Dersim’in Buzlutepe köyünde yaşayan Şilan Aslan, muhtar adayı oldu. Maaşını yarım kalan eğitimi için kullanacağını söyleyen Aslan, “Kadınlar yapabileceklerinin farkında olsunlar. Ben burada bir erkeğin yapamaz dediği her şeyi yapabiliyorum” dedi.
Dersim’in Ovacık ilçesinin Buzlutepe köyünde oturan Şilan Aslan, muhtar adayı oldu. Aslan, seçilmesi halinde maaşıyla yarım kalan eğitimini tamamlayacağını ve köydeki köydeki çocukların okula rahat ulaşımını sağlayacağını söylüyor.
Özgürüz’den Sedat Sur’un haberine göre, Ovacık’ın Buzlutepe köyünde yaşayan 22 yaşındaki Şilan Aslan, yerel seçimlerde muhtar adayı oldu.
“Etrafıma baktım hiç kadın muhtar yok” diyen Aslan, “Düşündüm ki kendi gerçekliğimizi kendi sesimle insanlara duyurayım. Çocuklar okulun uzak olmasından dolayı anaokuluna gidemiyorlar. Okul öncesi eğitimi çok önemli buluyorum” dedi.
Çocuk gelişimi mezunu olan Aslan, “Ben de meslek lisesinde okurken 10 ay kadar çocuklara öğretmenlik yaptım. Burada uygun koşullar yaratılırsa ben de çocuklara eğitim verebilirim” diye konuştu.
Kadınların yerel yönetimlerde göre olmasını istediğini belirten Aslan, şunları söyledi:
“Burada bulunduğum çevreyi biraz olsun güzelleştirmek için karar verdim ve muhtarlığa adaylığımı koydum. Tüm kadınlar kendi yapabileceklerinin farkında olsunlar. Çünkü ben burada bir erkeğin ‘Yapamaz’ dediği her şeyi yapabiliyorum. Kadının dokunduğu her şey güzelleşir ve kendini bazı şeylerden soyutlayan, sağlam adımlar atmaya çekinen bütün kadınlara kendinin farkında olmasını ve onların da yönetimlerde olmasını istiyorum.
Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren’in Yenimahalle ilçesine bağlı Marşandiz istasyonunda üst geçide çarpması sonucu iki vagonu devrildi. Trenin çarptığı üst geçidin bir kısmı vagonların üstüne göçtü. Tren kazasında 9 kişi hayatını kaybetti, 3’ü ağır 47 kişi yaralandı.
Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren Etimesgut’ta üst geçide çarptı.
Kaza sonucu 2 vagon devrilirken, üst geçit de trenin üzerine devrildi.
Trende sıkışan yaralılar olduğu söylenirken, itfaiye ve AFAD ekipleri kurtarma çalışmalarına devam ediyor. Çalışmalarda dedektör köpekler de kullanılıyor. Trende 206 yolcunun bulunduğu öğrenildi.
Ulaştırma Bakanı Mehmet Cahit Turhan olay yerinden yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Yol kontrolünden dönen lokomotifimiz ile YHT çarpışarak elim bir kaza meydana gelmiştir. Yapılan tespitlerde 3 makinist arkadaşımız 6 vatandaşımız yolcumuz hayatını kaybetmiştir.”
Bakan Turhan kazanın sinyalizasyon nedeniyle olup olmadığına yönelik soruları yanıtsız bıraktı.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı için Polonya’nın Katowice kentinde bulunan 15 yaşındaki İsveçli iklim aktivist Greta Thunberg, twitter hesabından iklim grevi çağrısında bulundu.
Thunberg herkesi 14 Aralık Cuma günü iklim grevine katılmaya davet etti.
Twitter hesabından paylaştığı videoda müzakerelerin ikinci haftasında olunduğunu ve bu zamana kadar iklim eylemi taahhütlerine dair hiçbir işaret olmadığını belirten genç aktivist, “Emisyonlarımız artarken, bilim bize açıkça gezegenimizin ısınmasını 1.5 derecede sınırlamak için şimdi eyleme geçmemiz gerektiğini söylüyor. Her kimsen ve her neredeysen sana ihtiyacımız var. Bu Cuma günü, 14 Aralık’ta, uluslararası iklim grevi çağrısında bulunuyorum. Lütfen bizimle greve katıl, kısa bir süre bile olsa parlamentonun veya yerel hükümet binasının önünde iklim eylemi talep ettiğimizi anlamaları için eylem yap” dedi.
COP24’ün ikinci haftasına girdik. Anbean tüm gelişmeleri yeşilgazete ve iklimhaber aracılığı ile alabiliyoruz. Halihazırda pek çok sivil toplum kuruluşundan temsilciler de Polonya kışı ile yüzleşmek pahasına iklim müzakerelerine dahil oldular. Yani içeriden haber alma konusunda bir sıkıntı yok, harika. Bu yazının derdi ise müzakereler devam ederken kentte, sokaklarda neler olduğuna dair bir nebze de olsa aktarım yapmak. Haydi başlayalım.
