Ana Sayfa Blog Sayfa 2689

[Doğum ve Ötesi] Normal bir sezaryen doğum – Pınar Şirvancı

[Doğum ve Ötesi] yazı dizisinde okuyacağınız hikayeler annelerin ağzından anlatılmış olacak. Bu diziyi doğal doğumun anne ve bebek açısından öneminden yola çıkarak başlatmaya ve Yeşil Gazete’nin konvansiyonel olmayan bakış açısını doğum hikayelerine de taşımaya karar verdik.

Bununla birlikte gerektiğinde hayat kurtarıcı olan sezaryen hikayelerine de yer vereceğiz. Bu deneyimlerin kadınların kendi içlerindeki güce güvenmeleri için cesaret verip, doğumlarını sahiplenmeleri, mutlu doğum hikayelerine sahip olabilmeleri için destekleyici olmasını ümit ediyoruz.  

***

“Bir sonraki kontrolde açtım konuyu doktoruma. “Bana böyle tiyatrolarla gelme Pınar!” demesin mi? Bu sahne için hayalimde canlandırdığım o cevval kadından cılız bir “Ama, neden?” çıkabilmişti sadece.”

9 – Normal bir sezaryen doğum

Çağrı’ya doğum hikayemi yazacağımı söylediğimde, “Yazacak ne var ki? Hastaneye gittik, doğurdun.” dedi. Saygıdeğer eşimin bu dümdüz çıkışı, aslında gerçeği yansıtmıyor değil. Gerçekten de, 40. haftamı doldurup tam da “due date”imdeki doktor kontrolüm için yola koyulduğumuzda saat sabah 10’a geliyordu. NST vesaire derken, doktorumun suyumun çok azaldığını fark etmesi ve “Almamız lazım Pınar” demesi de 11:00 suları olabilir. Özellikle Çağrı’nın hala “Olur tabi, alırsınız bir ara…” rahatlığında olduğunu görünce doktorum “Yok” dedi, “Anlatamadım; Pınar kalıyor, onu hemen odaya yerleştirip ameliyathaneyi hazırlatıyorum. Çağrı, sen de git eve, çanta manta ne alacaksan al gel!” Çağrı gitti, ben odaya yerleştim, ameliyathane hazırlandı, 14:05’te ameliyat masasına uzandım ve 14:07’de Yekta dünyaya geldi.

Öyle pat diye.

Oysa ben de okuyan, araştıran birçok anne adayı gibi normal doğum hayal etmiştim. Benim normal doğum yapmak isteme sebebim, en başta oğlum için adı üzerinde “normal” olan doğum şeklinin bu olduğuna inanmamdı. Ama sezaryen olmak istememe sebeplerimden biri de, anneliğimin ilk günlerini ameliyatlı bir hasta olarak geçirme düşüncesiydi.

Sorunsuz ve oldukça hareketli geçen hamileliğim boyunca kendimi hep buna hazırladım. Ancak 30’lu haftaların başında bir yerde fark ettim ki, normal doğum yapma isteğim ve kendimi buna hazırlama seviyem, sezaryen ihtimalini dünyanın sonu gibi görmeme sebep oluyor. Bunun üzerine istemesem de, sezaryen fikriyle de barışmaya karar verdim ve “anne-bebek dostu sezaryen” üzerine okumaya başladım. 18 dereceden kısa süreliğine 22-23 dereceye ısıtılmış ameliyathane, kısılmış ışıklar, doğrudan annenin göğsüne verilen ve orada kalan bebek… Okudukça aklıma yattı ve Çağrı’ya olası bir sezaryen durumunda bunları uygulaması için doktorumla konuşacağımı söyledim. “‘Yok, ben öyle yapmam’ derse ne yapacaksın?” dedi Çağrı. “Olur mu canım öyle şey? Diretirim.” dedim. Ama iş oraya varırsa da bu uğurda o güne kadar alıştığım, güvendiğim doktorumu bırakır mıyım, emin olamadım.

Bir sonraki kontrolde açtım konuyu doktoruma. “Bana böyle tiyatrolarla gelme Pınar!” demesin mi? Bu sahne için hayalimde canlandırdığım o cevval kadından cılız bir “Ama, neden?” çıkabilmişti sadece. Doktorum, ameliyathanenin steril ortamını ısıtarak benim sağlığımı riske atamayacağını söyledi. Ne de olsa, bu o sırada benim düşünüyor olacağım son şey olsa da, karnımda bir yarık ve bağırsaklarım dışarıda bir şekilde hala ameliyat masasında yatıyor olacaktım. “Ve yine üzgünüm ama, ben seni dikerken o ısıda bebeği de uzun süre ameliyathanede tutamam.” dedi. Sustum. Tartışılır mıydı? Birçok açıdan… Aksini savunacak birçok uzman vardır mutlaka. Yapmam diyen bir doktoru ikna etmeye çalışmayacağınıza göre, tartışmak yerine doktoru değiştirme yoluna gitmek gerekirdi. Ama ben doktorumu seviyor, ona güveniyor ve doğuma birkaç ay kala yeni bir doktor arayışına girmeyi hiç istemiyordum. O da zaten “Bana güven, bebeğinle hemen temas kurman ve sonrasında da odanda en kısa sürede kucağına alabilmen için her şeyi yapacağım” dedi. Ve ona güvendim.

Okuyarak kendimi sarmaladığım, pek tabi teslim de olduğum normal doğum fanatikliğinden kendimi kurtarmam zaman almıştı. Olası bir sezaryenin şartlarını kabullenmem ise daha kolay, çok kolay oldu. Ne de olsa ameliyathane doktorumun çöplüğüydü. Daha da önemlisi; bu sürecin stresli bir organizasyona, yapılması gerekenler listesine tik atma telaşına dönüşmesini istemiyordum. Tek olmazsa olmazım, bebeğimi ilk bir saat içinde emzirmekti. Asıl beklentim bebeğimi güven duygusuyla, endişeden uzak, huzur içinde doğurmaktı. Benim için “normal” doğum bu olacaktı.

Ve işte, benim normal doğumum, 40. haftamı tamamladığım gün piyangodan çıkan bir sezaryenle oldu.

Bir diğer dileğim; odama çıktıktan sonra kısa bir süreliğine bile olsa tantanadan uzak, sakin bir şekilde Çağrı, ben ve bebeğimiz -sadece üçümüz- yalnız kalabilmekti. Çok şükür, bu da fazladan bir çaba harcamadan gerçekleşti. Kalabalık bir ailemiz vardı, ama hesapta olmayan bir biçimde aniden sezaryene girince, aileden sadece o sırada zaten yanımızda olan annem ve haberi alır almaz hastaneye koşan üç çok yakın arkadaşım doğuma gelebildi.

Sonradan anlattıklarına göre; Çağrı ve arkadaşlarım, dikişlerim atıldıktan sonra odama bir an önce alınmam ve Yekta’yı hemen emzirebilmem için hastane personelinin peşinden biraz koşturmuşlar. Ama onlar da gerekli anlayışı göstermiş olmalı ki, gerçekten de doğumdan yaklaşık 45-50 dakika sonra odamda Yekta’yı emziriyordum.

