WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı), 2 Şubat Dünya Sulak Alanlar Günü’nde iklim değişikliği ile birlikte dünyada ve Türkiye’de yaşanan sulak alan kaybına da dikkat çekti.
Tropikal ormanlarla birlikte yeryüzünün en fazla biyolojik üretim yapan ekosistemleri olan sulak alanlar, yüksek karbon depolama özellikleriyle iklimin düzenlenmesinde önemli bir rol oynuyor. Örneğin, turbalıklar, topraktaki karbonun %42’sini depoluyor. Tuzlu bataklıklar ve kum tepeleri, fırtınalara karşı koruma sağlıyor. Kıyı sulak alanları, kıyı çizgisini sabitliyor, dalgaların ve fırtınanın şiddetini azaltarak kıyı bölgelerde yaşayan halkı sel, su baskını gibi can ve mal kaybına yol açan felaketlerden koruyor. Sulak alanlar aynı zamanda, su döngüsünü destekliyor, suyu arıtıyor, yeraltı suyu kaynaklarını besliyor ve tarım arazilerinin verimliliğini artırıyor.
Ancak sulak alanlar, özellikle de kıyı sulak alanları iklim değişikliğinden en fazla etkilenen ekosistemlerin başında geliyor. Ülkemizin de bulunduğu Akdeniz kuşağında iklim değişikliği ile sıcaklıklar arttıkça yağışlar azalıyor, sulak alanlar kuruyor, milyonlarca insan susuz kalma riski yaşıyor ve doğal hayat fakirleşiyor. Büyük Menderes Deltası, Yumurtalık Lagünü, Göksu Deltası gibi biyolojik çeşitlilik bakımından zengin sulak alanlarımız kıyı sulak alanı olmaları nedeniyle hassas konumda. Bu nedenle, sulak alanların iyi yönetilmesi büyük önem taşıyor.
Son 50 yılda Türkiye’de 3 Van Gölü büyüklüğünde sulak alan yok oldu
Sanayi öncesi döneme göre günümüzde sıcaklıklar 1◦C arttı. 1955’ten bu yana ise, evsel su kullanımı %200, sanayide su kullanımı ise %130 arttı. Sıcaklıkların 1◦C daha artması, buğday üretiminin %17 azalması, deniz seviyelerinin 50 cm yükselmesi, özellikle küçük adalarda yaşayan 30-80 milyon insanın sel baskınlarından zarar görmesi ve Akdeniz’de kuraklıkla birlikte tatlı su kaynaklarının %17 azalması ve daha fazla sulak alan ile sucul biyoçeşitliliğin yok olması anlamına gelecek.
WWF’in Yaşayan Gezegen Raporu’na göre, 1970-2012 yılları arasında omurgalı canlı popülasyonlarında yaşanan en büyük azalma %81 ile sulak alan ekosistemlerinde meydana geldi. Türkiye’de son 50 yıl içinde, 3 Van Gölü büyüklüğünde (1,3 milyon hektar) sulak alan kaybedildi.
Son 35 yılda dünya çapında sayıca ikiye katlanan afetlerin %90’ı suyla ilişkili ve bu afetlerin iklim değişikliği ile birlikte gelecekte daha da artması bekleniyor.
Akdeniz Havzası’nda küresel iklim değişikliğinin etkileri en fazla kuraklık ve buna bağlı olarak susuzluk, tarımsal üretimde verim kaybı, tarımda ve turizmde gelir kaybı, yangınlarda artış, biyolojik çeşitlilik kaybı şeklinde yaşanacak. Yağışlardaki azalmaya paralel olarak ciddi bir su sıkıntısı yaşanmaya başlayacak. Yeraltı suları, sulak alanlar ve su depolama alanları yeterince beslenemeyecek.