6 Aralık perşembe sabahı 6.05’te otobüsüm Katowice’ye vardı. Otobüsten iner inmez soğuk ısırması tabirini iliklerime kadar yaşıyorum. Saat 9’a kadar hayatta kalabileceğim yerler arasında mekik dokuduktan sonra Greenpeace’in Climate Hub’ına geçiş yaptım. COP24 görüşmelerinin yapıldığı mekânın tam karşısında Greenpeace iklim değişikliği ile ilgili bir dizi etkinlik düzenliyor. O sabahki ilk etkinlik People’s Demands for Climate Justice kampanyası için çalışan aktivistlerindi. Atölye için bir sınıf dolusu lise öğrencisi, öğretmenleriyle birlikte geldiler. Onun dışında ise kampanyanın bir parçası olan pek çok ülkeden aktivistler vardı. Tayvan, Tayland, Hindistan, Endonezya, Amerika, Almanya, Fransa, Nepal… Herkes neden bu hareketin bir parçası olduğunu ve iklim değişikliğinin ülkelerini kısaca nasıl etkilediğini açıkladı. Gözüm ara ara liselilere kayıyor. Biraz da dil probleminden sanırım, bu olan biten süreç onlar için sadece ‘zorunlu’ bir okul etkinliği olmanın ötesine geçemedi. Atölyede gruplara ayrılıp iklim sorunları üzerine daha derinlemesine konuştuğumuz esnada Polonyalı bir genç tüm bu olanların bir tiyatronun ötesine geçmediğini belirtti. Ona Polonyalıların iklim krizi hakkında ne düşündüğünü sordum. Manidar ve çarpıcı bir cevabı oldu. “Katowice ve civarında yaşayan insanların çoğunluğu halen madenlerde çalışıyor. Ailelerimizin, arkadaşlarımızın geçim kaynağı kömür. Ve bu durumun düzeltilmesi gibi bir niyet de yok. Ülkede kömür ve iklim krizi ile ilgili tartışmalar olduğunda hükümet tüm bunların Alman Propagandası olduğunu söyledi. Kimsenin bir şey yapmaya niyeti yok. Bu toplantılara inanmıyorum.” Gözleri de sözlerini tasdikleyen bir karamsarlığa bürünmüştü. Söyledikleri çok da yabancısı olduğumuz argümanlar değil. Liseliler okullarına geri döndüler. Atölye bitişinde ise birbiri ardına etkinlikler hız kesmeden devam ediyordu ve mekan gittikçe kalabalıklaşıyordu.
Doğal gaz ve iklim krizine etkileri, CAN-Asia’nın Asya bölgesindeki yerellerle yaptıkları projeler, Bank Tracker’ın kömüre en fazla yatırım yapan ülkeler ve onlara finansman sağlayan bankalar üzerine yaptıkları bir sunum en çok aklımda kalanlar. Mekan panellerin, atölyelerin, yemek yemenin, sosyalleşmenin bir arada yapılabileceği şekilde tasarlanmıştı. Bu sebeple bir mekan içerisinde aslında her şeyi yapıyordunuz. Yemek yerken yanınızdaki ‘gözlemci’den COP görüşlerini almak ve bir yandan da panel katılımcısının slaytlarını takip etmek gibi. Daha çok insanlara odaklandığımda ise gözüme çarpan daha doğrusu çarpmayan bir şeyler vardı. Çok az yerelden katılımcı vardı. Türkiye’deki bizbizeliğin global haliydi aslında olan. İklim meselesini dert eden insanların bir araya gelip birbirinden güç aldığı, tazelendiği ve umutlandığı bir birliktelik hali. Ama mesele ile hiçbir ilişkisi olmayan kişinin muhtemelen olayla en çok ilişkilenebileceği bu anda bile bir sönüklük vardı. Doğru veya yanlış diyebileceğimiz bir durum değil bu, sadece yaşanan şey bu.
Greenpeace Hub’tan çıkıp Katowice sokaklarında dolaşmaya başladığımda şehrin kendi gündelik hali içerisinde akıp gittiğini görüyorum. Bazı dükkanların camında ‘COP friendly’ çıkartmaları var. Toplantı zamanına kadar haritadan bile yerini göstermekte zorlanacağımız, bu küçük madenci kasabasından hallice; is kokan beton şehir için büyük bir olay aslında COP. Her yer dolu. Şehir muhtemelen hiç olmadığı kadar çeşitlilikten insanı bir arada barındırıyor. Katowice’nin ekonomisine bir süre için can verdiği de kesin. Tüm restoranlar ağzına kadar dolu. Girdiğim kafelerde çoğunlukla boynundaki mavi kartı çıkartmamış insanlarla karşılaşıyorum. Tüm otel odaları değerinin 5 katı fazlasından gidiyor. Bu sebeple farklı şehirlerden toplantılar için her gün tren kullanan katılımcılar var. COP nihayetinde nasıl bir şekilde kapanacak henüz bilmiyoruz ama kendi başına bir ‘iklim turizmi’ yarattığı kesin.
İkinci güne Avrupa Genç Yeşiller Federasyonu’nun düzenlediği AlterCOP’ta katılımcı olmak ile geçiyor. Avrupa’nın pek çok yerinden gelen genç iklim aktivistleri ile birlikte ilk genel bir tartışma, ardından COP24’te neler oluyor ve biz neler yapabiliriz başlıkları üzerinden gün ilerledi. Hükümetlere ve taahhütlerine kimse inanmıyor. Birlikte olmamız bizi motive ediyor. Pek çok noktada kültürel, ekonomik, sosyal vs.farklı pratiklerimiz olsa da şirketler ve onları destekleyen mevcut neoliberal yasalar bizim kader ortaklığımız.
Cumartesi sabahı herkes heyecanlı. Pankart boyama, sloganları belirleme hepsi el birliği ile. Büyük afişimize yazdığımız gibi, günün mesajı da belli “Çiçekleri ezmeniz baharın gelişini durdurmayacak. Biz baharız!”