Şimdi dönüp baktığımda, doğumumu planlamaya çalışırken detaylara çok da takılmayarak -en azından bir fikre saplanmayarak- ne iyi ettiğimi düşünüyorum. Evet, benim de okurken gözlerimi dolduran onlarca “normal doğum” hikayesi olmuştu… Evet, ben de “sezaryen bebeklerinin hayata 1-0 yenik başladığıyla” ilgili onlarca makale okumuştum. Ne var ki bu, başlı başına neye niyet, neye kısmet bir durum… Çocuk sahibi olduktan sonra kavradığım iki şey var: Birincisi, anne ve bebek sağlıklı olduktan sonra her doğumun kendi adına mükemmel olduğu; ikincisiyse kimsenin anneliğini -çocuğunu besleme tercihleri başta olmak üzere- dışarıdan bakarak eleştirmemek gerektiği. O nedenle, mükemmel doğum deneyimi peşinde kendinizi strese sokmayın. Oluruna bırakın. Asıl hikaye, zaten doğumdan sonra başlıyor!

Benim hiç dramatik, romantik veya maceralı olmayan “normal” doğum hikayemden öğrendiğim işte bu!

 

Pınar Şirvancı

Absürt bir serüven ve mutlu son (1) – Şahin Tekgündüz

Cağaloğlu Narlıbahçe Sokak. Küçük bir bina, küçük bir matbaa. Işıklı montaj masaları, akrobat lambaların aydınlattığı grafik masaları, bir çalışma masası, dolaplar, mütevazı bir oturma birimi ve hem çalışıp hem sohbet eden beş genç. Aşağıdan gelen baskı makinesi sesi olmasa böyle sempatik bir yerin matbaa olmasına inanmak güç. Çalışma masasında oturup konuşurken önündeki klasörlerle ilgilenen genç adam Çağatay Anadol, montaj masalarında oturanlardan biri grafiker Ferit Erkman, öteki mimar Selçuk Batur, oturma birimindeki ise ben…

Yetmişli yılların ortaları. Ankara’da eski Devlet Planlama Teşkilatı çalışanlarından Özkan Taner ve Timuçin Yekta ile Mithatpa Caddesi’ndeki bir apartmanın on birinci katında kurduğumuz Organizasyon Pazarlama Araştırma (OPA) şirketinde yatırım projeleri, fizibilite etütleri, pazar ve pazarlama araştırmaları ve danışmanlık yapıyoruz. Sürekli ve yarı zamanlı çalışan arkadaşlarımızın çoğu ODTÜ öğrencileri ya da mezunları. Benim önümde, daha önce yaşatmakta zorlandığım Odak Reklam Ajansı’ndan devreden işler. Hani birtakım meslekler vardır, hastalık gibi bünyeye bulaştılar mı kurtulmak olanaksızdır. Reklamcılık da bunlardan biri. Hele bir de hizmet verdiğiniz müşteride güven yaratmışsanız onlar da bırakmaz peşinizi… Müşterilerimden biri Ankara’nın büyük inşaat ve teknoloji şirketlerinden Fenni Gama’nın yan kuruluşu FE-GA Öngerilimli Beton A Ş, biri de Kutlutaş adındaki inşaat taahhüt şirketi. Bu arada OPA’nın hizmet verdiği firmaların da bazı reklam ve basılı malzeme işlerini üstleniyoruz. Bunların basımını matbaalara yaptırırken içim gidiyor.

 

Ah bir matbaam olsa…

Serde matbaacılık da var ya. Hep, ufak da olsa küçük bir matbaa makinesiyle şirketimize daha çok para kazandıracağımı düşünüyorum ve sürekli arayış içindeyim. O günlerde Anka Haber Ajansı’nda çalışan Uluç Gürkan bülten bastıkları ama artık kullanmadıkları, masa üstü küçük bir ofset makineyi öneriyor bana. Şirkete getirip birkaç deneme yapıyorum ama istediğim sonucu alamadığım için iade ediyorum. Bu baskı makinesi konusunu Özkan ve Timuçin’le de konuşuyorum, ama her ikisinden de “İyi de hangi parayla?” olumsuz yanıtını alıyorum.

Bu arada Türkiye İşçi Partisi’nden tanıdığımız Çağatay Anadol’un İstanbul’da partili ya da parti sempatizanı arkadaşlarıyla kurduğu bir matbaadan söz ediliyor. Hemen ilgileniyorum ve FE-GA’nın, sayfalarını hazırladığım kapsamlı kataloğunun basımı için trene atlayıp İstanbul’a gidiyorum. Reyo adı verilen matbaanın ortaklarından birinin de Bülent Erkmen olduğunu öğrenince güvenim iyice pekişiyor. Selçuk Batur ve Ferit Erkman’la tanışıyorum. Çok seviyoruz birbirimizi. Matbaa Cağaloğlu’nda ama onlar Kadıköy yakasında oturuyorlar. O gece beni Üsküdar’ın çiçek pasajı dedikleri bir güzel bir yere götürüyorlar, kalabalık bir masada rakılıyoruz ve iyiden iyiye kaynaşıyoruz.

FE-GA kataloğu pırıl pırıl basılmış olarak geliyor. Özkan, “Bak bir de matbaa makinemiz olsun diyorsun, ne güzel basıp göndermişler” diyor ve matbaa makinesi konusu kapanıyor. Ve gel zaman git zaman bir gün, Reyo’da Çağatay, Ferit, Selçuk ve ben sohbet ediyoruz. Huylu huyundan geçmez ya, kullandıkları sessiz sessiz çalışan Ryobi marka japon malı makineye bayıldığımı, onun bir küçük modeli olsa da Ankara’da küçük bir yer kurup bazı işleri orada yapsam çok rahat edeceğimi söylüyorum.

Komedi başlıyor

Sohbet derinleşiyor. Selçuk, aklına parlak bir fikir geldiğini, hemen yakınlarındaki Karaca Ofset Matbaası’nın satılacağını söylüyor ve birlikte gidip görmemizi öneriyor. Söylenenleri şaka sayıp gülüyorum. Ciddî ciddî üzerime varıyorlar. “Yahu biz çalışan arkadaşların ücretlerini ödemede bile zorlanıyoruz, ne haddimize matbaa satın almak, dalga geçmeyin allahaşkına benimle” diyorum ama anlatamıyorum. Karaca Ofset o dönemin en ünlü matbaalarından biri. Özellikle kartpostal ve afiş basımında bir numara. Koskoca matbaayı satın almam nasıl olsa söz konusu olamayacağından, sırf merak ettiğim ve dostlarımı kırmamak için peki gidelim diyorum. Cağaloğlu’nun ünlü et lokantası (yanlış anımsamıyorsam) Üçler’de güzel bir yemek yiyoruz ve Ankara Caddesi’nde, vilâyetin biraz aşağısında sağdaki büyük bir binanın dördüncü katındaki Karaca Ofset bürosunda kahvelerimizi yudumluyoruz. Bizi ağırlayan, matbaanın ortağı ve yöneticisi, dönemin ünlü solcularından Haluk Yetiş. Günün bitip tükenmez olaylarından, Türkiye İşçi Partisi’nin durumundan, fraksiyonlardan söz ediyoruz uzun uzun. Konunun matbaa satışına gelmemesi için lafı uzatmaya çalışıyorum. Her üç arkadaşımın da samimiyetine inandığım halde kafamdaki bir kuşkuyu da atamıyorum bir türlü, belki de Ankaralı olmanın yarattığı kompleksten. Acaba diyorum beni buraya, dalga geçip kafayı bulmak için mi getirdiler?.. Bu düşünce benim kafamda da karşı bir komploya dönüşüyor. Matbaa konusu ciddî bir noktaya yaklaşırsa, ben de ciddî bir alıcı rolü oynayayım ve önüme çıkan durumu sürekli yokuşa sürerek hem kumpastan kurtulayım hem de onlarla dalga geçeyim…

