Ana Sayfa Blog Sayfa 2688

Türkiye’nin iklim ‘eylemsizlik’ planı – Melis Alphan

Bu yazı artigercek.com/ dan alınmıştır

2015’te Fransa’daki iklim zirvesinde kabul edilen Paris Anlaşması Türkiye’nin de aralarında olduğu 197 ülke tarafından imzalandı. Ancak Türkiye, anlaşmayı henüz parlamentoda onaylamadı.

Paris Anlaşması öncesinde Türkiye, sera gazı emisyonlarında yapacağı azaltım planlarını içeren INDC (Kesin Katkılar İçin Ulusal Niyet Beyanları) belgesini sunmuş ancak bu belge pek çok kurum tarafından yetersiz bulunmuştu. Misal, ülkelerin planlarını inceleyen Climate Action Tracker’ın analistlerine göre, Türkiye’nin beyanları çok zayıftı.

Bir süredir, emsali olmayan bir tartışmanın da içindeyiz. Uluslararası hukuka göre Türkiye, UNFCCC (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) çerçevesinde ‘gelişmiş ülke’ listesinde.

Oysa Türkiye, gerçekte ve diğer pek çok mekanizmada ‘gelişmekte olan’ ülke. Bu anlaşmadaki ‘gelişmiş ülke’ etiketimiz epey şahsına münhasır bir sorun yaratıyor.

Şöyle…

Paris Anlaşması, “Gelişmiş ülkeler gelişmekte olan ülkelere finansal ve teknolojik destek verecek” diyor ve bunun için Yeşil İklim Fonu’nu işaret ediyor.

Anlaşmada ‘gelişmiş’ ve ‘gelişmekte olan’ ülkeler belirtilmediği için, Yeşil İklim Fonu yönetimi -UNFCCC tanımı gereği- Türkiye’yi ‘gelişmiş ülke’ kategorisine sokuyor ve “Türkiye bu fondan faydalanamaz” diyor.

ÇİN’E, KORE’YE VAR, BİZE YOK

Yeşil İklim Fonu, Kopenhag’da kabul edilen ve bir yıl sonra kurulan bir fon havuzu. Bu fon havuzu hem kredi hem de hibe olarak faaliyet gösteriyor. Bu fona Çin, Kore, Meksika gibi ülkeler erişebiliyor ama biz erişemiyoruz.

Fonu az gelişmiş / düşük gelirli ülkeler genelde hibe programlarının finansmanı için kullanılıyor. Türkiye gibi orta gelir grubundaki ülkelerde ise büyük çaplı kredi programlarına kaldıraç etkisi sağlaması için eş katkı sağlıyor. Türkiye için iş bu noktada tıkanıyor.

Yeşil İklim Fonu’nun başlangıç olarak girdiği MDF (Multi Donor Fund) adı verilen fonlar var. Dünya Bankası gibi kuruluşlar harekete geçirilip gelişmekte olan ülkelerin faydalanacağı mega kredi/hibe fonları yaratılıyor. Türkiye, mevcut durumda bunlara erişemiyor. Çünkü Yeşil İklim Fonu yönetimi “Türkiye Yeşil İklim Fonu parasını kullanamaz, fonun dahil olduğu MDF fonlarından, Yeşil İklim Fonu’nun parasını kullanmayacak olsa bile yararlanamaz” diyor.

Türkiye ise bu rejim altında, kendisi gibi gelişmekte olan ülkeler gibi, tüm bu mekanizmalardan teknik olarak yararlanabilmek istiyor. Ayrıca, Paris Anlaşması’nı onaylarsa, UNFCCC ve Paris Anlaşması rejimleri içinde ‘kalkınmış ülke’ etiketini kabul etmiş olacağını düşünüyor.

TÜRKİYE’NİN EMİSYON PROJEKSİYONU YANLIŞ

İklim değişikliğiyle mücadele etmek için bu fona erişmeye çalışan Türkiye’nin Paris Anlaşması taahhütlerinde ise çok ciddi sorunlar olduğu ünlü akademik dergi Energy Policy‘nin son sayısında yayımlanan bir çalışmayla ortaya çıktı.

Bu çalışma, Türkiye’nin taahhütlerinin, yani Ulusal Katkı Niyet Beyanı’nın (INDC)ekonomik etkilerini inceliyor.

Türkiye, 2030’da herhangi bir iklim politikasının uygulanmadığı mevcut politikalar senaryosundan en az yüzde 21 emisyon azaltım hedefi verip emisyonlarının 1.175 milyon ton CO2’dan 929 milyon ton CO2’a ineceğini taahhüt etmişti.

Oysa bu çalışma, Türkiye’nin 2030 yılı emisyonlarının bu hedeften yüzde 30 daha düşük (836 milyon ton CO2)gerçekleşeceğini öngörüyor.

İktidarın söylemlerinin aksine, Türkiye’de emisyon azaltımının maliyeti de düşük. Çalışmaya göre, yüzde 21 azaltım hedefinin ekonomiye maliyeti 2030 itibariyle GSYİH’nin yüzde 0,8 ile 1,1’i arasında olacak.

Yani, sizin anlayacağınız, Türkiye’nin ekonomik olarak kurguladığı emisyon projeksiyonu yanlış. Çünkü Türkiye, 2030 yılı emisyonunu iyimser bir ekonomik büyüme tahmini üzerinden hesaplamış.

Bu çalışma, zaten bu kadar emisyonunun olamayacağını gösteriyor. Çünkü ekonomik büyüme ile emisyonların el ele gideceğini varsaysak bile, Türkiye o kadar büyümeyecek.

Türkiye, yüzde 21 azaltım sözü verirken, aslında ‘hiçbir şey yapmayacağını’, yani iklim eylemsizlik planınıaçıklamış oldu. İddia ettiği kadar büyümeyeceği için, 2030’u zaten açıkladığı emisyondan daha azıyla kapatacak.

Veriye odaklı bir iklim politikası oluşturamadığımızı gösteren bu çalışmada, emisyon azaltımının ekonomik yan faydaları ise hesaba dahil değil.

İstihdam, hava kirliliğinin önlenmesi, sağlık maliyetlerinin ve enerjide dışa bağımlılığın azaltılması gibi yan faydalar da eklendiğinde, düşük maliyetli olması bir yana, Türkiye iklim eyleminden kârlı çıkabilir gibi görünüyor.

Avrupa İklim Eylem Ağı’nın 2016 tarihli raporu, Türkiye’nin sadece enerji politikalarını değiştirerek 2030’a kadar enerji ithalatında 23 milyar dolarlık tasarruf edebileceğini ortaya koymuştu.

Hâlâ ne duruyoruz, anlamak mümkün değil.

Bu yazı artigercek.com/ dan alınmıştır

 

Melis Alphan

[email protected]

Isıtılan süt neden patlıyor? – Bülent Şık

Bu yazı bianet.org/ dan alınmıştır

Bu biraz uzun bir yazı ama ele alacağımız konu da çok karmaşık özellikler sergiliyor ve kısa yazı meraklısı sabırsız okura hitap etmeyecek ne yazık ki. Bunu yazarak yazıyı biraz daha uzatmış oluyorum gerçi.

Sosyal medyada dolaşan bazı videolarda bir cezve içine konan ve ısıtılmak amacıyla ocağın üstüne yerleştirilen sterilize (UHT) içme sütünün bir süre sonra ani bir kabarmayla cezveden dışarı taştığı, tabiri caizse patladığı görülüyor.

Ani kabarma öyle hızlı ki cezvedeki süt yaklaşık 30-40 santimetre yüksekliğe kadar fışkırıyor ve ocağa yayılıyor.

(Isıtılan sütün patladığını gösteren iki örneği izleyebilirsiniz: 1 ve 2)

Daha sonra yapılan benzeri denemelerde ise ısıtılan sütlerin patlamadığı görülüyor.

Ortada açıklama gerektiren bir soru var: Neden bazı sütlerde böyle bir ani genleşme ya da uygun bir terim değil ama patlama oluyor? Bu soru bana da soruldu. Ve ilaveten süte katılan hidrojen peroksitin böyle bir reaksiyona neden olup olmadığı da soruldu.

Bu meselenin iki nedeni olabileceğini düşünüyorum. Nedenlerden biri aşırı ısınma diğeri hidrojen peroksit kalıntısı olması.

Aşırı ısınma nedir, sütte patlamaya neden olur mu sorusu ile sütte hidrojen peroksit bulunduğunda patlama gerçekleşir mi sorusuna sıra ile değinelim.

Aşırı ısınma nedir?

Aşırı ısınma bir sıvının kaynama sıcaklığının normalden biraz daha yüksek olduğu durumdur. Genellikle mikrodalga fırınlarda ısıtılan sularda gözlenen ani ve şiddetli kabarma, fışkırma haline bu isim verilmektedir. Peki bu nasıl oluyor?

Kaynama, bir sıvının buhar basıncının dış basınca eşit olduğu noktada sıvıdaki moleküllerin sıvı fazdan gaz fazına geçmesidir. Saf sıvıların kaynama noktası sabittir. Ancak sıvının içinde tuz, şeker vb. gibi maddeler olması kaynama sıcaklığını arttırır.

Kaynama esnasında sıvı içinde gaz kabarcıkları oluşur ve bu gaz kabarcıkları sıvının içinden yüzeyine doğru hareket eder. Sıvıyı kaynattığımız kabın iç yüzeyindeki mikroskobik girinti ve çıkıntılar, yani pürüzler sıvı içindeki gaz kabarcıklarının toplandığı, yüzeye tutunduğu yerlerdir. Sıvının sıcaklığı arttıkça bu kabarcıklar tutundukları noktada daha da büyümeye başlar ve bir noktadan sonra da metalin yüzeyinden koparak yukarıya doğru hareket eder ve kaynamaya başlayan sıvının yüzeyinden havaya karışırlar.

Sıvıların içinde bulunan irili ufaklı çeşitli tanecikler de -safsızlıklar- gaz kabarcıklarının oluşumuna yardımcı olur.