‘İklim değişikliği karşısında çaresiz değiliz’
Sedat Kalem
Konuyla ilgili bir değerlendirme yapan WWF Türkiye Doğa Koruma Direktörü Sedat Kalem şunları söylüyor:
“2050 yılına kadar Akdeniz Havzası’ndaki deniz seviyesinin 9.8 cm ila 25.6 cm yükselmesi bekleniyor. Deniz seviyeleri yükseldiğinde tuzlu suyun, kıyı sulak alanlarına karışarak bu alanların, özellikle de küçük sulak alanların ekolojik karakterini değiştirme riski var. Kuraklık, aşırı su kullanımı, alan kullanım değişiklikleri, kirlilik gibi etkenlerle birlikte sulak alanların yok olması yalnız biyoçeşitlilik kaybına yol açmayacak, tarım, balıkçılık gibi sosyo-ekonomik faaliyetler de olumsuz etkilenecek. İnsan faktörünün bu alanlar üzerindeki olumsuz etkisini asgari düzeye çekmek, sulak alanları akılcı bir şekilde kullanmak ve korumak zorundayız. İklim değişikliğinin etkileri karşısında çaresiz değiliz!”
Pek çoğumuz daha sağlıklı
olmanın yollarını arıyor ve iyi yaşamanın ilkelerini uygulamaya çalışıyor. Peki
sağlığımızı tehdit eden ve yaşadığımız çağın en ciddi çevresel sorununun farkında
mıyız?
Sabah kalkıyorsunuz, işe gitmek
için dışarı çıktığınızda havada kırmızı sis gördüğünüzü hayal edin. Doğal
olarak dehşete kapılırsınız, aklınızdan bir sürü ihtimal geçer, sevdiklerinizi düşünürsünüz,
zehirli mi bu sis diye sorgularsınız, hemen geri içeri girip televizyon kanallarını
veya interneti açıp ne olduğunu anlamaya çalışırsınız. Hatta bir adım ötesi, olayı
anlamak için geçelim kanalları, ilgili resmi kurumları arayıp sorular sorarasınız.Çünkü
tehdit barizdir.
Bu senaryo hemen gözlemlediğiniz
bir değişim ve algıladığımız bir risk karşısındaki olası tavırlarımızı öngörüyor.
Peki çıplak gözle
gözlemleyemediğimiz ama sağlığımızı her nefes alışımızda tehdit eden görünmez kırmızı
sis ile beraber yaşıyorsak ne olacak?
Hayal gücümüzde kırmızı olarak canlandırdığımız bu sis gerçekte görünür olsun veya olmasın, bunun adı özellikle kentlerde maruz kaldığımız hava kirliliğinden başka bir şey değil.
Hava kirliliğinin
nedenleri
Enerji politikaları,
toplu taşım politikaları, kentsel yeşil alan yönetimi, çevre politikalari, üretim
ve çevre iliskisi düzenlemeleri hava kirliliğini etkileyen kararların alındıgı makro
düzey. Bunların, günlük hayata yansımaları ise hepimizin tanık olduğu ve hatta
bir parçası olduğu pratikler.
İnsan kaynaklı hava kirliliği genellikle fosil yakıt tüketimi esnasında ortaya çıkan zehirli gazlar ve gözle görülemeyen ağır metal dahi içeren partiküllerden kaynaklanıyor. Kömür kullanımı, özel araç kullanımının fazlalığı –özellikle dizel araçlar-, termik santraller – özellikle kentsel alana çok yakın kurulan ve/veya filtre ve baca gazı arıtma sistemleri gibi çevre yatırımları eksik olan santraller-, uygun standartları sağlamayan sanayi tesisleri ve maden ocakları başlıca nedenler. Uzmanlar tarafından önlem alınması gerektiği vurgulanan bir başka neden de solunabilir inşaat tozları. Son zamanlarda kentsel dönüşüm nedeniyle yaşadığımız yerlerde artan oranda maruz kaldığımız, küçük boyuttaki bu partiküller hava kirliliğine neden olarak gösteriliyor.
