Ana Sayfa Blog Sayfa 2699

P24’den Mersin Kültürhane’de ‘Nükleer Enerji Haberciliği Atölyesi’

Punto 24 (P24) Bağımsız Gazetecilik Platformu’nun “Nasıl Yapmalı” başlığı altında 2014’ten bu yana düzenlediği gazetecilik atölyelerinin son halkası ‘Nükleer Enerji Haberciliği Atölyesi’ adı altında  20 Ekim Cumartesi günü Mersin Kültürhane’de gerçekleştirildi.

Atölye kapsamında Artı Gerçek, Artı Tv ve Açık Radyo’dan Pelin Cengiz, Nükleersiz.org koordinatörü, Yeni Yaşam  gazetesi ve Yeşil Gazete’den Pınar Demircan ile Birgün Gazetesi’nde iken silikosis hastası kot kumlama işçileri ile yaptığı haber röportajlar ile tanınan ve kendisini emek-insan habercisi olarak tanımlayan Gülşen İşeri, Mersin’deki yerel gazeteciler, nükleer karşıtı aktivistler ve sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle biraraya geldi.

Atölye P24 ekibinden Özgün Özçer’in açış konuşması ile başladı. Kısaca P24 platformu hakkında bilgi veren Özçer, Akkuyu Nükleer Santrali inşaatının devam ettiğini, Mersin bölgesinden bu konuya dair haber akışını güçlendirmek amacını güden atölyenin ise bu niyetin ilk adımı olarak görülmesi gerektiğini ifade etti.

***

Pelin Cengiz: Nükleer lobisinin savları ve söylemekten kaçındıkları

Pelin Cengiz: Nükleer lobisinin Akkuyu için savları: *İleri ve yeni teknoloji, *Düşük maliyet, *İstihdama katkı, *Türkiye’nin enerji arzında çeşitlilik ve *Ülkenin dışa bağımlılığını azaltma

‘Nükleer Enerji Haberciliği Atölyesi’ndeki konuşmasına kendi gazetecilik deneyimi hakkında kısa bir bilgi sunarak başlayan Pelin Cengiz, ekonomi muhabiri olarak başlayan kariyerinin son 6-7 yıldır ekoloji odaklı bir gazeteciliğe evrildiğini kaydetti. Ekoloji ile Ekonominin aslen birbirini kesen, iç içe geçen konular olduğunu vurgulayan Cengiz, Akkuyu Nükleer Santrali için nükleer lobisinin savunduğu ve dem vurmaktan kaçındığı argümanları ise şu şekilde sıraladı.

Nükleer lobisinin santralin yapılmasına dair 5 argüman ileri sürdüğünü belirten Pelin Cengiz. Bunları da *İleri ve yeni teknoloji, *Düşük maliyet, *İstihdama katkı sağlanması, *Türkiye’nin enerji arzında çeşitliliğe gitmek ve *Ülkenin dışa bağımlılığının azaltılması şeklinde sıraladı.

Konuşmasının devamında bu 5, “Nükleer lazımdır, çünkü” argümanını neden ve sonuçlarını ile detaylandırararak çürüten Cengiz sözlerini şöyle sürdürdü:

“Nükleer santrallerdeki her gecikme maliyetin kademeli olarak artması manasına gelir. Akkuyu için ilk telaffuz edilen maliyet 22 milyar dolar idi. Şimdi ise bunu 25 milyar dolar olarak açıkladılar. Uzmanlar ise santralin maliyetinin en az 30 milyar doları bulacağını öngörüyor. Akkuyu anlaşması 2010’da Rusya ile imzalandığında dolar kuru 1,42 tl idi, dün (19 Ekim 2018 Cuma) kapanış saatinde kontrol ettiğimde ise 5,62 tlyi gördüm. Düşük maliyet savı gerçekçi değil.

Santralin istihdama katkı sağlayacağı da iddia ediliyor ama bu da doğruları yansıtmıyor. Bir santralde ortalama 1.000 kişi çalışır desek Akkuyu’da bunun bir kısmı Rus vatandaşlarından oluşacak. Toplam istihdam, inşaat sürecini de dahil edersek, 600-700 kişi ve bu da belli bir süre zarfı için geçerli. İstihdama doğrudan bir katkısından söz edemeyiz.

Dışa bağımlılık azaltılacak deniyor ama bu da doğru değil. Anlaşma Rusya şirketi Rosatom’a geniş imtiyazlar sağlıyor. Enerji arzında çeşitlilik deniyor ama Akkuyu devreye girmiş olsa dahi toplam enerji arzının sadece %7’sini karşılayacak. Devreye gireceği tarihte yenilenebilir enerji ile rekabete girmesi de mümkün olmayacak”

Pelin Cengiz, nükleer lobisinin bahsetmekten kaçındığı argümanları ise 3 + 2 argüman halinde şöyle sıraladı. 1-Santral riskleri, 2-Kaza riskleri, 3-Atık yönetimi ve 4-Politik riskler ile 5-Ekonomik riskler

Pınar Demircan: Japonlar bir süre radyasyon ölçüm cihazları ile dolaştı

Pınar Demircan: Türkiye’de nükler bir fıkra yaşanıyor. Rusya-Japonya  ve Çin gibi 3 farklı ülke tarafından nükleer santral kurulması kritik önemde standardizasyon gerektiren bir işlerde 3 farklı iş kültürünün olacağını gösterir.

Yeşil Gazetemizin nükleer haberler editörü de olan Pınar Demircan ise nükleer santrallerin riskleri ve toplumsallığı üzerine medyanın bilgilendirici rol oynaması gerektiğini söyledi. Bu bağlamda geçen ay araştırma projesi için bulunduğu  Japonya’da görüşmeler yaptığı sivil toplumu örgütlerinin temsilcilerinin deneyimlerini ve  nükleer karşıtı hareketten örnekleri paylaşcağını ifade ederek sözlerine başladı.

Japonya’da hemen herkesin nükleer felaketle yaşamak zorunda kalınca elinde cep telefonu büyüklüğünde radyasyon ölçüm cihazı ile dolaştıklarını aktaran Demircan, “Nükleer felakete neden olan bir ülkenin hükümetinin  ülkemizde nükleer santral kurmak istemesi üzerine düşünmeliyiz. Kaldı ki TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) bir süredir Japonya’dan ithal edilen ürünler için radyasyon kontrolü şartını kaldırmıştır. Hepimize afiyet olsun!” şeklinde konuştu.

Konuşmasında nükleer silahlanmanın geçmişi ve  nükleer santraller arasındaki bağlantıya değinerek nükleer santrallerin nükleer zincir içinde bir halka olduğunu aktaran Demircan bu tarihselliğin büyük resmi görmemizi sağlayacağına işaret etti.

Nükleer santrallerle ilgili olarak yeni teknolojiler kullanıldıkça yeni sorunların tespit edileceğini  belirtti.Japonya’nın batı bölgesindeki santrallerin fay hattı üzerine yapıldığının ortaya çıktığını da sözlerine ekleyen Pınar Demircan, ülkede son zamanlarda yaşanan en büyük sorunun ise radyoaktif suların denize boşaltılmasının planlanması olduğunu bilgisini paylaştı. Biriken radyoaktif su miktarının 1 milyon tona yaklaştığını ve bu kapasitede suyu silolarda muhafaza edecek yerin de kalmadığını  söyleyen Demircan, “Japonya’da yıllardır  problemin yalnızca trityum olduğu söylenir oysa başka izotopların da bu radyoaktif su içinde arıtılamadığı ortaya çıktı”dedi.

Sözlerine “Fukuşima’da nükleer santral kazasından ölen olmadı yalnızca deprem ve tsunami nedeniyle ölenler oldu şeklindeki yalan yanlış beyanlar  Japonya’da görülmekte olan bir dava sürecinde açığa çıktı”şeklinde devam etti. Dava sonucuna göre  Fukuşima nükleer santral kazası sonucunda direkt olarak 44 kişinin hayatını kaybettiğini, 380 kişinin de tahliyeler sırasında yaralandığının anlaşıldığını ifade etti.

Demircan Fukuşima’da çocuklar kadar yetişkinlerde görülen kanser ve diğer hastalıklarda da artış olduğunun anlaşıldığı gibi edinilen yeni bilgilerin nükleer santralerle ilgili olarak yeni sorular uyandırdığının altını çizdi. Özellikle erkeklerle aynı doz radyasyona maruz kalan kadın ve çocukların erkeklere göre daha kırılgan  olduğunun tam bilinmediğini, habercilikte bu bilginin mutlaka kullanılması gerektiğini belirtti.

Mersin’in de Japonya gibi bir deprem bölgesi olduğunun altını çizen Demircan, bugünkü atölyeye yurttaş gazeteciliği yapmak isteyen gençlerin  de gelmiş olmasını isterdim dedi.

Türkiye’nin bir nükleer santral için başka bir ülke ile ortaklık anlaşması imzalayan ilk ülke olduğunu belirten Pınar Demircan, bu “nahoş fıkra” benzeri durumun Akkuyu için Rusya ile yapılan anlaşmanın ardından Sinop için Japonya, ardından da İğneada için Çin ile anlaşma yapılmak sureti ile devam ettirildiğini de sözlerine ekledi.

Gülşen İşeri: İnsan ve Emek haberleri yaygınlaştırılmalı

Gülşen İşeri: İnsan ve emek öyküleri daha geniş bir kesime ulaşabiliriz

İnsan ve emek haberleri yaptığını belirten bağımsız gazeteci Gülşen İşeri ise Demircan’ın, “Akkuyu’ya karşı Mersin halkının azalan ilgisi” tespiti üzerinden konuyu alarak bu durumu tersine çevirmenin yol ve yöntemleri üzerinde kendi deneyimleri üzerinden paylaşımlarda bulundu.

15 yıllık gazeteci olduğunu ve bir kentsel dönüşüm mahallesinde büyüdüğünü ifade eden İşeri, 2004 yılında başladığı muhabirlik deneyiminin ilk günlerinden itibaren emek haberleri üzerine eğildiğini kaydetti. 90’lı yıllarda her gazetenin “Emek Haberleri” köşesi olduğunu, 2000’li yıllar ile bu durumun değiştiğini de kaydeden İşeri, “Kentsel dönüşüm üzerine yaptığım haberler de sadece İstanbul kapsamlı çalışmıyorum. Diyarbakır, Mardin, hatta İzmir’e kadar ülkenin pekçok yerinde bu tip projeler yürütülüyor. Ben de hepsini takip etme çabasındayım” dedi.

Silikosis hastaları ile birebir görüşmeleri üzerinden yaptığı haberlere ve kitaplara da değinen Gülşen İşeri, kamuoyuna yansıtıldığı gibi kot kumlamanın tamamen ülkeden çıkartılmış olmadığını söyledi. Sorunun sadece kot kumlama ile sınırlı olmadığını da kaydeden İşeri, “Silikosis hastalığının sadece kot kumlama ile geçtiği de yanlış bilinen bir durum. Kot kumlarken işçilerin kullandığı silika tozu başka pekçok sektörde de kullanılmaya devam ediyor. Kedi kumunda bile bulunan bir madde silika tozu ve akciğere yapıştığı anda da ölümcül sonuçlar doğurabiliyor” diye konuştu.

Emek ve insan haberlerini yaygınlaştırmak gereğinden de söz eden İşeri, yerel gazeteler adına atölyeye gelen muhabirlere ise Akkuyu nükleer santralinde çalışan işçiler ile birebir görüşerek onların hikayelerinin haberleştirilmesinin kamuoyu nezdinde ilgi uyandırabileceğini aktardı.

Soru – Cevap: Mersin halkının nükleer karşıtı mücadeleye eskiden olduğu gibi katılımı nasıl sağlanabilir?

‘Nükleer Enerji Haberciliği Atölyesi’ndeki sunumların ardından soru cevap kısmına geçildi. Atölye konuşmacıları ile katılımcıların soru-cevap kısmında odağa aldığı konu ise Mersin halkının Akkuyu nükleer santraline karşı kaybolan ilgisinin nasıl yeniden ayağa kaldırılacağı idi.

Yerel gazeteciler nükleer karşıtı harekete destek olmak için tabiri caiz ise “son mohikan” gibi mücadele ettiklerini, “halkın ilgisini nasıl çekeriz” diye haberleri en ince noktasına kadar kullandıklarını ama sonucun pek değişmediğini belirttiler.