Haluk Yetiş dünya güzeli bir insan ve özellikle son konularda önemli bir birikime sahip. Sohbetin kolay kolay sonuçlanmayacağı belli, benimse trenimin saati yaklaşıyor; bileti yakarsam yenisi için Reyoculardan borç almak zorunda bile kalabilirim. Ferit’in “Haluk Abi, Şahin Bey bize Ankara’dan sürekli iş getiriyor, büyük müşterileri var; sizin matbaayla ilgilenebilir, şöyle bir görebilir miyiz son durumu?” demesi üzerine, birlikte en alttaki matbaa katına iniyoruz. Entegre bir tesis. Basılmış işlerle ilgili zengin bir arşiv, ofset hazırlık bölümü, kameralar, montaj masaları, kalıp atölyesi ve makine dairesi. Bir 57×82 Roland, bir de 46×64 Solna baskı makinesi var. Haluk Bey ayrıntılı bilgiler veriyor. Büyük bir ikilem içindeyim; bir yandan böyle bir matbaanın ortağı ve yöneticisi olmak, bir yandan da bir iki saat sonra elim boş, arkama bakmadan trene binip Ankara’ya dönmek. Haluk Bey, istenildiği takdirde zengin arşivin de verilebileceğini söylüyor. Tekrar yukarı çıkıyoruz satış şartlarını görüşmek üzere…

İstanbul’da Kayseri pazarlığı

Tavşan kanı çaylarımızı yudumlarken Çağatay ya da Selçuk, “Eee Haluk abi, Şahin Bey ilgileniyor matbaa ile, ne istiyoruz şimdi matbaa için?” diye soruyor. Haluk Bey önce beni belli etmemeye çalışarak bir kez daha süzüyor beni tepeden tırnağa; biraz ıkınıp sıkıldıktan sonra “Yüz elli bin istiyoruz” diyor. Kısa bir sessizlik ve sadece çay höpürtüleri duyuluyor. Gözler üzerimde. Benimse dudaklarımda garip bir tebessüm. “Haluk Bey sizinle tanıştığım için çok mutluyum, misafirperverliğiniz için sonsuz teşekkürler, çok vaktinizi aldık; ama hem böyle bir tesis hem de böyle bir meblağ bizim düşüncelerimizin ve imkânlarımızın çok üstünde, sizi yorduk…” diyorum. Haluk Bey’in “Estağfurullah”ından sonra yine kısa bir sessizlik. Bu kez bütün gözler Haluk Bey’in üzerimde. Arkadaşlardan biri, sessizliği bozmaktan çekinir bir sesle “Şahinciğim sen de bir şey söyle bakalım” diyor. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Haluk Bey de benden yanıt bekliyor. Durumumuzu iyice zavallı göstermemek için bir şeyler söylemem gerekiyor; nasıl olsa kabul edilmez düşüncesiyle “Valla matbaanızın ederi konusunda bir değerlendirme yapma imkânım yok elbette ama biz ancak ve ancak altmış-yetmiş bin liralık bir şey düşünüyoruz ” diyorum. Yine bir sessizlikten sonra Haluk Bey, “Ama Şahin Bey çok insafsızsınız, çok düşük bir rakam söylediniz, biraz daha zorlayamaz mısınız” diyor ve bende şafak atıyor. Demek altmış-yetmiş değil de yetmiş-seksen desem kabak başımda patlayacak. Sıkılıyorum ve vücudumu ter basıyor. Timuçin’le Özkan geliyor gözlerimin önüne, özellikle Özkan’ın bunları duyunca atacağı acımasız kahkaha… Sessizliğimden durum anlaşılıyor ama ben olaydan sıyrılabilmek için arkadaşlara dönüp, “Haluk Bey’i bir hayli rahatsız ettik çocuklar, kalkalım isterseniz” diyorum. Bu sözlerim aslında durumumu ve kararımı ifade etmeye yetiyor ama arkadaşlar komediyi sürdürmeye kararlılar. Bu defa Haluk Bey’e dönüp “Zaten bu rakamları ortaklarımdan habersiz telaffuz ettim, onlar ne der bilemiyorum Haluk Bey” diyorum.

 

Gelmeden önce arkadaşlar bana, Karaca Ofset’in büyük patronunun o dönemin tek telif (copyright) ajansı ONK Ajans’ın sahibi Osman Necmi Karaca olduğunu söylemişlerdi. Haluk Bey, benim bu sözlerim üzerine çaresiz kaldığını belirten bir vücut hareketiyle kalkıyor ve “Osman Necmi Bey’le görüşeyim, bakalım o ne diyecek” diyerek bitişik odaya geçiyor. Anlamsız gözlerle birbirimize bakıyoruz. Benim yüzümdeki, “yaktınız beni çocuklar” ifadesi… Beş-on dakika sonra Haluk Bey dönüyor “Osman Necmi Bey’le konuştum, arşivi istemiyorlarsa doksan küsürü düşünebiliriz dedi” diyor. Hemen hepimizde bir şaşkınlık. Meğer ne değerli bir arşivmiş… Yapacak bir şey kalmıyor, bu defa kararlı bir şekilde kalkıyorum ve Haluk Bey’in elini sıkarak teşekkür ediyorum, “Ben ortaklarımla görüştükten sonra Ankara’dan sizi arayacağım, tanıştığımıza çok memnun oldum, görüşmek üzere” deyip kapıya yöneliyorum. Reyocular da kalkıyor. Aşağıda binanın bulunduğu Ankara Caddesi’nden Reyo’ya kadar, yaşadığımız absürt duruma gülmekten yerlerde yuvarlanıyoruz. Onlar beni içine düşürdükleri duruma, ben de Haluk Bey’in çaresizliğine ve yarım saat içinde 150 bin liradan 90 bin liraya düşüşüne, sonuçta hep birlikte yarattığımız komediye gülüyoruz.

 

Ankara kriterleri…

Asıl pantomim Ankara’da kopuyor. İçinde bulunduğum açmazın yarattığı sıkıntılı bir tren yolculuğundan sonra Ankara’dayım. Kafamda, “Nasıl geçti İstanbul seyahati?” sorusuna bir kılıf uydurabilmenin çabası içindeyim. Belki de Karaca Ofset olayından hiç söz etmeyeceğim. Nasıl olsa telefonla arama dışında herhangi bir söz vermiş değilim. Soru önce Timuçin’den geliyor. Sanırım Reyoculardan biri gırgırı sürdürmek için Timuçin’i arayıp bir şeyler söylemiş. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. “Özkan da gelsin de anlatayım” diyorum. Timuçin Özkan’a sesleniyor. Biraz sonra “Anlatayım ama gülmeyeceksiniz…” diye söz başlayıp bir gün önce yaşadıklarımı olduğu gibi aktarıyorum. Bazen tebessüm ederek, bazen hayret ifadeleriyle dinliyorlar. Sözlerimi bitirince Özkan’dan beklediğim sinir kahkaha patlıyor. “Sen İstanbul’a tahtırevanla gidip trenle dönmüşsün, Çağataylar da seninle bir güzel kafa bulmuşlar” diyor… Timuçin daha anlayışlı ve geniş görüşlü, sadece tebessüm ediyor, “Peki, senden cevap bekliyorlar da ne diyeceksin onlara?” diye soruyor. Ben senaryonun devamını kafamda kurduğum için biraz rahatım. “Siz hiç merak etmeyin, birkaç gün sonra arayıp, vazgeçtik kusura bakmayın diyebilirim ama demeyeceğim; asıl ben onları vazgeçirinceye kadar yokuşa süreceğim. Sonuçta ya pes edip vazgeçecekler ya da bedavaya yakın satacaklar matbaayı” diyorum. Özkan “Güldürme insanı, bedavaya verseler koskoca matbaayı neremize sokacağız, istersen odanı boşalt orayı matbaa yapalım, hâlâ havalardasın” diyor.