Yürüyüş için belirlenen başlangıç noktasındayız. Şehir içinde kocaman bir kare çizeceğiz. Yürüyüşün son noktası ise COP görüşmelerinin yapıldığı mekanın önü. Uzun zamandır gönül rahatlığı ile protesto etme hakkını kullanamamış ben çok mutluyum. Etrafımda olan bitenleri gözlemlemeye başladıkça ise yine çokta yabancısı olmadığım manzaralarla karşılaşmaya başlıyorum. Gösterici sayısı kadar hatta belki daha fazla tam teşkilatlı polis var. Her 5 metrede bir polis. Olayın bütününe baktığımızda o kadar komik geliyor ki yine de gülemiyorum. Gezegenin geleceğini savunmak istiyorsunuz ama bu gezegenin yok oluşunda etkin rol oynayan grupların güvenliği ön safhada tutuluyor. Yürüyüş, ay başında Brüksel’de yaşanan o meşhur iklim yürüyüşünün heyecanını ya da kitlesini taşımıyor. Ben yine de çevremde pek çok yaştan insanları görmeye başlıyorum. Bir hayli sevindirici. Zira bu seneye ‘iklim değişikliği için gençlik hareketi’ halleri damga vursa da ki bu beni fazlasıyla sevindiriyor, yolda pankart taşıyan, şarkı söyleyen, haykıran 60 yaş üstü aktivist grup meselenin hepimizin meselesi olduğuna bir kez daha inandırıyor bizleri. Gezegeni savunmanın herhangi bir yaşı yok. Aslında herhangi bir şartı yok. Hangi canlı evini korumak istemez.
Yürüyüş şarkılar danslar ve bolca iklim adaleti sloganları ile kah durup kah ilerlerken fark ettiğim iki şey var. Bir; etrafımız tamamıyle polisler tarafından çevrilmiş. Kontollü yürüyüşün dozu rahatsız edici noktada. Ve İki; çok fazla değiliz, kabul ama, o kadar çeşit çeşitliyiz ki. Bana bu COP sürecinden kalan en güzel tecrübe buydu sanırım. Her yerden, her cinsten, her dilden ve yeşilin her tonundan pek çok grup ortak bir mesele için bir aradaydı. Ende Gelande, Extinction Rebellion, WWF, Greenpeace, Friends of Earth, Feministler, Yeşiller….sayamayacağım kadar çok grup.
Bizi bir araya getiren, canımızı yakan, adalet istediğimiz bu iklim kriziydi. Başa çıkma yollarımız farklı olsa da en nihayetinde bir aradaydık. Bu yürüyüş herhangi bir kararı etkilemez, büyük bir değişiklik yapmaz, ana akım haber medyasına bile her yerde çıkmaz, çıksa bile süresi sansasyonel haberlerin yanında dikkat çekici bile olmaz. Ama bu yürüyüş yine de yapılmalıydı. Bu yürüyüş karşımızda varsaydığımız herkese karşı bizim bir olduğumuz gösteren, bunu en çok kendimize gösteren, hissettiren bir yürüyüştü. İşte buna ihtiyacımız var. Birden fazlayız. Her yerdeyiz. Tüm dağlarda, denizlerde, ovalarda bir araya geldik. Şarkılar, danslar bizi kenetledi. Bu birlikteliği zaman zaman kendimize ve herkese hatırlatmamız gerekli.
Yürüyüş elbette olaysız dağılmadı. Halihazırda Polonya Hükümeti’nin bazı sivil toplum kuruluşlarını ülkeye almamasının yanısıra yürüyüş esnasında da agresif aktivistlik sergileyen bir grup ile polis arasındaki tartışma kortejin kesilmesine yol açtı. Bu olay esnasında 4 kişi tutuklandı. Yürüyüş grubunun en arkada kalan kısmı polislerin önlerine barikat kurmasıyla geri kalanlardan koptu. Bu duruma sonucu geride kalan gruba sahip çıkmak isteyen pek çok insan bir insan zinciri oluşturarak herkesi bir arada görmeden dağılmayacaklarını beyan ettiler. Tüm bu olaylar COP zirvesinin tam karşısında gerçekleşiyordu. İkiye ayrılmış yürüyüş grubu içerisinde iki farklı direniş pratiği vardı . Asiler ve gönüllüler. Aynı amaç için farklı yollarda ilerlemenin en açık örneklerinden biriydi benim için.
Polis saldırısı olacak mı olmayacak mı üzerine yaptığımız tartışmalar esnasında yürüyüşün resmi olarak bittiği haberi geldi. Ve olaysız (!) bir şekilde dağıldık.
Özetle; devletlerden kimse ümitli değil, insanlar bu süreçte dahil oldukları iklim ağına daha çok güveniyorlar. Bu iklim hareketinin temel motivasyonlarında birisi. Polonya’nın ve Katowicelilerin de bir kez daha gösterdiği gibi çok da fazla değiliz. Azız ama çok çeşitliyiz. Bu çeşitliliğimiz ki bizi dirençli kılacak olan odur. Mücadeleye devam.
Seçimle iktidara gelen bir siyasal güç, zaman içinde seçimleri amacından saptırıp, seçim ahlâkını ortadan kaldırırsa ve sonuçta demokrasiyi yozlaştırırsa, ne yapmak lazım gelir? Bu soru günümüzde dünyanın farklı köşelerinde giderek daha fazla soruluyor. Seçimle gelen, seçimle iktidarda kalan otokratların, diktatörlerin pıtrak gibi çoğaldığı bir dönemdeyiz. Denebilir ki, eskiden daha mı az diktatör, tiran, otokrat, despot vardı ki şimdi çoğaldıklarından söz ediliyor? Eski tarihlerde elbette diktatörler, tiranlar, despotlar bugünkünden çoktu. Son iki yüzyılda seçimle iktidara gelenleri de az sayıda değildi. Günümüzde dikkat çeken gelişme, seçimle gelip göreli serbest ve çoğulcu seçimlerle iktidarda kalan otokratlar, diktatörlerdir. İktidarı darbeyle, devrimle, ayaklanma, savaş veya iç savaş yoluyla ele geçiren ya da kan veya aşiret bağı gerekçesiyle devralan despot yönetimlerden de farklı bir kategori var karşımızda.
