmuştu ve hala köprü yoluna çıkamamıştık. Gülnihal’i aradım, “İnanamıyorum, hala orada mısınız?! Boşver Özlem, geri dönün. Vücudun gereksiz bir strese giriyor. Doğuracak bir hastane illa ki buluruz. Yeter ki sen şu an o ortamdan çık”, dedi. Telefonu kapattım. Emre ile birbirimize bakakaldık. “Kararı sen vereceksin”, dedi.

İki üç dakika boyunca durumu ölçüp tarttıktan sonra aklıma kaynağını hatırlayamadığım bir bilgi parçacığı düştü: Vücut eğer doğum için zorlu bir ortamda ise süreci yavaşlatır; zaten öyle hop diye de doğum olmaz. Rahim ağzındaki 8 cm.’lik açıklığa rağmen bu bilgiye güvenmeyi seçtim. Böylelikle baştan kararlaştırdığımız hastaneye doğru yol almaya karar verdik. Gülnihal’e mesaj gönderdim, “Biz gidiyoruz!”. Arabanın pencerelerinden sarkıp Emre ile bir ağızdan “Hamileyiz! Hastaneye yetişiyoruz! Yol verin lütfen!” diye naralar attıktan yaklaşık 20 dakika sonra artık köprü yolundaydık, yol hakikaten açıktı, ve biz bu sıkı uğraştan kısa bir süre sonra hastaneye ulaşmayı başarmıştık.

Doktorumun muayenehanesinden çıkmadan önce hastanenin yanındaki parkta bir saatlik bir yürüyüş yapmayı ve ardından NST çektirmeyi kararlaştırmıştık fakat o an hesapta bu trafik sıkışıklığı elbette yoktu. Hastaneye vardığımızda, “Ne olur ne olmaz, yürüyüşten önce NST çektirmek istiyorum”, dedim. Doğum servisine gidip durumu aktardık, NST için bir odaya alındım. Ölçüm başladı, fakat ekranı göremiyordum. Emre ve hemşirenin yüzlerine bakarak durumu takip etmeye çalışıyordum ki bir anda ikisinin de şaşkınlık içinde bana bakıp “Hiçbir şey hissetmiyor musun?” diye sormasıyla ölçümlerin kasılmaya işaret ettiğini anladım. Öte yandan ben hiçbir şey hissetmiyordum. Gülnihal’in de gelmesiyle açıklığın 9 cm.’ye ulaştığını öğrendik. “Gece yarısını bulmadan doğurman mümkün”, dedi Gülnihal. Saat 16:30 civarı idi.

Böylece suyumun gelmesini beklemeye ve hastane içinde yürüyüşler yapmaya başladık. Doulamız da yanımıza varmıştı. Odam loştu; sevdiğim şarkıları dinliyorduk. Aile ve arkadaşlarımız olan bitenden habersizdi (doğum gerçekleşene kadar bu şekilde ilerlemeyi seçmiştik); tahmin edilen doğum tarihine hala iki hafta vardı, dolayısıyla doğurmam çok da beklenmiyordu. Rahim ağzındaki açılma ben farkına bile varmadan gerçekleştiği, kasılmalar başladığı halde bir şey hissetmiyor olmak kafamı karıştırmıştı ama doktoruma güveniyordum. Emre’nin yanımda olması da bana iyi geliyordu. Merdivenlerde in-çık, çömel-kalk hareketleri yaparken fazla bir şey düşünmemeye ve an ne gerektiriyorsa kendimi ona bırakmaya gayret ettim. Neşeli, keyifli ve heyecanlıydık.

Açıklık 10 cm.’ye ulaştığında saat 23:00 civarı idi ve Gülnihal doğumu hızlandırmayı önermişti. Su kesesi patlatılacaktı. Bu basit işlem sonrasında vücudumdan aklıma ve hayalime sığmayan miktarda su boşanmaya başladı; o anın kafasıyla bana mı öyle geldi yoksa hakikaten öyle mi oluyor hala bilemiyorum! Sancılar bu şekilde başlamış oldu. Düzenli aralıklarla gelip giden dalgalara kendimi bırakmaya, nefesime odaklanmaya çalışıyordum. Öte yandan o kadar heyecanlıydım ki kendimi (nasıl becerdiysem) itme hareketinin tersini yaparken buldum. Bebeğin kafası aşağıdaydı, her şey yolunda gidiyordu; sadece kanala girmesi gerekiyordu. Bu noktada biraz zorlanmaya başladık. Gülnihal’in yönlendirdiği tüm pozisyonları sırayla deniyorduk. Tabureye oturdum, yatakta yattım, duvara yaslandım, gerektiğinde Emre ile birlikte hareket ettik ve böylece devam…

Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra bazı detayları hatırlamak gerçekten zor ama bir an tek başıma yatağa asılarak, yakında bir yerlere dalıp giderek, gelen sancı dalgasını ‘uzaktan’ görerek ve avazım çıktığı kadar bağırarak var gücümle ıkındığımı hatırlıyorum.

Böyle olacaktı. Bu uzadıkça uzayan, kendini tekrarlayan an içinde odanın sessizliği, benim bu atmosfer içindeki ‘yalnız olmayan’ ‘tek başımalığım’ tam da ihtiyacım olan şeydi. Dolayısıyla bugünkü aklımla hareket edecek olsaydım bir doula ile anlaşmaya gerek duymazdım – doula desteği doğum sonrası süreçte bana daha iyi gelmişti. Doğum sürecinin altından kalkmak için ihtiyacım olanlar doktorum, partnerim ve koşulsuz bir teslimiyetten daha fazlası değildi. Üçüncü dinamiğin altını kırmızı kalemle çiziyorum!

Ikınmalar, asılmalar ve bağırmalar arasında bir noktada Gülnihal yanıma yaklaşıp, “Özlem, dört saat oldu”, dedi. Dört saat ne idi? Ne zamandan beri dört saat olmuştu? Zaman mefhumum ortadan kalkmıştı. Yorgundum ve nasıl devam edilir bilemiyordum. “Bebek kanala giremiyor; kafası girişe çakılıp kaldı. Değiştiremedik. Sen de yoruldun, o da. Yaşaması gereken her şeyi yaşadı. Ona artık bir çıkış verelim. Ne dersin?” dedi. Benim için düşünülecek daha fazla bir şey yoktu. Teslimiyet ise teslimiyet. Doktoruma, “Tamam, öyle yapalım”, dedim. Kısa sürede maharetli bir doğum ekibinin desteğiyle epiduralli sezaryene hazırlandım. Tuhaf bir sarhoşluk hali içinde birileriyle şakalaştığımı, sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Perde indi, ve kısa süre sonra Doğa’nın ilk çığlığını duyduk. Daha önce yavrumlu oğlumlu bir şeyler deyip çılgınca ağlayacağımı söyleseler bilemem derdim ama şimdi gayet iyi biliyorum, ki tam olarak öyle yaptım. Emre, Doğa, ben, birbirimize sarmalandık. Saat 04:30 civarı idi.

Odaya alındığımda Doğa orada, babası ile birlikteydi. Kucağıma aldım, emzirdim. Her şey yolundaydı. Yorgundum, ama değildim. Gözümü kapatmak, uyumak içimden gelmiyordu. Doya doya Doğa’ya bakmak, Emre’ye dönüp defalarca “Çok güzel, değil mi?” diye sormak istiyordum. Galiba öyle de yaptım.

Bitmeyen Kulvar

Doğa aramıza katıldığından beri hamilelik sürecinde başlayan mücadele süreci devam ediyor: Yeni maceralarla karşılaştıkça ‘doğru bilgiye’ ulaşabilmek adına elimize geçen kaynağa (sosyal medya platformları, kitaplar, makaleler, uzman görüşleri vb.) saldırıyor, aynı anda çevreden gelen sesler arasından hangilerine kulak tıkayıp hangilerine dikkat kesileceğimize karar vermeye çalışıyor, sonra da kendi iç sesimize dönmeye uğraşıyoruz. İç ses dediğimiz şey aslında dikkatimizi Doğa’ya yönlendirip ihtiyacını kavrama becerisinin ötesine geçmiyor. Bu beceriyi bir kas gibi düşünmek en doğrusu gibi geliyor bana şu an. Bunun için ne kadar çaba gösterilirse, söz konusu kas da o kadar gelişiyor. Ön koşul, sakinliği korumak. Konu gerek emzirme, gerek ateş, gerek uyku, gerek yürüme, gerek dil gelişimi, gerek memeden kesme, gerekse bezden kurtulma olsun, formül değişmiyor. Ezber bilgi değil, bebeğin ihtiyacına uygun hale getirilmiş bilgi sorun gibi algılanabilen zorlanma anlarının üstesinden geliyor. Annenin zihin sağlığını koruyan da bence tam olarak bu oluyor.

Doğa 20. ayını doldurmuşken bugünlere gelmemizde emeği geçen doktorlarımız, doulamız, ailemiz ve dostlarımıza içtenlikle teşekkür etmek isterim. Hayattaki çeşitli karşılaşmalarımızda ne kadar doğru seçimler yaptığımızı yaşayarak deneyimlemiş olduk. Bu iş yalnız çekilmezmiş.

Bu vesileyle yeni anne-baba olmuş herkesin yakın çevresine ayrıca seslenmek isterim: Ebeveynlik dünyasına adım atan yakınlarınızı yalnız bırakmayın. Ses edin. Zorlu bir adaptasyon sürecinden geçiyorlar ve sevginize, desteğinize ihtiyaçları var. Özel bir şey konuşmak zorunda değilsiniz; onlar da size bebekli bir şeyler anlatmak zorunda değiller. Doğumdan önceki yaşamlarının buhar olup uçmadığını onlara hatırlatacak birtakım işaretlere ihtiyaçları olacaktır – hele ki ilk zamanlarda. O işaret siz ve iki çift muhabbetiniz olsun.

 

 

Özlem Ünsal

‘Arabama Aşığım’: Otomotiv sektörünün insan algısı ile bitmek bilmez imtihanı!

Otomobil icat edilmeden önce, Henry Ford dört teker üzerindeki motorlu icadı ile insanbeşeri o zamana kadar hiç ulaşamadığı hızlara çıkarmadan önceki zamanlarda nasıl bir hayatımız vardı. Hayal etmeye çalışalım. Motorlu hiçbir taşıt yok. Şimdi tarihi filmlerde gördüğümüze benzer ulaşım olanakları ile sınırlıyız sadece. Size de böylesi bir dünyayı tasavvur etmek bana geldiği kadar zor geliyor mu?

Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali’nin (BIFED) Panorama bölümünde gösterilen “Arabama Aşığım” (I’m in Love With My Car) otomobilsiz bir dünyayı tasavvur etmenin tam tersinden işletiyor hikayeyi. Film şu soruyu yöneltiyor içten içe seyirciye, “Sizce arabaların işgali altındaki dünya insan olan bizlerin de çehresini değiştirdi mi? 5 duyumuzun 5’ini de artık arabaların dünyası üzerinden mi algılar olduk?

Benim şansım, “Arabama Aşığım” belgeselinin İtalyan yönetmenleri Michelle Mellara ve Alessandro Rossi ile filmin gösteriminden bir gün önce festival süresi boyunca BIFED merkez ofisi olarak hizmet veren Dantela Cafe önündeki masalardan birinde filme dair görüşmek oldu.

Röportaj Ergi (İşbilen) ve Burcu (Halaç) tarafından, “Alper bak, “Arabama Aşığım” filminin yönetmenleri burada, Röportaj yapmak ister misin?” şeklinde önerildiğinde ilk tepkim, “Arabama Aşığım mı. Yeşil Gazete için mi!!!” şeklinde olsa da gerek röportaj sonrası ama asıl olarak filmi izlememin ardından o ilk tepkimin beyhude olduğu da ortaya çıktı.

Açık Radyo’dan Ömer Madra’nın filmin ardından yönetmenlere yönelttiği, “Filminizin adı “Arabama Aşığım”, ironik olarak Türk romanı da “Araba Sevdası” ile başlamıştı. Şimdi gelinen durum ise dizi film adlarından alır isek, “Kara Sevda”dır.” yorumunun altına bir imza attığımı belirttikten sonra sizleri Michelle Mellara ve Alessandro Rossi ile başbaşa bırakmak isterim.

***

Arabama Aşığım: Bir üçlemenin son filmi

Röportajı filmin yönetmenleri Michelle Mellara ve Alessandro Rossi (ortada) ile BIFED merkez ofisi Dantela Cafe önünde gerçekleştirdik. (Fotoğraf: Burcu Halaç)

-Bozcaada’ya hoşgeldiniz. Öncelikle sizi tanıyarak başlayalım isterim?

Michelle Mellara: 2 İtalyan yönetmeniz. 20 yıldan bu yana da birlikte çalışıyoruz. Belgesel film çekiyoruz ama bunun yanında beraber çektiğimiz kısa ya da uzun metraj kurmaca filmler de oldu bugüne değin.Çektiğimiz belgeseller dünyanın pek çok yerinde gösterilme şansına sahip oldu, birçok festivale de katıldı. Onun dışında 50’ye yakın televizyon kanalına da satıldılar.

Bir yapım şirketimiz de var, adı Mammut Film. Şirketimizin merkezi İtalya’nın Bologna şehri. Çalışmalarımıza orada da devam ediyoruz.

Alessandro Rossi: Bozcaada’da gösterilen “Arabama Aşığım” bir üçlemenin son halkası aslında.

İlk iki filmden söz etmem gerekirse. İlki sağlık daha doğru ifade etmek gerekirse ilaç sektörüne dair bir filmdi. 3. Dünya ülkelerine ilaç tedarikine yakından bakmak istedik. İlk filmin adı “Health for Sale” (“Satılık Sağlık” olarak çevrilebilir).

İkinci filmde ise şehir alanlarında bahçecilik, ya da bir nev-i “earthyculture”  üzerinde durduk. Hobi bahçeleri olsun, şehir içi bostanlar olsun… kent içinde doğayı minik minik de olsa kurma çabalarına dairdi film ve adı da “God Save the Green” (“Tanrı Yeşili Korusun” olarak çevirebiliriz).