Atölyenin sonunda konuşmacılar ve P24’den Özgün Özçer (ayakta) ile birlikte fotoğraf çekilmeyi de ihmal etmedik

Atölyenin son kısmında ise P24’den Özgün Özçer, konuşmacılar ve katılımcılar ile bundan sonraki yol haritasına dair neler yapılabileceği üzerine kısa bir forum başlattı. Nükleer santrale dair haberlerin gündeme gelmesi için Sinop, İğneada ve Mersin üçgenindeki gazetecilerin, stk temsilcilerinin ve nükleer karşıtı aktivistlerin dirsek temasında bulunmasına yönelik buluşmaların önümüzdeki günlerde tekrarlanacağı bilgisi ile atölye sona erdi.

 

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

“Ağaç dikeriz, iklim kurtulur” diye düşünenlere kötü haber: Hesaplarınız yanlış olabilir!

İklim değişikliğinin giderek hızlanması ve derhal harekete geçme ihtiyacı nedeniyle ilk akla gelen çözümlerden biri olan “ağaç dikmek” karbon emisyonlarını sanıldığı kadar etkilemiyor.

Malatya’da Akçadağ Belediyesi’nin iklim değişikliği projesi kapsamında geçen Mart ayında yaptığı çocuklarla ağaç dikme etkinliği.

Fransız Kalkıma ve Tarım Örgütü CIRAD’dan araştırmacı Ghislain Vieilledent ve arkadaşları tarafından yapılan ve American Journal of Botany‘de yayınlanan yeni bir araştırma, bundan yaklaşık 50 yıl önce yapılan bir formül hatası nedeniyle dünya ormanları tarafından tutulan karbon miktarının yanlış hesaplandığını ortaya koydu.

1971’den beri kullanılan dönüşüm katsayısının yanlış olduğunu bulan araştırmacılar, dünyada yaygın olarak kullanılan katsayı nedeniyle dünya ormanlarının karbon stoğunun yüzde 4-5 oranında fazla hesaplandığını belirtiyorlar. Fark küçük gibi görünse de, yeni hesaplama yönteminin karbon döngüsü rakamlarında ve dolayısıyla iklim değişikliğiyle mücadelede, ormanların rolü açısından fark yaratabileceği yorumu yapılıyor.

Avrupa’da ormanların sürdürülebilir yönetiminin etkisi ihmal edilebilir

Öte yandan Nature dergisinde yayınlanan diğer bir yeni araştırma Avrupa’daki ormanların sürdürülebilir yönetiminin iklim değişikliğine karşı mücadeleye olan katkısının ihmal edilebilir düzeyde olduğunu ortaya koyuyor.

Hollanda Amsterdam Özgür Üniversitesi’nden Sebastiaan Luyssaert ve Danimarka Aarhus Üniversitesi’nden Sylvestre Njakou Djomo‘nun başını çektiği uluslararası bir ekibin yaptığı çalışmaya göre Avrupa’daki ormanları iyi yönetmek yerel çevre açısından olumlu sonuçlar doğuruyor ve özellikle Kuzey Avrupa’da yerel iklim koşullarını iyileştiriyor. Ancak ormanları daha iyi yöneterek ağaçların karbon tutma kapasitesini artırmanın 21. yüzyıl sonuna kadar ancak 7 Gt karbonun tutulmasına neden olabileceği, bu miktarın ise küresel iklim açısından ihmal edilebilir olduğu belirtiliyor.

Bilindiği gibi fosil yakıtların yakılması, sanayi, tarım ve hayvancılık ve orman yangınlarından kaynaklanan yıllık toplam küresel sera gazı emisyonu halen 54 Gt civarında ve bu miktar giderek artıyor.

Eski ve doğal ormanları korumak gerek

Geçen yıl Lena R. Boysen ve arkadaşları tarafından Earth’s Future dergisinde yayınlanan bir başka araştırma da mevcut sera gazı emisyon düzeyleri sürdüğü sürece, her türlü emisyon artış senaryosunda dünya karalarının yarısına bile ağaç dikseniz bunun karbon tutma etkisinin çok sınırlı olacağını ve küresel sıcaklık artışını durdurmakta etkili olamayacağını ortaya koymuştu.

Yine de, özellikle kentler yakınındaki ormanları korumanın, orman yangınlarını önlemenin ve yeni alanları ağaçlandırmanın kensel ısı adasının önlenmesi ve yağışlar açısından olumlu etkisi olduğu biliniyor. Orman yangınları atmosfere büyük miktarda karbon salımına neden olduğu gibi, eski ormanların karbon yutağı olarak önemi de büyük. Bu nedenle özellikle doğal ve eski ormanların korunması iklim değişikliğiyle mücadelede ve ısınan dünyada yaşamayı sağlayacak uyum politikaları açısından kritik öneme sahip. Öte yandan, Avrupa’nın en eski ormanı olan Polonya’nın Bialowieza ormanlarında bile yasadışı kereste ticareti hükümetin göz yumması nedeniyle sürüyor.

Polonya’daki kadim Bialowieza ormanları

Ancak yapılan araştırmalar ağaç dikerek iklim değişikliiğini durdurmanın mümkün olmadığını bir kez daha gösteriyor. İklim değişikliğiyle mücadele ederek küresel ısınmayı 1,5 derecenin altında sınırlandırmak, öncelikle fosil yakıtlardan vazgeçmeyi ve küresel sera gazı emisyonlarını önümüzdeki 30 yıl içinde sıfırlamayı gerektiriyor. Bunun için de elektrik üretiminde kömürden derhal vazgeçmek, enerji kaynağı olarak doğal gaz ve ulaşımda petrol kullanımını ise hızlı bir şekilde azaltmak gerekiyor.

Ormanları korumak ise ısınan dünyaya uyum sağlamakta daha büyük bir role sahip. İklim değişikliğine uyum sağlamak için doğal alanların, toprağın ve denizlerin korunması, tarımsal üretimin kuraklığa uygun hale getirilmesi, su kaynaklarının sürdürülebilir kullanımı kadar ormanları korumak ve geliştirmek de önemli rol oynuyor.

Ancak IPCC raporlarına göre ısınmanın durdurulmaması halinde önümzdeki 20-30 yıl içinde 1,5-2 dereceden fazla ısınacağına kesin gözüyle bakılan fazla sıcak bir dünyaya uyum sağlamak mümkün olmayabilir.

Haber: Ümit Şahin  – Yeşil Gazete

 

Uruguay Kongresi’nde onaylanan yasayla trans vatandaşların hakları kabul edildi

Uruguay Kongresi’nde onaylanan yasayla trans vatandaşların hakları kabul edildi. Uruguay Kongresi, Güney Amerika ülkesinin transseksüel topluluğuna haklarını garanti eden bir yasayı onayladı.

Alt meclisin milletvekilleri geçen Perşembe günü geç saatlerde hakların tanınmasına yönelik oy kullandı. Yasa tasarı daha önce senato tarafından kabul edilmişti. Kanun, translara cinsel kimlikleriyle eşleşen operasyon yaptırma hakkını veriyor.

Böylece operasyon ve hormon masrafları Uruguay Devleti tarafından karşılanacak. Yasa ayrıca, önümüzdeki 15 yıl içinde asgari sayıda transın kamu hizmetlerinde istihdam edilmesini sağlayacak.

Yasa kapsamına göre kamuda trans vatandaşlara minimum yüzde 1 oranında iş imkanı veriliyor. Yasa, ayrıca Uruguay’ın 1973-1985 askeri diktatörlüğü sırasında zulüm gören transların mağduriyetlerinin telafi edilmesi için emekli maaşı almalarını da içeriyor.

 

(Associated Press, Yeşil Gazete)

Ekolojik kriz – Arif Ali Cangı

Bu yazı haberekspres.com.tr sitesinden alındı

Ekolojik kriz” size neyi anlatıyor?

Eylülün son hafta sonu yaşadığımız tropikal fırtına ya da kasırga korkusunu anımsayın; “Orta Akdeniz üzerinde oluşan tropikal fırtına 30 Eylül Pazar günü Ege kıyılarına ulaşacak, 120 kilometreye ulaşan fırtına esecek, 100 kilogramın üzerine yağış olacak, fırtına ve yağış en çok İzmir’i etkileyecek.” Bu tahminin haber olması yetti, Valilik ve Büyükşehir genelgeler yayınladı, personelin izinlerinin kaldırıldığını açıkladı, kendimizce önlemler almaya kalkıştık ve bir pazar gününü evde fırtına bekleyerek geçirdik. Neyse ki kasırga İzmir’e uğramadı, teğet geçti.

Ocak ayında yaşananları da anımsayın; 18 Ocak Perşembe sabahı İzmir şiddetli yağmur ve fırtınayla uyandı, Körfez taştı, dalga boyu 4 metreye kadar yükseldi, denizden doldurulan yerler, Kordon Boyu, Gündoğdu Meydanı sular altında kaldı, caddeler dereye döndü.1

Bütün bunların nedeninin küresel ısınma ya da küresel iklim değişimi olduğunu artık hepimiz biliyoruz.

Küresel ısınmayı belli bir noktada sınırlamak için dünyada birtakım çalışmalar yapılıyor, dünyada yaşamın sürmesi için arayışlar var. Eleştirilecek çok yönü olsa da bunlardan birisi de Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) olarak bilinen hükümetler arası toplantılar, önce söz verilen sonra cayılan taahhütler. IPCC Ekim ayının başında 6 binin üzerinde bilimsel çalışmayı inceleyerek hazırladığı 1,5ºC Küresel Isınma Özel Raporu 8 Ekim’de Güney Kore’de onaylandı. 2 Raporda yaşadıklarımızı anlatan tespitler, değerlendirmeler ve öneriler var. “…Dünyanın insan eliyle sanayi öncesi döneme göre yaklaşık 1,0ºC ısındığı, bu halde dahi; kuraklık ve seller gibi aşırı hava olaylarının, deniz seviyesinde yükselmelerin yaşandığı, buzulların erimeye başladığı, daha fazla ısınma olmasa bile buzulların yüzde 28 ila yüzde 44’ünün er ya da geç eriyeceği, sera gazı emisyonları böyle devam ederse, küresel ısınmanın 2030-2052 yılları arasında 1,5ºC sınırını aşacağı…” belirtiliyor. 1,5ºC ısınma eşiğinin aşılması halinde; “… bazı bölgelerde 2-2,5°C’ye varan ısınma olacağı, mega şehirlerin sıcaklardan iki kat daha etkileneceği, Avrupa şehirlerinde sıcaklık nedeniyle gerçekleşen ölümlerin yüzde 15-22 oranında artacağı, Akdeniz’de tatlı su kaynaklarının en az yüzde 9 oranında azalacağı, yangınların en az yüzde 37 oranında artacağı, buzullardaki erime sonucunda deniz seviyesinin 0,15 – 0,2 metrelik yükseleceği, bunun sahillerde yaşayan 400 milyon insan için büyük risk yaratacağı, kişi başına ortalama Gayri Safi Yurtiçi Hasılada önemli düşüş olacağı…” bilgisine yer veriliyor. Küresel ısınmayı 1,5ºC ile sınırlandırmanın, ekolojik sistemler ve yaşam alanları üzerindeki birçok kalıcı etkinin önlenmesi anlamına geleceği, bunun için “… 2030 yılında, 2010 yılına göre yüzde 45 azaltma ve 2050 yılında net sıfır emisyona ulaşmak gerektiği, bunun için tarım, enerji, sanayi, bina, ulaşım ve şehirlerde hızlı ve geniş kapsamlı dönüşüme gidilmesi gerektiği, Paris Anlaşması kapsamında verilen taahhütlerin bile yetmediği, ülkelerin, en kısa zamanda taahhütlerini yenilemesinin zorunlu olduğu…” vurgulanıyor.

İşte ekolojik kriz bu; dünya ısınıyor, iklim değişiyor. Bunu durdurmanın tek yolu da fosil yakıta dayanan endüstriden vazgeçilmesi. Fosil, nesli tükenen canlıların uzun yıllar boyunca bozulmadan günümüze ulaşan kalıntılarına deniyor. Fosil yakıtlar da bu şekilde oluşan başta kömür, petrol ve doğalgazdan oluşuyor. Yani kömüre, petrole ve doğalgaza dayanan endüstrileşme ve bunlara bağımlı yaşantımızla aslında dünyadaki yaşamın sonunu getiriyoruz.