Her şeyi “post” takısı ile değerlendirmenin moda olduğu günümüzde, bu
diktatörler de post-demokrasi döneminin ürünleri. Post-demokrasi çünkü
başta kısmen serbest ve göreli çoğulcu seçimler, kuvvetler ayrılığı ve
temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan bir anayasa olmak üzere,
demokrasiden miras kalan birçok kurumun kâğıt üzerinde geçerli olduğu
despotluklar bunlar. Ayrıca söz konusu rejimlerde bu kural ve kurumlar
kısmen ve yer yer işlemeye devam ediyor. Hem son derece vahim temel hak
ve özgürlükler ihlallerinin sıradanlaştığı, hem demokratik kurum ve
ilkelerin sistemli biçimde olmaktan çok rastlantısal olarak işlediği
rejimler söz konusu. Demokratik olarak tanımlanabilecek uygulamaların
rastlantısal biçimde görünüp kaybolduğu, siyasal gücün keyfi iradesinin
hüküm sürdüğü, rastlantısal demokrasi/keyfi despotluk rejimleri bulaşıcı
bir hastalık gibi yaygınlaşıyor.
İçinde bulunduğumuz dönemin 20. yüzyılın faşizmiyle, Nazizmiyle,
Stalinizmiyle ve diğer totaliter rejimleriyle arasındaki benzerlikleri
vurgularken, son derece önemli farkları da gözden kaçırmamak lazım.
Günümüz otokratları iktidara demokratik rıza ile geldikleri gibi,
düzenli aralıklarla yenilenen göreli çoğulcu ve serbest, en azından
demokratik görünümlü seçimlerle iktidarda kalıyorlar.
Hatırlamak gerekir. Hitler, 1932’de cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci
tura kaldı ama seçilemedi. Aynı yıl parlamento seçiminde Almanya’nın
birinci partisi olan NSDAP’ın lideri Hitler, muhafazakâr Von Papen’in
önerisi üzerine Ocak 1933’de Şansölye olarak atandı ve 1934’de yaşlı
cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölümüyle kendini hem Führer hem
Şansölye yapan plebisiti düzenledi. Bütün yetkilerin tek bir kişinin
elinde toplandığı III. Reich’ın perçinlendiği andı bu. Daha önce
Şansölyelik görevini almasından hemen sonra düzenlenen Reichstag yangını
bahanesiyle, Hitler ilk demokratik Alman rejimi olan Weimar
Cumhuriyeti’ne fiilen son vermişti. 1934 halkoylamasının resmî
sonuçları, %88 evet oyu ve %95 katılım olarak ilan edildi. Daha sonraki
seçimler, tek partili “Tek Önder, Tek Devlet, Tek Halk” rejiminin
plebisitinin yenilenmesinden başka bir anlam taşımadı.
Mussolini’nin iktidara gelişi ve 1943’e kadar iktidarda kalışı,
Rusya’da Bolşeviklerin iktidara gelişi ve SBKP’nin yetmiş yıl iktidarda
kalışı, seçmenlerin rızalarını veya muhalefetlerini göreli serbest
biçimde ifade edebildikleri seçimlere dayanmadı. 1945 sonrası kurulan
komünist parti diktatörlükleri, iki dünya savaşı arasının askeri veya
sivil diktatörlükleri, ne serbest seçimlerle iktidara geldiler, ne de
serbest seçimlerle iktidarda kaldılar. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu
rejimler son bulana dek, o ülkelerde göreli serbest, göreli çoğulcu
seçimler yapılmadı. En fazla mostralık partiler, iktidar partisinin
zorunlu müttefiki, “yol arkadaşları” olarak mecliste kendilerine tahsis
edilen yerde oturdular. Bu rejimler, eğer başka bir nedenle (savaş
yenilgisi, ayaklanma, iktidar içi çatışma ve darbe, …) son
bulmamışlarsa, düzenlemek zorunda kaldıkları ilk gerçek serbest seçimde
yok olup gittiler.
Günümüzde ise Vladimir Putin’den Tayyip Erdoğan’a, Viktor Orban’dan
Rodrigo Duterte’ye giderek genişleyen bir yelpaze içinde, seçimlerde oy
kullananların çoğunluğu bu ülkelerde despotluğa rıza göstermekle
yetinmeyip, büyük bir şevkle destekliyor. Belki bazı ülkelerde, örneğin
Hindistan’da veya ABD’de bir sonraki seçimlerde
sağcı/milliyetçi/otoriter Narendara Modi ve/veya Donald Trump’ın
iktidarına son verecek olsa da seçimli otokrasinin kurumlaştığı diğer
ülkelerde otokrata düzenli olarak oy veren yeterli sayıda bir kitle var
olmaya devam ediyor. Türkiye bu açıdan en anlamlı örneği oluşturuyor.
Yüzde doksan veya seksen oy oranıyla değil, başkan seçilmek, mecliste
çoğunluğu elde etmek için yeterli oy oranı kadar bir oy oranıyla
Erdoğanizm seçimli otokrasisi işliyor.