Ve üçüncü filmimiz de işte Bozcaada’ya getirdiğimiz, “I’m in Love With My Car” (Arabama Aşığım).

Arabalar ile 5 duyu organımızın ilişkisi

-Ben Yeşil Gazete adına festivale geldim. Sizinle röportaj yapmam önerilip filmin adının da “Arabama Aşığım” olduğunu öğrendiğimde önce bir irkildim. “Biz ekoloji üzerine, fosil yakıtların gezegeni getirdiği cehennemi hali vurgulamak üzerine bir gazeteyiz. Bu film otomotiv endüstrisini mi övüyor yoksa” dedim içimden. Arkadaşlar da tam tersi bir konusu olduğunu ifade ettiler ama ben size de sormuş olayım. Nasıl bir film “Arabama Aşığım?”

Michelle Mellara: İnsanlar ile arabalar arasındaki ilişkinin önemli olduğunu düşünüyoruz. O yüzden bu filmi çekmek istedik ve bize kalırsa konuya özgün bir bakış açısı da getirdiğimizi düşünüyorum. Film 5 bölümden oluşuyor ve her bir bölüm de bizim bir duyu organımıza hitap ediyor belgeselde. Görme, dokunma, işitme, koku alma ve tat alma hislerimize dair tesirlerine bakmak istedik arabalar ile olan ilişkimizin.

İlk bölüm ile başlayayım. Film az önce ifade ettiğim gibi arabalar ile insanların duyu organları arasındaki ilişki hakkında. Bir bakıma “Ayın karanlık yüzü”ne dair bir belgesel de diyebiliriz “Arabama Aşığım” için. Sizin sorunuza yanıt vermemiz gerekirse ilk düşünceniz doğru değil elbette, biz konuya eleştirel açıdan bakmaya çalıştık.

Fakat diğer açıdan bakacak olursak arabalar olan ilişkimizin çok sembolik yanları da var. Bir evliliği düşünelim ve o sahneyi gözümüzün önüne getirmeye çalışalım. Evli çiftin ilk isteği bir araba sahibi olmaktır ve evlenir evlenmez de arabaları ise uzaklaştıkları bir sahne canlanır gözümüzde. Bunun dışında Holywood sinemasında “Yol Filmleri” başlıklı kendine has bir janr vardır hepimizin bildiği gibi ve bu tarz filmlerde araba ile film kahramanının hikayesine odaklanmamız beklenir. Bunları da göz önüne aldığımızda bir yandan da böyle bir, tırnak içinde söylememiz gerekirse, “aydınlık, bize ferahlık getiren” bir yönü de var bu ilişkinin.

Çocukların zihnindeki araba imgesi: Özgürlük!

-Filmi yarın (12 Ekim 2018 Cuma) izleme imkanımız olacak. Röportajı ise hemen öncesinde gerçekleştiriyoruz. BIFED kitapçığından filmin konusunu okurken dikkatimi çeken bir şey oldu. “Bir grup ilkokul öğrencisi izleyiciyi hayali olana yapılan bir yolculuğa yönlendirir.” denmiş. Bu kısmın filmdeki yeri nedir?

Alessandro Rossi: Filmin çekim aşamasında bir senelik zaman zarfında da ilkokul öğrencileri ile “arabalar ve hayal dünyaları” temalı bir çalışmanın içerisine dahil olduk.

İlkokul öğrencileri ile uzun zamana yayılan ve konusu “çevre, trafik ve arabaların buna etkisi” olan bir atölye gerçekleştirildi. Atölyeyi gerçekleşen kişi bizim de arkadaşımız olan bir aktivist ve oyuncu idi. Ancak biz de süreç içinde çalışmayı gözlemleme ve zaman zaman çekim yapma şansına sahip olduk.

Workshop sırasında da filmde bizim konu aldığımıza benzer şekilde çocukların arabaları nasıl algıladığına dair düşüncelerini öğrenme imkanımız oldu. “Arabaları nasıl duyuyorlar?”, “Arabaları nasıl görüyorlar?” benzer şekilde arabalar ile koku-tat alma ve dokunma hisleri arasında nasıl bir ilişki halindeler soruları yöneltildi kendilerine.

Onlara araba imgeleri gösterildi ve araba sesleri dinletildi çalışma boyunca. Bir taraftan da çocukların arabaya yükledikleri anlam sorgulandı. Çizimleri, anlatımları vsr yolu ile “Araba sizin için ne ifade ediyor?” sorusuna yanıtlar bulmaya çalışıldı. Bazı çocuklar araba ile özgürlük duygusunu bağdaştırdıklarını ifade ettiler mesela.

Zamanımızın can alıcı sorunları

-Filmi izledikten sonra başka sorularım da olacaktır ama şimdilik kaydı ile son sorumu yönelteyim. Bozcaada’yı nası buldunuz ve BIFED hakkındaki düşüncenizi öğrenebilir miyim?

Alessandro Rossi:Benim bu ikinci ziyaretim hem Bozcaada hem de BIFED’e. 2 sene önce jüri üyesiolarak yer almıştım festivalde. Adada olmak çok güzel. 2 sene önceki duygularıma benzer hisler taşıyorum. Yeni filmimizle burada olmak da çok güzel ve keyifli. Özellikle adanın bu mevsiminde burada olmanın da daha avantajlı olduğunu düşünüyorum.

Michelle Mellara: Ben ilk defa Bozcaada’da geliyorum. Adada olmaktan, festivali burada yerinde takip etmekten çok keyif aldığımı söyleyebilirim. Film izlemek için çok güzel bir ortam sağlıyor Bozcaada. Tanıştığım insanlar çok çık fikirli ve büyüleyici idiler gerçekten.

BIFED’in misyonunu da çok önemli buluyorum. Festivali takip etmek de dünyadaki ekoloji sorunlarını 5 gün içinde de olsa takip etme şansı sunması açısından önemli. İklim değişikliği olsun, zamanımızın can alıcı sorunları olsun çok büyük ve önemli konuları ele alıyor festival.

Bugün Alessandro ile motosiklet kiralayarak adanın hemen her tarafını da dolaşma imkanı bulduk. Ada için söyleyecek olumsuz hiçbir yön yok. Bu mevsimde geldiğimiz için şanslıyız aslında. Bu gibi yerler için tek olumsuzluk ünlü olduklarında, cazibe merkezi olduklarında gelen yoğun turist akını sonucu değişime uğramaları. Ki öğrendiğimiz kadarıyla yaz sezonunda Bozcaada için de aynı olumsuz durum geçerli imiş.

Röportaj sırasındaki çeviri desteği için BIFED ekibinden Burcu Halaç’a çok teşekkür ederiz.

 

Röportaj: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

Engelsiz Filmler Festivali’nden, ‘Kültürel Hayata Eşit Katılım Paneli’

Engelsiz Filmler Festivali’nin ev sahipliği yaptığı “Kültürel Hayata Eşit Katılım” konulu panel, iki erişebilir festival; Klappe Auf! Kısa Film Festivali ve Oska Bright Film Festivali’nden konukların da katılımıyla 19 Ekim Cuma günü (dün) Goethe-Institut Ankara’da gerçekleşti.

Türkiye, İngiltere ve Almanya’daki film festivallerinde erişimin nasıl tanımlandığı üzerinden kültürel hayata katılım konusunun tartışıldığıpanel öncesinde, iki erişebilir festivalin hazırladığı “Zebra” adlı kısa film seçkisinin gösterimi yapıldı. Gösterim sonrası Engelsiz Filmler Festivali program koordinatörüEzgi Yalınalp’in moderatörlüğünde gerçekleşen panel, İngiltere’den Oska Bright Film Festivali yönetmeni Becky Bruzas, Oska Bright Film Festivali yapımcısı Lizzie Banks, Oska Bright Film Festivali yaratıcı yapımcısı David Parker, Hamburg’dan Klappe AUF! Kısa Film Festivali yönetmeni Andreas Grütznerve Klappe AUF! Kısa Film Festivali yardımcı yönetmeniKatrin Mersmann’in katılımıyla gerçekleşleşti.

İlk Zamanlar Engelli Bireylerin Ön Yargılarıyla Karşılaşıyorduk

British Council iş birliğiyle, Kültür ve Sanat Alanında Kadın ve Liderlik Programı kapsamında düzenlenen panel, 3 erişilebilir festivalin tanıtım filmlerinin gösterimi ardından başladı. İlk olarak erişilebilir festivallerin yola çıkış hikayeleri ve erişilebilirlik hakkındaki uygulamalarının konuşulduğu panelde, festivalleri organize ederken karşılaşılan engellerin üzerinde duruldu. Oska Bright Film Festivali’nden David Parker, insanların festivale gelmeden önce belli bir ön yargıya sahip olduklarını ve bu yargıyı aşmaya çalıştıklarını dile getirirken, Klappe AUF! Kısa Film Festivali’nden Katrin Mersmann, ilk yıllarında filmleri gösterebilecekleri erişilebilir mekan bulmakta güçlük çektiklerinden söz etti. Engelsiz Filmler Festivali’nden Ezgi Yalınalp ise festivalin ilk yıllarında engelli bireylerin, festivale katılımları konusundaki çekincelerinden bahsetti.

Her Şey Daha Erişilebilir

Ezgi Yalınalp, katılımcılara kendi ülkelerindeki erişilebilirlik hakkında düşüncelerini sorduğunda ise Oska Bright Film Festivali’nden Lizzie Banks, sinemalarla yakın çalıştıklarını dile getirerek, İngiltere’de engelli bireylerin toplu taşımayı ücretsiz kullandıklarından bahsetti. David Parker ise sosyal bakım bütçesinin her yıl düştüğünün altını çizerek, son zamanlarda festivale daha az sayıda engelli bireyin katıldığını dile getirdi. Klappe AUF! Kısa Film Festivali’nden Katrin Mersmann ise Hamburg’ta erişebilirlik kültürünün yaygınlığından ve fiziksel anlamdaki katılımın yoğunluğundan bahsetti.

Katılımı Her Yıl Daha da Arttırmaya Çalışıyoruz

Panelin devamında Engelsiz Filmler Festivali’nde her yıl katılımı arttırmak için özel etkinlikler düzenlediklerini ve ilgiyi arttırmaya çalıştıklarını dile getiren Ezgi Yalınalp, festival olarak yoğun katılım sağlamak için engelli bireyleri otobüslerle festivale getirmekten kaçındıklarını dile getirdi. Engelsiz Filmler Festivali’nin düşüncelerine katılan her iki festivalin yöneticileri ise; erişilebilirlik konusunda çalışacakları çok alan olduğunun altını çizerek, katılımcı üç festivalde izleyicilerden aldıkları geri bildirimlerle ve her yıl festivallerine bir yenilik katarak katılımın daha da artmasını sağlamaya çalıştıklarından bahsettiler.

Panelde konuşulan bir diğer konu ise festivallerin nereden ve nasıl destek aldıkları oldu.

Oska Bright Film Festivali’nin ilk yıllarında çok iyi destekler aldığını dilete getiren David Parker, son yıllarında bekledikleri desteği alamadıklarından bahsetti. Almanya’da Klappe AUF! Kısa Film Festivali olarak bilinir olduklarını dile getirerek sözüne başlayan Andreas Grützner, bu tür projeleri destekleyen bir kurumdan her yıl destek aldıklarını dile getirdi. Konuşmanın devamında ise Ezgi Yalınalp, Engelsiz Filmler Festivali’ne farklı organizasyonlardan yoğun destek olduğunu dile getirdi.

Katılımcılar, festivaller arası bilgi alışverişinin öneminden bahsederek söyleşinin devamında seyircilerin sorularını yanıtladılar. Söyleşinin sonunda her iki festivalin yöneticileri, Engelsiz Filmler Festivali’ne kendilerini davet ettikleri için teşekkür ederek, birlikte iş birliği yapmaktan ve Türkiye’deki sinemaseverleri görmekten mutluluk duyduklarını dile getirdiler.

 

(Yeşil Gazete)

Gıda egemenliği yitirilirken ayılı şarkılar söylemek

20. yüzyılda dünya nüfusu, eşi benzerine hiçbir devirde rastlanmayan yeni bir hüviyet kazandı. Şehirde yaşayan, gıda üretemeyen insanların sayısı, köylüleri geçti; hattâ kimi ülkelerde kır-kent nüfusu oranı 1:20’ye kadar geriledi. Gıda, hiç olmadığı kadar ucuzladı, bollaştı. Henüz 1960 gibi yakın bir tarihte bile, endüstrileşmiş ülkelerde gıdaya harcanan para aile bütçesinin %40’ı kadardı. Bugün bu oran Almanya’da %14’e, Türkiye’de (ciddi sınıfsal farklar olmakla birlikte ortalamada) % 20’ye düşmüş durumda (TÜİK 2017; Welzer 2016 s.78).Özetle, çok daha az sayıda insan yüksek enerji girdisi ve mekanize yöntemler kullanarak gıda üretimi yapabiliyor. İnsan emeğinin yerine petrol geçti de diyebiliriz. Bugün tarımın her aşaması (gübre üretimi, traktör, taşımacılık, sulama…) büyük miktarlarda karbon bazlı enerji kullanımına dayanıyor. Daha verimli değil; ama daha ucuz: 1930’larda bir kalorilik gıda sofraya ulaşıncaya kadar 2.5 kalori enerji harcanıyordu. 1950’de bu oran 7.5’a, bugün 15-20 kaloriye çıkmış durumda (bkz. Moore 2015, 10. bölüm). Yer altında yüz binlerce yılda birikmiş yoğun enerji depoları kullanılmasa, böyle bir üretim yahut dolaşım mümkün olmazdı. Döneme “Karbon Medeniyeti” denmesi sebepsiz değil (Moriarty ve Honnery 2010).

