[Doğum ve Ötesi] yazı dizisinde okuyacağınız hikayeler annelerin ağzından anlatılmış olacak. Bu diziyi doğal doğumun anne ve bebek açısından öneminden yola çıkarak başlatmaya ve Yeşil Gazete’nin konvansiyonel olmayan bakış açısını doğum hikayelerine de taşımaya karar verdik.
Bununla birlikte gerektiğinde hayat kurtarıcı olan sezaryen hikayelerine de yer vereceğiz. Bu deneyimlerin kadınların kendi içlerindeki güce güvenmeleri için cesaret verip, doğumlarını sahiplenmeleri, mutlu doğum hikayelerine sahip olabilmeleri için destekleyici olmasını ümit ediyoruz.
***
“Bir sonraki kontrolde açtım konuyu doktoruma. “Bana böyle tiyatrolarla gelme Pınar!” demesin mi? Bu sahne için hayalimde canlandırdığım o cevval kadından cılız bir “Ama, neden?” çıkabilmişti sadece.”
9 – Normal bir sezaryen doğum
Çağrı’ya doğum hikayemi yazacağımı söylediğimde, “Yazacak ne var ki? Hastaneye gittik, doğurdun.” dedi. Saygıdeğer eşimin bu dümdüz çıkışı, aslında gerçeği yansıtmıyor değil. Gerçekten de, 40. haftamı doldurup tam da “due date”imdeki doktor kontrolüm için yola koyulduğumuzda saat sabah 10’a geliyordu. NST vesaire derken, doktorumun suyumun çok azaldığını fark etmesi ve “Almamız lazım Pınar” demesi de 11:00 suları olabilir. Özellikle Çağrı’nın hala “Olur tabi, alırsınız bir ara…” rahatlığında olduğunu görünce doktorum “Yok” dedi, “Anlatamadım; Pınar kalıyor, onu hemen odaya yerleştirip ameliyathaneyi hazırlatıyorum. Çağrı, sen de git eve, çanta manta ne alacaksan al gel!” Çağrı gitti, ben odaya yerleştim, ameliyathane hazırlandı, 14:05’te ameliyat masasına uzandım ve 14:07’de Yekta dünyaya geldi.
Öyle pat diye.
Oysa ben de okuyan, araştıran birçok anne adayı gibi normal doğum hayal etmiştim. Benim normal doğum yapmak isteme sebebim, en başta oğlum için adı üzerinde “normal” olan doğum şeklinin bu olduğuna inanmamdı. Ama sezaryen olmak istememe sebeplerimden biri de, anneliğimin ilk günlerini ameliyatlı bir hasta olarak geçirme düşüncesiydi.
Sorunsuz ve oldukça hareketli geçen hamileliğim boyunca kendimi hep buna hazırladım. Ancak 30’lu haftaların başında bir yerde fark ettim ki, normal doğum yapma isteğim ve kendimi buna hazırlama seviyem, sezaryen ihtimalini dünyanın sonu gibi görmeme sebep oluyor. Bunun üzerine istemesem de, sezaryen fikriyle de barışmaya karar verdim ve “anne-bebek dostu sezaryen” üzerine okumaya başladım. 18 dereceden kısa süreliğine 22-23 dereceye ısıtılmış ameliyathane, kısılmış ışıklar, doğrudan annenin göğsüne verilen ve orada kalan bebek… Okudukça aklıma yattı ve Çağrı’ya olası bir sezaryen durumunda bunları uygulaması için doktorumla konuşacağımı söyledim. “‘Yok, ben öyle yapmam’ derse ne yapacaksın?” dedi Çağrı. “Olur mu canım öyle şey? Diretirim.” dedim. Ama iş oraya varırsa da bu uğurda o güne kadar alıştığım, güvendiğim doktorumu bırakır mıyım, emin olamadım.