Kaynama bir sıvının sıcaklığını sabit tutar; çünkü buharlaşan gazla birlikte sıcaklık da gider. Yani kaynayan sıvıların sıcaklığı yükselmez. Saf sıvılar ve pürüzsüz iç cidarlara sahip kaynatma ekipmanları kaynama faaliyetini başlatan gaz kabarcıklarının oluşmasına elverişli değildir. Kabarcıkların oluşmaması kaynama faaliyetini geciktirecek ve zamanla sıvının aşırı ısınmasına neden olacaktır. Böyle bir durumdaki sıvıda yüzeyde herhangi bir kaynama faaliyeti gözlenmez ama ortaya çıkacak tek bir gaz kabarcığı, sıvının içine düşecek tek bir partikül bile bir tetikleyici gibi işlev görerek sıvının bünyesinde bulunan gazların çok hızlı bir şekilde genleşmesine neden olacaktır. Aşırı genleşen sıvı genişleyebileceği açık nokta neresi ise oradan etrafa saçılacaktır. Ancak bu olay genellikle mikrodalga fırınlarda ısıtılan sularda gözleniyor. Sütün kimyasal yapısı suya kıyasla daha karmaşık ve olay mikrodalgada değil de ocak üstünde meydana geliyor. Dolayısıyla sterilize (UHT) sütlerde aşırı ısınmaya neden olan bir şey olmalı. Ama ne?

UHT kutu sütlerde üretim sonrası depolama esnasında gözlenen ve jelleşme olarak bilinen bir olay var. Jelleşme pek çok faktöre bağlı olarak açığa çıkan bir olay ve bu nedenle her zaman gözlenmiyor.

Jelleşme sütün daha koyu bir yapı kazanmasına ve içinde jölemsi bir tabaka oluşmasına neden oluyor. Bu durum aşırı ısınma sonucu ani kabarmaya ve patlamaya yol açabilir.

Isıtma esnasında sütün içinde bulunan bu jölemsi tabaka kaynama faaliyetini geciktirecek, sütün içindeki gaz kabarcıklarının çıkışını engelleyecektir. Ama zamanla artan sıcaklık nedeniyle bu jölemsi tabakanın engelleyici rolü aniden çökebilir ve bu durumda şiddetli bir fışkırma ya da patlama mümkündür. Üstelik ısınma başlayınca sütün havayla temasını keserek kabarcıkların çıkmasını engelleyen incecik kaymak tabakası böyle bir sürece yardımcı da olabilir. Kaynatma yaptığımız ekipmanın, örneğin cezvenin ağzının dar olması da böyle bir olayın gerçekleşmesini kolaylaştıracaktır. Meseleyi laboratuvar ortamında incelemek gerekiyor ama çeşitli faktörler de bir araya gelince böyle bir reaksiyonun sütte olması çok mümkün.

Kaynatma esnasında sütü ara sıra karıştırmak ise gaz çıkışını sağlayacağı için böyle bir olayı engelleyecektir.

Diğer soru sütte bulunan hidrojen peroksit patlama yapar mı? sorusuydu ama bu soruyu ele almadan önce hidrojen peroksitin ne olduğunu ve sütte neden bulunduğunu açıklamak gerekiyor.

Hidrojen peroksit nedir?

Hidrojen peroksit iki hidrojen ve iki oksijen atomundan oluşan mikropların çoğalmasını engelleyici ve pek çoğunu da öldürücü bir etkiye sahip bir kimyasal maddedir. Tıpta kullanılan oksijenli su aslında seyreltilmiş, yani içinde az miktarda hidrojen peroksit bulunan sudur. Yara üzerine dökülen oksijenli su yara üzerinde beyaz renkli, kabaran bir köpüklenmeye neden olur. Oksijenli su içinde bulunan hidrojen peroksit kandaki katalaz enzimi vasıtasıyla suya ve oksijen gazına parçalanır. Bu parçalanma sonrası açığa çıkan oksijen gazı gözlediğimiz köpüklenmeye neden olur ve yarayı temizler.

Hidrojen peroksitin tek kullanım alanı yara temizliği de değil. Kimya ve tekstil endüstrisindeki pek çok kullanım amacının yanı sıra ağartıcı, beyazlatıcı bir madde olarak ya da lens temizliğinde bir dezenfektan olarak da kullanılır.

Hidrojen peroksitin toksisitesi düşüktür; kronik maruziyet yolları sınırlıdır. Yüzde ondan daha yüksek konsantrasyonlarda hidrojen peroksit içeren ürünlere solunum ya da sindirim sistemi yoluyla maruz kalmanın ciddi sağlık zararları oluşturabileceği belirtilmektedir. Ancak bu kadar yüksek konsantrasyonlara gıdalar yoluyla maruz kalmak bir kasıt olmadığı sürece söz konusu değil; zaten süt dışında gıda üretiminde kullanılan bir katkı maddesi de değildir.

Sağlığa zarar verici etkilerinin düşük olması nedeniyle bazı ülkelerde çiğ süte hidrojen peroksit katılmasına izin verilmektedir.

Hidrojen peroksit çiğ süte neden katılır?

Çiğ sütün sağıldıktan sonra hızla soğutulması gerekir. Eğer bu soğutma işlemi yapılamazsa süt içinde bulunan bakteriler hızla çoğalacak ve sütün bozulmasına neden olacaktır. Sıcak ülkelerde veya hava sıcaklığının yüksek olduğu mevsimlerde süt eğer hızla soğutulmazsa daha hızlı bozulur. Sıcaklık ne kadar yüksek olursa sütteki bakteriler de o kadar kolay çoğalır çünkü.

Soğutma imkânının olmadığı durumlarda bu bozulmanın önüne geçmek için bazı ülkelerde hidrojen peroksit kullanılmasına izin verilmiştir. Bir başka deyişle hidrojen peroksit çeşitli ülkelerde çiğ süte katılmasına izin verilen kimyasal maddelerden biridir.

Katalaz çiğ sütün içinde de bulunan bir enzimdir. Sütün içinde bulunan katalaz enzimi vasıtasıyla hidrojen peroksit su ve oksijene parçalanır. Açığa çıkan oksijen pek çok mikrop için öldürücü özellik gösterir. Ancak sütte bulunan katalaz hidrojen peroksitin tamamını parçalayamaz; geriye kalan hidrojen peroksiti parçalamak için süte pastörizasyon ya da sterilizasyon öncesi katalaz enzimi katılması gerekir. Süte katılan hidrojen peroksit ancak bu enzimle parçalama işlemi yapıldıktan sonra çiğ süt pastörize ya da sterilize edilebilir ve çeşitli süt ürünlerine işlenebilir.

Hidrojen peroksit başka hangi amaçla süte katılabilir?

Hidrojen peroksit sterilize edilmiş kutu sütlerindeki hoşa gitmeyen kötü tadın ortaya çıkmasını engelleyebiliyor.

Evde kaynatılmış ya da marketten alınmış cam şişede satılan pastörize süt ile sterilize edilmiş kutu sütlerinin tadının farklı olduğunu içen herkes bilir. Sterilizasyon esnasında süt 140-150 santigrat derecelere kadar ısıtılabilir. Bu kadar yüksek sıcaklıklara çıkılması sütte hoşa gitmeyen bir pişmiş tada neden olur. Yüksek sıcaklık sütte kükürtlü bileşiklerin açığa çıkmasına neden olur ve bu bileşiklerin tadı da, kokusu da güzel değildir. Sterilize edilecek sütlere katılacak az miktardaki hidrojen peroksit bu kükürtlü bileşiklerin açığa çıkmasını epeyce azaltır. Süt yüksek bir sıcaklığa tabi tutulsa da kükürtlü bileşikler daha az oluştuğu için sütün tadı kötü olmaz. Böylece sterilize sütlerin tadının kötü olduğuna dair en önemli tüketici şikayetinin önüne geçmek de mümkün olur.

Hidrojen peroksit süte bulaşır mı?

Sterilize edilen sütün tetrapak kutu ambalajlarına dolumu yapılır. Bu ambalaj malzemelerinin de mikrop içermemesi gerekir ve bu mikropların yok edilmesinde de hidrojen peroksit kullanılır. Ancak ambalaj materyalinden süte geçebilecek hidrojen peroksit miktarı çok düşüktür. Örneğin çiğ süte hidrojen peroksit katılmasına izin verilen bazı ülkelerde süte katılacak hidrojen peroksit miktarının bir litre sütte 500 miligramı yani yarım gramı aşmaması gerekir. Ambalaj materyalinden süte bulaşabilecek hidrojen peroksitin miktarına getirilen sınırlama ise çoğu ülkede bir litre süt için 0.5 miligramdır. Görüldüğü gibi ambalaj materyalinden süte geçebilecek hidrojen peroksit miktarı çiğ süte katılan miktarının binde biridir.

Hidrojen peroksit ısıtıldığında neden patlar?

Literatürde süte katılan hidrojen peroksitin patlamaya neden olduğuna dair bir bilgiye rastlayamadım. Ancak ısıtılan sulu sistemlerde hidrojen peroksitin ani kabarma veya patlamaya yol açabilen bir kimyasal madde olduğu biliniyor ve süt bir sulu sistemdir.

Peroksitler patlama riski olan kimyasal maddelerdir. Hidrojen peroksit ısıtıldığı zaman kimyasal yapısı hızla su ve oksijene parçalanmaya başlayacaktır. Bu parçalanma ani bir genleşmeye ve patlamaya neden olabilir. Isıtma kapalı bir kapta gerçekleştirilirse, zamanla giderek artan basınç nedeniyle şiddetli bir patlama kaçınılmazdır örneğin.

Sütte hidrojen peroksit olup olmadığı anlaşılabilir mi?

İster çiğ sütün dayanıklılığını artırmak için, isterse sterilize sütün tadını iyileştirmek için katılsın ya da kazaen ambalaj materyalinden süte bulaşmış olsun fark etmez: Sütte hidrojen peroksit bulunması ülkemizdeki yasal mevzuata aykırıdır.

Piyasada satılan sütlerde hidrojen peroksit var mı?

Sütte hidrojen peroksit olup olmadığını anlamak çok kolaydır. Bir gıda analiz laboratuvarında bu analiz kısa sürede yapılabilir.

Analiz sonucunda hem pastörize sütlerde ve hem de sterilize sütlerde hidrojen peroksit çıkarsa bu durum çiğ sütlere hidrojen peroksit katıldığına -ya da bulaştığına- işaret edecektir. Çiğ süte hidrojen peroksit katılıyorsa mesele sadece içme sütleri ile de sınırlı olmayacaktır. Bu durumda o sütten yapılan yoğurt ve peynir gibi süt ürünlerinde de hidrojen peroksit kalıntısı çıkabilir.