Sisteme bu miktarda enerji girmesinin uzun vadede ne sonuçlara yol açabileceğini henüz tam olarak öngöremiyoruz. Fakat kapitalist sistemin devamını sağlayan en önemli ayaklardan birinin, en başta gıda olmak üzere temel girdilerin (emek, enerji…) ucuzlaması; daha doğrusu ucuzmuş gibi muamele görmesi olduğunu biliyoruz. Bu amaç doğrultusunda pek çok hayat tenzil ediliyor: İşçiler, emekleri görünmeyen kadınlar ve tabiatın varlıkları olabildiğince düşük maliyet kalemleri hâline geliyor. Örneğin enerjinin ucuzlaması adına Ortadoğu’da diktatörler destekleniyor, savaşlar çıkarılıyor. Yahut gıdanın ucuzlatılması için ormanlar kesiliyor, biyolojik çeşitlilik yok ediliyor; yerlerine tarım arazileri açılıyor. Bu şekilden tabiattan devşirilen kârlara “ekolojik artı değer” deniyor. Aşırı üretim (ve kimilerinin orantısız refahı) bu sayede mümkün oluyor.

Bu yazıda, tarımsal emeğin itibar/değer kaybının Türkiye popüler kültüründeki izdüşümlerini takip edeceğim. Tarımın endüstrileşmesi sonucunda köyden kente gelen ve şehirlerde ucuz iş gücü olarak çalışan insanların bir dönem nasıl görüldüğünü, nasıl temsil edildiklerini inceleyeceğim. Bu maksatla, belli bir dönemin mizahına, şarkılarına değinip ardından üç filme odaklanacağım: 1978 yapımı Çöpçüler Kralı, 1979 yapımı Yusuf ve Kenan ve 1985 tarihli Züğürt Ağa. Bunların üçü de görece meşhur, ödüllü filmler; fakat istisnaî değiller. O dönemden başka pek çok film konu edilebilirdi. Ancak benim asıl maksadım kapsamlı bir sinema eleştirisi sunmak değil, tarımın tasfiyesi ve şehirde yedek işgücü oluşma süreçlerinde yaşanan değersizleşmenin kültürel kodları üzerine düşünmek. Yani bahsettiğim değer kaybına eşlik eden şehirli kültürel hegemonyayı sorgulamak.

Bu önemli; çünkü Türkiye’nin kırsal nüfusunun sahip olduğu beceriler ve bilgiler Türkiye’de uzun süre hakir görüldü ve kolayca unutuldu. Bugün (geçtim şehirde yaşayanları) pek çok köy kendi ekmeğini yapamaz, kendi tohumunu üretemez durumda. Yoğurttan yumurtaya endüstrinin arz ettiği ne varsa, köye dışardan geliyor. Ancak bu yalnızca köylülerin sorunu değil. Türkiye’nin kültürel iklimi köylerdeki bilgi birikiminin bir sonraki nesle aktarılmasına mâni oldu. İnsanlar topraklarını terk etti. Gıda ağları ise sayılı birkaç şirketin hakimiyeti altına girdi/giriyor. Türkiye kamuoyunun (ve diğer pek çok ülkenin) bu sürece anlamlı bir tepki veremediğini düşünüyorum. Geri kalmışlık, cahillik, köylülük gibi yakıştırmalar etrafında emeğin değersizleşmesine, çeşitlilik içeren yaşam alanlarının, en azından böyle bir potansiyelin kaybedilmesine göz yumuldu; hattâ destek olundu. Oysa ki karşımızda iklim değişikliği gibi bir mesele duruyor. Türkiye kuraklaşıyor. Toprakla-tohumla deney yapabilen; ürün yelpazesini genişleten; ehil, otonom çiftçilere ihtiyaç var. Alternatif enerjilere yönelmiş, israftan uzak duran, birbirini destekleyen ürünler yetiştiren, toprağı koruyan çiftlik tasarımları gerekiyor. Türkiye’nin son 70 senelik seyri ise bunun tersi. Temel gıda maddeleri dövizle dışardan satın alınır hâle geldi (Özgür 2018). Her aşamasında petrole bağımlı ve çeşitliliğe rağbet etmeyen bir sistem ortaya çıktı. Tohumdan gübreye tüm üretim araçları ve demografi değişti. Dönemin şarkıları, filmleri bu dönüşüme eşlik etti. Aşağıda önce göçle şehirlere gelen insanlara karşı Türkiye’deki sınıfsal nefreti ele alacağım. Ardından filmlerde bunun nasıl ele alındığına ve gıda üretiminde ıskalanan ihtimallere değineceğim.

Ayılar, Magandalar, Zontalar

1992 yılında Barış Manço’nun “Ayı” isimli şarkısı hit olmuştu, televizyonda-radyoda sürekli çaldığını hatırlıyorum. Nakaratı, “oku bakayım”, “aayı” şeklindeydi. Topluca söylenirdi, eğlenceliydi. Ancak yıllar sonra, üniversitede yakın Türkiye tarihi anlatan biri olarak şarkıyı yeniden dinlediğimde, bir dönemin popüler kültürüyle (ve kendimle) tatsız bir şekilde yüzleşmek zorunda kaldım. Öncelikle şunu fark ettim: Şarkı, ayılar hakkında değil, şehre göç edenlerle ilgiliydi. Daha doğrusu çocuklarına şehirdeki “ayıları” anlatmayı vazife edinmiş bir baba seslendiriliyordu. Şarkının sözleri aşağıda:

Bak evladım buna ayı derler

Ormandan inip şehre gelirler

Biraz ağırdır, hantaldır ama

Armudun iyisini ayılar yerler.
(…)
Maksat çoluk çocuk öğrensin hayatın çetin yollarını.

Kaptırmasınlar kimseye kafalarını ve de kollarını.

Hani baba olarak vazifemiz tabi, uyandırıp ikaz etmek.

Uzunlar yanmıyor Hakim Bey, kısa yoldan anlatmak gerek.


Hayvan sevgisi tabi ki lazım; ama her şey karşılıklı.

Ben seni seveyim sen beni say ki bozulmasın ağzımızın tadı.

Armudun iyisini zaten o yer, bir eli yağda ötekisi balda.

Buramıza geldi artık Hakim Bey, takdir sizden biraz da ite kaka.
Oku bakayım AYI, oku bakayım AYI.

Şarkının klibi bir mahkeme salonunda geçiyor. Önde Barış Manço, ailesiyle derdini hakime anlatırken arka planda bir tarafta “şehirli” görünümlü kişiler; diğer yanda kıllı, göğüsleri açık, bıyıklı erkekler gösteriliyor. Klibin sonunda iki grup birbirine giriyor, mahkeme salonu karışıyor.

Benim hayret ettiğim, şarkının aklımda “eğlenceli” diye kalmış olması; başka kayıt yok. Üstelik ne yazık ki şarkıdaki kıllı, esmer erkek tiplemeleri istisnaî değil. O dönemin mizahı, popüler kültürü, reklâmları benzer bir klişe figür etrafında dönüp durmuş.

 

Grup Vitamin’in Zonta isimli şarkısı da bir dönem meşhurdu: Sözleri “kıllarını tararsın, zontasın” şeklindeydi.

Ayşe Öncü, İstanbullular ve Ötekiler isimli makalesinde, kentli-köylü ayrımının Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan bir sürekliliği olduğunu anlatır. Zaman içinde değişen üç mizahî tip tespit eder. 1940’ların dalga konusu Hacıağa’dır. Taşradan gelmiş, bıyıklı, dindar gözüken; ama şehvetli bir tiptir. Şehre gelirken ağalığını da kaybetmiştir. Karısı görgüsüzdür, sınıf atlamak hevesindedir, devamlı şikâyet etme hâlindedir. 1970’li 80’li yıllar ise arabesk kültür vurgusu ile geçer. Her şeyi birbirine karıştırarak kendince tarz yaratan insanlar, misal çiğ köfteyle viski içenler arabesk olarak nitelenir. En temel nitelikleri yine taşralı yahut köylü olmalarıdır. Köylülere atfedilen masumiyeti kaybetmiş (bu masumiyet ve arsızlık arasındaki gidiş gelişlere aşağıda değineceğim); ama kent hayatının nezaketini de öğrenememişlerdir. Ayşe Öncü’nün tarif ettiği son tipleme ise magandadır. Ayşe Öncü’ye göre arabeskten farklı bir tiptir bu. Maganda görünürdür, talepkârdır, rahatsız edicidir (Öncü 2000). Belki hâlâ tevekkülden bahseden Orhan Gencebay ile “ben de isterem elma yanaklardan” diyen İbrahim Tatlıses, arabesk ve maganda ayrımının temsilcileri olarak görülebilir (Gürbilek 2001). Ancak önemli husus, farklı şekillerde de olsa bahsi geçen her tiplemenin, rafine şehirli zevkleri olmayan “ötekiler” olarak imlenmiş olmasıdır.

Mizah, iki ucu keskin bıçak gibidir. İktidara karşı mevzilendiğinde hiyerarşileri ve alışılmış anlam evrenini tersyüz eder, sessizlik duvarını kırar, iktidar sahiplerinin maskelerini düşürür ve belki de en önemlisi, güleni güçlendirir. Ancak hegemonik dili sahiplenip iktidarın arkasında hizalanırsa ayrımcılığa, ötekileştirmeye, hiyerarşileri doğallaştırmaya hizmet eder. Var olan şiddeti görmezden gelmeye sebep olur. İlginçtir, özellikle maganda-kıro furyası yaygınlaştığında Türkiye’nin bir bölümünde yangın vardı. 90’larda Kürt coğrafyasındaki şiddet ortamından kaçıp gelen milyonu aşkın insan, bir de böyle bir muameleye maruz kaldılar. Şiveleriyle, görünümleriyle, yaşam tarzlarıyla dalga geçildi. Yoksullaştırmayla, militarizmle, devletle, Batılılaşmayla, refahın kaynakları ile derdi olmayan kültürel üretim, gelenlere ayı diyerek tahkir etti, belli bir kesimin sembolik üstünlüğünü korumaya yaradı. Dönemin reklâmları bile, ürünlerini şehirli seçkinlere pazarlamak için bu ayrımcı dile fütursuzca başvurdu.

Bir köşe yazarının Radikal gazetesindeki şu sözleri, bir ibret vesikası olarak hiç unutulmasın istiyorum:

Don paça soyunmuş adamlar geviş getirerek yatarken, siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnasız hepsi tesettürlü kadınlar mangal yellemekte, çay demlemekte ve ayaklarında ve salıncakta bebe sallamaktadırlar. Her 10 metrekarede, bu manzara tekrarlanmakta, kara halkımız kıçını döndüğü deniz kenarında mutlaka et pişirip yemektedir. Aralarında, mangalında balık pişiren tek bir aileye rastlayamazsınız. Belki balık sevseler, pişirmeyi bilseler, kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatmazlar, hart hart kaşınmazlar, geviş getirip geğirmezler, zaten bu kadar kalın, bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun kollu ve kıllarla kaplı da olmazlardı! (Kırıkkanat 2005)

Türkiye’deki sınıf nefreti şekil değiştirmiş olsa da bitmiş değil. “Aksanlı vatandaş” taklitleri yahut Recep İvedik filmleri bu mirası devam ettiriyor. Kimisi bu figürleri olumlu, hattâ sevimli olarak değerlendirebilir. Bir yanıyla doğru, ancak bütün ırkçılıklarda olduğu gibi, “ötekiler” hakkındaki retoriğin zaten hep çatal dilli olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Avrupa sömürgeciliğinde de benzer bir durum var. Bilindik nefret retoriğine, asil ve bilge yerliler yahut sakar/bön/sevimli Siyah temsilleri eşlik etmiş. (daha detaylı bir tartışma için bkz. Zeybek 2013; aynı meselenin Türkiye’deki yansımaları için Zeybek 2016)

Toparlamak gerekirse, kabaca 1950 sonrasına dair anlattığım bu süreç ile konservelerin yaygınlaşması, salam-sosis-cola’nın sofralara girmesi, sütün hijyeninden bahsedilmeye başlanması yahut paketli gıdaların ve büyük perakendecilerin hakimiyet kazanması yakından ilişkili. Kırsal nüfus şehirlere akarken yediklerimiz de değişti. Ancak aradaki bağlantılar, radikal bir siyasete dönüşemedi; ırkçı mizahın, şehirli seçkinciliğin, kişisel husumetlerin gölgesinde kaldı. “Yediklerimizin tadı kalmadı”, “artık her şey hormonlu” gibi cümleler edildi edilmesine; ama bunlar kişisel şikayetlerden, geçmiş nostaljisinden öteye geçemedi.

Şehre yeni gelenlere karşı hissedilen, sadece nefret değildi. Daha karmaşık, görünürde zıtlıklar ve farklı pozisyonlar içeren, yerine göre başka cümleler etmeyi mümkün kılan bir klişeler sistemi devredeydi. Bir sonraki bölümde önce üç film (Çöpçüler Kralı, Yusuf ve Kenan, Züğürt Ağa) üzerinden bu çok katmanlı yapıyı daha kapsamlı bir şekilde tarif edip ardından gıda meselesine geri döneceğim.

Kaynakça 

Erdil, Merve
 2018 Çiftçilerin Derdi İklim. Hürriyet, 2 Eylül. http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/ciftcilerin-derdi-iklim-40735999.

Gürbilek, Nurdan
 2001 Kötü Çocuk Türk. İstanbul: Metis.

Kırıkkanat, Mine
 2005 Halkımız Eğleniyor. Radikal.

Moore, Jason W.
 2015 Capitalism in the Web of Life: Ecology and the Accumulation of Capital. New York: Verso. 
Moriarty, Patrick ve Honnery, Damon
 2010 Rise and Fall of the Carbon Civilisation: Resolving Global Environmental and Resource Problems. 2011 baskısı. Londra; New York: Springer.

Öncü, Ayşe
 2000 İstanbullular ve Ötekiler: Küreselcilik Çağında Orta Sınıf Olmanın Kültürel Kozmolojisi. İstanbul: Küresel ve Yerel Arasında. (Der.) Çağlar Keyder. İstanbul: Metis Yayınları.

Özgür, Bahadır
 2018 “Yerli ve milli” diyet: Sadece dört ürün kaldı! Gazeteduvar. https://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2018/02/22/yerli-ve-milli-diyet-listesi-sadece-dort-urun-kaldi/, erişim 8 Mart 2018.