Bir sonraki kontrolde açtım konuyu doktoruma. “Bana böyle tiyatrolarla gelme Pınar!” demesin mi? Bu sahne için hayalimde canlandırdığım o cevval kadından cılız bir “Ama, neden?” çıkabilmişti sadece. Doktorum, ameliyathanenin steril ortamını ısıtarak benim sağlığımı riske atamayacağını söyledi. Ne de olsa, bu o sırada benim düşünüyor olacağım son şey olsa da, karnımda bir yarık ve bağırsaklarım dışarıda bir şekilde hala ameliyat masasında yatıyor olacaktım. “Ve yine üzgünüm ama, ben seni dikerken o ısıda bebeği de uzun süre ameliyathanede tutamam.” dedi. Sustum. Tartışılır mıydı? Birçok açıdan… Aksini savunacak birçok uzman vardır mutlaka. Yapmam diyen bir doktoru ikna etmeye çalışmayacağınıza göre, tartışmak yerine doktoru değiştirme yoluna gitmek gerekirdi. Ama ben doktorumu seviyor, ona güveniyor ve doğuma birkaç ay kala yeni bir doktor arayışına girmeyi hiç istemiyordum. O da zaten “Bana güven, bebeğinle hemen temas kurman ve sonrasında da odanda en kısa sürede kucağına alabilmen için her şeyi yapacağım” dedi. Ve ona güvendim.
Okuyarak kendimi sarmaladığım, pek tabi teslim de olduğum normal doğum fanatikliğinden kendimi kurtarmam zaman almıştı. Olası bir sezaryenin şartlarını kabullenmem ise daha kolay, çok kolay oldu. Ne de olsa ameliyathane doktorumun çöplüğüydü. Daha da önemlisi; bu sürecin stresli bir organizasyona, yapılması gerekenler listesine tik atma telaşına dönüşmesini istemiyordum. Tek olmazsa olmazım, bebeğimi ilk bir saat içinde emzirmekti. Asıl beklentim bebeğimi güven duygusuyla, endişeden uzak, huzur içinde doğurmaktı. Benim için “normal” doğum bu olacaktı.
Ve işte, benim normal doğumum, 40. haftamı tamamladığım gün piyangodan çıkan bir sezaryenle oldu.
Bir diğer dileğim; odama çıktıktan sonra kısa bir süreliğine bile olsa tantanadan uzak, sakin bir şekilde Çağrı, ben ve bebeğimiz -sadece üçümüz- yalnız kalabilmekti. Çok şükür, bu da fazladan bir çaba harcamadan gerçekleşti. Kalabalık bir ailemiz vardı, ama hesapta olmayan bir biçimde aniden sezaryene girince, aileden sadece o sırada zaten yanımızda olan annem ve haberi alır almaz hastaneye koşan üç çok yakın arkadaşım doğuma gelebildi.
Sonradan anlattıklarına göre; Çağrı ve arkadaşlarım, dikişlerim atıldıktan sonra odama bir an önce alınmam ve Yekta’yı hemen emzirebilmem için hastane personelinin peşinden biraz koşturmuşlar. Ama onlar da gerekli anlayışı göstermiş olmalı ki, gerçekten de doğumdan yaklaşık 45-50 dakika sonra odamda Yekta’yı emziriyordum.
Şimdi dönüp baktığımda, doğumumu planlamaya çalışırken detaylara çok da takılmayarak -en azından bir fikre saplanmayarak- ne iyi ettiğimi düşünüyorum. Evet, benim de okurken gözlerimi dolduran onlarca “normal doğum” hikayesi olmuştu… Evet, ben de “sezaryen bebeklerinin hayata 1-0 yenik başladığıyla” ilgili onlarca makale okumuştum. Ne var ki bu, başlı başına neye niyet, neye kısmet bir durum… Çocuk sahibi olduktan sonra kavradığım iki şey var: Birincisi, anne ve bebek sağlıklı olduktan sonra her doğumun kendi adına mükemmel olduğu; ikincisiyse kimsenin anneliğini -çocuğunu besleme tercihleri başta olmak üzere- dışarıdan bakarak eleştirmemek gerektiği. O nedenle, mükemmel doğum deneyimi peşinde kendinizi strese sokmayın. Oluruna bırakın. Asıl hikaye, zaten doğumdan sonra başlıyor!
Benim hiç dramatik, romantik veya maceralı olmayan “normal” doğum hikayemden öğrendiğim işte bu!
Pınar Şirvancı