Sadece sterilize kutu sütlerinde hidrojen peroksit çıkması ise çiğ sütü dayandırmak için içine hidrojen peroksit katıldığı -ya da bulaştığı- ama daha sonra bu hidrojen peroksiti parçalayıp zararsız kılmak için sterilizasyon öncesi katalaz enzimi katılması işleminin yapılmadığını akla getirir. Sütün içinde doğal olarak bulunan katalaz enzimi ise süte katılan hidrojen peroksitin tamamını parçalayıp zararsız kılmaya yetmemektedir. Üstelik sterilizasyon işleminde katalaz enzimi de aktivitesini yitirdiği için kutulanıp piyasaya sunulan sütlerde kalan hidrojen peroksiti parçalayacak bir enzim de olmayacaktır.

Hidrojen peroksitin sterilize sütlerdeki pişmiş kötü tadı engellemek için bilinçli olarak süte katılması da mümkündür elbette.

Bütün bu yazdıklarım akla ilk anda gelen olası yanıtlardır.

İçlerinde en olası olanını jelleşme nedeniyle sütün ani kabarması olarak görüyorum.

Ancak hidrojen peroksit kalıntısı da kabarma, patlama sorununa yol açabilir. Yapılacak en doğru şey piyasada satılan sütlerde en kısa sürede testlerin yapılması ve hidrojen peroksit kalıntısı içerip içermediklerinin açıklığa kavuşturulması. Tarım ve Ormancılık Bakanlığı tarafından içme sütlerinde daha önce hidrojen peroksit kalıntısı belirlemek amacıyla analizlerin yapılıp yapılmadığı da açıklık bekleyen bir soru.

Tüketiciler açısından bilinmesinde yarar olan en önemli konu eve alınan sterilize kutu sütlerin içinde jöle tabakası olup olmadığına dikkat etmektir. Bazen bu tabaka hiç oluşmaz ama süt normalden daha koyudur; koyuluktan kastım sütün daha az akışkan olmasıdır. Bazen de bu tabaka kutunun dibine çöker. Böyle durumlar varsa sütü ısıtırken dikkatli olunması gerekir. Hidrojen peroksitin ise her tür çiğ süte katılabilecek bir kimyasal madde olduğu bilinmelidir.

Pastörize sütlerde jelleşme olmaz. Pastörize sütler ve güvenilir kişilerden alınacak çiğ sütler tercih edilebilir.

Bu yazı bianet.org/ dan alınmıştır

 

Bülent Şık

Google çalışanları cinsel taciz ve ayrımcılığa karşı dünya çapında iş bırakma eylemi yaptı

ABD merkezli internet şirketi Google bu kez cinsel taciz ve ayrımcılığa karşı yürütülen uluslararası çaplı bir eylemle karşı karşıya kaldı. Dünyanın dört bir yanındaki Google çalışanları şirket yöneticilerinin cinsel taciz ve cinsiyet ayrımcılığı olaylarındaki tutumunu protesto amacıyla iş bıraktı. “Gerçek Değişim İçin Grev” adını taşıyan protestolar üst düzey yöneticilerle ilgili taciz iddialarının basına yansımasının ardından patlak verdi.

Protestolar ilk olarak geçen Perşembe günü Tokyo’da saat 11.00’da başladı, diğer şehirlere de yayılmaya devam etti. Dünyanın dört bir yanındaki çalışanlar, masalarına “Bugün masamda değilim, çünkü diğer arkadaşlarımla birlikte cinsel taciz, suistimal, şeffaflık eksikliği ve herkese uygun olmayan işyeri kültürünü protesto etmek için iş bırakma eylemi yapıyorum” yazılı notlar bıraktı.

Android’in mimarı Andy Rubin’in Google’dan ayrılık nedeni: cinsel taciz iddiaları

Protesto, The New York Times gazetesinde yer alan bir haberin hemen ardından geldi. Google’ın görevini kötüye kullanan ve cinsel tacizde bulunan yöneticilere yaklaşımının eleştirildiği haberde, 2014 yılında işten ayrılan ve Android mobil işletim sisteminin “yaratıcısı” olarak bilinen Andy Rubin’in hakkında çıkan cinsel taciz iddialarına rağmen şirketten ayrılırken 90 milyon dolar tazminat alması anlatılıyor.

Habere göre Google’ın genel müdürü Larry Page, bu ayrılığı “Andy, Android ile milyarlarca mutlu kullanıcı yarattı ve gerçekten olağanüstü bir başarıya imza attı. Her şeyin gönlünce olmasını diliyorum” sözleriyle duyurmuştu. Ancak işten ayrılma sebebinin cinsel taciz iddiaları olduğundan bahsetmemişti.

Şirket yöneticilerine bildiri gönderildi

Protestocular, şirket yöneticilerine gönderdikleri bildiride Google’dan cinsel taciz, ayrımcılık ve ücret eşitsizliği ile mücadelede şeffaflık ve bu gibi durumlarda daha fazla çalışanın yetkilendirilmesini talep ediyor. Bildiride ayrıca, “Google, çeşitliliği ve çoğulcu katılımı savunan bir dil kullanıyor, ancak sistematik ırkçılığı, ücrette eşitsizliği ve cinsel tacizi ortadan kaldırmak için harekete geçmiyor. Yeter! PR çalışmaları bunların önüne geçemez. Bizim şeffaflığa, hesap verilebilirliğe ve yapısal değişimlere ihtiyacımız var” ifadeleri yer alıyor. Protestocular bu taleplerin yanı sıra, olası bir cinsel taciz ve saldırı durumunda mağdurun dava açma hakkından feragat etmesini gerektiren “özel hakemlik” uygulamasına da son verilmesini istiyor.

Küresel işgücünün yüzde 31’i, yönetici kadrosunun ise yüzde 26’sı kadınlardan oluşan Google, daha önce kadın ve erkek çalışanlar arasında ücret eşitsizliği gerekçesiyle Çalışma Bakanlığı tarafından dava edilmişti.

Çalışanlar, cinsel istismar iddialarının şirkette ele alınış biçimi konusunda değişiklik talep ediyor.

NYT iddiasına göre protesto gösterisi Silikon Vadisi’ndeki aktivizmin yükselişi ile birlikte ortaya çıkan bir sonuç

New York Times’da yer alan başka bir analize göre ise protesto, Silikon Vadisi’ndeki aktivizmin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan bir sonuç. Teknoloji çalışanları arasında yayılan bu aktivizmin en belirgin yaşandığı yer ise Google. Çalışanlar, bu yıl şirketin Pentagon ile işbirliği içinde yürüttüğü yapay zekâ çalışmalarını, buluşların savaş için kullanılmaması gerektiğini söyleyerek protesto etmişti. Şirket, bu protestolara daha fazla kayıtsız kalamayıp Pentagon ile sözleşmesini yenilememe kararı almıştı. Çalışanlar ayrıca, Google CEO’su Sundar Pichai’nin Çin’de kullanılacak ve sonuçların bir kısmını sansürleyecek özel bir arama motoru geliştirmeyi kabul etmesine tepki göstermiş ve sonunda Google, bu anlaşmasından da vazgeçmek zorunda kalmıştı.

 

(DW Türkçe, Medyascope, The New York Times)

Galiptir bu yolda mağlup: Ampute futbol takımımız dünya ikincisi!

Türkiye Ampute Futbol Milli Takımı, Meksika’nın San Juan de los Lagos kentinde düzenlenen Dünya Kupası’nın finalinde normal süresi ve uzatma dakikaları golsüz beraberlikle sona eren karşılaşmada Angola’ya penaltı atışları sonunda 5-4 yenilerek ikinci oldu.

Şampiyon Angola, dört sene önce gene Meksika’da düzenlenen Ampute Futbol Dünya Kupası’nı Rusya’ya kaybederek 2. olarak tamamlamıştı. Türkiye ise 1984 yılından beri devam eden ve bu sene 15. düzenlenen organizasyonda bundan önceki 4 turnuvayı (2007, 2010, 2012 ve 2014) 3. olarak bitirmeyi başarmıştı.

Osman Çakmak: Roberto Baggio misali…

Finali penaltı atışları sonucu kaybeden Türkiye’de son penaltı vuruşunu takım kaptanı Osman Çakmak değerlendiremedi. Maç boyu harika kurtarışları ile takımını önce penaltı atışlarına, ardından şampiyonluğa taşıyan Angola kalecisi Matheus’a takılan Çakmak, geçen sene İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Şampiyonası finalinin uzatma dakikalarında attığı muhteşem gol ile Türkiye’ye şampiyonluğu getiren isim idi. 1977 doğumlu milli takım kaptanı bu özellikleri ile futbolseverlere İtalya’yı önce guplardan 1994 ABD Dünya Şampiyonası’na, ardından turnuvadaki harika performansı ile Brezilya karşısına kadar çıkartan Roberto Baggio’a benzetiliyor. Takımını tek başına finale kadar getiren Baggio da aynen Osman Çakmak gibi penaltı atışından yararlanamayarak Brezilya’nın şampiyonluğuna giden yolu açmıştı.

https://www.youtube.com/watch?v=fpbkRApq9qY

Final maçına Meksikalı futbolseverlerin ilgisi de yoğun oldu. Türkiye saati ile sabaha karşı 04.30’da (Meksika yerel saatine göre 19:30) başlayan Türkiye – Angola maçı golsüz sona erse de gol pozisyonları ile dolu bir karşılaşma oldu. Maç boyu pekçok gollük fırsat yakalayan Türkiye, Angola’nın harika kalecisi Matheus’a takıldı. Uzatmaların son dakika son saniyesinde Rahmi Özcan’ın ceza sahası dışından çektiği sert şut parmağının ucu ile çelmesi de bu kurtarışların normal maç süresi içindeki son enstantesi olarak hafızalara kazındı.

Angola kafilesi maç sonunda büyük sevinç yaşadı

Türkiye’de Barış Telli, Muhammet Yeğen, Fatih Şentürk ve Rahmi Özcan, penaltı atışlarını gole çevirdi. Ay yıldızlı ekipte kaptan Osman Çakmak 5. penaltıyı kaçırdı. Angolalı futbolcular penaltılarda hata yapmayınca maç 5-4 sona erdi.