“Gerçek halk”, “milli tercih”, “yeni Rusya/Türkiye/Hindistan”
sloganları aynı zamanda yitirilmiş kadim medeniyet ve haşmetin ihyası
hedefiyle besleniyor. Filipinler’de nevi şahsına münhasır bir kanlı yol
tutturan Duterte bu konuda ayrı tutulursa, etnik milliyetçilikle dinin
taşıyıcısı olduğu muhafazakârlığı birleştiren bir korku, hınç ve
teslimiyet ideolojisinden bu 21. yüzyıl seçimli otokrasileri
besleniyorlar. Bu ideolojiyi yerli ve milli motiflerle süslüyorlar.
Buna karşılık günümüzün bütün diktatörlüklerini aynı sepete koymak
doğru değil. Örneğin Mısır’da, General Sisi’nin oyların %92’sini aldığı
ama katılımın %41 olduğu ve karşısında yegâne rakip olarak ona çok yakın
olmuş bir siyasetçinin mostralık olarak çıkmasına izin verildiği 2018
göstermelik başkanlık seçimleri ile Macaristan veya Türkiye’deki
seçimleri aynı kefeye koymak büyük bir yanlış olur. Diğer taraftan
Çin’de bin beş yüz yıllık mandarin (imparatora bağlı seçkin devlet
memurları) hâkimiyetinin modern zamanlara uyarlanmış hali olan Çin
Komünist Partisi yönetiminde de, serbest seçim meşruiyetine iktidarın
ihtiyacı yok. Askerî diktatörlükleri, Afrika ülkelerinde azalmakla
birlikte hâlâ çok rastlanan kabile dayanışması temelli diktatörlükleri
de Rusya’da Putin’in iktidara gelme ve iktidarda kalma yöntemleriyle
eşdeğer addetmek aşırı indirgemeci olacaktır. Rusya’da Putin yönetimini
ayakta tutan esas olgu toplumun önemli bir kesiminin mutlak
depolitizasyonu ise, Türkiye’de Erdoğanizmi iktidarda tutan etmenlerden
biri, seçimleri herkesin bir varlık-yokluk mücadelesi olarak algıladığı
aşırı kutuplaşmaya dayalı politizasyondur.
***
21. yüzyılda tanıştığımız bu seçimle gelen ve seçimle iş başında
kalan diktatörlükler, geleneksel despotluklardan farklı olarak,
genellikle tedrici biçimde demokrasiden otokrasiye geçişi
gerçekleştiriyorlar. Ne Putin, ne Erdoğan ne de Orban ilk
seçildiklerinde, hatta bazıları seçildikten epey uzun bir süre sonraya
kadar, temsili demokrasiyi ve kuvvetler ayrılığını savunup, tek adam
rejimini gündemlerine almadılar. Ama kimi birkaç yıl, kimi beş-on yıl
sonra demokratik kurumları fiilen askıya alan adımları atmaktan geri
kalmadılar. Bugün Orban açıkça illiberal demokrasinin savunuculuğunu yapıyor. Putin, denge ve denetim sağlayan ara kurumları devre dışı bırakan iktidarın dikey gücünü
savunuyor. Tayyip Erdoğan’ın devlet yapısı ve yönetimi anlayışı bundan
farklı değil. Bu yönetim tarzı, “biz ancak otoriter yönetimle
kalkınırız” diye düşünen kesimlerin de desteğini alıyor. Bu anlamda bu
rejimleri kendi özgün tarih ve sosyolojilerinin getirdiği farklar
içinde, post-demokratik rejimler olarak tanımlamak yanlış olmaz.
Bu rejimlerin sonuç alıcı başka ortak iki özelliği var. Her ülkede
değişik biçimlerde olsa da, medya çok büyük oranda otokratın denetimi
altına alınıyor ve yargı siyasal güce fiilen tam bağımlı hale
getiriliyor. Özellikle yargının siyasal iktidarın doğrudan ve açık
uzantısı haline gelmesinin yarattığı bir üçüncü sonuç, ceza yargısının
muhalefeti susturma, bastırma ve seçim yarışından dışlama aracı olarak
kullanılması. Bu da seçimlerin çoğulcu olma niteliğini göreli kılıyor.
Türkiye bu açıdan da örnek ülke konumunda. Hapishanede tutularak
cumhurbaşkanı seçiminde “yarışmasına” izin verilen Selahattin
Demirtaş’ın temsil ettiği bir serbest seçim sistemi çoğu yerde geçerli.
Rusya’da Putin’in en güçlü rakibi Aleksey Navalnıy hapishaneye girip
çıkmakta. AİHM, Kasım 2018’de hem Türkiye’yi (Demirtaş ve Türkiye
kararı) hem Rusya’yı ( Navalnyy ve Rusya kararı) yargıyı “siyasal
çoğulculuğu boğma” amacıyla kullandığı gerekçesiyle mahkûm etti. Başka
bir örnek Filipinler: Duterte, iktidara geleli iki yıl olmasına rağmen,
kendine güçlü rakip olabilecek iki senatörü hapse yollamayı başardı.
Trump da rakibi Hillary Clinton’u seçimi kazanırsa hapse yollamakla
tehdit etmekten çekinmemişti ama ABD’de yargı bağımsızlığını –şimdilik–
korumaya devam ederek, Clinton’ı değil, Trump’ın hukuksuzluklarını
soruşturuyor. Türkiye’de ise sivil toplumun bağımlı yargı marifetiyle
susturulması ve bastırılması, siyasal muhalefetin susturulup
bastırılmasını tamamlıyor.