TÜİK
 2017 Türkiye İstatistik Kurumu, Hanehalkı Tüketim Harcaması, 2016. http://www.tuik.gov.tr/HbPrint.do?id=24576, erişim 6 Mart 2018.

Welzer, Harald
 2016 Die smarte Diktatur: Der Angriff Auf Unsere Freiheit. 2. baskı. Frankfurt am Main: FISCHER Taschenbuch.

Zeybek, Sezai Ozan
 2013 Avrupa Düşüncesinin Talî Unsurları: Kölelik ve Sömürgecilik. İnsan&Toplum 3(6): 87–106. 2016 Garbiyatçılığı Anlama Rehberi. Nida(174): 30–35.

 

**Bu yazı ilk olarak Yemek ve Kültür dergisinin 52. sayısında çıktı.

***Bu yazı ozanoyunbozan.blogspot.com/ dan alınmıştır

 

Sezai Ozan Zeybek

Sanal alem hilelerinden hayvan sömürüsüne 3 BIFED belgeseli – Ekin Doğa Kozak

Bu yıl Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali’nin beşincisi düzenlendi ve ben festivale üçüncü gününden itibaren katılma fırsatı buldum. Çevreye dair, insanların yaşamış olduğu çeşitli sorunlar ve bu sorunlarla baş etmeye çalışan kişilerin almış oldukları önlemlere; hatta aktif katılımlarına, bazen ise çaresizliklerine tanık oldum.

Guanabara Körfezi’nde balıkçılar, Madrid’de plastik tüketimini minimuma indirmek için yaratıcı çözümler bulan insanlar, İstanbul’da cinsel yönelimi sebebiyle yaşadıklarını gözler önüne seren genç bir kadın, Papua Yeni Gine’de bir maden alanında yerel halkın yaşadığı acılar, Filipinli bir babanın Milano’da doğmuş olan çocuklarının gözünden değerlendirilmesi üç günde şahit olduğum manzaralardan bazıları.

Dünya genelinde yaşanan ekolojik problemler, insanın doğayı tahribi, doğanın tahribata yanıtı, insanın insana ettikleri gibi farklı açılardan dinamik olarak ele alınmış pek çok belgeseli izleme imkanı buldıum.

Bunlardan üç tanesini içerikleriyle ele almak istiyorum.

***

Dalıp Gidin Şu Parlak Işıklara Güzellerim

(Stare Into The Lights My Pretties)

2018 Uluslararası Yarışma Finalistlerinden olan ve Jordan Brown yönetmenliğinde çekilen belgeseli oldukça etkileyici buldum. Ekranlarla çevrili dünyamızı yakın plandan inceliyor; geçmişle günümüz arasında unutulan bağları hatırlatarak, günümüze ve geleceğe dair sorular oluşturuyor.

1946 yılında üretilen ilk bilgisayar olan ENIAC 170 metrekare alanı kaplayacak büyüklükte ve 30 ton ağırlığındayken şimdi geldiğimiz noktaya ne demeli? Teknolojinin gelişmesinin iki amacı vardı en başından beri; savaşmak ve ticaret yapmak. Facebook’un gerçekten sadece eski arkadaşlarınızı bulmanıza yardımcı olmak, sosyalleşmenizi arttırmak için olduğunu mu düşünürdünüz? Elde ettiğimiz bilgileri yine onları satanlardan elde etmemiz nedeniyle böyle düşünüyor olmak ise pek şaşırtıcı olmayacak aslına bakılırsa.

Eli Pariser’in filter buble yani bilgi kabarcığı olarak kavramsallaştırdığı fenomene göre Facebook, Google, yahoo gibi birçok sosyal medya kanalı ve haber sitesi kullanıcılarına, kişilere özel olarak tasarlanmış bilgileri, haberleri, yayın akışını sunmakta; bu da kişinin daha çok tıkladığı alanlardan seçilmekte, böylece etrafında gördüğü bilgi, fikir çeşitliliği azalmaktadır. Bu ise teyit yanlılığı olarak bilinen insanın kendi inançlarını ve düşüncelerini destekleme eğilimi göstermesine kolaylık sağlar. İnsanlar haklı olduklarını düşündükleri zaman dopamin salgılar (bağımlılıkla yakından ilişkili organik kimyasal) ve böyle hissediyor olmaktan hoşnut olurlar. Bu sebeple farklı görüşler özellikle yok ediliyor, hali hazırda sahip olunan inançların beslenmesi sağlanıyor. Her 5 insandan 4’ü uyandığı ilk 15 dakika içinde telefonunu kontrol ediyorken, ekranda “ne” gördüğümüzün önemi çok önemlidir. Örneğin Google’da aynı kelime üzerinden arama yapıldığı takdirde iki farklı insanın önüne bambaşka sonuçlar çıkmakta. Alternatif argümanların ne olduğundan bile haberimiz yokken gerçeklere ne kadar yaklaşabiliriz?

Daniel Patrick Moynihan’ın belirttiği gibi herkesin kendine ait fikri olabilir ama gerçek aynı kalır bundan haberimiz olsun ya da olmasın. Etrafımızı çevreleyen bu “benzerliklerle” dolu kabarcık içinde ne kadar gerçek bir dünya görüyoruz?

What makes you click (2016) belgeselinden oldukça açıklayıcı bazı parçalara da yer veriliyor Dalıp Gidin Şu Parlak Işıklara Güzellerim’de. Google’da üretim müdürlüğü yapmış olan Tristan Harris büyük şirketlerin hepsinin amacının tüketicinin kısıtlı olan zaman ve dikkatine yönelik olduğundan bahsediyor. Her seferinde yeni bir teknik deneyerek en işe yarar olan teknikleri geliştirdiklerinden ve insanların bir sonraki yönlendirmesinin ve sonraki yönlendirmesinin de yapıldığından bahsediyor. Slot makinesinin mantığıyla çalışır, bazen parayı vurursun bazen de elin boş kalır, tahmin edilemezliği çekici yapar; bazen telefonu eline alırsın ve uzun zamandır hoşlandığın kişiden mesaj almışsındır ve bazen kontrol edersin hiçbir şey yoktur.

İnternet tipi bir düşünme” tarzından söz ediliyor günümüzde. Ergenleri etkilediği kadar günümüz yetişkinlerinin de bu düşünme çeşidine adapte olduğundan bahsediliyor. Derin bir düşünce ve akıcı bir konuşmadan ziyade kes-yapıştır tarzında, kendine ait bir fikir üretme gerçekleşmeksizin. Peki derin düşünme neden önemli? Yavaşladıkça, derin düşündükçe zenginleşiyoruz aslında.  İletişim cevaplara ihtiyaç duyar. Bu hızda yaşarken birbirimize 2 saniyede cevaplanacak sorular soruyoruz. Cevap verme süremiz kısaldı artık, hemen cevap vermek gerekiyor. Sadece bize ait olan bir kişilik oluyor kendimize ait düşünceler olunca, dış dünyanın sağladıklarını edinmekten ziyade.

Kapitalizmin bundan sonraki hedefi belki de demokratik olmayan bir toplum yaratmak olabilir mi?

Gerektiği kadar yavaş olunursa kendine zemin bulan değişimlerin büyük çoğunluk tarafından kabul edildiğinde normalleşebileceğini de biliyoruz. Böyle zamanlarda, etrafımızda olup biten, dahil olduğumuz aktivitelerin bir parçası olunabileceğini sorgulamayı da unutuyoruz.

Bu belgesel yarattığı önemli sorularla ve harekete geçirecek gerçekçi tedirginliklerle aklımda yer etti.

***

Ütopya Zamanı

(Utopia Revisited)

Ütopya Zamanı’nın tanıtıcı yazısında “Adil bir toplum için bir yerlerde kapitalizme alternatif bir model var mı acaba?” sorusu dikkatimi çekti. Belgesel boyunca akıllı telefonların yapımında önemli yeri olan kobalt üretimi ile kapitalizmin çiftlikler üzerinde kurduğu baskı ve buna direnmeye çalışan ya da bu baskıya ayak uydurmaya çalışan alternatifleri izliyoruz.

Bu belgeselde “daha adil” diye çizilmeye çalışılan çerçeve, tüketicilerin büyük kısmına uygun fiyat sağlayıcılığıyla egemen olan firmalara karşı küçük çiftliklerin duydukları hasetten ne kadar ayrıştırılabilir? “Daha adiliz, gelin bizden alış-veriş yapın” reklamıyla tüketicilerin “aklını çelme” çabasında olmadıklarını, farklı bir kulvardan girmeye çalışarak amacın yine o pastadan kendilerine ayrılan ve günden güne daralmakta olduğunu iddia ettikleri paylarını büyütmeye çalışmadıklarını nasıl bilebiliriz? Evet, bazı koşullar diğerinden daha kötü, ama görece az kötü olana “ütopya” demek, kapitalizmin gözü dönmüşlüğüne nasıl bir alternatif oluşturabilir? Başka bir canlının yaşamı üzerinden, onun ürettikleri üzerinden, onun ilişkileri üzerinden para kazanmaya devam edildiği bir düzen nasıl olur da ütopya olabilir ki?

Üzerinde yükseldikleri temel aynıyken, birbirinden bu iki sistem nasıl ayrışabilir?

Eğer bir ütopyadan bahsedeceksek tüm “canların” sadece dünyaya gelmiş olmalarından dolayı yaşamı hak edişlerini canlandırmak isterim gözümde. Tüketicinin, ineğin yaşam koşullarına göre ürünü değerlendirmesinden ziyade; ineğin -olabilecek en iyi şartlar altında dahi- taşıdığı can hiçe sayılarak, üzerinden para kazanılacak bir meta olarak değerlendirilen bu sistemi görüp satın alınan her ürünün üretim sürecine katkı sağladığını kabul etmeye cesaret etmelerini isterim.

Biraz daha uzun süre kullanılabilen telefonlarla, biraz daha uzun süre yaşayan ineklerin günümüz kapitalizmine alternatif olabileceğine inanmıyorum.

Bu belgeselde iddia edildiği gibi bir düzenin ütopya değil, daha fazla fiyat ödenerek hayvan sömürüsünün daha iyi koşullarda yaşadığı iddia edilen hayvanlar üzerinden yükselmeye devam ettiği bir düzen görüyorum.

***

Süt Sistemi

(The Milk System)

Süt endüstrisine dair oldukça çarpıcı gerçeklerin gösterilmeye çalışıldığı süt sistemi belgeseli, pazara hâkim olan sistemin, çiftlik sahiplerini “sürekli daha fazla” talepleriyle nasıl zorladıklarını gözler önüne seriyor. Çiftlik sahipleri ürettikleri sütün tamamını sadece bir firmaya satabiliyor, litre başına alacakları fiyatı da satışı yaptıktan sonra öğreniyorlar. Üstelik hiç de tatmin edici olmayan fiyatlara satıyor ve satmaya devam ediyorlar.

Normalde 20 yıl yaşayabilen inekler ikinci yaşlarından itibaren aralıksız olarak hamile bırakılarak durmaksızın süt üretmeye zorlanıyor ve yorgun düşen vücutları beş yaşına vardığında artık süt üretiminden verim alınamadığından mezbahaya gönderiliyor. Bu hayvanların daha uzun süre yaşamasının çiftlikler için anlamı daha uzun süre süt üretebilecek olmaları.

Erkek buzağıların yaşamaya devam etmesinin masrafı bazı durumlarda daha çok olacağından 14 günlük olmadan öldürüldüklerini söyleyen bir çiftlik sahibi beyanını da içeren bu belgesel, onları 70 euroya satın alabilecek bir mezbaha bulursa, bu fiyatı emeğini karşılamayacak kadar ucuz bir fiyat olarak değerlendirse de satıyor. Bu beyanlara sahip çiftlik çalışanlarının üzüldüğü ortak bir konu ise ineklere hala sadece “dişi” doğurmalarının sağlandığı bir yolun bulunamamış olması (gelecekten umutlu gibiler).

1 litre süt üretmesine karşılık 3 litre dışkı üreten inekler ise dev üretim merkezlerinde günde litrelerce dışkı üretiyorlar. Havayı ve toprağı çok büyük ölçüde kirleten bu düzenin değişmesi için belgeselde önerilen sistemse daha küçük çaplı üretim merkezleri. Küçük çaplı üretimlerin olduğu yerlerde hayvanların ürettikleri dışkı toprağı besleyebilecek bir malzeme oluyor. Toprak beslensin ki inekler daha iyi beslenebilsin, daha iyi beslenebilsin ki daha lezzetli süt üretsin. Lezzetli süt üretebilmeye mümkün mertebe uzun yıllar devam etsin ve en nihayetinde insanların önüne “yemek” olarak çıkarak döngüsünü tamamlayabilsin. Bu belgeselin önerdiği sistem için de hayvanlar yalnızca sayıdan ibaret.

Hollanda’da yapılan süt üreticileri toplantısından bir röportajda, günde 3 porsiyon süt ürünü tüketilmesi öneriliyor, başka ülkelerde 2 porsiyon da kabul edilebilirmiş. Süt üreticileri başkanı, dünyayı beslemenin ahlaki sorumluluk olduğunu iddia ediyor. Dünyayı ihtiyacımız olmayan ürünlerle, canlıların canlarını hiçe sayarak besleyerek ahlaki sorumluluklarını gerçekleştirdiklerini iddia ediyor. Üretim fazlası süt tozlarını gelişmemiş ülkelere satarak elden çıkaran firmanın başkanı dünyayı beslemenin ahlaki sorumluluğu olduğunu belirtiyor.

Her anne kendi yavrusu için süt üretir ve süt yavrunun büyümesine yardımcı olur. İnsan bebeğinin ihtiyacı olan sütü annesinden temin ettikten sonra süte ihtiyacı var mıdır? Ya da yetişkinlerin süte ne kadar ihtiyacı vardır? Sütün yetişkinlerde kanserli hücrelerin büyümesine yardımcı olduğu çalışmalardan da bahsedilmektedir. Aynı zamanda süt tüketiminin en yüksek olduğu ülkelerde en yüksek kırık oranlarına sahip olunması bilgisi de oldukça şaşırtıcı olabilir.