Türkiye Ampute Futbol Takımı

Grubunda Kenya’yı 4-1, Liberya’yı hükmen 3-0 ve ABD’yi 5-1 mağlup ederek adını ikinci tura yazdıran Milliler, bu turda İrlanda’yı 4-0 yenerek çeyrek finale yükseldi. Çeyrek finalde Rusya’yı 5-1 mağlup eden Milli Takım, yarı finalde ev sahibi Meksika’yı da 4-0’lık skorla geçerek finalde mücadele hakkı elde etti.

2003’te 16 kişinin bireysel çabası ile Türkiye’de faaliyete geçen ampute futbol 15 yıl gibi kısa bir süre içerisinde 7, 8 takımlı, 500’ü aşkın sporculu bir organizasyona dönüştü. Türkiye bu süreçte uluslararası turnuvalarda da önemli başarılar elde etti.

Kurulduktan kısa süre sonra uluslararası alanda başarılarıyla dikkati çeken Ampute Milli Takımı, 2004 ve 2008 Avrupa şampiyonalarında elde ettiği ikinciliklerin ardından geçen yıl İstanbul’da düzenlenen organizasyonda şampiyonluğuna ulaşarak önemli bir başarı yakaladı.

2007, 2010, 2012 ve 2014’teki dünya kupalarında üçüncülük elde eden milli takım, finalde Angola’ya yenilerek bu sefer ikincilik yaşadı.

 

(Yeşil Gazete)

 

“Sadece feminist olmayan Kadın Şiiri Festivali FeminİSTANBUL” 1-3 Kasım’daydı

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü‘ne (UNESCO) bağlı Dünya Şiir Festivali‘nin (World Festival of Poetry) gözetiminde yapılan Uluslararası Kadın Şiiri Festivali “FeminİSTANBUL” 1 – 3 Kasım tarihlerinde İstanbul’da düzenlendi.

İlk defa 2016 yılında düzenlenen organizasyonun manifestosu “Anadiline karşı kadın dili” olarak oluşturulmuş; teması edebiyat ve şiirde kadın dilini incelemek üzerine kurulmuştu. 2017 yılında “Tuzun Sınırları”yla mülteci sorununa değinilmiş ve mülteci şiirleri okunarak bu konuya dikkat çekilmişti.

Son olarak üçüncüsü Kartal’daki Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi‘nde düzenlenen festivalin bu yılki teması ise “Birlikte Çeşitlilik” oldu.

Zeynep Altıok Akatlı ödülünü Kartal Belediye Başkanı Op. Dr. Altınok Öz’den aldı

Hindistan, Peru, Suriye, Tunus, İtalya, İspanya, Romanya, Bulgaristan, İngiltere, Sırbistan, Bosna Hersek, Arnavutluk, Almanya, Macaristan ve özellikle Türkiye’den gelen katılımcıların önemli bir bölümünün erkek olması dikkat çekerken festivalin ana başlığı “FeminİSTANBUL” olan etkinliğin tanıtım ve haberleri sadece feminist bir festival olmadığı şeklinde yapıldı.

Ayrıca, önceki yıllardan farklı olarak 55 şairin eserlerinin bulunduğu şiir antolojisi hazırlandı.

Organizasyonunun Kıtalararası Direktörü ve Kapital Yazarlar Vakfı’nın (Writers Capital Foundation) Genel Sekreteri Hilal Karahan yaptığı konuşmada, “Bir kadın olarak kadınlara el uzatmamız ve kadın dili üzerine duyarlılık geliştirmemiz gerekiyor. Bu festivalin dünyada pek çok örneği var. Türkiye’de ise ilk kez gerçekleşiyor.” dedi.

1 Kasım’daki ödül töreniyle başlayan festivalde Füsun Akatlı ve Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Akatlı’ya onur ödülü verildi.

Festivalin yabancı şair konukları arasında Asma Mohammad Alhaj, Dimana Ivanova, Dorit Weisman, Hajer Smadah, Malak Sahioni Soufi, Nancy Paul, Valentin Busuioc, Valentin Jacob; yerli konukları arasında ise Ali Günvar, Ali Rıza Gelirli, Ayten Mutlu, Bedros Dağlayan, Cem Yavuz, Dilek Değerli, Dilruba Nuray Erenler, Emel Koşar, Ertuğrul Özüaydın, Halil İbrahim Özcan, Hilal Karahan, Hilmi Haşal, Hüseyin Peker, Levent Karataş, Mine Ömer, Muhsine Arda, Muzaffer Özdemir, Nevin Koçoğlu, Niyazi Yaşar, Nursel Aras, Okan Yılmaz, Oktay Taftalı, Sema Güler, Süreyya Akçay, Tarık Günersel, Volkan Hacıoğlu, W.B. Bayrıl ve Zeynep Ezmen yer aldı.

 

(Yeşil Gazete)

‘Siyah balık çıkıverirse köşeden şaşırma!’

Sanırım okuduğum en tuhaf kitap, başka hiç bir kitaba benziyor diyemiyorum. Üstelik edebiyat kariyerinin başlarında en iyi kitabını yazmış olmak üçüncü kitapta onu çok zorlayacak belli ki.

Bugün canım Sevinç Erbulak ile yeni kitabı ‘Artık Aranmayanlar Gezegeni‘ üzerine konuşacağız.

Birçoğumuzda olan o bir başka dünyacılık, tuhaflık, benzersizlik baş gösteriyor bu kitapta. Kabul ediyorum o gezegeni anlamak, kitaba başlamak 20-25 sayfayı buluyor. Sonra bir masal sizi kucaklıyor, sarıyor sarmalıyor.

Ona göre bu kitap bağımsız hikayeler anlatıyor, bana göre birbiri için doğmuş beş çocuk gibi aslında kitap. Asla bağımsız hikayeler olduğunu kabul etmiyor zihnim. Bildiğin roman.

İkinci haftada dördüncü baskıyı yapmış bir deli işi. Bir bütünün bir parçası koparsa nereye gider sorusunu yüzlerce defa zihnimde parlatıyor kitap. Kendi hayatım ile ilgili asla sormadığım ama cevabını bildiğim soruları getiriyor aklıma.

Görelim bakalım neresi bu ‘Artık Aranmayanlar Gezegeni“?

***

Tolga Öztorun:  Kitapta ilk sen değil de Haruki Murakami karşılıyor bizleri. Baktım da 1Q84’ü 2009’da Japonya’da yazmış. Sanki sekiz sene önce kitabını yazarken ‘Sevinç bir gün hikaye yazar ve bu cümle onu tasvir eder’ demiş gibi. Ne tuhaf bir ahenk var aranızda.  Okurken dinlenecek müzikleri de seçmişsin. Baya baya ortam hazır. Keşke bir de koku seçebilseydin. Neler oluyor? Bu olaydan Murakami’nin haberi var mı? Bu gerçekten çok heyecan verici bir olay.

Haruki Murakami

Sevinç Erbulak:  Bu olaydan Murakami sevgilimin haberi olmaz mı? Elbette var. Bilmiyorum Tolga, onu okumaya başladığım günden beri ‘anlıyorum’ ve anlaya anlaya seviyorum ben onu. Pek çok yazardan alıntı yapabilirdim. Düşündüm de. Sevdiğimiz kitapları, yazarları düşün bir. Dünyada çok güzel cümleler var.

Ama bir gece “1Q84” ü açıp, altını çizdiğim satırlara baktığımda, hem de kitabı okuduktan yıllar sonra bunu yaptığımda gördüm ki, benim sevgilim kitabımın her bölümü için bir cümle bırakmış zaten bana.

Bak sana da öyle gelmiş işte.

Evet, Murakami her şeyi biliyor çünkü alıntı konusunda belli bir kelime sayısını aşınca ajansı arandı elbette.

Yani onun da benden haberi var artık.

Şimdi sıra, onun da beni ‘anlayacağı’ günlerde….

Tolga Öztorun:  Peki, kitap başka dillere çevrilecek mi? Yani Murakami de seni okuyabilecek mi?

Sevinç Erbulak:  Tolga, bunu o kadar çok istiyorum ki. Şu an bütün totemlerim kitabın başka dillere çevirtilmesi üzerine kurulu.

Her gece perilerden aynı şeyi rica ediyorum.

Başka ülkelere, coğrafyalara ulaşsın Gezegen’im lütfen.

Öyle bir şey olduğunda Murakami’nin kitabını kendi ellerimle götürürüm ona. Hem Japonya’yı da merak ediyorum, seyahat olur bana ;)

Tolga Öztorun:  Bu bir çeşit objelere ruh katma oyunu mu? Mesela gerçek hayatta konuşuyorlar mı sence onlar? Cidden başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyor musun? Eğer öyleyse onları duyabilmeyi çok isterdim.

Sevinç Erbulak:  Sanki duymuyorsun!

Sen de çok iyi biliyorsun ki objeler konuşuyor, şakalaşıyor, üzülüyor ve seviniyor.

Objelerin de enerjisi var.

Tolga? Yok olup gidiyor olamayız değil mi? Şu anda parmaklarıma bu cevapları yazdıran enerji ben bu dünyadan göçtüğümde mutlaka bir yere gidiyor olmalı. Orada diğer enerjilerle buluşuyor olmalı.

Bütün çocuk oyuncakları, oyuncakçı dükkanları kapandıktan hemen sonra karnaval başlatmıyor mu o dükkanlarda sabaha kadar? :)

Bence mutlaka konuşuyorlar, illa dudaklarından kelimeler dökülmesine gerek yok. Objeler aralarında anlaşıyorlar hem de insanlardan daha iyi anlaşıyorlar diyelim biz en iyisi…

Sevinç Erbulak

Tolga Öztorun:  Tüm kitapta sanırım en büyük merakım Kutya olacak… Hiç söylemiyorsun ama Kutya bence erkek ve kesin gerçek biri… Üstelik sen ona aşıksın. Kim bu kahraman? Yani, “yok hayal ürünü” dersen çok üzüleceğim. Tüm kitapta baya varlığını hissettim ben onun.

Sevinç Erbulak:  Bir kız vardı, Kutya’ya çok âşıktı. Yoksa bir çocuk vardı, bir kıza mı aşıktı? Bilmiyorum. Şaka şaka biliyorum. Bu konuda çok şey biliyorum Tolga.