Bölgemiz ve İzmir açısından olaya baktığımızda, buna en büyük katkıyı Aliağa sağlıyor. Aliağa; petrokimya, gemi söküm tesisleri, demir çelik fabrikaları, haddehaneler, doğalgaz ve kömür yakan termik santralleri ile küresel ısınmaya yol açan sera gazı emisyonunun yoğun olduğu bir bölge. Var olan kirliliğin bölgenin kaldırma kapasitesini aştığına dair pek çok bilimsel çalışmaya rağmen, yenileri eklenmeye devam ediyor.

Cuma günü; Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi SOCAR’ın iştiraki SOCAR Türkiye tarafından Aliağa’da inşa edilen “STAR Rafinerisi” Türkiye ve Azerbaycan Cumhurbaşkanları tarafından açıldı. Türkiye’deki son 30 yılın en büyük reel sektör yatırımı olarak tanıtılan rafineride yılda 10 milyon ton ham petrol işlenecek. Allayıp pullama ile anlatılan Rafinerinin Aliağa’nın, bölgenin, İzmir’in sağlığına etkileri, küresel ısınmaya ne kadar katkısı olacağı hiç tartışılmıyor.

Kürenin ikliminde tehlike çanları çalıyor, dünyada yaşamın sonu geliyor ama yöneticilerden dinleyen yok, çok geç olmadan bir şeyler yapmak lazım.

Arif Ali Cangı – Haber Ekspres

[1] <http://www.haberekspres.com.tr/doga-uyariyor-makale,6432.html>
[2] <https://www.birbucukderece.com/>

İsviçre’de kuraklık ölümlü traktör kazalarını nasıl arttırdı?

İklim değişikliğinin yıkıcı etkisi İsviçre’yi vurdu. Tarım Alanında Kaza Önleme Danışmanlık Merkezi’ne (BUL) göre bu yıl tarım alanında meydana gelen ölümcül kazalarda geçen yıla göre (23) artış oldu.

Açıklanan verilere göre 2018 yılında şimdiye kadar 30 çiftçi hayatını kaybetti. Tarım Alanında Kaza Önleme Danışmanlık Merkezi Teknik Direktörü Thomas Bachmann, ölümlere bu yıl olağan dışı kuru iklimin artmasının neden olduğunu söyledi.

“Büyük çiftçiler risk altında”

Bachmann, çoğu çiftçinin nemli ve kaygan toprağın farkında olduğunu, bu durumun da İsviçre’de kullanılan traktörler ve kamyonetler için sabun efekti yarattığını ifade etti.

Çok kuru toprakların da çok ıslak olanlar kadar tehlikeli olduğunu belirten Bachmann, özellikle büyük çiftçilerin risk altında oldukları uyarısını yaptı.

Teknik Direktörü Thomas Bachmann, çiftçilerin tarım araçlarını kullanırken sadece yollarda değil, arazide, ormanda ya da dik yamaçlarda emniyet kemeri takmaları çağrısında bulundu.

 

(Euronews, Yeşil Gazete)

Siyasi parti mekanizmasına karşı otonom mücadele

It’s Going Down‘da yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cansu Yılmaz‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Meksikalı liberal gazete, La Jornada’da kısa bir süre önce yayımlanan bir serbest kürsü yazısında Mexico Koleji’nden Profesör Soledad Loaeza şöyle yazdı: “Tarih bize, partisiz siyasal rejimlerin, katılım ve temsil ilkelerini çarpıtan ve siyasette yapay bir sadeleşme ve yoksullaşmayı teşvik eden diktatörlüklere hızla dönüştüğünü öğretiyor. Bizim için, esasen onlarca yıl boyunca tek parti olarak yaşamış bir partinin uzun tarihini beraberinde getiren benim kuşağım için, partilerin olmadığı bir yaşam, çok tanıdık olan kötü bir rüyadır. Bu yüzden, çok partili bir rejime geçişi coşkuyla karşılarız, çünkü olayların partiler olmadığında ne hale geldiğini biliyoruz.”1

Soledad Loaeza’nın liberal demokratik söylemine rağmen siyasi partilerin, en azından daha doğrudan veya katılımcı yorumları itibariyle, demokrasiye olanak tanımadığı; fakat aksine öz-örgütlenme ve otonomi hareketlerine müdahale ettiği, dağıttığı ve bastırdığı açıktır. Şöyle ki, onlar tüm politik enerji ve örgütlenmelerini, devletin yapı ve mantığına güdümlü olan siyasal parti modeline yönlendiriyor. Bu bakış açısıyla, siyasal partilerin çıkarları, devletin çıkarları ile özdeştir. Ve Meksika’da gördüğümüz gibi, devletin çıkarları, kendiliğinden örgütlenme ve bölgesel savunma için yürütülen mücadeleleri bastırmak, sermaye birikimine elverişli bir manzara inşa etmektir. Loaeza’nın yaptığı gibi, liberal demokratik ulus-devletin varlığını kabul ettiğimiz takdirde, bir çıkarlar çeşitliliğini temsil edecek olan partiler çeşitliliğini de savunabiliriz. Bununla birlikte, Meksika’da Yerlilerin ve köylü çiftçi (campesino) topluluklarının, anarşistlerin, liberter/özgürlükçü Marksistlerin, radikal feministlerin ve diğer aktif otonom siyaset akımlarının perspektifini benimsersek, siyasi partilerin otonom öz-örgütlenmenin düşmanı olduğunu görürüz.

Siyasi partiler mevzusu, Meksika’daki otonom mücadelelerin merkezinde bulunuyor ve dolayısıyla bu noktada üzerine daha derin bir düşünmeyi hak ediyor. Bu, son zamanlarda birlik kongresinin yasama organı meclisi, yani temsilciler meclisi üzerinde ezici kontrol sağlayarak sözde ilerici bir siyasi partinin seçildiği, Meksika’daki çağdaş tarihsel koşullarda, özellikle önemli bir yer tutmaktadır. Mecliste 247 temsilcisiyle Morena partisi, 1994’teki PRI’den (İspanyolca: Partido Revolucionario Institucional; Türkçe: Kurumsal Devrimci Parti) bu yana iktidardaki en büyük parlamenter grup olacak.2 Birçok liberal için bu, liberal solun bir kazanımı ve demokrasi için bir kazanç olarak görülüyor. Diğerleri, yani kendi kaderini tayin etme mücadeleleriyle uğraşanlar için ise, hangi siyasi parti bayrağına kuşanmış olursa olsun, devlet ve sermaye sorun teşkil etmektedir.

Meksika’daki yerli topluluklar ve belediyeler uzun zamandır ulus-devlet ve sermayenin mantığına karşı öz-örgütlenme mücadelesi vermektedir. Direnişlerini güçlendirmek adına, çeşitli topluluklar ve belediyeler bu yıl 1 Temmuz’da yapılan son seçimde katılım göstermeyi reddetti; hatta kendi topluluklarına oy kullanma kabinlerinin girişine bile karşı çıktılar. Bu topluluklar; Michoacán Yerli Yüce Konseyi’ni meydana getiren Michoacán’daki Cherán’ın P’urhépecha topluluğu ve çeşitli topluluklar; Guerrero’daki Ayutla de los Libres; Oxchuc, Chiapas’taki Tzeltal belediyesi; Chiapas, Tila’daki belediye kürsüsü; Jalisco’daki San Sebastián Teponahuaxtlán and Tuxpan de Bolaños Wixárika toplulukları ve diğerlerini içeriyor. Seçim sürecinin otonomi adına reddedilmesi, karar alma süreci, özgür medya radyo ve medya, topluluk güvenliği/polisi ve öz-savunma güçleri, kendi kendine işleyen sağlık klinikleri, otonom okullar ve eğitim vb. işlerinde maksimum yetkili makamlar olarak topluluk meclisleri gibi öz-örgütlenme süreçlerindeki kendi kaderini tayin hakkı için süregelen tarihsel mücadelelerin sadece bir uğrağıdır.

27 Ağustos 2018’de Kurucu Topluluklara ait Topluluk Yetkilileri Bölge Koordinatörünün Topluluk Polisi (CRAC-PC-PF), Guerrero’daki Chilapa Belediyesi, Alcozacán topluluğunda dördüncü yıl dönümünü kutladı. CRAC-PC-PF, Topluluk Yetkilileri Bölgesel Koordinatörlüğünden −1995’ten bu yana Guerrero kıyı-dağlık bölgesinde örgütlenmekte olan Bölge Polisinden (CRAC-PC)− ayrılarak kuruldu. Adalet ve yeniden eğitim için bir topluluk sistemi olarak CRAC-PC, Guerrero kıyı-dağlık bölgesindeki güvensizlik ve şiddet koşulları nedeniyle ortaya çıkmıştır. Devlet müdahalesinin olmayışı ve çoğu kez şiddette devletin suç ortaklığı nedeniyle, Guerrero’nun bu bölgelerindeki topluluklar, öz-savunma amacıyla silahlandılar ve nihayetinde geleneksel öz-örgütlenme biçimlerine dayanan daha bütüncül bir adalet ve yeniden eğitim sistemi geliştirdiler. CRAC-PC uzun zamandır otonom ve anti-siyasal bir taraf olma karakterini sürdürürken, son gelişmeler topluluk sistemlerini siyasi parti mekanizmasına karşılık vermeye zorladı.

CRAC-PC-PF, dördüncü yıl dönümünde çıkan bir bildiride şöyle diyor: “Güvenlik ve adalete dayalı topluluk sistemimiz, kurumlarımızın kontrolünü ele almak amacıyla topluluklarımıza yabancı olan devlet kurumları tarafından 2013 yılında bölünmüştür. O yıl, bizi yalanlar, iftira ve kötü hükumetlerden gelen parayla bölenlerin, utanmadan şu anda bazı siyasal pozisyonları işgal etmekte olan MORENA partisi başta olmak üzere siyasal parti kampanyalarına girdikleri çok açık hale gelmiştir… ”3 Bildiri burada özellikle CRAC-PC’nin eski siyasi hükümlüsü olan; otonom misyonunu terk ederek siyasi parti MORENA ile birlikte senato koltuğu için yarışan ve bu koltuğu kazanan Nestora Salgado’dan bahsediyor. CRAC-PC, bir topluluk sistemi olarak kendi içsel kuralları, meclis üyelerinin ve yetkililerinin siyasi parti politikasına aktif biçimde katılımına izin vermemesine rağmen Nestor Salgado’ya siyasi parti MORENA için hazırlanmış oy pusulasında karşılık vermeye zorlandı.

Bu yılın Şubat ayında, CRAC-PC’nin 2013’ten bu yana siyasi hükümlüsü olan Gonzalo Molino González, Nestora Salgado’yı, siyasi seçim meydanında yarışa katılarak CRAC-PC’nin tarihsel ilkelerine ihanet etmekle suçladı. González, cezaevinden açıkça şöyle dedi: “…aslolan siyasi partiler aracılığıyla değil; fakat Yerli halkların temsilcilerini bir meclis aracılığıyla tayin ettiği örgütlenme ile değişim yoludur”.4 CRAC-PC’nin adalet ve yeniden eğitime dayalı topluluk sisteminin temeli olarak topluluk ve bölgesel meclisler ile birlikte, Nestor Salgado’nın seçimlere siyasi partisi MORENA’yla birlikte girmesi gerçekten de toplum sistemine bir ihanetti ve topluluk sisteminin kendisi üzerinde bölücü bir etkiye sahipti.