Sütün sağlığımız açısından tüketmemiz gereken bir besin kaynağı olduğu iddiasının asılsızlığına göndermelerle dolu bu belgeselin, hayvansal tüketim konusuna etik açıdan hiçbir taraf almamış olması beni oldukça şaşırttı.

Belgeseli izlerken önlerine yem konulan ve bunu derhal yemeye başlayan ineklere baktım. Bu sömürünün durmasının iki yolu var: 1) ya inekler bu durumu protesto edecek -yemlerini yemeyerek açlık grevine girmeleri bir ihtimal- ve 2) ya da insanlar hayvansal ürünleri talep etmeye son verecek!

Belgeselin sonunda, “Bu görüntüleri izlerken içi sızlamayan kimse olmamıştır sanırım” diye yorumda bulunan izleyiciyi öğlen saatinde etli yemek menüsü ve yanında ayranıyla görünce o sızlanmayı yaratmanın yapılacak hiçbir şey yokmuş gibi bir izlenim bıraktığını gözlemledim. Yapılması gereken asgari adımın hayvansal gıdaları tüketmeye son vermek olduğunu belgeselin söylemesini dilerdim.

 

 

Ekin Doğa Kozak

[İki Teker] Yol bisikleti sporunda rekabet ve işbirliği – Süleyman Erçalışkan

Yol bisikleti sporu ülkemizde alışılagelmiş sporlardan farklı bir yerde. Bu sporun kendine ait bir dili, kendine has bir ruhu ve 100 yılı aşkın gelenekleri bulunuyor. Neredeyse her milletten ve her renkten sporcu, dünyanın dört bir yanında çeşitli yarışlara katılıyor. Bu çok kültürlülük ile bisiklet sporu dünyanın dört bir yanında yeşeriyor. Her ne kadar bisiklet sporunun terimleri Fransızlara, ruhu ise İtalyanlara atfedilse de bu sporun Avrupa sınırlarının ötesinde bir dili ve gelenekleri bulunuyor. Ortak bir dil konuşamayan bisikletçiler bile beden hareketleriyle çok şey anlatabiliyorlar. Bu dil ve gelenekler sayesinde çok uzak kültürlerden gelen bisikletçiler sezon boyunca sele üzerinde buluşuyorlar. İşte bu çok kültürlü evrensel sporu farklı yönleriyle tanıtmak ve tartışmak için bir bisiklet köşesi oluşturmaya karar verdik. İlk yazının konusu bisiklet sporcuları arasındaki rekabet ve işbirliği biçimleri.

Yol bisikleti yarışlarında her etapta yaklaşık 200 bisikletçi start alıyor. Yarışta her bisikletçinin farklı hedefleri var. Kimi ilk 30 kilometrede pelotona tempo verip tüm gücünü tüketerek günü tamamlıyor. Kimi en önde formasındaki sponsorları tüm dünyaya göstermek için ter döküyor. Kimi de, takım arkadaşlarını uzaya çıkan bir mekiğin yakıt tanklarını tek tek tükettiği gibi tüketip yarışı kazanmaya çalışıyor. Yarış sonunda tek bir bisikletçi kazansa da bu bir takım sporu. Öyle ki  takım olmazsa o bisikletçi hiç bir şekilde yarış kazanamaz. Her takım 8 bisikletçiyle yarışıyor ve her etabı kendilerinden sadece bir sporcuya kazandırmak için diğer yedi kişiyi farklı işlerde görevlendiriyor.

Yol bisikleti sporu kazanmaktan çok kaybetmeye alışmak zorunda olduğunuz, rakip kavramının sürekli değiştiği, ciddi stratejiler gerektiren bir spor. Örneğin, rakip takımlarda olan iki şampiyon sporcu yarışı kazanabilmek adına aralarında anlaşıp takım arkadaşı gibi birbirlerine tempo verip en önde sürüş yapıyorlar ve ancak son kilometrede gerçek rakip oluyorlar. Bisiklet yarışlarındaki mücadele tek bir alanda da gerçekleşmiyor. Takımlarda çok farklı özelliklere sahip sporcular bulunuyor. Dünya üzerindeki birbirinden farklı parkurlarda çok çeşitli mücadeleler ortaya çıkıyor. Örneğin kilosu hafif olan bisikletçiler Alplerdeki yokuşları uçarcasına çıkarken, taşlı Belçika parkurlarında yarışı erken bırakmak zorunda kalabiliyorlar. Toplam yarış süresine bağlı olan genel klasman galibiyeti en nihayetinde yarışın son galibi olmak anlamına geliyor. Ancak bisiklet sporuna damgasını vuran tek galibiyet bu olmuyor. Etap galibiyetleri de en az genel klasman galibiyeti kadar heyecan verici olabiliyor. Günün sonunda birden fazla sporcu galip geliyor. Bisiklet sporunda ne tek bir sporcu ne de tek bir takım sporun vazgeçilmez galibi olamıyor ve belki de bu özelliği bisikletin çoğulcu ve diğer sporlara kıyasla şiddetten daha uzak bir spor olmasını sağlıyor.

Bisikletçilerin topluca sürüş yaptığı gruba peloton adı veriliyor. Pelotonu  yaşayan bir organizma gibi düşünün. Her bir bisikletçi bu organı var eden bir hücre. Bisikletçiler enerjilerinin bir kısmını peloton için harcıyor ve aynı zamanda da pelotonun içinde dinlenebiliyorlar. Pelotonun dışında rüzgara gögüs gerip sürüş yapmak daha hızlı enerji tüketmeyi gerektiriyor. Fakat toplu bir şekilde giden pelotonun içinde de yarış kazanamazsınız. Bir yolunu bulup 200 kişinin oluşturduğu pelotonu arkanızda bırakmalısınız. İşte burada stratejiler ortaya çıkıyor. Bunun içinde kendi takım arkadaşlarınıza, yani “domestik”lerinize ihtiyacınız var.

Pelotonun rüzgar direnci

Domestik bu sporu takip etmeye başladığınızda en çok duyulan terimlerden. Dilimizdeki anlamı fedai demek. Bisiklet takımlarında yarışı kazanabilecek sporcuya yardım eden bisikletçi anlamına geliyor. Takımlara transferleri yapılırken çok dikkat ediliyor. Lider sporcunun nerede zayıflıkları varsa ona o konuda yardım edeceği yerlerde görevlendiriliyor. Bir takımda birden fazla domestik bulunuyor ve her biri kendini tüketene kadar takımda yarışı kazanabilecek sporcuyu taşımakla görevli oluyor.

Domestiğin azımsanmayacak kadar büyük sorumlulukları var. Yarışı takım liderinin önünde sürdürerek hava boşluğu yaratır ve liderin daha az rüzgara maruz kalarak yani daha az yorularak kendini etap sonundaki “finish”e saklamasını sağlar. Yarış esnasında gerektiği zaman yavaşlayıp takım arabasına yaklaşarak takım liderine ve diğer arkadaşlarına yiyecek içecek temin eder. Yarış liderinin anlık formsuzluk yaşadığı ya da kaza yaptığı durumlarda liderini bekliyor ve ön gruba yetişmesi için tekrar önünde çalışmaya başlar. Son etapta sprint atacak sporcuya yarışı kazandırmak için diğer domestiklerle ”tren dizilişi” diye adlandırılan bir sürüş gerçekleştirir ve onu rüzgardan korumaya çalışır. Domestikler içinde süper domestikler de vardır. Bunlar takım liderleri kadar sağlam kondisyona ve kabiliyete sahip taşıyıcılardır. Son saniyeye kadar yüksek performans gösterip lider sporcuyu taşırlar. Bazı durumlarda kariyerlerini feda ettikleri sporculardan daha fazla maaş kazandıkları bile görülüyor. Etap derecelerine giremedikleri için ekstra ödüllerden mahrum kalabiliyorlar, lakin kontratları bunu telafi ediyor.

Fedailik, bisiklet sporunun değişmez ve hayranlık duyulası tarafıdır. Öyle ki 15 yıl boyunca kariyerini world tour klasmanında sürdüren kimi sporcular takımları için hiç görülmemiş fedakarlıkta bulunuyor ve kariyerlerinde kazandıkları yarış sayısı üçü geçmiyor. Fakat bisiklet camiasında isimleri saygıyla anılıyor ve gösterdikleri fedakarlık her zaman hatırlanıyor.

Bir sonraki yazıda bisiklet sporuna gönül vermiş sporcuların kırsaldaki yaşamlarını ve göç hikayelerini konu edeceğiz.

 

 

Süleyman Erçalışkan

Fransız belgeselci Carine Lefebvre-Quennell Bali’de kızlarıyla katıldığı “Yeşil Okul” eğitimini anlattı

Endonezya’nın Bali Adası sıra dışı bir eğitim merkezine ev sahipliği yapıyor.

“Green School” yani Yeşil Okul’un temel amacı genç bireylere diğer canlılarla paylaştıkları gezegeni daha iyi tanımalarını sağlayarak ekolojik duyarlılık ve farkındalık kazandırmak…

Bu yıl beşincisi düzenlenen Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali‘ndeki en merak uyandıran ve ilgi gören yapımlardan biri Fransız yapımcı ve yönetmen Carine Lefebvre-Quennell‘in “Yeşil Okul Hikâyeleri(Green School Stories) adlı belgeseli oldu.

Bu vesileyle biz de yeşil bir eğitim modelinin nasıl uygulandığına uzaktan da olsa şahit olduk.

Salhane’de yapılan ve salonun tıka basa dolduğu film gösteriminin ardından Carine ile buluştuk.

Ekolojik bir okula gitme fikrinin nasıl doğduğunu, okulda çocuklara nasıl bir eğitim verildiğini, eğitimlere katılan iki kızının Fransa’ya döndükten sonra yaşamlarının nasıl değiştiğini, “Yeşil Okul”un yıllık maliyetini, Fransız eğitim sistemini ve Macron hükümetinin çevre politikasına dair yaklaşımını konuştuk.

***

Carine, az önce ilham veren bir yapım izleme fırsatı bulduk. Öncelikle bu belgeseli çekmeye, çocuklara ekolojik bir eğitim almaları için Yeşil Okul’a gönderme fikri nasıl doğdu? 

Bali’ye ailemle tatile gitmiştik. Bize biri Yeşil Okul’dan bahsetti. Biz de merak edip ziyaret ettik. Gittiğimizde de hem ben hem de kızlarım aşık olduk. Buraya gelmek istediler ama “siz bizi buraya getirecek kadar cesur değilsiniz” dediler. Eşim de “evet cesuruz” dedi ve gittik. O zaman en küçük kızım Celeste 11 yaşındaydı, büyük olan kızım Emma da 13. Bir de oğlum var, o dönem Belçika’da okuyordu.

Bali’ye ne zaman gittiniz, ne kadar süre orada kaldınız?

2015 Eylül ayıydı. Ağustos 2016’ya kadar oradaydık. Neredeyse 1 yıl kaldık.

“Amaç bu bireyleri değişim yaratabilecek kişiler haline getirmek”

Yeşil Okul’un yapısını biraz anlatabilir misin? Nasıl kurulmuş? 

10 senelik bir okuldu. Okul ilk başladığı zaman çok ufaktı ve çok az ailenin olduğu bir okuldu. Zamanla daha da büyümüş. Şimdi neredeyse 400 kadar aile var. Öncelik verilen şey aslında gelecek. Geleceği nasıl daha iyi bir hale getirebiliriz, nasıl daha yeşil bir dünya yaratılabilir. Dolayısıyla okul öncesi dönemden başlayıp 18 yaşına kadar bu aralıkta eğitim alan çocuklar var ve buna göre düzenlenen bir eğitim var. Ana amaç da bu bireyleri değişim yaratabilecek kişiler haline getirmek.

Peki Yeşil Okul’a isteyen herkes başvurup eğitim alabiliyor mu? Bir mülakat süreci var mı? 

Akademik geçmişin ya da notların nedir diye sormuyorlar. O açıdan bir seçme süreci yok. Ama en önem verdikleri ve baktıkları şey motivasyon. Orada olmaya ne kadar istekli ve heveslisin, orada olmayı ne kadar çok istiyorsun? Mesela biz oraya gitmeden önce Skype’da çeşitli görüşmeler yaptık. Bizim okula gittiğimiz dönem herkesin rahat gidebildiği bir dönemdi. Şimdi okul giderek popülerleştiği için bekleme listeleri oluşmaya başladı. O katılımcılar arasından seçimler de motivasyon üzerinden yapılmaya devam ediyor.

“Yeşil Okul’da hiçbir kural yok”

Çocuklar dersteyken ebeveynler ne yapıyor? Onlar da derslere girebiliyorlar mı? 

Burada Fransa’dakinden çok daha farklı bir sistem var. Fransa’da ailelerin eğitim sürecine müdahil olmalarını istiyoruz diyorlar ama aslında böyle olmasını hiç de istemiyorlar. Yeşil Okul’da ise hiçbir kural yok. Aileler eğitim sürecine çok müdahil. Okula istedikleri gibi girip çıkabiliyorlar. Böylece bir sürü projeye ve inisiyatife dahil olabiliyorlar. Bunlarla ilgilenebiliyorlar. Kendi bilgilerini ve deneyimlerini masaya koyabiliyorlar.

Biraz Fransız eğitim sisteminden konuşmak istiyorum. Bir ebeveyn olarak okulda gördüğün en temel sorun ne? Yeşil Okul’da deneyimlediğiniz şeylerin Fransız eğitim sistemine entegrasyonu mümkün olur mu?

Yeşil Okul’da benim gözlemlediğim ve gerçekten çok önemli bulduğum noktalardan biri çocuklar karşı gösterilen nezaketti. Fransa’da maalesef böyle bir şey yok. Fransız eğitim sisteminde çocuklara karşı nazik davranılmıyor. Ama burada bir çocuğun notları iyi ya da kötü olabilir, bunlar hiç önemli değil. Çocuklara gerçekten kendilerini iyi hissettirecek şekilde davranılıyor. Karşılarındaki kim olursa olsun onu olduğu gibi kabul ediyorlar. Yeşil Okul’daki öğretmenler ve öğrenciler arasındaki ilişki ise inanılmazdı. Hiyerarşi yok.