Kutya gerçeğinde, onu anımsarken, ondan kalanları anımsarken, olayların talihini ve geçmişte olup bitenleri çok değiştirdim çünkü bu sefer değiştirme şansım avuçlarımdaydı. Bu güç parmaklarımın ucundaydı ve ben de yaptım. Kutya, çok daha az yer kaplıyordu ama yaşamı kaydeden bir kız var ve istedim ki fark ettiği her şeyi Kutya’sına yazıyor olsun.

Onun yokluğunda olan her şeyi yazsın bu kız dedim. Yazmıştır, bulayım ben şu yazılanları dedim.

Sen sakın üzülme.

Kutya kitabı okuyacak Tolga, merak etme ;)

Tolga Öztorun:  Bir palyaçonun kolu, mavi baykuş, küçük siyah bir balık, odalar, müzeler veda edilesi çok zor olan şeyler. Peki, kitap biterken neler hissettin? Ben olsam ayrılmak istemezdim.

Sevinç Erbulak:  Bittiğini hiçbir zaman hissetmedim ki.

Sadece, şimdilik buraya kadar dedi içim.

Bitmedi bir şey.

Her şey çok yeni başladı galiba.

Siyah balık çıkıverirse köşeden şaşırma yani…

Odalar bitmedi, sadece güneş yoruldu ve uyumaya gitti. Bizimkiler de müzeden çıktılar. Ben sana odalar bu kadardı, müze bitti dedim mi?

:)))))

Tolga Öztorun:  Kitabın tamamını düşünürsen senin ev sevdiğin kısım hangisi? Neresi seni çok zorladı? Çok defa yazıp yazıp sildin mi? Gerçekten çok merak ediyorum.

Sevinç Erbulak:  Çok sildim. Çok attım. Ve bunu çok kolay yaptım. Müzik gibi düşünüyorum satırları. Bana ait olmadıklarında da böyle düşünüyorum. Senfoni gibi düşün. Dinlerken bir yerinde yanlış bir notaya basılıyor ve o kadar hassas kulakların var ki, yanlış çalınıyor diyorsun.

Öyle olduğu zaman durdurdum müziği.

Baştan yazdım notaları.

Zordu. Keyifliydi. Heyecanlıydı. Yorumcuydu. Uykusuz bıraktı. Cin gibi ayağa dikti, nöbetler tutturdu ama bitti.

Özel olarak bir yerinde zorlanmadım ama bak şu oldu çok enteresan. Canım editörüm Işıl Özgüner ile kitabım üzerinde çalışırken artık tanımadığım birilerinin de okuyacağını  biliyordum ya, yazamamaya; daha doğrusu kendimi denetlemeye başladığım an çok tuhaftı. Oldu ama. Sonra bu konuda kendimi terbiye ettim resmen. Sakinleştim ve kendime kaldım. İşte o zaman her şey eskisi gibi oldu. Gece, ben ve hayalimdekiler… Sıraya girdiler ve ben de gelen her kelimeye sırasıyla kağıda geçirdim. Hepsi bu.

Öyle bir en sevdiğim kısım seçmeme imkan yok ama silah tüccarlarının karılarıyla ilgili olan satıra gülüyorum hep. Altı çizilerek bana yollanan sayfaların içinde de açık ara önde gidiyor diyebilirim ;)

Tolga Öztorun:  Üçüncü kitapta bizi neler bekleyecek? Korkuyorum sormaya ama beklemesi zor olacak.

Sevinç Erbulak:  Bilmiyorum. Gelecek o.

Bana geleceği zamanı seçecek, yazdıracak kendini bana.

Berrak Yurdakul, en zoru ilk satırı yazmaktır diyor, çok güzel bir tarif bu.

Benim ilk satırım hazır.

Bak şu :

Bir sümüklüböcek sadece bir sümüklüböcektir.

Tolga Öztorun:  Seni seviyorum.

Sevinç Erbulak:  Hayır ben seni seviyorum. Anla artık şunu insafsız❤ ❤ ❤ ❤  ❤

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali’nin ardından – Zeynep Kunt

Ekim ayında Bozcaada’da umutlu şeyler oluyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim üyesi Ethem Özgüven’in koordinatörlüğünde ada belediyesi ve gönüllü işletmelerin, Üniversitenin, bağımsız medya kurumlarının, sanatçıların desteği, Özgüven’in öğrencilerinin özverili çalışmalarıyla beş yıldır düzenlenen BİFED’e (Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali) bu yıl üçüncü kez izleyici olarak katıldım.

BİFED’de bu yıl da geçen yıllarda olduğu gibi Bozcaada’yı değil, Bozcaada’dan dünyayı gördük. Adalıları ve dünyanın farklı şehirlerinden gelen insanları beş gün boyunca altmışa yakın filmle buluşturan festival, katılımcılar için dönüştürücü bir sürecin de başlangıcı olabiliyor. Festivaldeki filmler, söyleşiler ve atölyeler seyircilerin kafasındaki “ekoloji” tanımını sarsıyor. Örneğin, iki film arasında seyircilerin kendi aralarında mülteci konusunun ekolojiye dahil olmasına ilişkin tartışmalarını duyabiliyorsunuz. Atölyelerde şehirli olarak köyde yaşamaya geçişle ilgili izlenimlerden (İrem Çağıl), masalla çıkılan yolculuğa (Alper Tolga Akkuş), güvenli gıdaya ulaşım yollarına (Nejat Pars) keyifli ve ufuk açıcı yolculuklara çıkabiliyorsunuz.

Festival boyunca ellerinde işaretledikleri festival kitapçığıyla adanın iki film salonu ile atölye ve söyleşi mekanları arasında mekik dokuyan katılımcılar, sevgili Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanındaki “sinemadan çıkmış insan*”ını hatırlatıyor. [“… ve Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor…” (Aylak Adam, 1959)

BİFED’in birbirinden uzak coğrafyalarda geçen filmlerinde, insanlığın doğaya hükmederken dünyanın geleceğini yok edişi, çarpıcı anlatımlarla izleyicilerin yüzüne çarpıyor. Filmlere yetişmek ve seyrettiklerinizi hazmetmek arasında ikilemde, adanın sokaklarında yürürken, karşınıza çıkan tanıdık, tanımadık yüzler, adanın rüzgarlı temiz havası, denizin uğultusu, renkler, köşe başları sürprizli sokaklar sizi bir nebze teselli ediyor. En büyük gücü, yeşil’i dert edinmiş insanlarla birlikte olmaktan alıyorsunuz. Bir noktada festivalin Bozcada’da yapılmasının tesadüf olmadığını hatırlıyorsunuz. Bunu, İstanbul’dan 10 saat süren yolculuğun sonunda feribottan “ada” göründüğünde aldığınız derin nefesle sezmiştiniz aslında.

Köyünden, kasabasından adaya çıkagelenler bu deneyimi şehirlilerden farklı yaşıyor mu diye düşünüyorum. Daha az mekanikleşmiş ve doğayla daha uyumlu olduklarını gözlemliyorum. Daha az suçlu hissediyorlar belki, doğada daha az iz bırakıyorlar. Otobüs yolculuğu sırasında tanıştığım, Fransa’da dağda yaşadığı kasabanın eko-yerleşim olup olmadığını merak ettiğim Fransız yönetmen, sorumu “geleneksel bir kasaba” diyerek yanıtlıyor. Bahçesinde sebze yetiştirmeye, şömineyle ısınmaya, kütüphanesindekileri okumaya ve belgeseller yapmaya orada devam ediyor. Çalışırken şehirde yaşama zorunluluğuna dair geliştirdiğimiz nedenleri düşünüyorum. “Kışın sıkılmıyor musun” diye sormuyorum. Sıkılmıyor.

Filmlere gelince, bu yıl benim izlemeye yetişebildiğim filmlerde ağırlık çiftçiler ve inekler konusundaydı. Dünyada endüstriye karşı direnen yerel işletmelerin bugün sürdürdükleri varoluş mücadelesi düşünülünce bunun da tesadüf olmadığı anlaşılıyor. Festivalin koordinatörü ve Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Ethem Özgüven’in ve Festival Yönetmeni Petra Holzer’in nasıl büyük bir çaba ve özverili bir ekiple festivali yaşattığını biliyorum.

Özgüven’in kendi belgeseli “Kötü Tohum” da vardı bu yıl. Küçük ölçekli çiftçiler ve büyük şehirlerdeki endüstriyel üretimin oluşturduğu tezatı gözler önüne seren filmin sonundaki söyleşide, izleyicilerin neredeyse hep bir ağızdan sordukları “peki biz nasıl bu düzenden kurtulacağız” sorusunu uzun bir süre daha tartışacağız gibi duruyor, yine de sorma aşamasına gelmek umut verici. Bu filme paralel bir söyleşi de organik yetiştiricilik ve tohum üzerine kendi çiftliğinde çalışmalar yapan Nejat Pars’ın Güvenli Gıda ve Güvenli Gıda’ya Ulaşım söyleşisiydi. Doğal gıdaya ulaşmanın sanıldığı gibi zor ve pahalı olmadığı, market fiyatlarına yakın fiyatlara küçük üreticiden gıda almanın doğrudan, pazarlarla ya da online satış yöntemiyle mümkün olduğu konuşuldu. Şehir hayatını bırakmayı beklemeden balkonunda üretim yapmaya başlamak isteyenler için “tohum takas etkinlikleri” gibi yollar önerildi.