Hava kirliliğini ve
etkilerini arttıran diğer bir etmen ise zehirli partikülleri tutma ve etkisiz
hale getirme becerisi olan yeşil alanların kentlerde giderek azalması. Ağaçların
yakınında yapılan ölçümler, partikül miktarının, ağaçsız yerlere kıyasla %24’e
kadar azaldığını gösteriyor. Hava akımını engellemeyecek şekilde yeşil alan
tasarımı ise kritik diğer bir konu. Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından
paylaşılan 2015 yılı verilerine göre İstanbul’un yalnızca %2,2’si
kentsel yeşil alan. World Cities Culture Forum tarafından
derlenen küresel verilere göre 30’dan fazla dünya metropolü arasında İstanbul,
bu haliyle maalesef en az yeşil alana sahip metropol. İstanbul’un hava
kirliliği ile mücadele konusunda ağaçlardan sağlayacağı faydanın artması
kentsel yeşil alanlara sahip çıkılması ile mümkün.
Etkisi altında kaldığımız
hava kirliliğini daha da şiddetlendiren bir diğer faktör ise enverziyon
yani meteorolojik ve coğrafi koşullara bağlı olarak kirli havanın dağılmaması. Bu
durum tamamen doğal bir olay ancak hava kirliliğinin ciddi seviyelerde olduğu
yerlerde yaşanması halinde çok olumsuz sonuçları beraberinde getirebiliyor. Bu
nedenle uzmanlar, Meteoroloji Genel Müdürlüğü tarafından günlük yayınlanan enverziyon
risk haritasının takip edilmesini ve dışarıda geçirilecek zamana ve
faaliyetlere buna göre karar verilmesini tavsiye ediyor.
Halk sağlığı açısından
hava kirliliği
Hava kirliliğinin çevre
ve insan sağlığı üzerindeki maliyeti tam olarak hesaplanamamakla birlikte, uzmanlara
göre hava kirliliği çok acil çözüm getirilmesi gereken bir halk sağlığı sorunu.
Üstelik devletlerin artan sağlık harcamalarının en büyük nedenlerinden biri. Uzun
vadede ve genellikle kronik hastalıkları olan hassas kişileri etkilediğini düşündüğümüz
hava kirliliği Birleşmiş Milletlere göre her dokuz ölümden birinin sebebi!
Son zamanlarda ABD ve İngiltere’de
yapılan bazı
araştırmalar, `güvenli` kabul edilen hava kirlilik seviyesinin dahi
kardiyovasküler sistemde anormalliklere neden olduğunu kanıtlamış. Buna göre
klasik anlayışın dışında yani solunum yolları ve göz problemlerinin yani sıra hava
kirliliğinin neden olduğu başka hastalıklar da var. Özellikle en çok çocukların
etkilendiği ve bu etkilerin ömür boyu süreceği artık su götürmez bir gerçekken,
bazı doğum anomalilerine de neden olduğu tahmin ediliyor. Çin ve ABD ortak çalışmasına
göre hava kirliliğine neden olan partiküller ile yaşlılardaki beyin hasarları (Alzheimer
ve Parkinson gibi) da ilişkili. Hava kirliliği sadece soluduğumuz hava ile
ilgili değil. Yağışlarla toprağa inen ve toprak kirliliğine de neden olan hava
kirliliği yapıcı partiküller tarımsal ürünlere yani gıdamıza da bulaşabiliyor.
Yani sıra hava kirliliğinin
akut sonuçlarını kanıtlayan olaylar tarihte var. 1948-1963 yılları arasında
Londra’da enverziyona bağlı ölümlü hava kirliliği felaketleri yaşandığını görüyoruz.