İkinci ve çok önemsediğim başka bir konu da çocukları yüreklendirmek ve güçlendirmekti. Filmde de izlediğiniz gibi Yeşil Okul’da çocuklara şunu yapacaksın, bunu öğreneceksin, bunu okuyacaksın denmiyor. Onlara seçenekler sunuluyor. Seçme hakkı tanınan çocuk ne yapacağına kendisi karar veriyor. Dolayısıyla hem bunların sorumluluğunu alıyor hem de seçtiği konuya karşı çok daha istekli oluyor.

Bir diğer önemli noktada çocukların burada doğayla kurduğu ilişki. Günlerini 7 saat boyunca bir masada oturarak geçirmiyorlar. Okulun farklı yerlerinde gezebiliyorlar, ormana gidebiliyorlar, çevreleriyle farklı şekilde ilişkilenebiliyorlar. Dünyanın birçok ülkesinde böyle şeyler var. Avrupa’da da çocukların doğayla ilişkilendikleri böyle eğitim veren okullar var. Öğrencileri ormana götürüyorlar. Bir öğretmeni dinlemekle sınırlı kalınmayıp elleriyle çalışıp öğreniyorlar.

“Plastik poşet kullanmıyorlar. İkisi de palm yağı tüketmiyor. Bir tanesi vejetaryen oldu”

Bali’de kızların eğitimi bittikten sonra Fransa’ya geri döndünüz. Celeste ve Emma’da nasıl bir değişim gözlemledin? 

Paris’in dışında yaşıyoruz. Yeşil Okul’a gitmeden önce, okula karşı ve bir şeyler öğrenmeye karşı çok isteksizdiler. Öğrenme arzuları kaybolmuştu. İkisi de okuldan bıkmıştı. Oradan geri döndüğümüzde yenilenmişlerdi, ilham almışlardı. Artık bir şeyler yapmak istiyorlardı, heveslilerdi ve bir şeyler yapabileceklerine inanıyorlardı. Yeşil Okul’da çeşitli STK’lar var. Bu STK’lar aileler tarafından değil çocuklar tarafından yönetiliyor. Onlar çalışıyorlar. Dünyaya yönelik farkındalıkları çok arttı. Eve döndüğümüzde kızlarımdan biri insani yardım kuruluşlarından birinde çalışmaya başladı.Üniforma dağıtmak için Hindistan’a gitti.

O yaştaki çocukların yaptığı gibi artık “ben, ben, ben” demiyorlar. Diğer kızım da “Urban Angels” adlı küçük bir online sivil toplum örgütü kurdu. Dünyanın farklı yerlerindeki genç kadınların eğitimlerine destek olmak amacıyla bağış toplamaya başladı. Artık böyle şeyler yapıyorlar. Öncesinde bunlarla ilgili hiçbir fikirleri yoktu. Özellikle çevre ve doğa konusunda çok daha bilinçliler. Çok daha yeşil düşünüyorlar. Bir markete girdiklerinde alışveriş yaparken plastik konusunda çok daha duyarlılar. Plastik poşet kullanmıyorlar. İkisi de palm yağı tüketmiyor. Bir tanesi vejetaryen oldu. Ama bir taraftan da geceleri hala ışıklarını açık bırakıyorlar. İşte bu değişmedi :))

“Anne, sanırım biseksüelim”

Belgeselde Yeşil Okul’daki eğitimlerin merkezinden iklim değişikliği konusu vardı. Okulda bunun yanı sıra toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile ilgili bir çalışmalar da yapılmış mıydı?

Yeşil Okul’da aynı anda birçok farklı proje yürüyordu. Filmde bir kısmını gösteremedim. Şu anda tam anımsayamıyorum ama toplumsal cinsiyetle ilgili şeyler de vardı. O zaman 11 yaşında şu anda 14 yaşında olan kızım çok açık bir şekilde “anne sanırım ben biseksüelim” dedi. Karar vermek zorunda olduğumu düşünüyorum, hangisi olduğunu bilmiyorum, seçim yapmalıyım dedi. Emin değildi ama bunu söylerken çok dürüsttü. Sanırım Yeşil Okul’daki eğitim onun fikirlerini daha da açtı.

Eğitim süresince çocukların beslenme şekilleri nasıldı? Kendilerini tıbbi ilaçlara ihtiyaç duymadan nasıl iyileştirebileceklerine yönelik bir eğitim aldılar mı? 

Yeşil Okul’da farkındalık temelli eğitimler vardı. Çok önemliydi. Okulda sebze ağırlıklı, çok sağlıklı beslendiler. Çok fazla et tüketilmiyordu. Çocukların çoğu vejetaryendi. Farkındalığa yönelik meditasyonlar vardı. Bulunduğumuz yer insanların doğal yaşadığı küçük bir adaydı. Tıbbi ilaçların çok bulunduğu bir yer değildi. Derslere başlamadan önce filmler de gördüğünüz yere uzandıkları sahneler vardı. Her dersten önce çocuklar 5-10 dakika meditasyon yapıyorlardı. Kızım da filmin bir yerinde “artık bedenimle daha iyi ilişkilenebiliyorum” diyordu. Bu onun bedeniyle denge kurabilmesi için yeni bir deneyimdi. Hem bedenleriyle hem de zihinleriyle kurdukları ilişki bağlamında dengelerini bulmalarına ve kendilerini daha iyi tanımalarına yardımcı olacak şekilde uygulamalar vardı.

“Çocuk başına senelik ücret 10 bin dolar”

Hepimizin merak ettiği bir önemli konu da maliyet. Çocuğuna böyle bir eğitim vermek isteyen ebeveynler ne kadarlık bir bütçe oluşturmalı? 

Burası ebeveynlerin para ödeyerek gittikleri bir okul. Bu yüzden mali bir külfeti var. Pahalı bir şey. Çocuk başına senelik ücret 10 bin dolar. Bu azımsanacak bir para değil tabi ki. Fransa için düşünürsek bizde eğitim ücretsiz. ABD ve İngiltere’yi düşündüğümüzde aslında okullar inanılmaz paralar kazanıyorlar ve oradaki rakamlarla kıyaslandığından çok da büyük bir rakam olmadığını düşünebiliriz. Kâr amacı güdülmediği için alınan tüm para okulun kendi içinde dönüyor. Öğretmenlere maaş veriliyor. Orada ada halkından bir sürü insan çalıştırılıyor. Onlara iş imkânı veriliyor.  Eğitime herhangi bir ücret ödemeyen Balili çocukların yüzde 50’si de eğitimden faydalanıyor. Para aynı zamanda bu çocukların da eğitim masraflarına gidiyor. Yeşil Okul’a bağışlar da yapılıyor, onlar da mühim. İmkanı olmayan çocuklara verilebilecek bursların kaynağı, fonu oluyor ailelerin ödediği para.

Sayende Yeşil Okul ile ilgili bir çok bilgi edinmiş olduk. Peki sen şu anda nelerle uğraşıyorsun? 

20 yıldır film çekiyorum. Genellikle eğitimle ilgili konularda filmler çekiyorum. Şu anda yeni projem üzerine çalışıyorum. Konusu okullardaki cinsel eğitim. Fransa’da çok büyük bir mesele. Çocuklar cinselliği internetten öğreniyorlar. Henüz çekimlerine başlamadım ama üzerine çok fazla araştırma yapıyorum. Bazı okullar bu konuda eğitim vermeye çalışıyor, bazıları da pek bir şey yapmıyor. Öğrencilere bu nasıl anlatılabilir, neler yapılabilir onlara bakıyorum. Birçok ergen ve genç bireylerle cinsel eğitim konusunda sohbet ettim.

“Fransa Çevre Bakanı’nın istifa etmesi utanç verici. Macron hükümeti ve Macron’un kendisi vaatlerini yerine getirmedi”

Bu arada geçtiğimiz aylarda Fransa’da öğrencilerin cep telefonu kullanımı anaokulu, ilkokul ve ortaokullarda tamamen, liselerde ise kısmen yasaklanmıştı. Sen bu uygulamayla ilgili ne düşünüyorsun? 

Sınıflara cep telefonlarının sokulmamasının iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum. O yaştaki çocukların hayatlarında telefonların bu kadar belirgin bir şekilde yer kaplıyor olması endişe verici. Şu anda bu konu üzerine araştırma yaptığım için çocuklar okulun bahçesinde ya da sınıflarda, hayatlarının geri kalan kısımlarında da çok fazla porno izliyorlar. Buna nasıl bu kadar kolay ulaşabiliyor olmaları ayrı bir konu. Aileler çocukları için evlerde bilgisayarları belki daha güvenilir hale getirebiliyorlar ama cep telefonu bambaşka bir mesele. Bence aileler çocuklarını bu konuda korumalı, ne yapılması gerektiğini iyi düşünmeli ve ona göre hareket etmeli.

Son olarak geçen Ağustos ayında Fransa Çevre Bakanı Nicolas Hulot, küresel ısınma ve çevreyle ilgili tehditlerle mücadele konusunda yaşadığı hayal kırıklığı nedeniyle katıldığı radyo canlı yayınında “Artık yalan söylemek istemiyorum” diyerek istifasını duyurmuştu. Bu gelişmeyi ve Macron hükümetinin çevre politikalarını nasıl değerlendirirsin? 

Çevre Bakanı’nın istifa etmesi utanç verici. Keşke istifa etmemiş olsaydı. Mesela bizim filmimiz Fransa’da bir televizyon kanalında gösterildi. Bu televizyon kanalını başlatan kişi Çevre Bakanı’ydı. Bir sürü güzel şey yapabilecek biriydi. Macron hükümeti ve Macron’un kendisi vaatlerini yerine getirmedi. Söylediklerinin hiçbiri bir şeye tekabül etmedi. Pek de çevreci bir yönetim olduğunu söyleyemem. Belki bir Trump değiller, onun gibi korkunç bir durum yok ama oldukça hayal kırıklığına uğratıcı bir durum. 

 

Röportaj: Merve Damcı

Tercüman: Burcu Halaç

(Yeşil Gazete)

[Kedi-Siz] Behiç Ak: Kedilerle çocukların yazgısı birbirine benziyor

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.[Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Hem yazıyor, hem çiziyor yetmiyor bir de mimarlık yapıyor…

Ama ismi geçince aklımdan ilk geçen şey; Kim kime dum duma’daki konuşma balonları öyle uzun oluyordu ki, sanki roman okur tadında okurdum. Yazdıkları beni hep mutlu eder ve ben neden bunu böyle düşünemedim diye vahlanırdım.

Çocuk kitapları, kedi sever bir çocuk kitabı hastası yaşlı ergen olan beni hep heyecanlandırdı. Çevreye, hayvanlara, iyi ve güzel olan her şeye öylesine yakın ki insan ülkedeki tüm çocuklar onu tanısın istiyor. Çoğu karikatürün bir ucunda hep kediler var.

Ayrılık isimli oyununda canım Sevinç Erbulak’ı izlemiştim. Nasıl naif nasıl kadife gibi bir metindi.

Çocuklara Yazlıkçılar adasında yaşayan kediler, kışın insanlar evlerine dönünce, aç kalırlar. Soğuktan tir tir titrerler. diyebilecek kadar da cesur bir koca kalp. Keşke Kedi Adası okullarda ders kitabı olarak okutulsa.

Çünkü o Behiç Ak

***

39 – Behiç Ak: Kedilerle çocukların yazgısı birbirine benziyor

Tolga Öztorun:  Kedileri konuşalım istiyorum. Nedendir bu kedilerin hayatımıza sızmış hali? Edebiyatta, resimde, tiyatroda, fotoğrafta, sanatın hemen her dalında ve hatta evimizin hayatımızın her yerindeler.

Behiç Ak: Kedileri olan sevgim çocukluğumdan geliyor. Samsun’da geniş bahçeli ahşap bir evde geçti çocukluğumun bir kısmı, kedilerle iç içe…

Annem ve babam çalıştığı için bize Havva adlı bir kadın bakardı. Havva tabiat anaydı bizim için. Her sabah peşine takılmış onlarca kediyle gelirdi. Şişman bedenini örten kat kat giysilerinin içinde tohumlar, kediler için mamalar, taşırdı. Kediler evimizin bahçesi içinde Havva’nın çıkmasını bekler, sonra akşamüstü onunla birlikte geri dönerdi. Havva’nın vücudunun bir uzantısı gibiydiler.

Ben de kedilere onun sayesinde alıştım, onların insanlar gibi olduğunu öğrendim. Hepsinin ayrı kişiliği, birbirine benzeyen ve benzemeyen hareketleri vardı. Her birine farklı isimler takardık. Onlarla tıpkı arkadaşlarımızla konuşur gibi konuşurduk.

İstanbul’a gelince doğadan koptuk, Havva’yı ve kedileri terk ettik, apartmanda yaşamaya başladık. Bahçeli, ahşap bir evde yaşamayı, kedileri, Havva’yı özlemle anar olduk. Yeri doldurulamaz bir boşluktu bu. Bu eksikliği hep hissederek büyüdüm. Daha sonraki dönemlerde hep bir kedim oldu. Bahçeli evlerde yaşadım ve kedileri besleme alışkanlığımı sürdürdüm.

Tolga Öztorun: Her şeyin daha da geri geri gittiği günümüzde çocuklara kedi sevdirmek, çevreyi öğretmek, iyi insan olmaları için neler yapmak lazım?