İçinde olduğumuz durum giderek kötüleşirken festivalin rolü her yıl daha da önem kazanıyor. Benzer sorunlarla boğuşan ülkelerin direnirken birbirinden ilham alabileceği filmlerden biri de Fransa’da çiftçilerin devlete karşı örgütlendikleri ZAD direnişinin hikayesiydi. “Her şey Dağılırken Her Şey Biraraya Geliyor: ZAD” filmi, Fransa’nın Nantes şehri yakınlarında inşa edilmesi planlanan havaalanına karşı halkın verdiği mücadeleyi konu alıyor. Bu film, pek çok açıdan umutlu bir örnek. Sözkonusu arazide çiftçilerin kulübelerinin bir gecede sökülmesi, polisin Sezar Operasyonu adıyla başlattığı müdahaleye halkın zaman kaybetmeden ve espriyi elden bırakmadan Asteriks Operasyonu  adlı direnişle karşılık vermesi… Direnişte Fransa’nın dört bir yanından gelen çiftçilerin traktörlerini birbirine zincirleyerek alanın etrafını çevirdiği sahne gözümün önünden gitmeyecek.  40 bin kişilik direniş sonrasında bölgede yıkılan çiftçi kulübelerinin yeniden inşası, fırınlar, atölyeler ve kütüphanelerin kurulmasıyla bölgede kalıcılığın sağlanması gibi aşamaların bölümler halinde kurgulandığı filmin son bölümü beklenmedik bir meseleyi ortaya koyuyor: Peki bu tür bir komün düzeninde mutlu son var mı? Bu sorunun cevabının çoğunluk yönetimi olmadığı kesin. Fakat direniş sırasında hesabı yapılmayan fikir ayrılıklarıyla birarada yaşamak mümkün mü? İşte bu soruyla film, direnişin kalıcılığı sorusunu da perdeye bırakıyor. Birlikte direnirken, gruplar arasındaki farklara saygı duyarak yaşamak mümkün mü? Filmin sonunda sorgulanan bir konu da bugün çözüm gibi görünen alternatif komün yaşamının sistem karşısında etkili olup olamayacağı. Sistemi tehdit eder ölçekte olmayan ufak ve dağınık direnişlerin aslında bir araya gelmeden sistemi hiçbir zaman tehdit etmeyeceği gerçeği…

Festivalin üçüncülük ödülünü kazanan “Be’ Jam Be Hiç Bitmeyen Şarkı“, etkilendiğim başka bir film. Antropolog olan yönetmenlerden Cyprien Ponson film sonrasındaki söyleşi sırasında filmin ağır akışıyla ilgili eleştiriler de aldı. Yönetmen, durağan kamera kullanımı ve montajla ilgili, konu aldığı insanların yaşam akışına göndermede bulunarak, modern çağın koşturmacasına zıt yaşam biçimlerini yansıtma tercihini vurguladı. Filmde Malezya’nın Sarawak eyaletinde yaşayan Penan halkının yaşadıkları ormanı korumak için verdikleri mücadele konu alınıyor. Göçebe avcı olan Penan halkı, palm yağı üretmek için ormanlarını yok eden şirketle karşı karşıya geldiğinde, aslında yenilenin Penan halkı değil hepimiz olduğu gerçeği yüzümüze çarpıyor . Filme, Penan halkının hikayelerini nesilden nesile aktarmak için söylediği şarkı da eşlik ediyor.

Filmin ikincilik ödülünü kazanan “Anote’nin Gemisi“, Pasifik’te su altında kalma tehlikesinde olan Kribati Cumhuriyeti’nin hikayesini anlatıyor. Kiribati’nin cumhurbaşkanı Anote Tong, bir yandan ülkesini ve halkının geleceğini korumak için uluslararası platformlarda bir çıkış yolu bulmaya çalışırken bir yandan da kurtarılamaması halinde başka bir ada bulmaya çalışır. Ülkesi için verdiği mücadeleyle Fidel Castro’yu hatırlatan Tong, filmin sonunda yerini yeni cumhurbaşkanına bırakırken mücadeleyi bırakmayacağını söyler. Ada sular altında kalırsa, 4000 yıllık Kribati kültürü de sular altında kalacaktır. Tong, Birleşmiş Milletler’in bir toplantısında, “Buzulların erimesiyle ilgili hepinizin kutup ayılarıyla ilgili endişesini paylaşıyorum. Bu arada Pasifik’te yok olacak insanları da unutmayın lütfen” diye konuşur.

Yönetmen Cyprien Ponson’un da söyleşisinde belirttiği gibi filmlerin en büyük başarısı belki de izleyicilerin film bittikten sonra filmlerdeki hikayeleri takip etmesi, sorunları kendilerine sorun edinmeleri. Bu festivalin bunu başardığını biliyorum. Filmler kendi tüketim seçimlerimizi sorgulamamızı, üretimden olduğu kadar tüketimden gelen gücü de kullanabileceğimizi hatırlatıyor. Aklımda kalan ve bir yerlerde rastlarsanız, bulursanız mutlaka seyretmenizi önereceğim diğer filmler: Astral (birincilik ödülü), Süt Sistemi, İnekler ve Kraliçeler, Otlak, Sıfır Atık Madrid.

*”Sinemadan çıkmış insan” aynı zamanda sinema eleştirmeni Murat Erşahin’in  sinemamuzik.com  sitesindeki köşesinin adı.

 

 

Zeynep Kunt

Topluluk oluşturmak ve umut ekmek: Roma Bostanı’nın ‘kısa’ hikayesi – Başak Durgun

Başak Durgun‘un LOFspaces‘de yayınlanan yazısını Yeşil Gazete gönüllü yazarlarından Rana Söylemez‘in çevirisi ile paylaşıyoruz

***

Moloz yığınları ile dolu, terkedilmiş bir alanı kolektif bahçecilik ile sahiplenen Roma Bostanı; kendi kendini idare eden ve karşılıklı paylaşım adına yeni fikirlerin, iletişim ağlarının ve bağlantıların geliştiği, yeni direniş biçimlerinin kök saldığı müşterek bir alan. İlk olarak 2013 yılında Gezi Parkı direnişi sonrası aktivistler tarafından küçük ve terkedilmiş bir alanın ıslah edilmesiyle özerk bir gerilla bahçesi olarak kurulan Roma Bostanı, Mayıs 2015’te yeni, organize ve sürdürülebilir bir plana sahip dört mevsim ekili bir topluluk bahçesi haline geldi. Cihangir’de, Boğaz’ın Haliç ile buluştuğu Seraglio noktasının büyüleyici panoramik manzarasına bakan bir yamaçta yer alan Roma Bostanı, hayatta kalmayı başararak kent, çevre ve gıda hareketlerinin tam ortasında yeşil müştereklerin önemli bir sembolü haline geldi.

Fotoğraf: Mehmet Çağniş

Sıkı çalışmaları ile bağ kurmuş oldukları bu alana olan adanmışlık ve aidiyet duygularını, kendilerine “Roma Bostanı İnsanları” diyerek işaret eden bu insanlar, bu alanda bir “gıda ormanı” yaratmayı amaç edindi. Yaratımı uzun bir süreç olan, organik madde açısından zengin toprak üretilerek ve kardeş bitkiler yönteminin avantajlarından yararlanılarak oluşturulan gıda ormanları, genellikle meyve ağaçları, sarmaşıklar, çalılar, şifalı bitki türleri ve çok yıllık sebzeler gibi polikültür yenebilir öğelerden oluşur.

Bahçenin konumunun eğimli olması toprağı işlemeyi, sulamayı ve toprak kaymasını kontrol etmeyi  güç hale getiriyor. Roma Bostanı İnsanları burada teraslama yaptılar, toprak erozyonunu kontrol altına almak için çalı ve ağaç diktiler ve toprağı yerörtücüler ile kapladılar.

Fotoğraf: Başak Durgun

Ardıç, kurtbağrı, defne, servi gibi kuvvetli ağaçlar bostanın sınırları boyunca çit görevini görmek üzere dikildi. Böğürtlenler, bostanın ön cephesinde sıralanıyor. Bostan ayrıca biberiye, lavanta, bahar ve ilk yaz aylarında canlı sarı renkli çiçekleriyle dikkat çekici görüntü sunan katırtırnağı gibi çalı benzeri bitkilere ev sahipliği yapıyor.

Fotoğraf: Başak Durgun

Bostanın ortasında iki adet yükseltilmiş sebze yatağı ve mevsim sebzeleri için sık sulama ihtiyacını azaltan su rezervuarlarına sahip on adet wicking yükseltilmiş sebze yatakları bulunuyor. Roma Bostanı insanları yaz döneminde domates, biber, patlıcan ve salatalık; kış döneminde ise soğan, sarımsak, marul, lahana, pazı, kale, ıspanak gibi kış sebzeleri yetiştiriyor. Ebegümeci bostandaki patikaları ele geçiriyor. Armut, kiraz, dut, elma, erik, vişne, nar, zeytin, trabzon hurması, ceviz gibi meyve ağaçları, bostanın her tarafında dikilmiş halde. Daha yaşlı, büyük incir ağacı bostanın üst sağ köşesinde yükseliyor. Bostanda iğde, karaçam, fıstık çamı, hanımeli, altın çanak, erguvan ve harikulade şifalı özellikleriyle bostanın merkezindeki buluşma noktasında yer alan sinameki ağacı da bulunuyor.  Ayrıca, bir komşunun tavukları ve horozu için bir kümes yaptılar.

Roma Bostanı’nda gıda yetiştirmek ve toprağı işlemek bir geçim kaynağı sağlama amacı taşımıyor. Bostan insanları, burada bir bina inşa edilmesini önlüyor, yeterli yeşil alana sahip olmayan bir mahallede kamusal yeşil alan, kentsel müşterek alan yaratıyor, şehir için alternatif gelecek planı oluşturmayı deneyimliyor ve  İstanbul’da istikrarsız bir politik iklimin ortasında yaşamın özü ile yeniden derin bir bağ kurarak birlikte şifa buluyor. Beyoğlu bölgesinin oldukça tartışmalı kentsel dönüşüm planı kapsamında, 2011 yılında bostanın yer aldığı arsada bir sosyal tesis binası inşaatının planlandığı açıklanmıştı. “Beyoğlu Planları”nın kentin sosyal, kültürel ve tarihi dokusuna hasar vereceği, yeterli öngörüler ve koruma planları yapılmadan hızlandırılmış kentsel dönüşüm projeleri ile bölgede oldukça az bulunan yeşil alanların yok olacağı gerekçesiyle semt dernekleri bir araya gelerek bir tepki oluşturdu. İki davalık mahkeme sürecinin, uzman görüşü raporlarının, popüler dergilerin, sosyal medyanın ve mahallelilerin sürekli müdafaası neticesinde planlar Temmuz 2017’de iptal edildi. Bu gelişme Roma Bostanı’nda coşkuyla kutlandı.