Türkiye’de Erdoğanizm’in, hemcinslerinden, örneğin Putinizm’den çok
daha baskıcı bir yönetim tarzına başvurmak zorunda kalması, Türkiye’de
sivil toplum hareketliliğinin, demokratik kurum ve geleneklerin çok daha
yaygın ve güçlü olmasıyla alakalı. Rusya ve eski komünist ülkelerde
toplumun büyük kısmının sergilediği siyasal ilgisizlik halinin
Türkiye’de halen daha tam gerçekleşmemiş olması, iktidarı çok daha fazla
baskıcı olmaya sevk ediyor. Bu nedenle Türkiye nüfusuna oranla bugün
dünyada en fazla gazetecinin, öğrencinin, akademisyenin ve siyasetçinin
hapiste olduğu ülke.
Türkiye’de iktidarın yargıyı, özellikle ceza yargısını bütünüyle
denetimi altına almasına karşılık, Macaristan’da Orban hükümeti veya
Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi iktidarı şimdilik yargıyı yürütmeyi
denetleyemez hale getirme uğraşı vermekle yetiniyorlar. Macaristan veya
Polonya’da muhalif seslerin, muhalif siyasetçilerin hapsi boyladıklarına
daha şahit olunmadı ama Macar siyaset felsefecisi Agnes Heller’in
“yeniden feodalleşen devletler” olarak tanımladığı, “yolundan
saptırılmış demokrasilerin zihinleri yozlaştırdığı” bu rejimlerde (link),
seçilmiş ve tekrar seçilmiş despot iktidarlar, hem kendilerine ve
yakınlarına hem yandaş çevrelerine büyük bir rant dağıtma/sağlama
düzeneği üzerine iktidarlarını pekiştiriyorlar. Bir kısmı yasal
görünümlü, bir kısmı rejimin yasaları açısından da yasadışı olan bu rant
yaratma ve dağıtma düzeneği, despotik iktidarlar için iktidarı kaybetme
ihtimalini sıfırlama zarureti yaratıyor. Bu zaruret Türkiye’de
Erdoğanizm için de geçerli.
Böylece günümüz seçimli diktatörlükleri, girdikleri despotik
patikanın bağımlısı haline geliyorlar ama düzenli aralıklarla yenilenen
seçim meşruiyetine olan ihtiyaçları da bir o kadar devam ediyor. Bu
nedenle, post-demokratik seçimli otokrasilerin sürekli aralıklarla iç ve
dış düşman heyulasını canlı tutmaya, bunu beslemeye ihtiyaçları var.
Ancak bu yolla etraflarında yeterli bir destekçi-seçmen topluluğunu
tutabiliyorlar.
Gelelim başta sorduğumuz soruya. Bu durumda seçimlere muhalefet
saflarında katılmak, oy vermek, seçimli otokrasiyi son tahlilde
meşrulaştırma operasyonunun bir parçası olmak mı demektir? Despotluğun
mutlaklığına ve demokratik yollardan iktidarı kaybetmesinin her durumda
imkânsızlığına inanılınca, anarşistlerin burjuva demokrasilerinde
seçimleri “ahmak tuzağı” olarak tanımlamaları, esas burada geçerli olur.
Ne var ki, post-demokratik otokrasilerde esas bu tavır, seçimleri
sadece ahmak tuzağı olarak değerlendirmek ve buna uygun davranmak,
nihilizmle kinizmin birleştiği bir teslimiyet tuzağına dönüşür. Evet,
seçimli otokrasilerde otokrat seçimi bir ahmak tuzağına dönüştürme
amacındadır ama bunu tespit etmek, buna uygun davranmayı gerektirmez.
Günümüzün demokrasi dekorlu diktatörlüklerini besleyen en güçlü olgu,
toplumun eşitlik, özgürlük, dostluk, kardeşlik ilkelerine
yabancılaşmasıdır. Bunun bir sonucu, seçmen topluluğunun toplum olma
niteliğini bütünüyle yitirmesi, rakip değil düşman kampların
oluşmasıdır. Demokrasi mücadelesini demokratik zeminde ve her şeye
rağmen verme iradesinin kaybolması da bunun bir parçasıdır ve bu 21.
yüzyıl seçimli diktatörlüklerinin güçlerini pekiştirmelerinin önemli bir
aracıdır.
Seçimleri “ahmak tuzağı” olarak değerlendirmek, despotik gücün
kurduğu teslimiyet veya terk etme tuzağına yakalanmak demekse, seçimden
seçime saman alevi gibi parlayıp sönerek muhalefet yapmak da otoriter
yönetimin tam istediği gibi davranmak demektir. Demokratik mücadeleyi,
sadece seçim kazanma amaçlı bir dönemsel hareketlenme olarak sürdürmek,
demokrasiyi buna indirgemek elbette yetersizdir ve muktedirin seçtiği
alanda oynamak, cıvalı olduğu apaçık zarlarla barbut oynamayı kabul
etmekle yetinmek demektir. Buna karşılık otokrasiyi teşhir etmenin
yetmediğine, toplumun her kesimine medeniliği ve toplum olmayı, eşitlik,
özgürlük, dayanışmaya dayalı bir arada yaşama ilkesini ısrarla
önermenin aracı olarak seçimleri de kullanmanın vazgeçilemez ve
devredilemez bir demokratik yükümlülük olduğuna inanmak ahmaklık
değildir. Demokrasi mücadelesi veren ve bunu vermeye kararlı olanların
herhangi bir demokratik mücadele alanını boşlamak gibi bir tavırları
olamaz.