Bunlardan en büyüğü, 1952 yılında aralık ayında sadece 5 gün içinde 12.000 kişinin
hayatını kaybettiği ‘Great Smoke’ felaketi çok çarpıcı bir örnek. Yani
hava kirliliği sadece uzun vadede veya kronik hastalıkları olan hassas kişileri
etkilemiyor. Herkes hava kirliliğinin yaratığı sağlık sorunlarına maruz
kalabilir. Londra’da yaşanan bu felaketin neden olduğu yüksek kayıp kimi
kaynaklarda çok daha düşük gösterilme eğiliminde çünkü zamanın devlet yöneticilerinin
bu konudaki sorumluluklarından kaçma çabası, felaketi hafifletmeye çalışarak ortaya
çıkıyor. Londra bugün halen hava kirliliğinden muzdarip ve alınan önlemler şimdiye
kadar hep yetersiz kalmış.
Çözüm
Dünya Sağlık Örgütü hava
kalitesi standartlarının dünyadaki kentlerin sadece %12’si tarafından sağlandığını
düşündüğümüzde, temiz hava solumak çok zor gibi duruyor. Hava kirliliği sınır
tanımayan bir olgu olduğu için bir kentten diğerine veya bir ülkeden başkasına kolaylıkla
geçebiliyor. Bu açıdan baktığımızda hepimizin payı olan bu kirliliğe küresel ve
toplumsal olarak çözüm aramalıyız.
Kentsel alanlara yakın
termik santraller kurulmamalı, santraller ve sanayi kuruluşlarının uygulaması
gereken çevresel önlemler sıkılaştırılmalı, ulusal ve uluslararası temiz enerji
politikaları geliştirilmeli ve daha az tüketime teşvik eden mekanizmalar oluşturulmalı.
Toplu taşım araçlarına öncelik vermeli, özellikle dizel arabalardan vazgeçmeli,
binalarda enerji verimliliği sağlanmalı.
En önemlisi bütün bunların
farkında olmalıyız.
Önümüzdeki yerel seçimler, özellikle kentsel alanlarda hava kirliliğine karşı önlemler alınması, politika ve stratejiler geliştirilmesi için bir fırsat olabilir. Çoğunlukla görmezden geldiğimiz, an’da etkilenmiyorsak sorun yok zannettiğimiz hava kirliliği aslında gündemimizde önemli bir madde olmalı. Temiz hava ihtiyacımızı ortak bir sesle, her platformda dile getirmeli ve hem kendi hem de sevdiklerimizin sağlığı için ısrar etmeliyiz.
Son dönemin Yeşil Kitapları’nda bu hafta sizinle paylaştıklarımız:
John Scanlan’ın Sub Yayınları’ndan çıkan “Çöp Üzerine“si, Rob Hengeveld’in Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Atık Küre” kitabı ve Yurttaşlık Derneği’nin ekoloji teması ile çıkardığı “Saha” dergisinin son sayısı
İyi okumalar ve İyi haftalar
…
Çöp Üzerine
Çöp yaşam ve ölüm arasındaki neredeyse seçilemez olan çekişmenin sonucu olarak ortaya çıkar -zira ölüm insanın maddeye dönüşünü ve bir anlamda, bedenin ‘çöpleşmesini’ teşkil eder. Bu da, yaşamımızı korumak için ölümden kaçınmamız gerektiği anlamına gelir. Bu ölümden sakınışla bir dizi paradoks çıkar ortaya. Nitekim, daha yakından incelediğimizde görürüz ki Batılı toplumlar ölüm ve hastalıkla baş etmek ve sağlığı düzeltmek için doğanın işleyişine dair toplanagelmiş olan bilgiyi kullanmaya giriştiklerinde, tam da bu eylemi harekete geçiren şey (ölüm) bir ya da iki yüzyılın sonunda, kimsenin kaçınamadığı bir zorunluluk yerine, adeta yaşama bir hakaret olarak görülür hale gelmiş. Benzer şekilde, sonunda gıda perakendecilerini gıda maddelerini kirleticilerden ve tüketiciye ulaşmadan önce israf olmaktan kurtarmak için yeni geliştirilen paketleme ve depolama yöntemlerinden yararlanmaya mecbur bırakmış olan on dokuzuncu yüzyıldaki o ‘büyük temizlik’ de paradoksal biçimde daha fazla maddesel çöp ortaya çıkarır ve bu da yaşamı çok daha büyük bir ölçekte tehdit etmekte olduğu söylenen o büyük çevre erozyonu sorununun bir kısmını teşkil eder. Dolayısıyla, bu kitabın yaptığı şey bizlerden değer verdiğimiz her şeyin şaşırtıcı nüvesinin (hem maddesel hem de mecazi anlamıyla) çöpten kaynaklandığı (ve hep daha da çöp yarattığı) olasılığı üzerine kafa yormamızı istemektir. O halde bu kitap bir elden çıkarma, bir çöpleme tarihi olarak Batı kültürünün gölge tarihi biçiminde okunabilir.