Fotoğraf: Başak Durgun

Roma Bostanı İnsanları herkese açık, kapsayıcı ve samimi bir bostan yaratarak, sosyal buluşmalar, eğitimler organize ederek, bu alanı herkes için kolektif bahçeciliğe açarak, medya kaynaklarını etkili kullanarak, mahkemeye sunulan uzman görüşünün bir bölümü olarak topluluk bahçesi ve permakültür hakkında bir rapor sunarak bu mücadelede aktif rol oynadı.“Az laf, çok iş” sloganı ile Roma Bostanı İnsanları İstanbul’un hegemonyacı yönetim modeline sekte vuran öncülerden oldu. Roma Bostanı insanları yaptıkları işi müşterek ve sürdürülebilir bir gelecek yaratmak ve kent hakkı, gıda ve çevre hareketleri örgüsünde gittikçe büyüyen insan ağı  ile dayanışma kurmak olarak görüyor. Roma Bostanı İnsanları bu bostanda ısrarlı biçimde ekip biçerek, Türkiye’deki demokratik olanakların, özellikle Temmuz 2016’da darbe girişimini takriben, azaldığı bir ortamda umut hasat ediyor, nefes alacak açık mekan yaratıyor.

Rana Söylemez ve Başak Durgun

 

Yazının İngilizce orjinali

Yazar: Başak Durgun

Yeşil Gazete için çeviren: Rana Söylemez

 

(Yeşil Gazete, LOFspaces)

[Kedi-Siz] Defne Sesin Okay: Sokak hayvanları sahipsiz değil!

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.[Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

İki senede toplam kırk sayı olmuş, beni heyecanlandıran otuz dokuz röportajın ardından insanın arkadaşı ile röportaj yapmasının heyecanı ile sınanıyorum. Bu işi tanıdık biri ile yapmak baya zormuş :)

Sanırım on seneden fazla olmuştur biz tanışalı. Harika bir fotoğrafçı, eğitmen, üzerine bir de anne…

Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü mezunu, bir dönem Doğuş Üniversitesinde eğitmen oldu.

Ama ben biliyorum ki iyi fotoğraflar için iyi bir yüreğe ihtiyaç var. Farklı bakıyor olmak bu işin yolu…

Üstelik kadın kendi kağıdını kendi yapıp kendi basıyor… Muz ağacından kağıt yapıyor, fotoğraf çekiyor ve üzerine özel bir teknik ile basıyor. Böylece ortaya çıkan şey sıradan bir fotoğraf olmaktan çıkıyor.

Derdi doğa ile… Karelerin çoğunda mutlaka doğa var.

Kendi kendine, kendini çektiği self-portrelerine ayrıca bayılıyorum ama galiba ben bu kadına hayranım.

Çünkü o Defne Sesin Okay,

***

40 – Defne Sesin Okay: Sokak hayvanları sahipsiz değil!

Tolga Öztorun:  Öncelikle Misket’i konuşalım istiyorum. Biricik oğlun Poyraz’ın Misket sonrası gelişiminde neler oldu? Poyraz’ın huyu suyu değişti mi? Poyraz ile bir kediyi birleştirmek için geç kaldığını düşünüyor musun?

 Defne Sesin Okay: Misket, bir inşaat alanı ile yoğun trafik arasında, bir kaldırım üzerinde kıvrılmış olarak hareket etmeden duruyordu. Onu gördüğümde almaya imkânım yoktu çünkü  araba kullanıyordum ve Poyraz’ın okuldan dönüş saatine yetişmek zorundaydım.

45 dakika sonra Poyraz ve ben birlikte onu bulmaya gittik. Hakikaten o kadar süre boyunca pozisyonunu değiştirmeden ve bağırarak aynı noktada duruyordu. Onu o kaos ortamından çıkardık. Sonrasında da biz onun, o da bizim bir aile ferdimiz oldu.

Misket

Her şey olması gereken zamanda olur, buna inanırım.. O sebeple oğlum Poyraz ile buluşmasının geç olduğunu düşünmüyorum. Misket olmadığı zamanlarda da sokakta yaşayan kediler ve köpeklere olan yakınlığımı izliyordu. Hatta zaman zaman bana desteği de oluyordu. Ayrıca kardeşlerimin de kedileri var…

Solucanlar, sümüklü böcekler, kuşlar, arılar ve daha pek çok hayvan bizim dostumuzdur. Onlara bir el uzatırız, onlar kalbimizi sarar. Bu böyledir…

Eve Misket’in gelmesiyle Poyraz ve kedinin birbirlerine temas etmesiyle – ki burada yalnızca dokunmak üzerine değil, duygusal ruhsal ve fiziksel bir temastan bahsediyorum – farklılıklar görüyorum. Her şeyden önce yakından tanıma ve öğrenme sürecini yaşıyor. Birlikte oynadıkları oyunlara baktığımda, evdeki kovalamaca ve saklambaç oynayan bir kardeşi mi, yoksa ileriye atılan pelüş oyuncağını getirtip önümüze koyan köpek mi, duvarlarda yürüyen örümcek mi, ağaçların içinde zıplayarak koşan bir ceylan mı, yoksa suyun içine batıp çıkan bir ördek mi… İnan bilemiyorum Tolga.

Ben sadece bir kedi aldığımı sanıyordum. :) evimizdeki hamsterımız olan Kartopu ile karşılaşmalarında herkesin yeri belli oluyor.

Poyraz’daki değişim için şunu söyleyebilirim; daha neşeli ve paylaşımcı.  

Tolga Öztorun: Reklam çekimlerinde özellikle kedilerin kullanılması konusunu konuşalım istiyorum. Video veya fotoğraf çekilirken haince uyuşturulan, hatta hayatını kaybeden bir sürü kedi hikayesi duyuyoruz. Bir fotoğraf sanatçısı olarak bu konuya bakışını merak ediyorum.

 Defne Sesin Okay: Fotoğraf ve/veya video çekimlerinde izlediğimiz kedilere verilen her türlü sakinleştirici ilaca olumlu bakmam mümkün değil. Çekimlerde kedinin yer alması gerekiyorsa sakin bir kedinin seçilmesi gerekir. Ve çekim yapılmadan önce bir “temas” sürecinin başlaması doğru bir yaklaşımdır. Bu süreç de bir iki saatle sınırlı olamaz… Günler öncesinden başlaması gereken bir alışma süreci olmalı…

Fotoğrafçı- kameraman – varsa ekip, her biri ve kedi, iletişim içinde olmak durumunda. Yoksa çekilen görüntü sadece görüntü olarak kalır. İzleyiciye hiç bir şey geçmez… Geçerse de bu olumlu bir geçiş olmaz.

Bir kayanın ya da bir ağacın fotoğrafını çekerken kurulması  gereken ilişkiden farklı değil bu… 

Tolga Öztorun: Defne, hayvan hakları yasasının TCK kapsamında olmayışı ve Kabahatler Kanunu içinde olmasına ne diyorsun? Çok yakında bir yasa tasarısını meclisten geçirmeyi planlıyorlar, sence sokak hayvanlarını neler bekliyor?

Defne Sesin Okay: Evet yasa…

Hiç bir canlıyı diğerinden farklı bir seviyede görmüyorum. Tüm canlılar eşit konumda. Bu benim için böyledir demiyorum. Bu zaten böyledir. Ancak insanlar bunu görmezden gelirler. Doğaya sırtlarını döndüler.

Ötekileştirme olduğu sürece bu yasanın yeri, içeriğinde değişikliklerin yapılması kolay olmayacak. Hep beraber yaşamayı öğrenmek istemeyen bir toplumuz.

Ancak hep böyle de devam etmeyecek Tolga…

Sokak hayvanları sahipsiz değiller. Özellikle yakın çevremde onlara zaman, maddi- manevi, besleme, tedavide  inanılmaz destek veren gönüllü arkadaşlarım var. Onlara buradan teşekkür etmek isterim.

Aldığı kararlarla, gösterdiği tutumla işaret ettiği kişi-yer-olaydan çok, aslında insan kendi yerini belirler. Bu yasa da bunu gösterecek bize ama ben büyük bir sürprizle karşılaşacağımı sanmıyorum. Sokak hayvanları birer korku unsuru, fazlalık olarak görüldüğü sürece olumlu ve işlevsel bir değişimin olması için biraz daha zaman var gibi. Sokak hayvanlarının beklediği sevgi, ilgi umarım, umalım ki en kısa zamanda olsun. Onların haklarını almaları için de herkesin elinden geleni değil daha fazlasını yapması gerekiyor.

Gerekli olan bilince ulaşmak zor değil. İhtiyaç duyulan şey belli: iyi niyet.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

Defne Sesin Okay: Bu keyifli zaman için çok teşekkür ederim Tolga :)

 

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

‘Zihnimizdeki silgi’: Alzheimer ve hayvan deneyleri

İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti. Peki bu bedeli kim ödeyecek? [Hayvan Deneyleri] yazı dizisinde bu sorunun cevabını hep birlikte bulmaya çalışacağız

***

Nedeni henüz net olarak bilinemeyen ve hasta sayısı hızla artan Alzheimer, bir bunama çeşidi. Beyin hücrelerinin düşünülen ya da olması gerekenden çok daha önce ölmesi sonucunda, davranışsal değişiklikler, beynin hacimsel olarak küçülmesi ve bilişsel -ve sonraları da fiziksel- fonksiyonların kaybıyla sonuçlanıyor. Dönem dönem hastalığın nedeniyle ilgili farklı tezler (virüs, genetik miras, beyinde biriken protein fazlalığı, beslenme ve yaşama şekli vs.) ortaya atılıyor olsa da şu an için kesin olarak kabul edilen tek faktör yaş, ki bunun da istisnaları var. Türkiye Alzheimer Derneği’nin açıklamasına göre dünyada her 3 saniyede bir hastaya bunama teşhisi konuluyor. Günümüzde dünyada toplam 50 milyon hasta var ve her 20 yılda hasta sayısı ikiye katlanıyor. Türkiye’de ise bunama teşhisi konulmuş 1 milyon hasta var ve bunların 600bini Alzheimer. Bu rakam hastaların aileleri de düşünüldüğünde epey korkutucu. Çünkü Alzheimer sadece hasta olan kişiyi değil, ona bakanları ya da yakınlarını da yıkıcı sonuçlarıyla etkileyen bir hastalık. Ülkemizde böyle bir araştırma yapıldı mı bilemiyorum ama Alzheimer teşhisi konulan hastalarının yakınlarına da reçete yazan nörologlar hayli fazladır.