Bir gün seçimler de yürürlükten kalkarsa veya otokratın şakşakçıları dışında kimsenin seçimlere katılmasına izin verilmez olursa, o zaman zaten yazının başında sorulan sorunun da bir anlamı kalmaz. Seçime katılmanın, seçmen topluluğuna hitap etmenin mümkün olmadığı bir siyasal rejimde şiddet içermeyen mücadele biçimleri neler olabilir sorusu gündeme gelir. Diğer yandan, haldeki durumda olduğu gibi, demokratik seçim ahlâkını iğfal eden, demokrasiyi yozlaştıran, seçimleri tek adam rejiminin hınk deyicisine çevirmeye uğraşan iradeye karşı seçim dönemiyle sınırlı kalmayan, demokratik bir siyasal yapı için şiddet içermeyen bir toplumsal mücadelenin yöntemleri üzerinde ayrıca düşünülmesi, tartışılması gereken bir konudur.
Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’nde konuşan Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, “İklim değişikliği dünyamızın ve çocuklarımızın geleceğini tehdit ediyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 1,5 Derecelik Küresel Isınma Özel Raporu, iklim değişikliği ile mücadelenin aciliyetini gösteriyor” dedi. Kurum’un IPCC raporuna yaptığı bu vurgu, Türkiye’nin raporu onayladığını gösteren ilk resmi açıklama oldu.
İklim Haber’de yer verilen habere göre Polonya’nın Katoviçe kentinde düzenlenen Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 24. Taraflar Konferansı (COP24) Devlet Başkanları Oturumu’nda bir konuşma yapan Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, sanayi devrimini takiben çevrenin insan eliyle büyük bir tahribata uğradığını, özellikle aşırı tüketimin çevreye büyük zararlar vererek ekosistemdeki dengeyi bozduğunu söyledi.
Küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliğinin dünyanın geleceğini tehdit eden büyük bir sorun olduğunu dile getiren Kurum, “İklim değişikliği dünyamızın ve çocuklarımızın geleceğini tehdit ediyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 1,5 Derecelik Küresel Isınma Özel Raporu, iklim değişikliği ile mücadelenin aciliyetini gösteriyor. Küresel ortalama sıcaklıklar her yıl yeni bir rekor kırıyor. Seller, dolu felaketleri, fırtınalar, kuraklık, uzun süreli orman yangınları gibi afetler artık daha sık yaşanıyor. Gerek dünyada gerek Türkiye’de, aşırı hava olayları yaşıyoruz. Örneğin, İstanbul’da 2017 yılında gerçekleşen 20 dakikalık dolu yağışının verdiği zarar 225 milyon dolar oldu” diye konuştu.
İklim değişikliğiyle mücadelede küresel işbirliğinin sağlanmasının kaçınılmaz olduğunu vurgulayan Kurum, bu kapsamda Türkiye’nin küresel iklim değişikliği ile mücadeledeki yol haritasını belirlediklerini aktardı. Buna göre, hızla gelişen bir ekonomi olarak, seragazı emisyonlarını 2030’da %21’e kadar azaltmayı hedeflediklerini ifade eden Kurum, “İklim değişikliğine ilişkin çalışmalarımızı, imkanlarımız ve alacağımız uluslararası destekler ölçüsünde, artırarak devam ettirmeyi amaçlıyoruz” şeklinde konuştu.
Kurum, Türkiye’de yeni ve temiz teknolojilerden yararlanıldığını ve yenilenebilir enerji kaynaklarından daha fazla istifade edildiğini anlatarak, elektrik enerjisi kurulu gücü içinde yenilenebilir enerjinin payının %45’e ulaştığını bildirdi.
Hayata geçirilen Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları uygulaması ile büyük ölçekli yatırımlar için uygun koşulların sağlandığına değinen Kurum, enerji verimliliğinde de önemli adımlar atıldığını, Enerji Verimliliği Eylem Planı’nın hazırlandığını ve son 15 yılda yaklaşık 41,5 milyon ton petrol eş değeri tasarruf sağlandığını da aktardı.
Türkiye’den 26. Taraflar Konferansı için Resmi Başvuru
Kurum, Fiji Dönem Başkanlığında yürütülen Talanoa Diyaloğu’nun bugünkü şeklini almasında çaba gösteren Fiji hükümetine teşekkür ederek, “2020 yılında gerçekleştirilecek 26. Taraflar Konferansı’na ev sahipliği yapmak için resmi başvurumuzu yaptığımızı hatırlatmak istiyor ve destek bekliyoruz. Bu düşüncelerle Konferans kapsamında alınan kararların ülkelerimiz ve bütün dünya için hayırlara vesile olmasını diliyorum” diyerek sözlerini noktaladı.
Resmi Gazete’de yayınlanan cumhurbaşkanı kararı uyarınca, ‘Posta ve Telgraf Teşkilatı Anonim Şirketi’nin sermayesinde bulunan Hazine’ye ait hisselerin tamamı Türkiye Varlık Fonu A.Ş.’ye aktarıldı.
Önde gelen kamu kuruluşu ve bankalarının hisselerinin tek bir havuza toplanmasıyla oluşturulan TVF, anonim şirket statüsünde olduğu için Sayıştay tarafından denetlenemiyor ve kamu kurumlarının yükümlülüklerini de taşımıyor. TVF, bilinen özelleştirme kurallarına tabi olmadan yurtdışına hisse satmak için de yetkili.
Erdoğan, eylül ayında yayınladığı cumhurbaşkanlığı kararıyla kendisini fon başkanlığına, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ı başkan vekilliğine getirmişti.
Türk vatandaşlarının Avrupa Birliği ülkelerine yaptığı iltica başvuruları Ekim ayında rekor kırdı. Son altı ay içinde Türk başvuru sahiplerinin yüzde 44’üne olumlu yanıt verildiği bildirildi.