Çöp Üzerine John Scanlan Çeviren: Billur Karayalçın Sub Yayınları 2018
…
Atık Küre
Atık Küre insan türünün Yerküre ve barındırdığı yaşamsal
sistemler üzerinde yarattığı etkinin geniş bir tarihini sunuyor. Kitabın çevre
meselelerinin tarihi konusunda yazılmış pek çok kitaptan farkı yazarın
kontrolsüz nüfus artışı ve atık üretimi gibi temel iki sorunu sistem teorisi
bağlamında ve karşılıklı etkileşimlerini merkeze koyarak ele almasıdır.
Rob Hengeveld Hollanda Wageningen’deki Ekosistem Araştırmaları Merkezi’ne üyedir ve Vrije Üniversitesi Hayvan Ekolojisi Bölümü’nde fahri öğretim üyesidir.
Atık Küre Rob Hengeveld Çeviren: Nafiz Güder Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2019
.
…
Saha- Politik Ekoloji Özel Sayısı
Saha’nın beşinci
sayısı 2000’ler Türkiyesi’ne odaklanıyor ve bu kez ekoloji
perspektifinden bir
bilanço çıkarmayı murat ediyor. Şüphesiz ülkenin hızlı ve dramatik bir dönüşüm
geçirdiği bu dönemi baştan sona ele almak mümkün olmayacaktı. O nedenle daha ziyade bu alandaki tartışmaya bir giriş yapmaya, tartışmanın köşe taşlarını ortaya koymaya ve böylelikle Türkiye bağlamında oluşan birikimin bir kısmını alan dışındaki okuyucuya aktarmaya çalıştık. Daha özgür bir ülke ve dünya arayışımızda eksik bıraktıklarımızı, yeterince göz önünde tutmadıklarımızı öğrenmenin vesilesi olacağı umuduyla. (Fırat Genç- Editoryal)
Saha Politik Ekoloji Özel Sayısı Yurttaşlık Derneği 2018
İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti. Peki bu bedeli kim ödeyecek?[Hayvan Deneyleri] yazı dizisinde bu sorunun cevabını hep birlikte bulmaya çalışacağız
***
Geçtiğimiz hafta, sosyal medyada epey takipçisi olan bir doktorun gönderisi adeta şok etkisi yarattı. Gönderi görselinde, elinde gülen bir kurbağa kafası illüstrasyonu tutan bu doktor hanım açıklamaya da “biz bunları Tıp 1’de kürar ile felç eder canlı canlı keserdik. Orasını burasını kurcalardık” yazmıştı. Yazının devamında ise, kurbağayı öpmekle ilgili bir takım şeyler vardı. Gelen tepkilerin ardından bu korkunç gönderiyi kaldırdı. Onu eleştiren hayvan hakları savunucularına da dili döndüğünce cevap vermeye ve kendini anlatmaya çalıştı. Kimilerini ise yapılan espriyi anlayamamakla suçlayarak, zekâ yoksunluğuyla ilgili şeyler ima etti, bazı kişileri de engelledi. Gönderisini sildikten yarım saat sonra, apartman kapısı önünde kedi beslediği videolarını koydu ve verdiği cevaplarda da hayvansever olduğunu, kedilerinin olduğunu, amacının sadece espri olduğunu ve hayvanları sevdiğini yazdı…
Kürar, motor
sistemi felç ederek canlının hareket özelliğini kaybettirerek kasları bloke
eden, ancak duyu sinirlerini (yani acı-ağrı hissetmeyi) etkilemeyen bitkisel
bir ekstrakt/zehir. Kullanımı, Amerika kıtasının keşfinden öncesine dayanıyor.