Behiç Ak: Kediler bir ortamın parçası olduğu zaman güzel. Bahçelerin, doğal parkların, ağaçların dallarından süzülüp yan bahçeye geçmelerin, sobanın kenarında miskin miskin pineklemelerin, aniden çevikleşmelerin…

Kediler bize bir canlı olduğumuzu hatırlatıp duruyor… sokağı, evi ve bahçeyi aynı anda kullanmayı öğretiyor. Büyük şehirlerde çocuklar neredeyse sokaklara kendi başlarına hiç çıkamıyorlar. Evlerinin önünde sabahtan akşama kadar oynayacakları bahçeleri yok. Kedilerle çocukların yazgısı birbirine benziyor. Evlerde güvenceli bir ortam bulabiliyorlar. Sokak tehlikelerle dolu. Her an bir otomobilin tekeri altında kalmak mümkün. Sokakta yaşayan kedilerin yaşam süresi çok kısa, şartlara dayanmaları çok zor. Kediler evin çocuğu gibi, çocuklar da ev kedisi gibi…

Çocuklara kedileri ve çevreyi sevdirebilmek için önce şehri çocukların kullanabileceği bir hale getirmek lazım. Okuluna servisle değil, yürüyerek gidebileceği, evinin önünde otomobil altında kalma korkusu olmadan oynayabileceği, mahallesinde kendini güvende hissedebileceği bahçelerin bulunduğu bir ortamı oluşturmak lazım.

Çocuklar, sokak canlılarını ve kendisini doğanın bir parçası olarak hissettiğinde hayat güzelleşiyor. Kendi çocukluğumdan biliyorum bunu.

Tolga Öztorun: Türkiye’de hala hayvan hakları kanunlarının Türk Ceza Kanunu dâhilinde olmamasını, Kabahatler Kanunu içinde olmasını, mal gibi değer görmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Behiç Ak: Hayvanların alınıp satılması, kendi ikliminden ve coğrafi çevresinden koparılması korkunç bir şey. Pazar ekonomisi egemen olduğu için bu çok doğal karşılanıyor. Tıpkı köleci sistemde kölelerin alınıp satılmasının doğal karşılanması gibi. Bu konuda gerekli bilinç tam oluşmadı.

Hayvan sevgisi olan birçok insan hayvanların satın alınmasını normal karşılıyor. Evindeki köpeği satın aldığı için bunu sorgulama gereksinimi duymuyor. Soğuk iklimde yaşayan bir canlıyı sıcaklığın 40 derecelere çıktığı bir bölgede yaşamaya zorlamayı normal buluyor. Pazar ekonomisini benimsemek birçok şeyi benimsemeyi de peşi sıra getiriyor. Örneğin suyun şişelenerek satılmasını normal bulmak gibi. Oysa çocukluğumuzda “neredeyse suyu bile şişeleyerek satacaklar” derlerdi.

Sadece ceza kanunuyla sorunları çözmeye çalışmak gerçekçi değil. Hayvan hakları birbirine bağlı birçok mücadelenin içinde yer aldığında bir anlam taşıyor. Bir kuşu yiyen aç bir kediyi yargılayamayız. Aynı şeyi aç bir insan yaptığında da. Ama silah piyasasının bir dalı olan “avcılık”la ilgili söyleyeceğimiz çok şey vardır.

Ne yazık ki piyasa ekonomisinin esaslı bir eleştirisine dayanmıyorsa karşı çıkışlarımız, çıkarılacak cezalar, “avcılık piyasasını öldürmeyelim” korkusunu yenemez ama “kuşu yiyen aç insanı” cezalandırır. Hayvan hakları derinlemesine incelendiğinde, “insan haklarını savunamıyoruz bari hayvanları koruyalım. İnsanlar kötü, hayvanlar masum ve iyi” gibi klişelerin ötesine geçmek gerektiği ortaya çıkıyor.

Hayvan haklarını savunmak, doğal çevreyi korumak, insan haklarını savunmak, zengin fakir ayırımını kaldırmak, piyasa ekonomisine karşı durmak, birbirine paralel ve birbirlerinden ayrılması zor olan mücadele alanları. 

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsınız.

 

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

[Cadı Kazanı] Belediye başkanlarını -da mı- ithal etsek artık! – Nuran Seyhan Bayer

Türkiye yenilenebilir ve temiz enerji kaynağı açısından çok şanslı. Günde ortalama 7,5 saat güneşlenme süresi olan bir ülkemiz var. Kıymetini biliyor muyuz? Tabi ki hayır. Dünya güneş enerjisi atlası verileri, ülkelere göre kişi başına düşen güneş enerji santrali kurulu gücünde 50 ülke arasında 35 inci olduğumuzu söylüyor. Diyeceksiniz ki ‘ehh fena da değil’, ama çok fena çünkü bizden 60 kat daha az güneşlenen Almanya, yine bizden 46 kat fazla güneş enerjisi üretiyor ve bizim 35 inci olduğumuz bu sıralamada birinci sırada yer alıyor. Ama Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığının resmî web sitesinde şu sözlere rastlıyorsunuz: “Bu yıl Ocak ayında sadece yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretimi yüzde 28 iken, ağustos ayında bu rakam yüzde 35’e yükseldi. Özellikle güneş ve rüzgâr enerjisine yapılan yoğun yatırımlarla Türkiye, yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretiminde Avrupa ülkeleri başta olmak üzere pek çok gelişmiş ülkeyi geride bıraktı” … Sıralamaya bakınca hangi gelişmiş ülkeyi geride bırakmışız anlamadım. Siz anladıysanız lütfen bana da anlatın!

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez

Bakanın açıklamasına göre de:” Ülkemizdeki yerli ve yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretimini artırma yönündeki çabalarımız sonucu yapılan hesaplamalara göre bu yılın ilk 8 ayında 500 milyon dolardan fazla doğal gaz ithalatının önüne geçerek cari açığın kapanmasına da katkı sağladık”. Sonuç: Doğal gaz fiyatları arttı, ithalat sürüyor ve stratejik planın en önemli maddesi de ‘doğal gaz depolama alanlarının’ artırılması.

Büyüklere masallar devam ediyor: Yine bakanlığın resmî web sayfasında, 2014-2019 strateji planında, yenilenebilir enerji üretimi için sadece şu açıklama var: “Güņ, rüzgâr, hidroelektrik, jeotermal, biyokütle, dalga ve akıntı gibi yenilenebilir enerji kaynaklarında hem elektrik enerjisi üretimi hem de ısı üretimi açısından önemli bir potansiyelimiz bulunmaktadır. Ancak bu potansiyelin tam anlamıyla hayata geçmesi için finansman imkânlarının geliştirilmesi, mevzuatın güncellenmesi, iletim altyapısının güçlendirilmesi ve yatırımcı farkındalığının arttırılmasına ihtiyaç̧ duyulmaktadır.”

Sanırsınız sorumlu ve karar mekanizması Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı değil, sadece saptama da bulunuyor!

Aklın yolu bir: Bakın Enerji Sanayicileri ve İş Adamları Derneği (ENSİA) ve Bergama Organize Sanayi Bölgesi (BOSBİ) Yönetim Kurulu Başkanı, Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO) Yönetim Kurulu Üyesi Hüseyin Vatansever ;2023 yılında 100 bin Megavata ulaşması beklenen kurulu güç içinde yenilenebilir enerjinin payının 30 bin Megavat olarak öngörüldüğünü hatırlatarak  Enerji Bakanlığı’nın Stratejik Eylem Planı’ndaki bu hedeflerin potansiyelin çok altında olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor : “30 bin MW yenilenebilir enerji kurulu gücü içinde güneş enerjisi 5000 MW paya sahip olacak. Bu hedef, günümüze göre beş kattan fazla bir büyümeye karşılık gelse de, potansiyelimizin çok çok altında. Kamu otoritesinin güneş enerjisinde lisanssız üretimin önünü açıcı düzenlemeleri süratle gerçekleştirmesi gerekiyor. Evler, apartmanlar, konut siteleri, fabrikalar, hastaneler, kamu binaları, turizm tesisleri kendi elektriğini kendisi üretebilsin. Kullandığından fazlasını da devlete satsın. Elektrik dağıtım şirketleri bu kapsamda gerekli hazırlıklarını ve teknik altyapılarını şimdiden tamamlamalı. Almanya’nın güneş enerjisindeki başarısının altında bireylerin dahi kendi elektriğini üretmesinin önünü açıcı düzenlemeler yatıyor. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Başarılı olmuş örnekleri ülkemize adapte ederek hızla yol alabiliriz.”

Tabii bu konuda en çok sorumluluk da yerel yönetimlere düşüyor. Çünkü güneş enerjisi panellerinin yerleştirileceği mevcut konutların çatılarının büyük çoğunluğunun yön, açı ve binaların statik taşıyıcı güçleri ne yazık ki güneş enerjisi sistemi (GES) projelerine uygun değil. Yeni yapılacak tüm binaların ve fabrikaların da çatıları fotovoltaik güneş enerjisi panellerine uygun inşa edilmeli. Bunun için de bütün siyasi partilerin ortak inisiyatifi ile imar yasalarında süratle gerekli değişiklikler yapılmalı ve zorlayıcı hükümler yer almalı. Belediyelerimiz de hem kanunların yapımında hem de uygulamada belirleyici söz sahibi ve karar mercii olmalı. İnşaat ruhsatı verirken, binanın ya da fabrikanın GES panellerine uygun projelendirildiğini kontrol etmeli ve görüntü kirliliğinin de oluşmasını engellenmeli.

Sonuç; potansiyelimiz var ama yatırımda bir türlü sıra gelmiyor ve milyonlarca dolar vererek hala doğal gaz ithal ediyoruz. Zaten belediyeler de çöp yakarak ısınmayı, elektrik üretmeyi de düşünmüyorlar.

Artık yönetici de mi ithal etsek acaba?

Bence evet, zaten adayım da var, hazır yerel yönetim seçimleri de kapıdayken bu adayı açıklamak da yarar görüyorum: Muharrem Demirok. Niye mi? Okumaya devam.

Muharrem Demirok- Linköping Belediye Başkanı

Demirok’un İsveç’in Linköping kentinde yaptıklarını kısaca anlatacağım ki belki partiler adaylarını seçerken biraz düşünür ve utanırlar. Onun oğlu, bunun kızı, şunun amcası saçmalığından vazgeçerler. Muharrem Demirok da Türkiye kökenli ama Konya’nın Kulu ilçesinden İsveç’e göçen bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve 2014 de ikinci kez seçildiği Çevre ve Enerjiden Sorumlu Belediye başkanı olarak Linköpig kentini İsveç’in en çevreci kenti yapmış. Çöplerin %99’u elektrik üretimi için kalan %1 ilk kısmını ise tarımsal gübre amaçlı değerlendirmiş.  2025’e kadar yüzde 10’luk petrol kullanımını tamamen sıfırlamayı amaçlıyorlar.  “İsveç’te fosil yakıtların kullanımına son verilmesi yönünde büyük adımlar attık. Çöplerin yakıta dönüştürülmesi yoluyla evlerin elektrik ve ısınma ihtiyacını sağlamada İsveç’in en başarılı şehri olduk” diyor.

Şehrin ısınmasında kullandıkları bu kadar petrolün bile çöpten üretilen enerjiden çok daha pahalı olduğunu vurgulayan Demirok, yapımı devam eden ve bu yıl sonunda Avrupa’nın en gelişmiş çöpten enerji üreten tesisinin açılışını yapacaklarını ve yüzde 10’luk petrol kullanımını da tamamen bitireceklerini de söylüyor. Geçen yıl ürettiği enerjinin yüzde 65’ini rüzgâr, su ve bioyakıt gibi yenilenebilir kaynaklardan elde eden İsveç, bir devlet politikası olarak hükümetlerin uyguladığı “Petrolsüz Ülke” programı çerçevesinde, 2030 yılında ülke genelinde fosil yakıtların kullanılmasına son verecek. 

Türkiye’nin tam anlamıyla varlık içinde yokluk çektiği gerçeğini yüzümüze haykıran bu uygulamaları bakalım kaç yerel yönetim adayı dile getirecek.

Kazanımız yerel seçimlere kadar kaynaya devam edecek….

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”

Hannah Arendt

 

Nuran Seyhan Bayer

 

[Yaşadım Diyebilmek] Berlin’den Ankara’ya ‘esrarlı’ yolculuk – Şahin Tekgündüz

Önce kahramanları tanıtayım.

Kıl Yılmaz Adapazarlı. Ünlü yönetmen Yavuz Özkan’ın ağabeyi Yılmaz Özkan. Ta 1950’lerin Ankara’sından, ilk gençlik yıllarımdan tanırım. Hani ‘şeytan tüyü var’ deriz ya… Bırakın tüyünü, bu şeytanın ta kendisi. Onu yakından tanımasanız, Othello’nun Iago’sunun canlanıp karşınıza dikildiğini ve gözlerinizin içine bakarak sinsi sinsi gülümsediğini sanırsınız. Bütün sempatisine karşın, o yıllara özgü uzun favorileri, Hüseyin Baradan’ınkine benzeyen ince ve uçları hafif kıvrık bıyığının altındaki sürekli tebessüm eden dudakları, felfecir okuyan siyah göz bebekleri ile, ağzını açıp iki laf etmesine gerek kalmadan kendinizi pasif bir koruma altına almanız gerektiği duygusunu yükler size.

Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, Anafartalar Caddesi’ndeki bir avukatın yanında staj yapıyor, ama hemen hemen bütün zamanını bizlerle geçiriyor. Aramızdaki adı Kıl Yılmaz… Çünkü gerçekten kıl… Lafını sözünü esirgemez, olmadık zamanda, olmadık kişiye olmadık lafı etmekten çekinmez, ortalığı karıştırır, sonra da tere yağından kıl çeker gibi, yarattığı sorunun dışına alıverir kendini. Size de pirincin taşını ayıklamak düşer.

Mösyö: Asıl adı Necmettin Karaerkek. Onu da aynı yıllarda, hattâ ne yılı, aynı aylarda tanıdım. Tokat eşrafından, Çerkez asıllı Şahin Bey’in dört oğlundan (Bedrettin, Necmettin, Saadettin, Hayrettin) biri. Uzunca ve zayıf bedeni, esmer teni, çıkık elmacık kemikleri ve yüzünün sert hatlarıyla tam bir Çerkez yakışıklısı. Sevecen ve duygulu olmasına karşın, bu yanını, nedense erdem değil de zaafmış gibi belli etmemeye özen gösterir; dinlemeyi genellikle konuşmaya tercih eder, ama konuştuğunda da bile bile çam devirmekten çekinmez. O da hukuk mezunu ve avukat. Aramıza katılmadan önce bir süre Paris’te yaşadığı için aramızdaki adı Mösyö… Ankara Oran’daki evinde emekliliğini yaşıyor ve resim yapıyor.