CRAC-PC, eski önderi ve eski siyasi hükümlüsü Nestora Salgado’nın seçim sürecine senatör adayı olarak katılmasıyla zor bir pozisyonda köşeye sıkıştırıldı. Başlangıçta, topluluk sistemi, Salgado’nın CRAC-PC topluluk sisteminde oynadığı role ve Yerli halkların mücadelesine olan bağlılığına saygılarını açıkça ortaya koymuştu. Ancak, onlar bir bildiride şunları iddia ettiler: “Topluluk sisteminin herhangi bir siyasi partiyi desteklemediğini veya din propagandası yapmadığını; CRAC-PC’nin bütünleştirici topluluklarından katılım gösteren vatandaşların, istedikleri adaylar veya partiler için oy kullanma ve iç düzenlemelerimiz gereği bazı kamu görevlerine yükselme konusunda özgür olduğunu ifade etmek istiyoruz. Çünkü bizi tüm topluluk olarak bir araya getiren şey; örgütlenme, bilinçlilik, kültürümüzle ilgili değerlerin teşviki ve Yerli halklar olarak otonomimizin uygulanmasıyla çözmeyi denediğimiz ortak ihtiyaç ve problemlerdir.” CRAC-PC topluluk sisteminin iç düzenlemeleri, birilerinin kamu görevinde yer almak istemesi durumunda, CRAC-PC’deki rollerinden vazgeçmesi gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Başkanlık seçimi kampanyalarının zirvesi süresince, PRI (Kurumsal Devrimci Parti) adayı Antonio Meade, ikinci başkanlık tartışmasında Nestora Salgado’yı topluluk güvenliği önderi olarak görev yaptığı sırada sorumlu tutulduğu ve hapse girdiği suçlardan birine atıfta bulunarak onu bir çocuk hırsızı olmakla suçladı. Bir topluluk sistemi olarak CRAC-PC, Nestora Salgado’ya yönelik bu saldırıya, daha genel anlamda toplum sistemine ve Yerli toplulukların kendi güvenlik ve adalet biçimlerini örgütlemek için benimsedikleri otonomiye bir saldırı olarak cevap vermiştir. Topluluk sistemini ve Nestora Salgado’nın bu sistemde tarihsel açıdan oynadığı önemli rolü savunurken, onlar kendilerini yine siyasi parti politikasından uzakta konumlandırıyordu.Buradaki amaç, CRAC-PC ile CRAC-PC-PF arasındaki tarihsel nitelikteki, yerel siyasette yerleşik halde bulunan ve oldukça karmaşık olduğu kuşku götürmez bir çatışmaya taraf olmak değildir; buradaki ana fikir noktası siyasi partilerin kendi kendini örgütleyen topluluk sistemlerini parçalanmasındaki etkisidir. Siyasi partilerin asıl hedefi, politik ve ekonomik vaatler verme ve bu süreç içinde topluluk yapısını parçalama yoluyla kendilerini toplulukların ve bölgelerin toplumsal dokusuna entegre etmektir. Bu tam da Guerrero kıyı-dağlık bölgesinde siyasi partilerin ve devlet temsilcilerinin topluluk güvenliği/polisi, adalet ve yeniden eğitim sistemlerinde yaptıkları şeydir. Nestora Salgado’nun, Yerli toplulukların ve CRAC-PC topluluk sisteminin savunmasında kurumsal bir güç olarak hizmet etmek yerine, siyasi parti MORENA’nın bir senatörü olarak seçilmesi, teoride otonom bir misyonu sürdüren topluluk sisteminde daha fazla bölünmeye ve kafa karışıklığına yol açtı.

3 Eylül 2018’de, diğer üniversite ve lise öğrencileri ile birlikte Azcapotzalco, Naucalpan, Oriente ve Sur kampüslerinde bulunan Fen Bilimleri ve Beşeri Bilimler Fakülteleri (Colegio de Ciencias y Humanidades; CCH) öğrencileri, üniversite rektörlüğüne bir dizi taleplerini sunmak üzere Üniversite Kampüsü’ne (Universidad Nacional Autónoma de México, UNAM; Meksika Ulusal Otonom Üniversitesi) yürüyüş düzenledi. Hatta bu sırada Azcapotzalco Fen ve Beşeri Bilimleri öğrencileri kampüslerinde beş günlük bir grevi sürdürmekle kalmamış, dahası okul müdürünün istifasını sağlayan bir birliğe öncülük etmişti. Azcapotzalco Fen ve Beşeri Bilimlerindeki hareket, yönetimin dört yıl önce ortadan kaybolan Ayotzinapa’nın Normalista öğrencileri için dayanışma amacıyla boyanan duvar resimlerini silmesi, bütün sınıflar için yeterli profesör ve tesisin olmaması ve öğrenciler için yeni başlatılan kayıt ücreti de dâhil olmak üzere çeşitli faktörlerden kaynaklanmıştı. Öğrenciler birliğine Mexico City’deki üniversite kampüslerinde öldürülen üç öğrencinin anneleri eşlik etmişti: Lesvy Berlin Osorio, Carlos Sinue ve Miranda Mendoza.

Röktörlüğün önünde yapılan toplantı sırasında, öğrenciler bir grup resmi olmayan güç (porros) ya da diğer bir ifadeyle üniversite kampüslerinde öğrenci seferberliklerini ve öğrenci örgütlenmelerini bozguna uğratmak için tutulan muhalifler tarafından şiddetli bir şekilde saldırıya uğradı. Sonrasında üç öğrenci, bıçak yaraları ve kırılmış kemikler de dahil olmak üzere ciddi yaralanmalarla hastaneye kaldırıldı. Porro (muhalifler) saldırısını takiben, ülkenin her yerinden yaklaşık elli okul 48-96 saat arasında greve gitti, diğer bazıları ise grevlerini bugün hala sürdürüyor. 5 Eylül’de ise Siyasal ve Sosyal Bilimler Fakültesinden UNAM kampüsündeki rektörlüğe doğru yürüyen 30.000’den fazla öğrenci ile devasa bir yürüyüş gerçekleşti. Enerji, öğrencilerin içlerinden ve kalplerinden taşan bir feryat halini alan asil öfke ile hissedilebilir durumdaydı.

Bu yürüyüşün ardından üniversiteler örgütlenmeye devam etti. Çeşitli bölümler ve kampüsler derslere geri dönerken, diğer bazı üniversiteler çeşitli üniversitelerin tam kontrolünü ele geçirerek grevleri sürdürdü. Ülkenin bir ucundan diğerine okullardan öğrenci temsilcilerinin katıldığı bir dizi üniversiteler arası kongre gerçekleşti. Dahası, kadınların üniversite kampüslerinde karşılaştıkları şiddet ve kadınlara karşı cinsel taciz geçmişi bulunan profesörlerin ve üniversite yetkililerinin devam eden istihdamı da dâhil olmak üzere, kadınlara özgü konuları ele almak üzere bir üniversiteler arası kadınlar kongresi yapıldı.

18 Eylül 2018’de Meksika’nın Sin Embargo gazetesi, porro’lar ile şüphesiz siyasi partileri de içeren siyasal otoriteler arasında zaten çok iyi bilinmekte olan doğrudan bağlantıları açıklayan bir makale yayınladı. Makalenin açıkladığına göre; “Porro üniversite grupları, son 20 yılda, bedava alkol ve yiyecekten, katıldıkları her miting için 5.000 ila 10.000 pezo arasında değişen miktarlarda nakit ödemelere dek, PRI (Kurumsal Devrimci Parti) ve PRD’den (Partido de la Revolución Democrática/Demokratik Devrim Partisi) her türlü desteğe sahipti…”5 Bu özel durumda, kamera görüntüleri ve görgü tanığı ifadesi kampüs güvenliği ile porro grupları arasındaki açık koordinasyonu göstermektedir. Ayrıca, bu süreçte Regeneración gazetesi de, bu saldırıyı gerçekleştiren belirli porro gruplarını PRI siyasi partisine bağlayan bir makale yayınladı.6

Kampüs güvenliği ve siyasi yetkililer ve üniversite yetkilileri ile koordineli yürütülen porro saldırıları, UNAM kampüsündeki son değişiklikler bağlamında daha da baş edilmesi zor bir haldedir. UNAM kampüsündeki Lesvy Berlin Osorio cinayetini de içeren çeşitli şiddet eylemlerinden sonra, üniversite yetkilileri, üniversitenin otonom karakterine baskı uygulamalarına istinaden cereyan eden şiddet eylemlerini gerekçe göstererek kampüste sıfır tolerans politikasına doğru ilerledi. Polis gücüne, Meksika’daki “otonom” üniversitelerde resmi olarak izin verilmediğinden, kampüs ve devlet yetkilileri, kendi çıkarları için faydalı bulduğu politik ortamı yönetmek için UNAM güvenliğini harici-polis gücü (para-police) olarak kullandı. 3 Eylül saldırısı sırasında kampüs güvenliği ve porro’lar arasındaki koordinasyon da, kampüs yetkilileri tarafından uygulanan sıfır tolerans politikasının, öğrencilere güvenlik sağlamayı değil, Meksika’daki devlet üniversitelerinin otonom karakterine müdahale etmeyi amaçladığını açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, daha fazla kampüs güvenliği için liberal çağrılar, üniversitenin öz-örgütlenme ve otonomisinin daha fazla bastırılması ve kontrol altına alınması çağrısından başka bir şey değildir.

Ve 28 Eylül’de, anarşist siyasi mahkûm Miguel Peralta Betanzos’un son duruşması Oaxaca’daki Huautla de Jimenez’de gerçekleşecek. Miguel, Oaxaca’daki Eloxochitlán de Flores Magón topluluğundaki yedi Yerli Mazateco siyasi mahkumundan biridir. Bu mahkumların tutuklulukları, kendi amaç ve geleneklerine göre geleneksel yolla örgütlenmiş, temeli belediyedeki karar alma organı olarak topluluk meclisine dayanan bir Yerli topluluğundaki siyasi parti etkisinden türeyen bir çatışmadan kaynaklandı. 2010 yılında, bu geleneksel topluluk örgütlenmesi biçimlerine karşı, siyasi parti parasıyla desteklenen topluluktaki cacique (yerel siyasette öncü) bir aile, ekonomik ve politik teşviklerle oylarda baskı kurmaya başladı. Birleşik bir belediye yönetimi geleneğine ihanet eden Manuel Zepeda Cortez, belediyeye ait mevkiden arazi satın alma ve bu içinden geçen nehirden kaya ve kum çıkarma da dahil olmak üzere kendisinin ve ailesinin çıkarlarına hizmet etmek için siyasi konumunu kullanarak tek başına belediye iktidarını ele geçirdi.

Manuel Zepeda’nın kızı Elisa Zepeda Lagunas, Eloxochitlán de Flores Magón’da çok gergin bir altı yılın ardından, 2016 yılında aynı bölgede iktidara geldi. Daha sonra 2018’de siyasi parti MORENA’nın yerel temsilci adayı olarak çalıştı. Bu, 1 Temmuz 2018’de seçimlerde kazandığı bir pozisyondur. Eloxochitlán de Flores Magón’da siyasi partilerin cacique Zepeda ailesinin desteğiyle sağladığı etki, siyasi partilerin topluluk öz-örgütlenmesi ve belediye otonomisi lehine yürütülen hareketlere karşı oynadıkları bölücü, sömürücü ve baskıcı rollerinden birçoğunun sadece bir örneğidir. Toplum meclisinin –Eloxochitlán de Flores Magón topluluğundaki siyasi partilere karşı mücadele eden– yedi üyesi hapishanede bulunurken; bu sırada Elisa Zepeda da MORENA partisinin desteğiyle siyasi sistemini büyütüyor.

Meksika’daki bahsi geçen bu son gelişmeler, öz-örgütlenme ve otonomi hareketleriyle ilgili temel bir noktayı güçlendirmektedir. Şöyle ki; siyasi partiler bu hareketlere karşı karşıt bir rol oynamaktadır. Siyasi partilerin Meksika’daki söz konusu rolü üzerine yorumlar, birinin politik ideolojisine veya politik perspektifine dayanır. Soledad Loaeza gibi bakanlar için, çok sayıda siyasi partinin oluşumu ve işlevi, liberal demokratik bir devlette çoğulculuk ve demokratik rekabeti güçlendirir. Otonom öz-örgütlenme arayışındaki topluluk mücadeleleri için ise, siyasi partiler baskıcı ve bölücü güçler olarak hizmet ederler ve sadece topluluk mücadelesini kırmanın yanı sıra devlet ile sermayenin topluluklar üzerindeki engellemesini sürdürme niyetindedirler. Toplulukları ve toplum mücadelelerini bozguna uğratma sayesinde, siyasi partiler, sermaye birikimini desteklemek için bölgesel yağma ve kaynak çıkarmayı kolaylaştıracak gerekli koşulları elde edebilirler.

 

Makalenin İngilizce Orjinali

Makale kaynağı: It’s Going Down

Yeşil Gazete için çeviren: Cansu Yılmaz

 

(Yeşil Gazete, It’s Going Down)

Doğa ile tarım yapmak

ReThink’te Fredrik Moberg imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Sinem Ercan Güleç’ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

                                                                                ***

Yenilikçi agroekolojik çiftçiler, tüm dünyada giderek artan bir şekilde egemen endüstriyel tarım yöntemlerine meydan okuyor. Artan nüfusu beslemek ve iklim değişikliği, kuraklık, piyasadaki belirsizlik ve diğer pek çok sorun ile başa çıkmak adına, agroekolojik çiftçiler dayanıklılık fikrini (resilience thinking) yerel ve bilimsel bilgiyi harmanlayarak hayata geçiriyor.