Olayın etkisini kolay kolay atamıyorum üzerimden. Matbaa olayı alay konusu oluyor şirkette. Fena halde içerliyorum. Bir yandan da matbaayı satın alma hayalleri hiç eksilmiyor kafamdan…

Haftaya: Gün doğmadan neler doğar meşime-i şebden*


*Gün doğmadan neler doğar gecenin karanlığından/Ahmet Hâşim

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

‘Mare Jonio’ mülteci kurtarma gemisi Akdeniz’e açıldı – Şenay Boynudelik

Sonu gelmeyen mülteci dramlarının merkezinde yer alan Akdeniz son yıllarda devasa bir toplu mezara dönüştü. İnsan hayatını hiçe sayan hükümetlerin mülteci politikaları gittikçe büyüyen bir insanlık utancına dönüşüyor. Bu utançla yaşamak istemeyen sivil toplum örgütlerinden biri olan Merseyside Expanding Horizons, sığınmacı ve mültecilerin haklarını destekleyen Avrupa’daki insan hakları savunma örgütleri arasında. Merseyside Expanding, Akdeniz’deki mülteci ölümlerinin önüne geçmek için İtalya’da başlatılmış olan “Mediterranea “  (Akdeniz) girişiminin en büyük destekçilerinden.

Avrupa Birliği liderleri, bir yandan bu kadar mülteciye kapılarını açabilecek kadar maddi güçlerinin olmadığını ileri sürerlerken diğer yandan Avrupa sınırlarını mültecilerden daha sıkı bir şekilde koruyabilmek için parasal kaynaklarını  yeni girişimlere aktarıyorlar. Hükümetler Avrupa sınırlarını korumanın yollarını ararken bir takım sivil örgütleri de insan hayatını korumanın yollarını arıyorlar. Mediterranea bunlardan birisi.

Bu girişim İtalya’nın, İtalya’daki yabancı kurtarma gemilerini Akdeniz’de kurtardıkları göçmenlerle birlikte geri göndermeye yönelik son politikasına bir cevap olarak geliyor. İtalyan hükümeti’nin  İtalyan bayrağı taşıyan bir gemiyi reddetme şansı yok. Dolayısıyla, bir grup aktivist hükümeti zorluyor çünkü İtalya’yı, İtalyan bayraklı gemilerle  gelen mültecileri kabul etmeye mecbur bırakıyor. Sicilya kıyılarına gelen  İtalyan bayraklı kurtarma gemileri hükümet tarafından limandan uzaklaştırılamıyorlar. Akdeniz’in en büyük adası olan Sicilya bu projenin de yardımıyla Akdeniz’de bir mezar taşı olmayı reddediyor.

Mediterranea projesinin bir parçası olan “Mare Jonio “, 37 metrelik bir gemi. Hedefleri ise bilmek, duyurmak ve kurtarmak. Sloganları, “tehlikedeki bir hayatı kurtarmak, herkesi kurtarmak demektir.”  Çünkü kurtarılan bir hayat, bizi de  insanlığımızdan utanmaktan kurtaracaktır. Kurtarma gemisinin amaçlarından bir diğeri göçmenlerin kendilerini buldukları trajik durumun izlenmesi, tanıklık edilmesi ve rapor edilmesi. Mediterrane projesinde çalışan sivil toplum örgütünün üyeleri amaçlarının umut vermek, insanlığı yeniden inşa etmek ile hukuk ve hakları savunmak olduğunu söylüyor.

4 Ekim Perşembe günü, şafak vakti, Mare Jonio gemisi, “Mediterrane ” (Akdeniz) misyonunun bir parçası olarak Sicilya’nın Augusta limanından yola çıktı. Orta Akdeniz’in uluslararası sularına doğru ilerleyerek Libya’nın İtalyan sahiline ulaşmaya çalıştı.

“Hükümet dışı bir eylem ve sivil itaatsizlik “olarak tanımlanan proje bir grup İtalyan parlamenterin yanı sıra kültür ve sivil toplum örgütlerinin maddi ve manevi desteğini almaya devam ediyor.

Uluslararası Göç Örgütü’ne göre, bu yıl  Akdeniz’i geçme girişiminde 1,741 göçmen öldü. Aşırı sağ ve merkez sağ partilerin mültecilere karşı gelişen ırkçı politikaları gittikçe sertleşirken bu insanlık trajedisine karşı mücadele veren projeler ise umudun bitmediğinin bir kanıtı.

 

Şenay Boynudelik

İklim değişikliğindeki eylemsizlik utanç verici

Martin Wolf’un Financial Times’da yayımlanan “Inaction over climate change is shameful” adlı yazısını İklim Haber’den Gülce Demirer’in çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Acilen farklı bir yatırım ve büyüme modeline geçmeliyiz.

İklim değişikliğine beş kala. Küresel sıcaklık artışını sanayi öncesi seviyelere göre 1,5 dereceden daha düşük bir seviyeye getirmek istiyorsak, gidişatımızı çok hızlı bir şekilde değiştirmemiz gerekecek. 2015’te oluşturulan Paris Anlaşması’nın hedefi buydu ve bu amaca ulaşmak da karbon emisyonlarımızı acilen azaltmamız gerektiğine işaret ediyor. Ancak durum hiç de öyle değil. Teknik olarak da mümkün görünmüyor, politik olarak da zahmetli. Bunun yerine dönüşü olmayan öyle bir bahse girdik ki; 2 dereceden çok daha fazla sıcaklık artışını önleyebileceğimizi düşünüyoruz. Gelecek kuşaklar bunu bir suç olarak görecek.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son yayımladığı rapor, 1,5 derecelik bir sıcaklık artışının etkilerini ve hedeflere ulaşmak için gereken araçları ele alıyor. Ancak bu gerçekleşmeyecek bir hedefe erişmeye çalışmak gibi inandırıcı olmayan bir dayanağın kanıtı. 1,5 derece sınırının göz ardı edildiği takdirde dünyanın dönmeye devam edeceğini de ima ediyor; hayat devam eder ancak yaşam bildiğimiz gibi olmaz.

Bu rapor, insan faaliyetlerinin gezegende baskın bir etki haline geldiği dönem olan Antroposen’i işaret ediyor. Raporda, küresel karbondioksit konsantrasyonlarındaki artışın her 10 yılda bir, bir milyonda 20 parça olduğu belirtiliyor. Bu, son 800 bin yılda karbondioksit artışındaki herhangi bir artıştan 10 kat daha fazla. Günümüzdekine benzer karbondioksit konsantrasyonlarına sahip olan önceki dönem ise Pliyosen’di (3-3,3 milyon yıl önce). Ancak şu an gezegene biz şekil veriyoruz. Bunun bizim düşünme yollarımızı da dönüştürmesi gerekiyor. Ancak maalesef ki dönüştürmüyor.