Ayşe Kudat: Ne yazık ki onun için takma ad kullanamıyorum. Onu 70’li yılların başında Timuçin Yekta ve Özkan Taner’le birlikte kurduğumuz OPA adlı danışmanlık ve proje firmasındayken tanıdım. Harvard’ın sosyal ilişkiler ve antropoloji bölümünde doktorasını tamamlamış Türkiye’ye dönmüştü. Uluslararası alanda ünlenmek üzere emin adımlarla ilerleyen genç bir bilim kadınıydı ve Berlin Üniversitesi bünyesinde göçmen iş gücü konusunda kurulan araştırma enstitüsünün başındaydı. Anlatacağım öyküde rolü olmamakla birlikte ondan söz etmemeyi bir eksiklik olarak görüyorum. Kendimden söz etmeye gerek duymaksızın konuya geçiyorum.

Berlin’den gelen davet

Yıl 1975. O günlerde Yılmaz Özkan, Ayşe Kudat yönetimindeki, Berlin Üniversitesine bağlı Araştırma Enstitüsü’nde çalışıyor, aynı zamanda da doktorasına hazırlanıyordu. Bir gün ikisinin evlenmeye karar verdiklerini öğreniyoruz. Zaten birlikte yaşıyorlar. Sonbahara doğru Yılmaz’ın doktorası bitince de Ankara’ya dönecekler ve resmen evlenecekler. Nitekim dönüşlerinden bir süre sonra Maya’nın ve diğer şirketimiz OPA’nın bulunduğu şirin binada el birliğiyle gerçekleştirdiğimiz şık bir düğünle evleniyorlar.

Bu arada Yılmaz, Necmettin’le beni ısrarla Berlin’e davet ediyor hem bir süre birlikte olmayı hem de taşınmasına yardımcı olmamızı istiyor. Aslında benim de böyle bir seyahate, işim gereği ihtiyacım var. Yeni kurulan Maya Matbaası’nın Türkiye’de bulunmayan, bulunsa da çok pahalı olan birtakım gereksinimlerini Almanya’dan çok hesaplı şekilde sağlayabileceğimi düşünüyorum. Sonuçta Yılmaz’ın Balkanair firmasından aldığı ucuz biletlerle Berlin’e uçuyoruz. İlk sürprizi uçakta yaşıyorum. Almanların ‘Şnaps’ diye bir içkisi olduğunu biliyorum. Ne içeceğimizi soran resmi üniformalı iri kıyım kabin görevlisinin önerdiği içecekler arasında da Şnaps adını duyunca, ne güzel daha Almanya’ya ayak basmadan rakılarından tadacağım diye düşünerek keyifleniyorum. Biraz sonra önüme konulan bardaktakinin meyveli gazoz olduğunu anlayınca da dehşetli bozuluyorum. Meğer Mösyö bilir de söylemezmiş. Kabin görevlisinin bana önerdiği Şnaps değil, garip ve kaba bir telaffuzla söylediği Schweppes’miş.

Kurfürstendamm Strase’deki Türk…

Berlin gezisi pek eğlenceli başlıyor. Tabii ilk akşam Ayşe’yle Yılmaz’ın evinde bol şaraplı, bol biftekli ve bol patatesli bir akşam yemeği yiyip doya doya hasret gideriyoruz. Sonrasında birkaç gün Berlin turlarıyla geçiyor. Aklıma estikçe yalnız başıma Berlin’i dolaşırken, beni tanımayan ama yüzümden, belki de o zamanki bıyıklarımdan Türk olduğumu anlayan, benim de fötr şapkasındaki renkli kuş tüyleriyle köy meydanında dolaşır gibi yürümesinden tanıdığım pek çok Türk’le selamlaşıyorum, kısaca Kudam denilen Kurfürstendamm Strase’de… Temizliğine, yemyeşil geniş parklarına korna sesi duyulmayan ama su gibi akan trafiğine hayran kalıyorum Berlin’in.

Yılmaz’la Ayşe’nin misafirperverliğine diyecek yok. Yılmaz benim matbaa malzemelerini en elverişli koşullarla satın alabilmem için elinden geleni yapıyor ve Citroen’i ile beni götürmediği yer kalmıyor. Mösyö ise kafasına göre takılıp Berlin’i geziyor ve özellikle geceleri bizi ekiyor. Hatta bir gece haber vermeden sabaha kadar gelmediği için bayağı endişelenmiş, sabahın köründe bitkin bir halde eve dönüp kanepede sızınca geceyi nasıl geçirdiğini anlamakta zorlanıyoruz. Bu arada Berlin’de yaşamakta olan ünlü yazar Füruzan da bizi yalnız bırakmıyor.

Birkaç gün süren turistlikten sonra Ayşe’nin, Yaşar ve Feride adındaki iki arkadaşının yardımıyla evin eşyalarını toplamaya koyuluyoruz. Demiryolları işletmesinden, Ankara’ya kadar gidecek bir vagon kiralanıyor. Bütün sorun eşyaların vagona kadar taşınabilmesine kalıyor. Yılmaz her zamanki kıllığını yapmaktan geri kalmıyor, boynunun tutulduğunu ileri sürerek taşınma işlerinden sıyrılıveriyor. Bütün gün üzerine bir battaniye çekip, ahlayıp oflayarak kanepede yatıyor, etrafa talimatlar yağdırıyor, üstelik bir de taşınmanın aksamasından yakınıp duruyor.

Sonunda, Yılmaz dışındakilerin iş birliği ile eşyaları vagona yüklemeyi başarıyoruz. Çok ucuza satın aldığım kullanılmış ama hâlâ pırıl pırıl olan ofset kamera da vagona yerleşiyor. Çok mutluydum, artık matbaadaki film işleri, daha hızlı ve daha kaliteli çözümlenecek. Vagonun kapısını kilitleyip mühürlettikten sonra Berlin’deki işimiz bitiyor. Hamile olduğu için Ayşe’yi uçakla gönderiyoruz, biz de Yılmaz’ın ‘Citroen GS’ arabasıyla karadan dönüyoruz memlekete. O geceyi Berlin’de bir motelde geçirdikten sonra sabah erkenden yola çıkıyoruz. Tabii Yılmaz’ın hastalığından eser kalmıyor. Öylesine iyileşiyor ki, bütün uyarılarımıza ve ısrarımıza rağmen direksiyonu ne bana ne de Mösyö’ye bırakıyor.

Esrar kaçakçılığından içeri girmemize ramak kalıyor 

Yolculuk çok keyifli geçiyor. Özellikle Avusturya’dan geçerken o güne kadar sadece duvar takvimlerinde ve turizm afişlerinde gördüğümüz Alp Dağları ve eteklerindeki küçük kasabaların efsanevi görüntüleri nefesimizi kesiyor. Geceyi Graz’da, nefis ‘şnitzelli, bol patatesli ve biralı bir yemekten sonra otoyol kenarındaki bir motelde geçiriyoruz.

Sabah salam, sosis ve jambonlu yumurtayla mükellef bir kahvaltı yapıp birkaç saat sonra yaşayacağımız garip olaylardan habersiz yola koyuluyoruz. Yugoslavya sınır kapısını geçince pasaport ve gümrük kontrolü için durduruluyoruz. Mavi üniforması içinde sevimli, sarı saçlı, mavi gözlü, tombalak yüzlü bir gümrük görevlisi pasaportlarımızdan Türk olduğumuzu anlayınca, resmî kimliğini bir yana bırakıp bizimle samimiyet kurmak istiyor. Hatta şaka yapmaya bile yelteniyor ama ne haddine… Dedim ya, aramızda bir kıl var… Berlin Üniversitesi’nden doktor payesini almak üzere olan bir Türk nasıl olur da Yugoslav bir gümrük görevlisiyle senli benli olabilir? Yugoslav görevliye ters ters bakıp dağarındaki birkaç Slavca sözcükle adama hakaret ediyor. Fena halde bozulan delikanlı tıklım tıklım dolu arabanın içine göz ucuyla bakarak, özentili Türkçesiyle yarı şaka yarı ciddi “Kaçak var, komşi?..” diye soruyor. İşte olan ondan sonra oluyor. Kıl Yılmaz bu şakaya iyice kıl oluyor. Yugoslav’ın gözlerinin içine bakarak, “Var ya… Esrar var esrar…” diyor. Yugoslav bunun şaka olduğunu anlayıp, gülümsüyor. Onun aşağıdan alması üzerine Yılmaz kıllığının yetersiz kaldığını düşünerek daha ileri gidiyor ve “Esrar var esrar dedim, anlamadın mı?..” diyor. Mösyö ve ben şaşkınlık içindeyiz, Yılmaz’ın ne yapmak istediğini anlayamıyoruz. Onun bu tavrı beklenen sonucu yaratıyor.

Yugoslav delikanlı kendisiyle dalga geçildiğini anlıyor. Birden değişiyor ve el işaretleriyle, arabadan inip bagajı açmamızı istiyor. Ben işin tatsızlaşacağını fark edip bagajı açmak için arabadan iniyorum. Yılmaz anında inip bana engel oluyor. Bir yandan da görevliye, elleriyle işaret ederek “Kendin aç bakalım kolaysa” diye meydan okuyor. İş ciddileşiyor, Mösyö de arabadan iniyor. Bir anda ilgi odağı haline geliveriyoruz. Çevremiz meraklılarca kuşatılmaya başlıyor. Bu arada Yugoslav görevli düdüğüne asılıyor ve biraz ilerideki karakoldan yardım istiyor. Anında ızbandut gibi iki görevli zuhur ediyor. Arabanın kapıları ve bagajı açılıyor, her şey hoyratça aşağı indirilip, didik didik aranıyor. Bir yandan ben, bir yandan Mösyö araya girip Yugoslav görevlilere, arkadaşımızın şaka yaptığını, aslında arabada değil esrar, kaçak hiçbir şey bulunmadığını dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışıyor ama ciddiye alınmıyoruz.

Nerelerdesin İvo Bauçiç?

Gümrük görevlileri işi iyice azıtıp, arabanın döşemelerini sökmeye girişmek üzereler. Mösyö’nün ve benim ricalarımız üzerine vazgeçiyorlar. Bu kez Yılmaz indirdikleri eşyaları arabaya yeniden yerleştirmelerini istiyor, görevlilerse kesinlikle reddediyor. Yılmaz öfkeden çıldırmış, kıllığı aklının önüne geçmiş durumda. Ne edip edip fotoğraf makinasını bulmuş, bir yandan yere indirilmiş eşyaların fotoğraflarını çekiyor, bir yandan da tehditler savuruyor. İri kıyım görevlilerden biri atılıp Yılmaz’ın elindeki fotoğraf makinasını alıyor, içindeki filmi çıkarmaya kalkışıyor. Yılmaz’ın engellemeye kalkışması üzerine aralarında ciddi bir itiş kakış başlıyor.

Bunun üzerine düdük yeniden çalınıyor ve karakoldan bu kez polis olduğu anlaşılan bir üniformalı daha geliyor. Yeni gelen polis görünümlü Yugoslav, görevlilerin elindeki pasaportlarımızı ve arabanın evrakını alıp, bir eli belindeki tabancada bizi karakola götürmek istiyor. Bu kez Yılmaz yeni bir saldırıya daha geçiyor ve polis memuruna Almanca, Bakan İvo Bauçiç’e telefon etmek istediğini söylüyor.

Yılmaz’ın daha önce yakın dostu olarak bahsettiği Ağız ve Diş Sağlığı uzmanı İvo Bauçiç, aynı zamanda Yugoslav Hükümeti’nde bakan. Almanca bilmediğimiz için Mösyö de ben de adamın söylediklerini anlamıyor ama, Yılmaz’ın isteğini şiddetle reddettiğini görüyoruz. Polis, Bakan Bauçiç’i arayacağı yerde polisin bir üst merciini aramaya girişiyor. Tavırlarından ve konuşmasının tonundan bu kolayca anlaşılıyor. Gözaltına alınmamız işten bile değil. Fakat, kimle konuştu ise Yugoslav polis, sanırım İvo Bauçiç adı sayesinde sakinleşiyor. Konuşması bittikten sonra bu kez Yılmaz’ı değil bizi muhatap alarak bir kez de o, arabada gümrüğü ilgilendiren ya da yasak olan bir şeylerin bulunup bulunmadığını soruyor. Karşılıklı olarak dillerimizi bilmiyoruz. Mösyö’nün Fransızcası imdada yetişiyor ve polise bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

Biraz sonra ortalık yatışıyor ve ellerimizde pasaportlarla kös kös arabaya doğru yürüyoruz. Biriken meraklıların bakışları arasında yerdeki eşyaları bir güzel toparlayıp arabaya yerleştirmeye çalışıyoruz. Yılmaz’ın söylenmeleri bir türlü bitmiyor. Görevlilerin yaka numaralarını aldığını, Türkiye’ye dönünce Bauçiç’i arayıp bunların hayatını kaydıracağını söylüyor. Üçümüz de öfkeden ve sinirden konuşacak durumda değiliz. Edirne’ye kadar durmaksızın yol alıyoruz. O geceyi Edirne’deki eski Kervansaray Otel’de geçiriyoruz. Birkaç yudum rakı içince bütün öfkemiz geçiyor, hattâ yaşadıklarımızı hatırladıkça kahkahadan kırılıyoruz. Gariptir en çok neşelenip gülen Kıl Yılmaz oluyor. Yılmaz daha sonra İvo Bauçiç’i arayıp Yugoslav gümrükçülerin hayatını kaydırdı mı bilmiyorum ama bu yaşına rağmen kıllığının hâlâ sürdüğüne bahse girerim.

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]