On iki yıl önce, 2006 yılında, Haregu Gobezay işsizdi ve altı çocuklu ailesi tüm masraflarını karşılamak için kocasının maaşına sırt dayamıştı. Bugün Gobezay ve kocası, Kuzey Etiyopya’da Tigray Bölgesi’nin Mereb Leke alanında mango, portakal, mandalina ve avokado tarlalarından oluşan 12 hektarlık bir çiftlik işletiyor. Ayrıca birçok süt ineği ve yumurta üretimi için tavukları da mevcut.

Onlar artık tek bir ürüne bel bağlamıyor. Örneğin; eskiden yetiştirdikleri Ragi darısı (finger millet), sıklıkla yabani ot ve beyaz karıncalardan istilasına uğruyordu ve ürün verimi, besin açısından fakir ve ince toprak yapısından dolayı azdı. Şimdi ise geniş bir yelpazede farklı ürünler yetiştiriyorlar. Bu durum, onların birçok zorlukla başa çıkmasına yardımcı oldu ve bu şekilde, yaklaşık yüz kişilik bir ekiple mango ve başka meyveler satarak iyi bir kar elde etmelerini sağladı.

Agroekoloji; ekolojik bilgi, ekonomik olarak uygulanabilirlik ve sosyal adalet dahil olmak üzere, tohum ve topraktan sofraya kadar gıda sistemine ait tüm parçaların sürdürülebilirliğini güçlendirmeyi esas alan net bir hedefe sahiptir.

Gobezay işe sebze dikimiyle başladı; sonrasında ise, bitki köklerinde yaşayan bakterilerin yardımıyla, havadaki azotu sabitleyerek toprağı dölleyen meyve ağaçlarını ve araşitleri (yer fıstığı) örtü bitkiler olarak ekti. Zamanla, süt ineklerine sisteme ekledi ve onlar için ağaçların altında yonca, Rodos otu ve fil otu gibi mera bitkileri yetiştirmeye başladı.

Aile, toprak verimliliğini daha da artırmak ve topraktaki organik madde miktarını artırmak için 20 büyük çukurda kompost hazırlıyor. Bununla birlikte, mandıra çiftliğindeki biyogaz tesisi, yemek pişirmek için biyolojik gübre kompostu (bioslurry) ve enerji üretiyor.

Aile “it-çek” (push-pull) teknolojisini de ek bir gelir kaynağı olarak kullanıyor. Bu teknoloji kimyasal böcek ilaçları (pestisit) kullanılmadan, Striga yabani otları ve özellikle sap kurdu gibi kımıl zararlıları ile mücadele etmek için Afrika’da geliştirilmiştir. Bu yöntemde mısır, süpürge darısı (sorghum) veya mango ağaçları etrafına böcek zararlılarını “iten” Desmodium gibi çiçekli bitkiler veya “çeken” fil otu gibi bitkiler ekilir. Desmodium, Striga yabani otlarını ortadan kaldırır ve fil otlarına gelen sap kurtlarını kovar. Aile çiftliği, Desmodium yetiştirerek tüm bölgede it-çek teknolojisine ölçek atlatmak için çalışan bir tohum merkezi haline geldi.

Haregu Gobezay Etiyopya’da agroekolojik bir çiftlik işletiyor. Fotoğraf: A. Gonçalvés

Dünya çapında giderek daha fazla sayıda çiftçi, kompost ve ekolojik üretim gibi çeşitliliğe ve yerel girdilere dayalı üretim yöntemlerini benimseyerek, yoğun kimyasal kullanılan tek ürün yetiştiriciliğinden uzaklaşmaktadır. Son yıllarda, küresel ölçekte tarımın karşı karşıya kaldığı pek çok zorluğa yanıt olarak bu tür agroekolojik tarım yöntemleri yayılmaya başladı. Agroekolojik tarım sistemlerinin topraktaki karbon tutumunu artırdığı, biyolojik çeşitliliği desteklediği, toprağı iyileştirdiği, verimini yükselttiği ve güvenilir geçim kaynaklarına erişim için bir temel oluşturduğuna dair kanıtlar giderek artmaktadır.1

Günümüz tarım modeli dünya nüfusu için yeterli miktarda yiyecek üretmektedir, ancak herkesin her yerde yeterli, güvenilir ve besleyici gıdaya erişimi sağlayamamaktadır. Aynı zamanda, bu tür tarım uygulamaları toprak yapısının bozulmasına, doğal kaynakların kötüye kullanımına ve tarımın keşfedilmesinden önce, 11.000 yıl boyunca dünyayı nispeten istikrarlı bir halde tutan önemli gezegensel sınırların aşılmasına katkıda bulunmuştur.

Günümüz tarımı, gezegenin buz tutmayan kara yüzeyinin neredeyse %40’ını kaplar, dünyada kullanılan tatlı suyun %70’ini tüketir ve küresel sera gazı salımının yaklaşık %30’unu üretir.2 Mevcut gıda üretim sistemi, insanlığın fosil yakıtlara bağımlılığını artırır ve iklim değişikliğine sebep olur. Aynı zamanda iklim şokları ve aşırı hava olayları, dünyanın her yerinde, özellikle de daha fakir ülkelerde,  tüketicileri ve üreticileri etkileyen gıda fiyatı dalgalanmalarına neden olabilir.

Mevcut tarım sistemi, ağırlıklı olarak kimyasal gübrelerin kullanımı yoluyla nehirler, göller ve okyanuslarda ciddi su kalitesi sorunlarına neden olup, dünya çapında azot ve fosfor akışlarını iki katına çıkarmıştır. Aynı zamanda, biyolojik çeşitlilik kaybının tek ve en büyük sorumlusudur. Gittikçe artan sayıda uluslararası araştırma ve değerlendirmeler, bu tür olumsuz çevresel etkileri önlemek için daha fazla ilgi, kamu fonu ve politik tedbirin agroekoloji yaklaşıma adanması gerekliliğini vurgulamaktadır.3-7

Biyoçeşitlilik; toprak sağlığı, verimlilik ve dayanıklılık için kilit öğedir. Birçok organizma toprağa yerleşir, organik maddeleri parçalara ayırır ve toprak için besin maddeleri üretir. İlüstrasyon: E. Wikander/Azote

Çiftçilerin dayanıklılığını artırmak

Agroekoloji “gıda sistemi ekolojisidir”8 ve doğal ekosistemlerden ilham alan tarımsal bir yaklaşımdır. Yerel ve bilimsel bilgileri bir araya getirir ve bitkiler, hayvanlar, insanlar ve doğa arasındaki etkileşimlere odaklanarak tarımsal sistemlere ekolojik ve sosyal yaklaşımlar uygular. Ayrıca agroekolojik yöntemler, çiftçilerin dayanıklılığını artırarak onların iklim değişikliğiyle başa çıkmalarına yardımcı olabilir.

Agroekoloji; ekolojik bilgi, ekonomik olarak uygulanabilirlik ve sosyal adalet dahil olmak üzere, tohum ve topraktan sofraya kadar gıda sistemine ait tüm parçaların sürdürülebilirliğini güçlendirmeyi esas alan net bir hedefe sahiptir. Bu hedefe ulaşmak için, agroekolojik yöntemler fosil yakıt, gübre ve zirai ilaç gibi kimyasal girdilerin kullanımını ve büyük ölçekli mono-kültür tarım uygulamasını (büyük bir alanda tek bir mahsulün yetiştirilmesini) en aza indirmeye veya önlemeye gayret eder.

Agroekolojik bir yaklaşım; bitkilerin çeşitlendirilmesi, toprağın işlenmesi, yeşil gübre ve hayvan gübresi kullanımı, toprağın azotlanması, böcek zararlıları ile biyolojik mücadele, yağmur suyu hasadı, karbon depolayan ve ormanları koruyan bitkisel ürün ve hayvan yetiştiriciliği gibi bir dizi tarımsal yöntemi içerir. Ayrıca, yerel bilginin, çiftçilerin güçlendirilmesinin ve çevresel sübvansiyonlar ve kamu ihale planları gibi sosyo-ekonomik düzenlemelerin de önemini vurgular.

Agroekoloji son yıllarda herkesin diline dolanmış moda bir sözcük haline geldi, ancak cevabı merak edilen en önemli soru şu: “Agroekolojik tarım, önümüzdeki on yılda yaklaşık 10 milyar insana ulaşacağı tahmin edilen küresel nüfusu besleyebilir mi?” Giderek artan sayıda araştırma bu soruya “evet” cevabını veriyor. Bu yaklaşım, dünyadaki gıda üretimini olumlu anlamda değiştirmeye yardımcı olabilir ve dünyayı beslemek için yeterli gıda üretebilir.

2011 yılında Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörü olan Olivier De Schutter, “Mevcut bilimsel araştırmalar, gıda üretiminin artırılması konusunda agroekolojik yöntemlerin, gıda sıkıntısının yaşandığı yerlerde, özellikle elverişsiz ortamlarda, kimyasal gübre kullanım yönteminden daha iyi performans gösterdiğini ortaya koyuyor.” demiştir.

De Schutter ve daha birçok kişi, tarım sistemlerinin dayanıklılığı artırmak için agroekolojinin iyi bir yöntem olduğu sonucuna varmış durumda. Ancak çok azı, dünya genelindeki küçük ölçekli çiftçiler arasında agroekoloji ve dayanıklılığın uygulamada nasıl bağlantılı olduğunu derinlemesine araştırmıştır.

Brezilya’daki Instituto Federal Catarinense ve Ekvador’daki Centro Ecológico‘da teknik danışman olarak görev yapan André Gonçalves, 2014 yılında Fransa Montpellier’de gerçekleştirilen üçüncü uluslararası dayanıklılık konferansına katıldı. Dayanıklılık kavramından giderek daha fazla hayran kaldı ve bu kavramı, agroekolojik tarım yöntemleri üzerine yaptığı araştırmalara dahil etmek istedi.

Konferanstan sonra, agroekolojik yöntemlerin çiftçilerin dayanıklılıklarını nasıl etkilediğine dair uygulamalı örnekler aramak için İsveç Doğa Koruma Topluluğu (Swedish Society for Nature Conservation- SSNC) ve ortak kuruluşları ile birlikte dünya çapında bir dizi saha gezisi düzenlemeye karar verdi.

Saha gezileri birkaç yıl sürdü ve André Gonçalves kendi ülkesi olan Brezilya’da birçok yeri ve ayrıca Etiyopya, Kenya, Uganda, Filipinler, İsveç’i ziyaret etti. Bu ziyaretler sayesinde; iklim değişikliği ve toprak kalitesinin bozulması, haşere salgınları, kimyasal kirlilik, pestisit ve suni gübre gibi kimyasal girdilerin artan fiyatları gibi zorluklarla başa çıkmak için yeniliğe açık çiftçi ve çiftçi örgütlerinin ne tür agroekolojik yaklaşımlar uyguladıklarına ilişkin yeni bilgiler ortaya çıktı.9

Yağmur suyu hasadı, kuraklığa karşı dayanıklılık geliştiren Etiyopya agroekolojik tarımında önemli bir stratejidir. Fotoğraf: A. Gonçalves.

Agroekoloji ve dayanıklılık kavramını birleştirmek

Gonçalves; agroekolojinin her soruna kendi başına bir çözüm olmadığı; aksine, yerel, sosyo-ekonomik ve ekolojik koşulları dikkate alan bir kavram olduğu sonucuna hızlıca değinmiştir.

Gonçalves; “Benim agroekoloji tanımımda, kavram tamamen sosyal adalet ve ekonomi gibi değerler ile ilişkili. Aksi takdirde kavram, teknik boyuta indirgenmiş olur.” diyor. Gonçalvez’in bu bakış açısını ele alan analizleri, tarımsal dayanıklılığı güçlendirmek için ekolojik olanlar kadar sosyal ve ekonomik kriterlere de odaklandı.

2016 yılında Stockholm Resilience Center‘da (SRC) bir atölye çalışması düzenlendi ve dünyanın her yerinden katılan aktivist ve bilim insanları bir araya gelerek, agroekoloji ve dayanıklılık düşüncesinin birbiriyle nasıl ilişkilendiğini daha yakından inceledi. Gonçalvez bu atölyeyi, NIRAS’ın İsveç ofisinde tarım ve çevre alanında kıdemli danışman ve uzman olan Karin Höök ile birlikte organize etti. Karin Höök, 2000’li yılların başından beri Gonçalves ile işbirliği içindeydi. SSNC’deki uluslararası birimin başkanı olarak gerçekleştirdiği önceki çalışmalarına dayanarak, Höök dayanıklılık düşüncesine ve tarımın daha sürdürülebilir hale getirilmesi için bu düşüncenin nasıl uygulanabileceğine ilgi duymaya başladı.