Herhangi bir analiz yaptığımızda, insan kaynaklı iklim değişikliği için kuramsal ve ampirik birtakım argümanlarımız olmalı. Çok uzun zaman önce, insanlar küresel ısınmayla ilgili bir “duraklama”dan bahsettiler. Fakat bu 1997-98 El Nino yılları arasındaki, -sıcak olsa da- normal sıcaklıktaki bir karşılaştırmanın eseriydi. 2014-16 yılları arasında seyreden El Nino, bir önceki kayıt verilerini geride bıraktı. Ortalama sıcaklık artışı sanayi öncesi ortalama sıcaklıklardan 1 derece yüksek, dolayısıyla 1,5 dereceden daha az bir ısınmayı hatta 2 dereceyi bile hedeflemek oldukça zor gözüküyor. Şu an belirlenen “ulusal katkı payları” ile 2100’e kadar ısınmayı 3-4 derece ile anca sınırlayabiliyoruz. Donald Trump, ABD adına verilen taahhütleri çoktan geri çekti, diğer ülkelerin de vazgeçmesi olası.

Eğer sıcaklık artışını 1,5 derecenin altına düşürme şansımız yüksekse neleri değiştirmemiz gerekiyor? Net küresel karbondioksit emisyonlarının 2040’tan sonra sıfıra düşmesi gerekiyor ve iklim değişikliğine sebep olan diğer etkenlerin -örneğin metan ve azot oksit emisyonlarının- 2030’dan itibaren düşmesi gerekecek.

Karbondioksit emisyonlarının 2055 yılına kadar sıfıra düşmesi, sıcaklık artışlarının sadece 2 derecenin altında kalmasını sağlıyor. Yarım derece bir fark bile şaşırtıcı derece önemli bir rol oynuyor. IPCC, “küresel ısınmanın 1,5 dereceyle sınırlandırılmasının Kuzey Kutbu deniz buzundaki ve sıcak su mercan resifleri ekosistemlerindeki son değişikliklerin de gösterdiği gibi, deniz biyoçeşitliliğine, balıkçılığa ve ekosistemlerin işlevlerine olan riskleri azaltmayı hedeflediğini” belirtiyor.

Rapor, 1,5 derece hedefinin emisyonlarda gerektirdiği düşüşün bir dizi farklı olası yolunu ele alıyor. Sanayi kaynaklı emisyonların, 2010 yılına göre, 2050 yılına kadar %75-90 oranında düşmesi gerekecek. Emisyonlardaki bu düşüş, elektrifikasyon, hidrojen, sürdürülebilir biyolojik temelli hammaddeler ve ürün ikamesi kombinasyonuna ihtiyaç duyacak.

Bu seçenekler teknik olarak kanıtlanmış olsa da dünyada uygulanabilirliği bir soru işareti.
Verimliliğin artırılmasıyla emisyonların azaltılması, hayati bir önem taşısa da, yetersiz kalacak. Bir diğer büyük değişikliğin yapılacağı alan da kent altyapısı ve planlaması olacak. Tarım sektörünün de, enerji ürünleri üretimine geçmesi gerekecek. Ayrıca, büyük ölçekte karbon yakalama ve depolama da gerekli olacak.

Özetle, küresel bağlamda mevcut yatırım ve büyüme şeklimizi tamamen farklı bir yola sokmamız gerekiyor. Bu da teknik olarak düşündüğümüzden daha kolay olsa da politik açıdan oldukça zorlayıcı olacak. Her şeyden önce, iklim değişikliği refah seviyesi yüksek ve düşük ülkeler arasında, iklim değişikliğine en çok sebebiyet verenlerle daha az verenler arasında, iklim değişikliğine çözüm üretenlerle üretmeyenler arasında, bugün kararı verenlerle yarın bu kararların sonucuna katlanacak olanlar arasında dağılım sorunlarına neden olacak.

Harekete geçilmemesi için sunulan en büyük argümanlardan biri, iklim değişikliğinin maliyetinin ne olacağını kestiremememiz. Ancak bu argüman her iki yolu da tıkıyor. Belirsizlik eylemsizlikten ziyade eyleme geçmek için bir neden olmalı. Mevcut modeller ile devam ettiğimiz takdirde insanlığın nelerle yüzleşebileceğini bilemiyoruz. Ama biliyoruz ki bizden sonraki nesillerin geri dönüşü olmayacak bir şekilde, başka bir gezegende kendilerini bulmaları çok muhtemel. Gelecek nesillerin ilerleyen yıllarda üstesinden gelecekleri sorunların bahsi doğru olabileceği gibi yanlış da olabilir. Ancak seçimimiz kesinlikle sahip olduğumuz gezegeni korumak olmalı.

Ancak bunu yapmak, şu ana kadar oldukça açık olduğu gibi, küresel ölçekte işbirliğine dayalı çaba gerektiriyor. Asıl sorunu görmezden gelerek küçük çaplı çözümlerle elde edilmeyecek. Bu, insanın tarihsel olarak sadece savaş zamanlarında karşılaştığı bir mücadele ölçeği. Ancak ne yazık ki günümüzün milliyetçi dünyasında kooperatif eylem şansı sıfıra yakın görünüyor. Bu raporun sadece IPCC’den gelen cevabı, esas olarak kolektif bir yakınmayı, dikkate alması gerektiğini düşünmek gerekir. Yine de kendimizi kandırmayalım: Kontrolden çıkmış bir iklim kriziyle baş başayız. Bundan daha iyisini yapmalıyız.

Bu yazı iklimhaber.org/ dan alınmıştır

 

 

Denise Türkan, oyuncuları translardan oluşan ‘Death and Bowling’in çekim sürecini anlattı

Çekimleri ABD’nin  Los Angeles şehrinde gerçekleştirilen, Lyle Kash tarafından yazıp yönetilen ve ekibin tamamında transların bulunduğu uzun metraj Death and Bowling filminin çekimleri tamamlandı. Yapımcılar filmin amacının Amerikan ve dünya sineması ile TV dizilerinde trans karakterleri natrans oyuncuların canlandımasına bir tepki olduğunu dile getiriyor.

Pembe Hayat.org filmin oyuncularından Türkiyeli Denise Türkan ile filme dahil olmasından çekim sürecinin tamamlanmasına kadar geçen süreyi konuştu.

Filmin oyuncularından Denise Türkan, Pembe Hayat’a konuştu

Kendisinin oynayacağı “Arnie” isimli karakterin iki çocuklu, ancak kısa zaman önce çocuklarından biri hayatını kaybetmiş butch bir lezbiyen olması nedeniyle role kabul etmesini önceleri yadırgadığını ifade eden Türkan, “Ben ajansıma “Ama ben trans bir kadınım, bu rol benim için olur mu? Natrans bir oyuncuyu oynatırlar diye düşünmüştüm” dedim. O zaman bana filmin amacının Amerikan ve dünya sinemasında ve TV dizilerinde trans karakterleri natrans oyuncuların canlandırdığını, buna tepki olarak böyle seçildiğini, trans oyuncuların da natrans karakterleri oynayabileceğini göstermek olduğunu söyledi. Ayrıca kamera arkasında da trans erkek ve kadınların çalışacağını söylediler. İlk set günümde gördüm ki kamera önü ve arkası yaklaşık 40 trans bireyden oluşuyordu. Tabii ki sadece trans bireyler yoktu, LGBTQ ve heteroseksüel bireyler de kamera arkası ve önünde görev alıyordu. Yani kocaman bir aile olmuş ve sadece işimize odaklanmıştık.” şeklinde konuştu.

Film için 1 ay Los Angeles’ta kaldığını ve oradan bir oyuncu olarak mutlu ve tatmin olmuş şekilde ayrıldığını ifade eden Denise Türkan, filmin izleyiciler ile buluşmasına dair ise “Film tamamen 2020 Şubat ayında bitmiş olacak ve Berlin Film Festivali’nde gala ile gösterime girmeye hazırlanıyor. Sonrasında Los Angeles, New York ve Cannes gibi büyük festivallerde gösterilecek” dedi.