Avrupa İltica Destek Ofisi’nin (EASO) açıkladığı verilere göre Türk vatandaşlarının Avrupa Birliği (AB) ülkelerine yaptıkları iltica başvuruları Ekim 2018’de en yüksek seviyeye ulaşarak rekor kırdı. Aynı zamanda Ekim ayı AB ülkelerine yapılan toplam 60 bin 500 başvuru ile 2018’de en fazla iltica talebinin yapıldığı ay olarak kayıtlara geçti.
AB’ye bağlı bir kurum olan EASO’dan Salı günü yapılan açıklamaya göre sadece Ekim ayında 2 bin 880 Türk vatandaşı AB ülkelerine iltica başvurusu yaptı. Bu rakam, 2 bin 645 başvurunun yapıldığı bir önceki aya göre yüzde 9’luk bir artışa tekabül ediyor. Avrupa İltica Destek Ofisi, ellerindeki bilgilerin iltica başvurusunda bulunan Türklerin yakın zaman içerisinde AB’ye geldiğine işaret ettiğini belirtti.
Türk vatandaşları tarafından yapılan başvurulardaki artış, aynı zamanda iltica başvurularına cevap bekleyen kişilerin sayısını da artırdı. Ekim ayı sonu itibarıyla AB ülkelerinde yaptıkları iltica başvuruları hakkında karar bekleyen Türk vatandaşlarının sayısı 17 bin 300 ile şu ana kadarki en yüksek seviyeye ulaştı. EASO ayrıca son altı ay içerisinde iltica başvurusuna olumlu yanıt alan Türk vatandaşlarının oranının yüzde 44 olduğunu belirtti.
EASO, Ekim 2018’de bütün AB ülkelerine yapılan toplam 60 bin 500 iltica başvurusu ile Ekim ayının senenin en yüksek başvuru rakamlarına eriştiğini belirtti.
Türk Tabipler Birliği (TTB) eski Başkanı Prof. Dr. Gürsoy’a raporlu olduğu için katılamadığı duruşmada esas hakkında mütalaa verilmiş olmasına rağmen celse arasında dosyaya yeni eklenen belgeler neticesinde 2 yıl 3 ay hapis cezası verildi.
Kararda dikkat çeken nokta ise Gürsoy’un, AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hedefinde olan TTB Başkanı olmasından cezasının ağırlaşması oldu. Mahkeme, cezada herhangi bir erteleme de vermedi.
Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzaladıkları için “Terör örgütü propagandası” ile suçlamasıyla yargılanan akademisyenlerin duruşmaları Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde devam etti.
37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde üçüncü duruşması görülen İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden emekli Prof. Dr. Gençay Gürsoy raporlu olduğu için duruşmaya katılamadı.
Gürsoy hakkında önceki celsede “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla esas hakkında mütalaa verilmiş olmasına rağmen mahkemenin celse arasında Gürsoy’un şahsi Twitter hesabından yapmış olduğu paylaşımları ve t24.com.tr isimli internet sitesinde yapmış olduğu söyleşininçıktılarını dosyaya eklediği görüldü.
Kararını açıklayan mahkeme, “silahlı terör örgütü propagandası yapmak” suçunun işlendiğine dair kanaat oluştuğuna hükmederek Gürsoy’a 2 yıl 3 ay hapis cezası verdi. “Sanığın duruşmadaki olumsuz gözlemlenen tutum ve davranışları, pişmanlık duymamış olması” gerekçeleriyle cezada indirime gidilmedi.
Verilen ceza İstinaf Mahkemesi’nin kararından sonra kesinleşecek.
Türkiye’nin tüm bölgelerinden üreticiler, türeticiler, gıda toplulukları temsilcileri, kooperatifler, inisiyatifler ve konuya ilgi duyan bireysel katılımcılar bu yıl üçüncüsü düzenlenen Gıda Toplulukları Çalıştayı’nda bir araya geldi.
2016 yılından bu yana devam eden ve 8 Aralık’ta gerçekleşen çalıştaya Boğaziçi Üniversitesi (Kuzey Kampüsü) ev sahipliği yaptı.
Türkiye’nin dört bir yanından 500’e yakın katılımcıyı buluşturan çalıştayda gıdanın kökeni, üretimi, paydaşlık ve dayanışma yöntemleri konuşuldu, atölyeler düzenlendi.
Ekoharita.org, Gidatopluluklari.org, Kadıköy Kent Konseyi, Sarıyer Belediyesi, Heinrich Böll Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi Köy ve Kooperatifçilik Kulübü’nün desteklediği çalıştay Halk-Bes-Koop, Kadıköy Kooperatifi, Koşuyolu Kooperatifi Girişimi, Yeryüzü Derneği Gıda Toplulukları, Yeşil Gıda Topluluğu, Yeşil Düşünce Derneği Gıda Toplulukları, DÜRTÜK, Anadoluda Yaşam, Beşiktaş Kooperatifi Girişimi, BİTOT, DBB, GETO, Homeros Gıda Topluluğu, Banadura Gıda Topluluğu, Kuzey Adana Gıda Topluluğu ve Bostan’dan Tatavlaya Gıda Topluluğu’nun da dahil olduğu imece grubunun ortak çabalarıyla düzenlendi.
Yeşil Düşünce Derneği Gıda Topluluğu
Gıda Toplulukları Çalıştayı’nın ilki 5 Kasım 2016’da düzenlenmişti. Çalıştayın ilk kitabı geçen yıl PDF formatında yayınlanmıştı.