Höök, “Dayanıklılık teorisi son derece ilgi çekici ve tarımsal kalkınma ile yakından alakalı, ancak çoğu zaman, somut gerçek dünyadaki uygulamalardan daha popüler, moda haline gelmiş bir sözcük olarak karşımıza çıkıyor. Artık bu durum değişiyor ve bu teorinin, sürdürülebilir tarımsal gelişime nasıl katkıda bulunabileceğine dair daha somut araçlar ve pratik örnekler görüyoruz.” diyor.

SRC (Stockholm Resilience Centre)’de hem araştırmacı hem de araştırma koordinatörü olan Elin Enfors Kautsky, 2016 yılında tarım arazilerinde dayanıklılığa dayalı girişimleri uygulamaya koymak için farklı yollar öneren bir makalenin ortak yazarlarından biri.10 Yazarlar, ekosistem koşulları ve tarımsal sistemlerdeki dayanıklılığın; değişen iklim koşulları, aşırı hava olayları, haşere salgınları, piyasadaki dalgalanmalar, kurumsal değişiklikler ve diğer sorunlara karşı iyileştirilmesinin, BM’nin sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin gerçekleşmesinde kritik öneme sahip olduğu sonucuna vardılar.

Gonçalvez, Enfors Kautsky ile tanıştığı atölyenin ardından, dayanıklılığı analiz etmek ve uygulamaya koymak için, saha gezileri sayesinde elde ettiğini gözlem ve deneyimlerini, gittikçe daha popüler hale gelen “dayanıklılık için yedi ilke”11 ile karşılaştırmaya devam etti. Bu karşılaştırma, sertifikalı organik tarım ve diğer agroekolojik yaklaşımların dayanıklılık düşüncesi ile genellikle yakından ilişkili olduğunu ve bu yaklaşımların, hem çiftlik hem de hane gelirini artırma eğiliminde olduğunu ortaya çıkardı. Örneğin; Gonçalves ürün çeşitliliğinin, tarım tekniklerinin ve geçim kaynaklarının yaygın kullanımında birinci dayanıklılık ilkesinin (ekinlerin, yöntemlerin, bilginin vb. çeşitliliğini devam ettirmek) birçok örneğini gördü.

Gatuanyaga Köyü’ndeki Tumaini Kadınlar Grubu -Andre Goncalves’in saha gezisi sırasında ziyaret ettiği topluluklardan biri olan Kikuyu topluluğu- yaşam koşullarını iyileştirmek için genişletilmiş katılım, işbirliği ve sosyal-çevresel sorumluluğun bir örneğidir. André Gonçalves arka sırada soldan dördüncü. Fotoğraf: A. Gonçalves

Agroekolojide dayanıklılığı sağlamak

Etiyopya’daki Gobezay ve kocası, çeşitliliğe dayalı tarım sistemiyle çalışan ailelerden yalnızca bir tanesi. Uganda’da Gonçalves, muz ile birlikte organik ananas ve fasulye, mısır ve yer fıstığı gibi çeşitli diğer bitkiler yetiştiren Vicent Ssonko ve Yakubu Nyende ile tanıştı. Organik ananasın satıldığı uluslararası pazar çökerse, bu çiftçiler yerel pazarda muz satarak yine de gelir elde edeceklerdir. Ayrıca, gıda güvenliğini ve besin değerini artıran fasulye ve yerfıstığı, dengeli beslenmenin önemli bileşenleridir. Aynı zamanda, bu bitkiler kimyasal azotlu gübrelere ihtiyaç duymadan azotu toprakta sabitler ve toprak verimliliğini artırır.

Çeşitlilik, karşılaşılan birçok zorlukla başa çıkmak için de kullanılır. Güney Luzon bölgesinden Filipinli bir pirinç çiftçisi olan Pepito Babasa, genellikle tayfun ve sellerden muzdariptir. Pirinç hasatını güvence altına almak için, sel ve kuraklığa karşı dayanıklı olduğu bilinen farklı pirinç türleri yetiştirir.

Dayanıklılık oluşturmanın ikinci prensibi olan “bağlantıları yönetmek” agroekolojide birçok alanda görülür. Gonçalves bu konuda, çiftçilerin kendi ürünlerini satmak için pazarlara nasıl ulaştıklarından, tarlada tozlaşan cinslerin habitatlarına ve zararlıların doğal düşmanlarına kadar birçok çeşitli örnek buldu. Bir alandan başka bir alana besin ve organik madde geri dönüşümü, tarım arazisinde bağlantıları yönetmenin önemli bir aşamasıdır. Etiyopya’daki tarım çiftliklerinde doğal gübre olarak kompost üretimi yapan ve kullanan çiftçiler, bu prensibin hayata geçirilmesinin örneği olarak görülebilir. Ayrıca, ekinleri, ağaçları ve hayvancılığı bütünleştiren Brezilya ve Uganda’da uygulanan tarımsal ormancılık (agroforestry) sistemleri, tarım arazileri ve çevrelerindeki ormanlar arasındaki ekolojik bağlantıyı destekleyen agroekolojik yöntemlerdendir.

Vicent Ssonko, muz, fasulye, mısır ve yerfıstığı gibi bitkilerle birlikte organik ananas yetiştiriyor. Ananaslar uluslararası pazarda, muz yerel pazarda satılıyor. Fasulye ve yer fıstığı dengeli bir diyet için önemli besin maddeleri içerir, ayrıca toprakta azotu sabitler ve toprak verimliliğini artırır. Fotoğraf: A. Gonçalvés

Toprağın verimliliğini, organik içeriğini ve su tutma kapasitesini korumak için kompost kullanımı da üçüncü dayanıklılık prensibinin bir örneğidir. Etiyopya’daki Tigray bölgesinin yenilikçi kompost kullanımı, yeraltı su seviyeleri, toprak verimliliği ve biyolojik çeşitliliği geliştirirken; yoksul topraklardan, erozyondan ve kuraklıktan muzdarip bir alanın daha fazla hasat ve gelir elde eden bir alana dönüştürmesiyle dünya çapında tanınırlık kazanmıştır.

Ayrıca, Gonçalves çiftçilerin dördüncü ilkeyi de iyi bir şekilde anladıklarını gözlemledi: Karmaşık ve uyarlanabilen bir tarım arazisi. “Agroekolojik uygulamaları benimsemek, temelde belirli bir derecede karmaşık sistemlerde düşünebilmeyi gerektirir” diyor Gonçalves. “Endüstriyel tarım doğrusal bir yaklaşıma ve sebep-sonuç ilişkisine dayanırken, organik ve diğer agroekolojik tarım yöntemleri tarımsal üretimin bütünsel bir görünümüne ihtiyaç duyar.”

Örneğin; endüstriyel tarımda bir bitki hastalığı veya haşere salgını, bir virüsün veya böceğin doğrudan bir sonucu olarak görülebilir ve pestisitler kullanılarak kontrol edilir. Ancak küçük ölçekli agroekolojik çiftçiler, hastalık ve zararlıları bu sistemin bir parçası olarak algılar ki bu durum toprak verimliliği, su kullanımı, bitki çeşitliliği ve mevsimsel kaymalar gibi birçok olası nedene sahiptir.

Öğrenme, katılım ve merkezi olmayan yönetim ilkeleri- yani beşinci, altıncı ve yedinci dayanıklık ilkeleri- Gonçalvez’in ziyaret ettiği tarım arazilerinde birbirleriyle sıkı sıkıya bağlantılıydı. Örneğin; Brezilya’daki Ecovida Agroekoloji Network grubu, ülkenin en güneyindeki üç ülkesinden (Paraná, Santa Catarina ve Rio Grande do Sul) 5.000’den fazla çiftçi aileyi, agroekolojiyi ve doğal kaynakların sürdürülebilir ve dayanıklı kullanımını destekleyen bir oluşum içinde bir araya getiriyor. Çiftçiler, eş düzeyler arası öğrenme  (peer to peer learning) faaliyetleri düzenliyor ve fakir küçük toprak sahipleri, büyük ölçekli çiftçiler ve gıda işleme tesislerini içeren geniş katılımı destekliyor.

Ecovida ağının yapısı ve dağılımı aynı zamanda çok merkezli yönetişimin klasik bir örneğidir. Ağ, sertifikasyon ve sürdürülebilir tarımdaki kuralları etkileşime sokan, yöneten ve uygulayan birtakım kendi kendini yöneten kuruluşa bölünmüştür. Her bireysel üyenin oy hakkı vardır ve ilgili kuruluşlardaki tüm kararlar toplu olarak alınır.

Öğrenme, katılım ve çok merkezli yönetimi birbirine bağlayan benzer ağlar, Gonçalves tarafından ziyaret edilen pek çok yerde mevcuttu. Örneğin; PELUM, Kenya ve diğer dokuz Afrika ülkesinde taban topluluklarıyla çalışan bir sivil toplum örgütü ağıdır. MASIPAG, Filipinler’deki bir çiftçi örgüt ağıdır. NOGAMU, Uganda’da organik sektörün üretici, imalatçı ve ihracatçılarının bir şemsiye organizasyonudur. Etiyopya ve İsveç’te sürdürülebilir çiftçiliği teşvik eden çeşitli ağlar ve örgütler vardır.

Agroekolojik yaklaşımlar genellikle dayanıklık düşüncesiyle beraber ilerler. André Gonçalves’in araştırması, agroekolojik tarımda yedi dayanıklılık ilkesinin uygulamada nasıl tezahür ettiğini incelemiştir. Resimleme: E. Wikander/Azote

1.İlke: Değişime cevap vermek ve belirsizlikle başa çıkmak için ürün, yöntem, bilgi vb. çeşitliliğini sürdürmek.

2.İlke: Piyasalar, tozlaşmayı sağlayan canlıların doğal yaşam alanları ve zararlıların doğal düşmanları arasındaki bağlantıları yönetmek.

3.İlke: Toprak verimliliği gibi yavaş değişkenlerin ve pestisit kullanımı, yararlı böceklerin yok olması ve haşere salgınları gibi geri beslemelerin dikkate alınması

4.İlke: Belirsizlikleri gidermek ve ani ve negatif eşik etkilerini önlemek için tarımı karmaşık uyumlanabilir bir sistem olarak anlamak ve yönetmek.

5.İlke: Uyarlanabilir ve işbirlikçi bir yönetim aracılığıyla tarımda öğrenmeyi ve denemeyi teşvik etmek.

6.İlke: Değişime cevap vermek ve değişimi başlatmak için gereken güveni inşa etmek için tüm ilgili paydaşları katılıma teşvik etmek.

7.İlke: Çoklu karar verme organlarıyla kuralları oluşturmak ve uygulamak için etkileşimde bulunan çok merkezli yönetişimi (polycentric governance) teşvik etmek.

Dünya’nın Gıda Sisteminde Değişim

Gonçalves, “Dayanıklılık düşüncesinin etkin olarak uygulanmasının, vaka çalışmalarındaki agroekolojik çiftçilik örnekleri için önemli temel oluşturduğunu ve küçük çiftçileri kredi, fosil yakıt ve kimyasallara daha az bağımlı hale getirdiğini” belirtiyor.

Gonçalvez, kimyasal yoğun ve mono-kültür tarım yerine agroekolojik ve dayanıklılık içeren yaklaşımların daha uygun alternatifler olduğuna ve bu yöntemlerin sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmak için elzem olacağına inanıyor. Diğer bazı araştırmacılar da buna benzer sonuçlara ulaşmışlardır.

SRC’nin müdür yardımcısı Line Gordon, 2017 yılında12 Çevresel Araştırma Yazını (Environmental Research Letters) dergisinde yayınlanan ve 1960’lardan günümüze kadar gıda üretiminin insan sağlığını ve doğayı nasıl etkilediğini inceleyen bir araştırma başlattı. Araştırmacılar, dünyadaki gıda sistemini yeniden düzenlemenin ve yiyeceklerimizi nasıl ürettiğimizi yeniden düşünmenin sekiz yolunu önerdiler ve “gıda sistemlerinin farklı bölümlerini yeniden düzenlememiz, tüketiciler ve üreticiler arasındaki yerelden küresel ölçeklere olan bilgi akışını geliştirmemiz, gıda sisteminde karar veren kuruluşları etkilememiz ve insanları gıda kültürü yoluyla hayata yeniden bağlamamız gerektiği” sonucuna vardılar.