Denise Türkan, benzer bir projeyi Türkiye’de gerçekleştirme hayalini ise, “Bir trans oyuncu olarak bir gün kendi ülkemde de oyuncu olan trans arkadaşlarımla birlikte böyle büyük ve destek gören bir projeye imza atabilmek dileğiyle?” sözleri ile ifade etti.

Röportajın tamamını pembehayat.org/ üzerinden okuyabilirsiniz.

 

(Pembe Hayat)

Moğollar’ın kurucusu ve ilk solisti Aziz Azmet hayatını kaybetti

Bu sene 50. yılını kutlayan efsanevi Anadolu Rock grubu Moğollar’ın kurucularından Aziz Azmet hayatını kaybetti. Aziz Azmet 1967 sonunda kurulan grubun ilk solistiydi.

Haberi Moğollar duyurdu. Bu sabah Moğollar’ın resmi twitter hesabından yapılan açıklamada Moğollar’ın kurucularından, sevgili dostumuz Aziz Azmet’i bu sabah kaybettik. Çok üzgünüz. Huzur içinde uyu Aziz…” denildi.

Moğollar’dan Taner Öngür ise facebook hesabında “Sevgili Aziz Azmet, sonsuz yolculuğunda yolun açık olsun” yazdı.

Aziz Azmet kimdir?

Aziz Azmet (1947-2018)

Aziz Azmet müzik hayatına ilk olarak Meteorlar grubu ile başladı. Bu grupta bas gitar çalıyor ve vokal yapıyordu. 1967’de Silüetler grubuna gitarist ve vokalist olarak girdi. Grupla aynı adı taşıyan uzun çalarda grubun yaptığı İngilizce cover’larında vokal yaptı.

1967 yılında Silüetler’den ayrılan Aziz Azmet ve Murat Ses “Moğollar”ı kurdular ve grup 1968’de Fitaş konseri ile konser hayatına başladı. Grubun o zamanki en büyük hiti olan “Dağ ve Çocuk”un sözlerini yazan Aziz Azmet grup geleneksel müziklere doğru kayınca gruptan ayrılmaya karar verdi. Kısa bir süre Ersen’in vokal yaptığı dönemlerde grupta müzisyen olarak yer aldı ancak daha sonra gruptan ayrıldı.

1970’de “Beni Hiç Bırakma / Hiç İstemem” plağı ile solo hayatına başlayan Azmet, Bunalımlar’ın 1971’de “Yollar / Hele Hele Gel” plağında beraber çalıştı. 1972’de yayınlanan son plağı “On Beşinde Aldım Sazı / Haram”‘ın Haram şarkısında 3 Hürel’le çalıştı. Konserlere beraber çıkan dörtlü 1972 Şubatında yollarını ayırdı.

Müziği bırakıp iş hayatına atılan Aziz Azmet 2006 yılında Son Osmanlı Yandım Ali filminde de rol aldı.

 

(Yeşil Gazete, Wikipedia)

 

Ümraniye metrosu inşaatında göçük: 2 güvenlik görevlisi öldü

Ümraniye’de metro yapımı çalışmasının sürdüğü yolda çökme meydana geldi. Olayda, yan taraftaki bir inşaatın güvenlik kulübesinde bulunan 2 güvenlik görevlisinin göçük altında kaldığı belirtildi. Yapılan çalışmalarda toprak altında kalan 2 görevlinin cesedine ulaşıldı.

Ümraniye’de metro inşaat sahasının da bulunduğu caddede göçük meydana geldi. Çevredeki bir siteye ait güvenlik kulübesinin de göçükte kalması nedeniyle 2 güvenlik görevlisi göçük altında kaldı. Yapılan arama çalışmarı sonucunda  güvenlik görevlilerinin cansız bedenine ulaşıldı.

Parseller Mahallesi Kesikkaya Caddesi’nde büyük bir gürültüyle çöküntü oldu. Metro inşaat sahası yanındaki yolda yaşanan göçük sonrası 10 metre çapında, 7-8 metre derinliğinde çukur açıldı.

Çöküntünün meydana geldiği yerin yanında bulunan siteye ait güvenlik kulübesi de göçük altında kaldı. Kulübenin içinde bulunan iki güvenlik görevlisi için arama kurtarma çalışmasına başlandı. Drone ile havadan görüntülenen göçük alanında itfaiye ve polis ekiplerinin çalışmaları sürüyor.

İBB’den açıklama

Ümraniye’de Parseller Mahallesi Kesikkaya Caddesi üzerinde metro çalışması sırasında yaşanan çökme olayı ile ilgili İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden açıklama yapıldı. Açıklamada, güvenlik nedeniyle çevre binalardaki vatandaşların tedbir amaçlı olarak tahliye edildiği kaydedildi.

 

(HaberTürk)

 

Kızılcaköy JES direnişine destek vermeye giden Denizlili çevrecilere yedi kez GBT sorgusu

Aydın Germencik Kızılcaköy’de kadınların jeotermal santrallarına karşı mücadelesine destek vermek için Denizli ve Uşak’tan gelen çevreciler Aydın bölgesinde görev yapan jandarma ve polisin engeline takıldı.

Geçen Pazar günü (28 Ekim) yaşanan olayda bir yandan kullanılan aracın kontrolü, bir yandan eylemcilerin GBT kontrolü ile çevreci grubun Kızılcaköy’e gidişi engellenmeye çalışıldı. Doğaseverler Kızılcaköy’e ulaşıncaya kadar 7 kez durduruldu. Normalde 1,5 saat olan yol, toplam 5 saati buldu.

Ziyaret jandarma ve polis tarafından engellenmek istendi

GBT uygulamasına tabi tutulanlar güvenlik güçlerinin “talimat aldık” açıklamasıyla Aydın’a girmelerinin bilinçli olarak engellenmek istendiğini iddia etti. Sabah 8’de Denizli’den hareket eden grup GBT kontrolünün ardından 15.00’da Kızılcaköylülerle buluşarak yürüyüşe katıldı.  

Aydın’ın İncirliova ilçesine bağlı Kızılcaköy Mahallesi’nde Gürmat Elektrik Üretim Anonim Şirketi tarafından yapılması planlanan Sarı Zeybek Jeotermal Santrali (JES) projesine ilişkin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile şirket yetkililerince organize edilen Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) toplantısına ise köylülerin protestosu engel oldu.

“Birinci sınıf tarım arazisine bu tür tesislerin yapılması yasal değil”

Toplantının yapıldığı çadıra ‘Aydın’ın içme suyu İkizdere Barajı kirlenmesin’ pankartı asan köylüler, ‘Ağaç yoksa hayat yoktur’, ‘Bu topraklar bizimdir, bizim kalacak’ yazılı dövizler taşıdı. Toplantının yapıldığı çadıra yoğun güvenlik önlemleri arasında gelen Bakanlık ve firma yetkilileri, köylülerin düdük ve ıslıklı protestosu karşısında konuşma yapamadan toplantıyı terk etmek zorunda kaldı.

Menderes Havzası İnisiyatifi, Uşak’tan ÇEDAY, Avgan Banaz Çayı Yaşatma Derneği, Murat Dağı Koruma Platformu,Uşaklılar Kadın Dayanışması, Aydın Çevre Platformu ve çok sayıda doğasever JES direnişine destek verdi.