Peki uzun zamandır var olan, hemen hemen hakkında hiçbir şey net olarak bilinmeyen ve oldukça yaygın olan bu hastalıkla ilgili tıp dünyası ne yapıyor? Hemen her branşta olduğu gibi bunda da hayvan çalışmalarına mı bel bağlamış durumdayız? Bunu hayvanlara yönelik işlenen suçlardan biri gibi değil, mevcut durum ve araştırmaların güvenirliği yönünden ele almak istiyorum. Bir tıp hekimi olmadığımdan kişisel araştırma ve görüşlerimden ziyade tıp insanlarının konuyla ilgili yazmış oldukları makalelerden bir özetle anlatmaya çalışacağım.

Hayvanlar üzerinde yapılan deneysel çalışmalardaki temel yöntem, hayvanda o hastalık ya da mümkün değilse hastalığın semptomlarını yaratıp onu tedavi etmeye çalışmaktır. Örneğin, kanser araştırmasında kanserli hücreler, viral hastalıklarla ilgili araştırmalarda virüsler doğrudan hayvana enjekte edilir. Nörolojik hastalıklarda ise hastalığın doğrudan taklit edilmesi çok daha zor olduğundan, semptomlar yaratılmaya çalışılır. MS (Multipl Skleroz) buna en iyi örneklerden biridir. Kemirgenlere, diğer hayvanların beyinlerinden alınan protein ekstratları enjekte edilerek merkezi sinir sisteminde inflamasyona, sinir hücrelerinin hasar görmesine yol açılır. Ancak kemirgenler doğal olarak MS geliştirmezler. Parkinson çalışmalarını ele alacak olursak istemsiz titremeler, denge kaybı gibi hastalığa özel işaretler marmoset ırkı maymunların beynine belirli kimyasallar enjekte edilerek yapay olarak elde edilebilir fakat insanlarda görülmeyen kafa bükülmesi gibi semptomlar da görülmektedir. Ve marmosetler Parkinson’un patolojik özelliklerini geliştirmezler.

 

Alzheimer araştırmalarına gelecek olursak primat, köpek ve sıçanların dışında son yıllarda genetiği değiştirilmiş fareler, zebra balıkları ve nematodlar kullanılıyor. Hayvanlar bize Alzheimer hastalarının beyninde anormal şekilde görülen amiloid birikintilerinin seyri hakkında işe yarar bilgi sağlasa da insanda yaşlılığa bağlı olarak şekillenen bu duruma farelerin doğuştan bağışık olması ya da Alzheimer hastalığının nedenlerinden biri olduğu düşünülen ApoE4 geninin varyantına sadece insanların sahip olması gibi etkenler nedeniyle hayvan çalışmaları çok sayıda uzman tarafından pek umut verici bulunmuyor. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde yaşlanma üzerine araştırmalar yapan Caleb Finch, daha kötü bir şeyden korunmak için evrimleşme sırasında insanların bu kötü gen varyantına sahip olmuş olabileceğini düşünüyor.

Ohio Devlet Üniversitesi’nden biyolojik antropolog Mary Ann Rahanti liderliğinde bir ekip, 37-62 yaşları arasında hayatını kaybeden 20 şempanzenin muhafaza edilmiş olan beyinlerinin hipokampus gibi (Alzheimer hastası insanlarda hasar gören) bölgelerini incelediklerinde, dört şempanzenin beyninde kan damarları içinde amiloid birikintileri olduğunu gördüler. Fakat beyindeki bu biyolojik değişiklikleri Alzheimer hastalığının semptomlarını hiç geliştirmeyen şempanzelerin hayatlarındaki değişikliklere ya da doğrudan hastalığın kendisine bağlayabilmek mümkün değildi.

Alzheimer hastalığının tedavisinde kullanılmak üzere ilaç geliştirme çalışmalarında yaşanan başarısızlıklara da örnek vermek gerekirse transgenik fareler üzerinde yapılan çalışmalarda beyinde %30 oranında amiloid plak azalmasını sağlayan Homotaurine insanlardaki denemelerde hiçbir işe yaramadı, plazmada düşük Amyloid β yarattığı görülen beta ve gama sekretaz inhibitörleri insan çalışmalarında fonksiyonel yeteneklerde kötüleşmeye sebep oldu ve çalışmalara 2010’da son verildi. Bir başka çalışmada kullanılan madde hastalarda menenjite sebep oldu.

Hastalığın kesin olarak bilinen bir tedavisi olmasa da günümüzde çeşitli farmakolojik ajanlar kullanılmakta. Bunların başlıcaları, asetilkolinesteraz inhibitörleri ve memantin. Bunların çalışma prensibini anlatmak adına çok kısa bilgiler vereyim. Nörotransmitterler; nöronlar veya bir nöron ile başka bir hücre arasında iletişimi sağlayan kimyasallardır. Bunlara kabaca kimyasal postacılar diyebiliriz. Santral sinir sisteminde bulunan asetilkolin ise, motor hareket ve bellekten sorumlu en önemli postacıdır ve Alzheimer hastalığı sırasında azalır. Asetilkolinesteraz inhibitörleri de asetilkolinesteraz enzimini engelleyerek hastalıktan dolayı azalan postacı asetilkolinin seviyesinin artmasını sağlarlar. Ancak çok erken ve orta evrede kısıtlı bir fayda sağlar, hastalığı da iyileştirmez. 1990’larda Alzheimer tedavisi için kullanılmaya başlanan benzer ilaçlar, ciddi yan etkiler nedeniyle yerini ikinci kuşak Aİ’lere bırakmıştır ve şu an için ne kadar süreyle kullanılmaları gerektiğine dair ortak bir fikir yoktur.

Bir diğeri yani memantin ise, ilk önceleri anti diyabetik olarak ortaya çıkmış ancak bu konuda başarılı olmamasının ardından hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalarda bilişsel fonksiyonlar ve öğrenmedeki olumlu etkisi görülerek 2002 yılında Alzheimer tedavisi için kullanılmaya başlanmıştır. Davranışsal problemlerin çözümünde etkilidir ve sinir hücresi kaybını azalttığı bilinmektedir ancak bu ajan da fizyolopatolojik ilerlemeyi durdurmaz ve etkisi kişiden kişiye değişebilmektedir.

Alzheimer hastalığını diğer birçok hastalıktan ayıran belki de en önemli özellik, hastalığın gelişiminin de tedavinin de kişiye özel olmasıdır. Alzheimer hastası üç kardeş, (bana göre gerçekte pek doğru olmayan) “hastalığın 3 evresini” öngörülen takvimden farklı yaşayabiliyorlar ve hastalıkla birlikte seyreden psikiyatrik problemler aynı olmayabiliyor. Biri zamanla depresif ve şüpheci bir ruh hali yansıtırken, diğer ikisi eskiden olduğundan daha sakin ve pozitif olabiliyor.

Billindiği üzere hayvanlar, insan vücudundaki son derece kompleks süreçleri taklit etme bakımından sınırlı modellerdir ve tek güvenilir model gene insandır çünkü insandaki klinik sonuçlara göre, hayvan modellerindeki sonuçlar belirsiz ve tutarsızdır. En çok kullanılan tür olan fareler ile insanların immünolojik fonksiyonları arasında bilinen 67 farklılık var, hatta farelerle sıçanlar arasında bile deney sonuçlarında farklılıklar çıkabiliyor. Hal böyle iken, yapay olarak sağlanan hastalık koşullarının insan hastalıklarının sebebini bulmaya olanak tanımasının imkânsız olduğu apaçık bir gerçektir. Aynı biyolojik türe mensup ve aynı genetik mirasa sahip, hemen hemen aynı yaşlarda ve aynı cinsiyetten üç kardeşte bile farklı seyreden bir hastalığı, bambaşka bir hayvan türünde çözümlemeye çalışmak kulağa pek gerçekçi gelmiyor açıkçası…

Mevcut Alzheimer hastaları arasından, hasta haklarını ihlal etmeden gönüllüler üzerinde yoğun şekilde ve geriye dönük sağlık kayıtlarını da içerecek kapsamlı klinik çalışmalar yapılabilir. Bu hastaların etik onayı sürecinde sorun yaşanacaktır ancak kanuni temsilcilerinin yazılı izni ile ve etik kurul onayının ardından çalışmaya katılacak kişinin “doğrudan yararına” olması durumunda yasal herhangi bir engel yok. Ancak tüm klinik çalışmaların, herkesin erişimine açık bir veritabanında yer almaması durumunda, bu çalışmalar da havada kalacaktır. Dolayısıyla ülkemizdeki en büyük eksikliklerden biri olan klinik çalışmalar veritabanı bir an önce oluşturulmalıdır.

Son olarak, hayvanların kullanılmadığı bilimsel yöntemler geliştiren Dr. Hadwen Trust’tan alternatif yöntemler uzmanı Gill Langley’in araştırmalarından birkaç veriyle bitirmek istiyorum. En çok bilinen 7 tıbbi yayında yer alarak çok fazla alıntılanan 76 hayvan çalışmasının sadece %37’si insan denemelerine geçebilmiş, %97’si klinik denemelere geçmiş (yani hayvanlar üzerindeki çalışmalar başarılı olmuş) felçle ilgili 1.009 ilaç adayından sadece 2 tanesinin güvenilir ve işe yarayabilir olduğu görüldü. Bunlardan biri, kedilerde ölümcül sonuçlar doğuran Aspirin idi…

* Sevgili müzisyen ve mücadele arkadaşım Evren Türeci Sezgin’e teşekkürlerimle…

Kaynaklar:

  1. Langley: The Validity of Animal Experiments in Medical Research, 2009
  2. Langley: Considering a New Paradigm for Alzheimer’s Disease Research, 2014
  3. Knight: Systematic Reviews of Animal Experiments Demonstrate Poor Contributions Toward Human Healthcare, 2008
  4. M.M. Mazıcıoğlu: Gönüllüler Üzerinde Yapılan Klinik Çalışmalarda Etik Onay Sürecinin Gelişimi ve Güncel Durum, 2012
  5. S. Reardon: Chimpanzees Are First Animal Shown to Develop Telltale Marksers of Alzheimer’s Disease, 2017

 

 

Yağmur Özgür Güven