Araştırmacıların önerileri, birçok agroekolojik boyutu kapsıyor ve bu öneriler, gıda üretim sistemlerinin gıdanın ötesinde; tozlaşma, su filtreleme ve rekreasyon gibi çok sayıda eko-sistem hizmeti ve sosyal faydanın daha iyi tanınmasını ve anlaşılmasını gerektiriyor.

Yakın geçmişte, Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Genel Müdürü José Graziano da Silva, daha sağlıklı ve sürdürülebilir gıda sistemleri için çağrıda bulunarak, agroekolojiyi ileriye dönük bir yöntem olarak nitelendirdi. Nisan 2018’de Roma’da gerçekleşen 2. Uluslararası Agroekoloji Sempozyumu‘nun açılış konuşmasında şunları söyledi: “Gıda üretim ve tüketim şeklimizde hayatımızı değiştirecek bir değişimi teşvik etmeliyiz. Sağlıklı ve besleyici yiyecekler sunan ve aynı zamanda doğayı koruyan sürdürülebilir gıda sistemlerini hayata geçirmemiz gerekiyor. Agroekoloji, bu değişim sürecine katkıda bulunabilir. ”

Graziano da Silva’nın bu ifadesi, 2014 yılında Solutions dergisinde yayınlanan bir makale ile yankılandı. Bu makalede, önde gelen bir grup dayanıklılık araştırmacısı, gıda üretiminde kısa dönem verimliliği ve iyileştirme çabalarının bizi bu yolda daha büyük bir düşüşe yönlendirdiğini iddia ediyor. Araştırmacılara göre; “Ekonomik olarak ne kadar başarılı olursa olsun ya da ne kadar çok gıda üretilirse üretilsin, uzun vadeli veya dünya çapında çevresel krizlere neden olan bir tarım modeli dayanıklı olamaz, karlılık ve üretkenlikten uzaklaşır”.

Kanada’daki McGill Üniversitesi’nde Elena Bennett tarafından yönetilen bir araştırmacı grubu, tarımın hem dayanıklı hem de sürdürülebilir olması gerektiği sonucuna varır ve bu durum, tarımsal gelişime ilişkin kökten yenilikçi yaklaşımlar gerektirmektedir. Üretim verimliliğinin artırılmasına yönelik dar bir bakış açısı dayanıklılığı, örneğin, toprağın değerini düşürerek ve mahsulleri zararlılara, salgınlarına ve iklim şoklarına karşı daha savunmasız hale getirerek, azaltabilir. Gıda üretim sistemi bunun yerine, sağlıklı ekosistemleri desteklerken yeterli kalitede ve miktarda gıda üreten yaklaşımlara ve yöntemlere ihtiyaç duymaktadır.

Tarımsal ormancılık sistemleri bitkileri, ağaçları ve hayvanları bir araya getirir. Örneğin; ormanın bölümleriyle ekolojik bağlantıyı güçlendirerek, biyoçeşitliliği koruyarak, toprak verimliliği ve su kalitesi gibi yavaş değişkenleri yöneterek dayanıklılık sağlar. Fotoğraf: K. Höök.

Ürün verimi üzerine daha az, dayanıklılık ve sürdürülebilirlik üzerine daha fazla düşünmek, gıda sisteminin de değerlendirilmesi için yeni yöntemler gerektiriyor. Bu konu, Gonçalves tarafından da vurgulanmış ve yakın zamanda çevre ekonomisti Pavan Sukhdev‘in Nature‘da yazdığı makalede şöyle özetlenmiştir: “[gıda] sistemlerini değerlendirmek için kullandığımız ölçülerin yetersizliğine hiç şaşırmadım. En yaygın ölçüt, hektar başına verimliliktir. Yetiştirildiği arazinin alanına göre belirli bir mahsulün verim veya değerinin ölçülmesi çok dar bir anlayış. Gıdaların yetiştirilmesi, işlenmesi, dağıtılması ve tüketilmesi ile yakından ilgili olan tarım arazileri, meralar, su ürünleri, doğal ekosistemler, emek, altyapı, teknoloji, politikalar, pazarlar ve geleneklerin etkileşimli karmaşık yapısını hesaba katan alternatiflere ihtiyacımız var.”

Dolayısıyla, daha dayanıklı tarıma yönelik agroekolojik bir dönüşümün bir başlangıç maliyeti olsa bile, bu dönüşüm insan refahını uzun vadede sürdürmeyi mümkün kılacaktır. Artan sayıda dayanıklılık üzerine çalışan araştırmacı ve uygulayıcı, agroekolojinin hem insanlar hem de gezegen için sağlıklı bir beslenme şekli sağlamanın tek yolu olduğunu öne sürüyor.

Gonçalves’in dünya genelinde ziyaret ettiği pek çok çiftçi, dar bir üretkenlik odağından, hem daha sürdürülebilir hem de daha dayanıklı bir gıda üretim sistemine geçişin fırsatlarını temsil ediyor. Bu dönüşümün etkili olması için, mevcut tarım sistemimize meydan okuyan bu yaklaşımların, dünyanın bir sonraki kuşak çiftçilerinin eğitimine dahil edilmesi de önemlidir.

Gonçalves, “Okul müfredatlarında, eğitim merkezlerinde, ziraat okullarında, okul bahçelerinde ve aynı zamanda üniversite seviyesinde tarımsal yaklaşımları bütünleştirerek, gençliğin katılımı ve eğitimi yoluyla, dayanıklılığa daha fazla yatırım yapmalıyız.” diyor.

Referanslar

  1. IPES-Food. 2016. From uniformity to diversity: a paradigm shift from industrial agriculture to diversified agroecological systems. International Panel of Experts on Sustainable Food systems.Raporun bağlantısı

  2. Jonathan A. Foley, Navin Ramankutty, Kate A. Brauman, Emily S. Cassidy, James S. Gerber, Matt Johnston, Nathaniel D. Mueller, Christine O´Connell, Deepak K. Ray, Paul C. West, Christian Balzer, Elena M. Bennett, Stephen R. Carpenter, Jason Hill, Chad Monfreda, Stephen Polasky, Johan Rockström, John Sheehan, Stefan Siebert, David Tilman & David P. M. Zaks. (2011) Solutions for a cultivated planet. Nature. doi:10.1038/nature10452. Makalenin bağlantısı

  3. Altieri, M.A., Nicholls, C.I., Henao, A., Lana, M.A., 2015. Agroecology and the design of climate change-resilient farming systems. Agron. Sustain. Dev. 35, 869–890. doi:10.1007/s13593-015-0285-2

  4. AASTD, McIntyre, B.D. (Eds.), 2009. Synthesis report: a synthesis of the global and sub-global IAASTD reports, Agriculture at a crossroads. Island Press, Washington, DC.

  5. De Schutter, O. 2010. Report submitted by the Special Rapporteur on the right to food to the Human Rights Council at the Sixteenth session of the UN General Assembly, 20 December 2010. United Nations, New York.

  6. UNCTAD, 2013. Trade and Environment Review 2013: Wakeup before it is too late. Make agriculture truly sustainable now for food security in a changing climate. UNCTAD, Geneva.

  7. FAO, 2015. Agroecology for Food Security and Nutrition Proceedings of the FAO International Symposium 18-19 September 2014, Rome, Italy.

  8. Francis, G. Lieblein, S. Gliessman, T. A. Breland, N. Creamer, R. Harwood, L. Salomonsson, J. Helenius, D. Rickerl, R. Salvador, M. Wiedenhoeft, S. Simmons, P. Allen, M. Altieri, C. Flora & R. Poincelot (2008) Agroecology: The Ecology of Food Systems, Journal of Sustainable Agriculture, 22:3, 99-118, DOI: 10.1300/J064v22n03_10

  9. Goncalves, A., K. Höök, F. Moberg. Applying resilience in practice for more sustainable agriculture – Lessons learned from organic farming and other agroecological approaches in Brazil, Ethiopia, Kenya, the Philippines, Sweden and Uganda. Policy brief. Swedish Society for Nature Conservation. Politika metninin bağlantısı

  10. DeClerck, F. A. J., Jones, S. K., Attwood, S., Bossio, D., Girvetz, E., Chaplin-Kramer, B., Enfors, E., Fremier, A. K., Gordon, L. J., Kizito, F., Lopez Noriega, I., Matthews, N., McCartney, M., Meacham, M., Noble, A., Quintero, M., Remans, R., Soppe, R., Willemen, L., Wood, S. L. R. and Zhang, W. 2016. Agricultural ecosystems and their services: the vanguard of sustainability?’, Current Opinion in Environmental Sustainability, 23, pp. 92–99.

  11. Biggs, R., M. Schlüter, M.L. Schoon (Eds.). 2015. Principles for building resilience: Sustaining ecosystem services in social-ecological systems. Cambridge University Press, Cambridge.

  12. Gordon, L., Bignet, V., Crona, B. et.al. 2017. Rewiring food systems to enhance human health and biosphere stewardship. Environ. Res. Lett. 12 100201

  13. Bennett, E.M., S.R. Carpenter, L.J. Gordon, N. Ramankutty, P. Balvanera, B. Campbell, W. Cramer, J. Foley, C. Folke, L. Karlberg, J. Liu, H. Lotze-Campen, N.D. Mueller, G.D. Peterson, S. Polasky, J. Rockström, R.J. Scholes, and M. Spirenburg. 2014. Toward a more resilient agriculture. Solutions 5 (5):65-75.Makalenin bağlantısı

 

Haberin İngilizce orijinali 

Makale yazarı: Fredrik Moberg

Yeşil Gazete için çeviren: Sinem Ercan Güleç

 

(Yeşil Gazete, Rethink)

 

Almanya’da çevre bilinci

Umweltbundesamt‘de yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Hatice Çulha‘nın çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Nüfusun tamamı, doğadaki varlığımızı uzun süre tehlikeye atacak şeyleri oldukça önemsiyor. Bir parkta çimenlere oturmuş insanlar. Kaynak: Leah Keeley / pexels.com

Alman halkı için, çevre ve iklim korumasının temel politik görevler açısından giderek artan stratejik bir önemi var. Kriz dönemlerinde bile çevre bilinci, problem algılanma aşamasındayken değişmiyor. Ayrıca çevresel tutum ve davranış verileri, her iki yılda bir toplanmakta ve sosyal gelişmelere bağlı olarak düzenlenmekte.

Diğer Politik Alanlarda Bir Başarı Faktörü Olarak Çevre ve İklim Koruma

Son yıllarda, diğer politik görevlerin yerine getirilmesi için Çevre ve İklim Koruma Çalışmalarının önemli olduğu bilinci artmıştır. Son araştırmalara göre, halkın üçte ikisi Çevre ve İklim Koruma Çalışmalarını küreselleşme gibi gelecekte yaşanacak sıkıntılarla başa çıkmak için temel bir gereksinim olarak görüyor. Katılımcıların yarısı, rekabet gücünü korumak ve iş ortamlarının oluşturulmasını sağlamak için Çevre ve İklim Koruma Çalışmalarının gerekli olduğunu düşünmektedir. Bununla birlikte, sosyal hedefler açısından, algılanan fikirler karmaşık bir hal almıştır: Katılımcıların üçte biri, Çevre ve İklim Koruma Çalışmalarını daha sosyal bir adaletin sağlanması için temel bir gereklilik olarak düşünüyor. Diğer taraftan, yarısı ise sosyal adalet uyuşmasına karşı çevre ve iklim koruma çalışmalarının bırakılmasını veya geri çekilinmesi gerektiğini düşünüyor (bkz. Şekil “Diğer politik alanlarda bir başarı faktörü olarak çevre ve iklim koruma”).

Sürdürülebilir Kalkınma Fırsatları

Sosyal hedeflerin yanında potansiyel veya mevcut tutarsızlıklara rağmen, insanlar da sürdürülebilir kalkınmada büyük fırsatların olduğunu görüyor: Araştırmaya katılan her beş kişiden dördü, sürdürülebilir kalkınmanın insanlara daha fazla sağlık getirdiğini, yaşam kalitelerini artırdığını ve doğa ile daha iç içe bir ortam sunduğunu düşünmekte. Yarısından fazlası ise, insanların birbirleriyle olan ilişkilerini daha da artıracakları ve kendileri için belirledikleri yaşam tarzları için daha fazla zaman ayıracakları sürdürülebilir bir kalkınma bekliyor. Bununla birlikte çoğunluk, ekonominin insanların ihtiyaçlarına daha fazla odaklanacağını umut ediyor (bkz. Şekil “Sürdürülebilirliğin insanlara nasıl faydası olabilir?”).