JES’lerin yaygın olduğu Aydın’da, kanser oranlarının arttığı ve doğa kirliliğinin (su, toprak, hava ve gıda) baş gösterdiği, birinci sınıf tarım arazisine bu tür tesislerin yapılmasının yasal olmadığı gerekçeleriyle projeye karşı çıkan Kızılcaköy sakinleriyle birlikte yürüyüş gerçekleştiren Menderes Havzası İnisiyatifi, projenin iptal edilmesini istedi.

İkizdere Barajı’nın kirlenmesi yetişen bütün ürünlerle hepimizin zehirlenmesi demek”

Köylüler adına söz alan Kızılcaköylü Avukat Akın Yakan, toplantının usule aykırı düzenlendiğini belirtti. Yakan, “Bu toplantının yapılması gereken yer burası değil Kızılcaköy’dür. ÇED raporu için konuşacak olanlar da firma değil, Bakanlık yetkilileri olmalıdır. Yasalar bize bu jeotermal kuyularının birinci derecede tarım alanlarına ve su kaynaklarının olduğu yere yapılmaması gerektiğini söylüyor. Ama buna rağmen Aydın Valiliği ve Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü bunların hiçbirini görmeden, mahkeme kararlarını dinlemeden karar veriyor. Hiçbir şekilde yerleşim alanlarının olduğu yere JES yapılmaması gerekiyor. Burası su alanlarının göbeği, buraya bunun yapılmaması gerekiyor. Sulama alanı derken neyi kastediyoruz? İkizdere Barajı ve onun kaynakları bütün ova sulanıyor. Bu su kaynağının zehirlenmesi demek, bütün yer altı sularının da kirlenmesi demek. Yetişen bütün ürünlerle hepimizin zehirlenmesi demektir. Bu yüzden de JES’e karşıyız” dedi.

Köylüler de yaptıkları konuşmalarda  jeotermal santral istemediklerini ifade etti.

Menderes havzasında kanserden ölüm oranları Türkiye’nin iki katı”

Germencik Çevre Derneği Başkanı Metin Aydın, Menderes havzasındaki kirliliğe odaklanan bir konuşma yaptı. Menderes kirliliğinin çok yönlü olduğu, sanayi atıkları, kanalizasyon atıkları, JES gibi birçok kirleticilerle Afyon ve Uşak’tan başlayan kirliliğin Aydın’da en yüksek düzeye ulaştığına dikkat çekti. Metin Aydın, Menderes suyunun 4. düzey kirliliğe sahip olduğu ve hiçbir amaçla kullanılamayacağı, kirliliğin doğaya ve insanlara olan zararları ile konuşmasını devam ettirdi. Kirliliğin kanserojen olduğunu su, toprak ve gıdalar aracılığıyla kanserojen etkinin yaygınlaştığını sözlerine ekledi.

“Birçok endemik tür yok oluyor”

Menderes havzasında kanserden ölüm oranlarının Türkiye’nin iki katı olduğunu, bunun yanında kirliliğin solunum sistemi hastalıklarına (KOAH), kalp damar sistemi hastalıklarına ve sinir sisteminde sorunlara da yol açtığı Aydın tarafından dile getirildi. Kirliliğin sonuç olarak yaşam süresini kısalarak erken ölümlere neden olduğuna dikkat çeken Aydın, doğada birçok endemik türün yok olmasının da önemli olduğunu vurguladı. Konuşmasının son kısmında JES’lere de yer veren Aydın, kanunlara aykırı ve yeterince denetlenmeden kurulan jeotermal santrallerin, bölge halkının hem sağlığını hem de tek ekonomik geçimi olan tarımı olumsuz etkilediğini ifade etti.

 

(Özgürdenizli, Mezopotamya Ajansı, Artı Gerçek)

Fransız yönetmen Cyprien Ponson ile Borneo Ormanları’nın yok edilişini ve yerli mücadelesini konuştuk

Güneydoğu Asya’da 100 milyon yılı aşkın süredir varlığını sürdüren, dünyanın bilinen en eski yağmur ormanlarının bulunduğu Borneo Adası sahip olduğu bu kıymetli ekosistemle değil, biyoyakıttan kozmetik sanayine kadar birçok sektörde kullanılan palmiye yağı üreticilerine tanınan imkânlarla gündemde…

Malezya’ya bağlı Borneo Adası’nda her geçen gün yağmur ormanları yok edilerek yerine palmiye ağaçları dikiliyor. Borneo’nun Sarawak eyaletindeki ormanların yüzde 96’sı yok edildi. Topraklarının, yaşam alanlarının şirketler tarafından işgal edildiği adada, göçebe avcılar Penan halkının neler yaşadığına “Be Jam Be Hiç Bitmeyen Şarkı” ile tanık oluyoruz.

Bu yıl beşincisi düzenlenen Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali‘nde (BIFED) uluslararası yarışmada yarışarak üçüncülük ödülünü kazanan filmin yönetmeni Cyprien Ponson ile buluştuk ve filmin hikâyesini ondan dinledik.

***

Cyprien, Penanlarla nasıl iletişim kurdunuz? 

Sarawak’ta yaşayan yerli halk Penanlar Penan diliyle iletişim kuruyorlar. Konuştukları dili biraz öğrenmeye çalıştık. Gitmeden önce de biraz öğrenmeye çalışmıştık. Ama ben bu dili öğrenmeye çalışırken felakettim. Caroline benden çok daha iyi öğrendi diyebilirim. Belgeseldeki üç karakterden biri bir kızdı. Eğitimli olduğu için biraz İngilizce öğrenmişti. Kızlardan biri çoğu zaman tercümanlığımızı yapıyordu. Çoğunlukla lojistikle ilgili ihtiyaçlarımızı karşılıyordu.

Penan halkının yaşadığı topraklarda bu katliam ne zamandır yaşanıyor?

Yaklaşık 50 yıldır. Burada dünyanın en yaşlı yağmur ormanlarından biri var. Sarawak’ta şimdiye kadar bu ormanların yüzde 96’sı yok edildi. Amazon Ormanları, Borneo Yağmur Ormanları’ndan çok daha büyük olmasına rağmen iki orman kıyaslandığında Sarawak’ta çok daha hızlı bir tahribatın yaşandığı görülüyor. Mesela Malezya’nın doğusundaki Sabah eyaletinde ekonomik ve politik gerekçelerle daha fazla turistin gelmesi için ağaçların bir kısmını kesmiyorlar. Ama Sarawak’ta bu durum söz konusu değildi, odun için neredeyse tüm ağaçlar kesildi. Daha sonra palmiye ağacı diktiler. Yüz milyon yıllık bir ekosistem vardı.

Peki bu süreçte Malezya hükümeti ile Penan halkı arasında bir anlaşma yapılabilmesine yönelik adım atıldı mı?

Sarawak aşağı yukarı bağımsız bir eyalet. Çok uzun zamandır kendine ait bir hükümeti var. Sarawak’ın ilk Başbakanı ise Taib Mahmud. Hakkı olmadığı halde şirketlerin çok büyük paralar karşılığında ağaçları yok etmelerine izin veriyor. Penan halkı olayı topraklarını kurtarmak için anavatan hakları gerekçesiyle yargıya taşıdı, ağaçları yok eden şirkete karşı dava açıldı. Malezya Anayasası’na göre toprağın sahibi olabilmek için orada tarımsal bir faaliyetin olması gerekiyor. Fakat yerliler geçimini toplayıcılıktan sağlıyor. Orada tarım yapılamadığı için davada hak iddia etme konusunda büyük sorun yaşıyorlar.

Belgesel ne kadar sürede tamamlandı ve tüm bu süreçte Penan yerlileriyle beraber miydiniz? 

Biz 2014 yazında Malezya’daydık. 4 ay kaldık. 2 hafta Penan halkı ile beraber kalıp, daha sonra şehir merkezine dönüyorduk.  Çünkü bataryalarımızı şarj etmemiz gerekiyordu. Bazen elektrik oluyordu ama her zaman değil. Bunu iki haftada bir yapıyorduk. Daha sonra iki buçuk yılımızı kurgu ve çeviriye ayırdık. Belgesel filmimiz geçen yıl bitirdik. O günden bugüne kadar geçen zamanı gösterimlere ayırdık çünkü oradaki yerliler bize çok güçlü bir hikâye vermişlerdi. Onların yaşadıklarını dünyayla paylaşabilmek için aramızda resmi olmayan bir sözleşme imzalamış gibiydik. Tüm zamanımızı onlara verdiğimiz sözü tutmaya çalışarak geçiriyoruz.

Cyprien Ponson BIFED uluslararası yarışmada üçüncülük ödülünü teslim aldı

Film bittikten sonra Penan halkı belgeseli izlediğinde tepkileri ne oldu? Size geri dönüşler nasıldı? 

Geçen Nisan ayında filmimizi bitirdikten sonra Eylül ayında gösterimi yapmak için yanlarına gittik. Bizim için ilginç bir tecrübeydi. Herkes filmle çok gurur duydu. Onlardan gelen geri dönüşler bizi çok şaşırttı. Filmde yok edilen ağaçlara bakan birinin yüzündeki hayal kırıklığını görebiliyordunuz ama o sahneyi izlerken gülüyorlardı ve bu bizi şaşırtmıştı. Aslında çok mütevazı insanlar. Duygularını çok fazla açığa çıkarmıyorlar. Örneğin kimseye isim takmıyorlar. Sana isminle hitap etmiyorlar. Mesela seni akıllı telefonu olan kız olarak çağırmam gibi. Böyle oldukları için de kendilerini ekranda gördüklerinde şaşırmışlardı.

Borneo’da yerlilerle yaşadığı bu tecrübeden sonra senin hayatında neler değişti?

Öncelikli olarak söylemek istediğim onlara Fransa’daki birçok kişiden daha yakın hissediyorum. Aynı dili konuşmuyor olsak da ortak noktalarımız var.

BE’ JAM BE THE NEVER ENDING SONG / BE’ JAM BE HİÇ BİTMEYEN ŞARKI

Caroline Parietti & Cyprien Ponson France, Switzerland / Fransa, İsviçre 2017 – 85’

Kurgu / Editing Alix Lumbreras Görüntü / Camera Caroline Parietti, Cyprien Ponson Müzik / Music Tepeket Agan Ses / Sound Caroline Parietti, Cyprien Ponson Yapımcı / Production Les Obliques, Caroline Parietti, Cyprien Ponson

Sinopsis: Sarawak’ta (Borneo) “nehrin yukarısında yaşayanlar” ormansızlaştırmadan ilk etkilenenler olur. Göçebe avcılar olan Penan halkı kendini fırtınanın göbeğinde bulmuştur. İnsanın bütün dünyası parçalanırken, varoluşa anlam katmış olan peyzaj kelimenin tam anlamıyla kaybolur ve onunla birlikte dil, gelenekler ve ruhlar da yok olurken yaşamaya nasıl devam edilir? Teslim olmayı reddedenlerin şarkısının eşlik ettiği bu film, bu kişilerden her birinin bu ölümcül savaştaki direniş hatlarını çizmekte; tatlı ve gizli bir yaşam biçiminin büyük ağaçların gölgesinde şiddetle devam eden savaşla birbiri içine geçmesini anlatmaktadır.

Yönetmen Caroline Parietti ve Cyprien Ponson antropoloji ve sosyal hizmet alanlarındaki kişisel yolculuklarının ardından belgesel yazımında (CREADOC/Fransa) yüksek lisans yaparken tanışmışlardır. İşleri bellek, şiddet ve direniş üzerinedir.

 

Röportaj: Merve Damcı

Tercüman: Elif Doğanyiğit

(Yeşil Gazete)

Gıda Dedektifi’nden mağaza kasalarındaki mısır şurubu içeren yumuşak şekerlemelere karşı kampanya

“Ne yediğinizi bilin” mottosuyla ilerleyen Gıda Dedektifi adlı sosyal medya hesabı bazı giyim mağazalarının ve kitabevlerinin kasalarında, çocukların erişebileceği yükseklikte satılan mısır şurubu içeren yumuşak şekerlemelerin satışına karşı imza kampanyası başlattı.

Sağlık Bakanlığı, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Boyner mağazaları adına Cem Boyner’e seslenilen kampanyada şu ifadelere yer verildi:

“Boyner, Defacto, Civil gibi giyim mağazaları ve bazı kitabevleri başta olmak üzere gıda ile ilgisi olmayan birçok mağazanın kasalarında, çocuk kitapları veya çocuk ayakkabı reyonlarında yüksek oranda mısır şurubu içeren yumuşak şekerlemeler ve çeşitli gıdalar çocukların erişebileceği yükseklik ve konumda açıkça satılmaktadır. Alışveriş sonunda kasada satış devam etmekte, hatta bazı mağazalarda belli bir alışveriş yapıldığında bu ürünler ücretsiz olarak dağıtılmaktadır.

Sağlık Bakanlığı’nın kırmızı etiket ile sınıflandırdığı ve çocuklar için açıkça sağlıksız ilan ettiği bu ürünlerin reklamları kanun çerçevesinde yasaklanmıştır. Fakat adı geçen firmalar başta olmak üzere birçok giyim ve kitap mağazası bu uygulamalarla kanuna karşı açıkça meydan okumaktadır.

Açık ve net olarak söylemeliyiz ki,

  • Bu bir çocuk istismarıdır.

  • Bu bir tuzaktır.

  • Bu sağlıklı beslenmeye karşı bir savaştır.

  • Bu çocukların temiz duygularının kirletilmesidir.

  • Bu kural tanımazlıktır,

  • Bu Sağlık Bakanlığı raporlarına ve yasaklanan reklam kampanyalarına karşı bir meydan okumadır.

  • Bu, paramızla her yere gireriz, çocuklarınızı hiç ummadığınız anda yakalarız demektir.

  • Bu açıkça tacizdir.

Bu ve benzer uygulamaların bir an önce durdurulması ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin teminatı olan çocuklarımızın sağlıklı gelişimlerine destek olunması gerekmektedir. Buna ek olarak; bu ve benzer firmaların Bakanlık tarafından belirlenen bir süre için ücretsiz meyve veya kuru meyve dağıtması gibi uygulamalar gündeme getirilmeli ve çocuklarımız sağlığı bu tarz tuzaklardan korunarak devlet teminatına alınmalıdır.

Dünya genelinde bir salgın olarak nitelenen obezite ve obeziteye bağlı olarak ortaya çıkan yüksek tansiyon, şeker, felç, kalp ve damar hastalıkları gibi sağlık sorunlarının en önemli nedenlerinden biri olarak yiyecek ve içeceklerle fazla miktarda şeker alınması gösteriliyor. Alınan şeker nişasta bazlı şeker (NBŞ) olarak bilinen fruktoz içeriği yüksek şeker çeşitlerinden biri ise (mısır şurubu, fruktoz şurubu vs.) fruktozun vücutta metabolize edilme şekli farklılık gösterdiği için kilo alımı daha hızlı oluyor.

Kampanyaya ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz

 

(Yeşil Gazete)