Çevre ve İklim Korumasının Politik Açıdan Önemi

Halkın görüşlerine göre, çevre ve iklim koruma eskiden olduğu gibi hala başlıca toplumsal görevlerden biri. Almanya’da beş kişiden beşi için de çevre ve iklim koruma Almanya’nın şu anda karşı karşıya kaldığı en önemli problemler arasındadır. “Göç almak, göç vermek” ve “suç, barış, güvenlik” konuları gündemde daha çok yer alsa da, sorun algısında çevresel ve iklim koruması sabit kalmaktadır (bkz. Şekil “Almanya’daki en önemli sorunlardan biri olarak çevre koruması”).

Mevcut Sürdürülebilir Hareketlilik

Araba, hala en önemli ulaşım araçlarındandır. Ankete katılanların yüzde 70’i, her gün ya da haftanın hemen hemen her günü araba kullanıyor (bkz. Şekil “Günlük yaşamda hareketlilik”). Durum böyle olsa da, belirli koşullar altında çevre ve iklim odaklı seçenekler için mevcut bir eğilim var. Sık bir şekilde araba kullananların dörtte üçü için daha fazla yürüyüş yapmak ve üçte ikisi için ise bisiklet sürmek daha cazip (bkz. Şekil “Arabadan diğer ulaşım araçlarına geçiş yapma isteği”). Küçük şehirler ve belediyelerdeki normal sürücülerin yaklaşık yarısı otobüs ve trenlerle ulaşımlarını sağlamayı düşünebilirler, büyük şehirlerde ise bu oran %60’tır. Buna karşılık, kentsel ve bölgesel kalkınma ile araba kullanımından feragat edilebileceği, 10 katılımcıdan 9’u tarafından kabul edilmektedir. 10 katılımcıdan 8’i, kendi şehirlerinde veya belediyelerindeki hareketlilikte böyle bir değişikliği olumlu bulmaktadırlar (bkz. “Daha az araba kullanımı ile şehirlerde ve belediyelerde daha iyi bir şekilde yaşanabilir mi?”).

Sağlığın Çevre Korumasındaki Önemi

Neredeyse katılımcıların tamamı, iyi bir hayat için kusursuz doğal bir çevrenin olması gerektiğini düşünüyorlar. Almanya’da sosyal durum ve ikamet yeri bakımından insanların çoğu çevre kalitesinden memnun. Ancak, birçoğu özellikle kara yolu trafiğinden kaynaklanan gürültü ve hava kirliliğinden rahatsız oluyor. Diğer çevre kirliliğine neden olan unsurların da sağlığa zararlı olduğu düşünülmektedir. Birçok insan, gündelik eşya ve ürünlerdeki kimyasallar ya da gıda maddelerindeki zararlı maddeler ve bitki koruma ilacı kalıntıları hakkında endişe duymaktadır. (bkz. Şekil “Çevresel faktörlerden kaynaklandığı düşünülen sağlık sorunları”). Ayrıca, çevrenin dünya çapındaki durumu, Almanya’nınki ile karşılaştırıldığında çok daha kötü olduğu düşünülüyor. Dünya çapındaki çevre kalitesini, sadece her on kişiden biri iyi olarak değerlendirmektedir. Katılımcıların yaklaşık dörtte üçü ise okyanuslardaki plastik atıkları ve ormanların ormansızlaşmasını tehdit edici çevresel riskler olarak kabul etmektedir. Buna göre, beş katılımcıdan dördü ise çocuklarının ve torunlarının yaşayacağı çevre koşullarını düşündüklerinde bu durumu endişe verici buluyor.

Sosyal-Ekolojik Değişime Dayalı Farklı Çevresel Yükümlülükler

Pek çok insan sosyal ve çevresel hedeflere kişisel olarak bağlı kalmayı tercih etmektedir. Çevresel ve doğa korumasındaki yükümlülükler aktif bir şekilde ilgili olanların oranı, son yıllarda büyük ölçüde dalgalanma göstermiştir. (bkz. Şekil “Çevre Korumasındaki Yükümlülükler”). Çalışmalar, bugüne kadar az kişinin bulunduğu bir grubun kişisel olarak bu yükümlülüklere dahil olduğunu göstermektedir. Sosyal ve ekolojik hedeflerdeki yükümlülük biçimleri çok çeşitlidir: Örneğin, on katılımcıdan yaklaşık üçü kendi özel çevrelerinde sosyal ve çevresel değerleri savunduğunu veya günlük yaşamlarını etik ilkelere göre sürdürdüklerini söylemektedir. Yaklaşık her sekiz kişiden biri bir kuruluştaki sosyal-ekolojik hedeflerin yükümlülüğünü üstlenir ve ortalama her on iki kişiden biri ise sürdürülebilir girişimlerde aktif bir şekilde rol alır (bkz. Şekil “Sosyal-ekolojik değişim için yükümlülük modeli”).

Alman Halkı ile Çevre Bilinci Hakkında Düzenli Yapılan Temsili Anketler

Nisan 2017’de, Federal Almanya Cumhuriyeti Çevre, Doğa Koruma ve Nükleer Güvenlik Federal Bakanlığı (BMUB), Federal Çevre Ajansı (UBA) ile birlikte on birinci kez Almanya’daki çevre bilinci konusundaki temsili anket sonuçlarını yayınladı. 1996’dan beri her iki yılda bir, çevresel tutum ve davranış verileri toplanmış ve toplumsal gelişmelerle ilişkilendirilmiştir. Bu çalışmalar, çevre politikası ve çevre iletişimi için önemli bir temel oluşturmaktadır.

 

Makalenin Almanca Orjinali

Makale kaynağı: umweltbundesamt

Yeşil Gazete için çeviren: Hatice Çulha

 

(Yeşil Gazete, umweltbundesamt)

Ankara, İstanbul, İzmir Barosu başkanları belli oldu

3 adayın yarıştığı seçimde Ankara Barosu Başkanı Demokratik Sol Avukatlar grubunun adayı Erinç Sağkan oldu. Baro Başkanlığı için seçimlere giren Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar Grubu (ÖÇAV) adına Murat Kemal Gündüz, Demokratik Sol Avukatlar (DSA) Grubu adına Erinç Sağkan ve Baroda Birlik ve Milliyetçi Avukatlar Grubu adına Gencer Özdemir yarıştı.

“Yan yana yürüyeceğiz”

15 bin 333 delegeden 11 bin 260’ının oy kullandığı seçimlerde, geçerli 10 bin 769 oyun 7 bin 277’sini alan Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nun adayı Erinç Sağkan, Ankara Barosu’nun yeni başkanı oldu. Sağkan, “Demokratik Sol Avukatlar kimliğimi bir kenara bırakarak ama ilkelerinden asla vazgeçmeyerek tüm meslektaşlarımızla birlikte yönetmeye talibiz. Onlardan bir adım bile önde değil yan yana yürüyeceğiz” dedi.

Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar Grubu’nun adayı Murat Kemal Gündüz bin 256 oy, Baroda Birlik ve Milliyetçi Avukatlar Grubu adı altında seçime giren grubun adayı Gencer Özdemir ise 2 bin 283 avukatın oyunu aldı.

İstanbul’da yeniden Durakoğlu kazandı 

Seçimlerde, yedi ayrı gruptan sekiz aday ve iki bağımsız aday yarıştı. Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu’ndan Av. Mehmet Durakoğlu 8077 oy ile yeniden başkan seçildi.

10 aday yarıştı

Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu’ndan Mehmet Durakoğlu, Özgürlükçü Hukukçular Platformu’ndan Eren Keskin, Önce İlke Çağdaş Avukatlar Yükseliş Grubu’ndan Hasan Kılıç, Avukat Hareketi’nden Başar Yaltı, Avukat Hakları Grubu’ndan Gökhan Ahi, Baroda Değişim ve Gelişim Hareketi’nden Talat Canbolat, Milliyetçi Avukatlar Grubu’ndan Kaptan Yılmaz, Ortak Hedef Platformu’ndan Cem Kaya Karatün ile bağımsız adaylar Fikret İlkiz ve Çiğdem Koç.

İzmir Barosu’nda yeni başkan Özkan Yücel

İzmir Barosu’nda yönetimi Çağdaş Avukatlar Grubu devraldı. Baro yönetimi için dün yapılan seçimlerde çağdaş grubun adayı Özkan Yücel, İzmir Barosu Başkanlığı’na seçildi. Yücel’in yönetim kurulu listesinde Burcu Ece Güler,  Özgür Yılmazer,  Ali Deman Güler, Sinan Balcılar, Perihan Çağrışım Kayadelen, Gamze Karaoğlu Adıgüzel, Cansu Seçgin, Afhan Topel, Mehmet Baran Selanik ve Hüseyin Yıldız yer alıyordu. Bu üç isim dışında Yenilikçi Avukatlar Grubu’ndan Muhammet Özekes ile Milliyetçi Avukatlar Grubu’ndan Ömer Fatih Şimdi de liste çıkardı, ancak avukatlardan rağbet görmedi.

(Cumhuriyet)

İngiltere, Fransa ve Almanya’dan Kaşıkçı mesajı: Tam olarak ne yaşandığı açıklanmalı

İngiltere, Fransa ve Almanya gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ölümü hakkında Suudi Arabistan’ı gerçekleri açıklamaya davet etti.

Üç ülkenin ortak açıklamasında “kavga sırasında öldü” açıklamasının ciddiye alınması için kanıtlarla desteklenmesi gerektiği belirtildi:

“Hiçbir şey bu cinayeti meşru kılamaz ve bunu olabilecek en güçlü şekilde kınıyoruz.

“Suudi Arabistan soruşturması sonucu açıklanan hipotezlerin ötesine geçerek tam olarak neler yaşandığının bir an önce açıklanması gerekmektedir.

“Bu nedenle sorumlular bulunana kadar soruşturmanın detaylı bir şekilde yürütülmesini, suçluların da cezalandırılmasını talep ediyoruz.”

ABD Başkanı Donald Trump da Cumartesi günü mevcut açıklamanın kendisini tatmin etmediğini, yaptırım uygulamanın bir seçenek olduğunu fakat silah satışını durdurmanın Suudi Arabistan’dan çok kendilerine zarar vereceğini söylemişti.

ABD Hazine Bakanı Steven Mnuchin Pazar günkü konuşmasında yaptırımları konuşmak için henüz erken olduğunu söyledi.

Suudi Arabistan’ın açıklamasına diğer ülkelerden de tepkiler vardı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Salı açıklama yapacak

Kanada Dışişleri Bakanı Chrystia Freeland açıklamanın tutarlılıktan uzak olduğunu söylerken Avustralya Başbakanı Scott Morrison da inandırıcı bulmadığını belirtti.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise konuyla ilgili yeni bilgileri Salı günkü grup toplantısında açıklayacağını söyledi.

Uluslararası Af Örgütü Suudi Arabistan’ın açıklamasının “korkunç bir suikastı aklamayı hedeflediğini” duyurdu.

Kaşıkçı’nın yazdığı Washington Post gazetesi ise “Suudi hükümeti utanmadan yalan üstüne yalan söylüyor” ifadelerini kullandı.

Öte yandan bu süreçte Suudi Arabistan’ı destekleyen ülkeler de oldu. Kuveyt, Suudi soruşturmasının “Suudi Krallığı’nın gerçeği ortaya çıkarmak ve yasalara saygılı bir şekilde bu üzücü olayın sorumlularından hesap sormak için gayretini ve adanmışlığını gösterdiğini” açıklayarak Kral Selman bin Abdülaziz’e teşekkür etti.

Mısır, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden de benzer açıklamalar geldi.

Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el Cubeyr ise gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki başkonsolosluk binasında hayatını kaybetmesinin “büyük ve ağır bir hata” olduğunu söyledi ve bunun sorumlularının cezalandırılacağını söyledi.

Cubeyr, Pazar günü Fox News kanalına verdiği mülakatta, “Bu korkunç bir hata. Bu korkunç bir trajedi. (Ailesine) başsağlığı diliyorum. Acılarını paylaşıyoruz” dedi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Süleyman bin Selman’ın bu cinayetten öncesinde “haberinin olmadığını” söyleyen Cubeyr, Kaşıkçı’nın nasıl öldürüldüğünü ve cesedin de nerede olduğunu bilmediklerini aktardı.

Cubeyr, “Bu, korsan bir operasyondu. Bu, dahil olan kişilerin yetki ve sorumluluk sınırlarını aştıkları korsan bir operasyondu. Cemal Kaşıkçı’yı öldürerek hata yaptılar” dedi.

(BBC)