Tıp araştırmalarında kullanımından çok önce, ilk kullanıldığı yer Güney Amerika
ve kullanım amacı da avcılık. Ok ve mızrakların ucunda kullanılan kürar,
hayvanın tamamen felç olmasını sağlıyordu ve bu özelliği sayesinde normal okla
yakalanması zor olan (hızlı kaçan ya da çok yükseklere zıplayan) hareketli hayvanları
yakalamak için bire birdi. Felç etme özelliğinin yanında, diğer zehirlerin
aksine hayvanın eti zehirli olmuyor ve tadı da değişmiyordu. Kürarın
hazırlanışı ve dozajın ayarlanması da sadece bu işin ehli kişilerce
yapılabiliyordu ve genelde babadan-oğula bilgi aktarımıyla bu uzmanlık devam
ediyordu.
1804
yılında, Guyanalar’a bir seyahat gerçekleştiren gezgin ve maceracı Charles
Waterton, Royal Society’nin başkanı doğa bilimci Sir Joseph Banks’in ricası
üzerine burada kürarı araştırmaya başladı ve herhangi bir antidotu olmamasına
rağmen, suni solunum sayesinde kürar altındaki hayvanın istenildiği kadar
hayatta tutulabileceğini öğrendi. İngiltere’ye döner dönmez, Guyanalar’dan
getirdiği kürar ile 3 eşek üzerinde deneysel bir gösteri gerçekleştirdi. Kürar
verilen hayvanlar kendi kendilerine nefes alamadıkları için, nefes borularına
yerleştirilen bir tüp ile ve suni solunumla hayatta tutuluyorlardı. Omzundan
kürar enjekte edilen ilk eşek, 20 dakika içinde öldü. Bacağının üst kısımlarına
uygulanan turnikenin üzerinden kürar enjekte edilen ikinci eşek 1 saatten fazla
bir süre normal şekilde yürümeye ve hareket etmeye devam etti ve turnike
çıkarılana kadar ölmedi. Üçüncü eşeğe de omzundan kürar verilmişti ve 10 dakika
içinde öldü. Nefes borusundan iki körük yardımıyla girilerek 2 saat boyunca
suni solunum sağlanarak hayata döndürüldü. Ve suni solunum devam ederken
kafasını kaldırıp etrafa baktı, yeniden öldü. 2 saat daha devam eden suni
solunum sonucunda ayaklandı ve iyi görünüyordu. Zehrin verildiği yerdeki yara
da çok çabuk iyileşti. Bir yıl kadar sonra, zayıf ve hasta görüntüsü kayboldu,
kilo aldı ve hikâyesini duyan ve ona acıyan biri tarafından sahiplenilerek
Wouralia ismi verilen ve hayatının sonuna kadar çok iyi bakılan bu hayvan 20
yıl kadar yaşadı. (Üçüncü eşeğin hikayesi Waterton’ın anılarına dayanıyor…)
19.
yüzyılda hayvanlarda kullanılan anestetikler; eter, kloroform ve kürar idi.
Kürarın kullanılmaya başlanmasının sebebi, hayvanın halen hissedebilir ve
bilinci açık haldeyken incelenmesinin daha iyi olmasıydı. Yani kullanım amacı
acıyı azaltmak değil, “konforlu” çalışmaktı. Deneylerinde kürar kullanan ünlü fizyolog
Bernard,
etki ettiği mevkiinin ne kas ne de sinirler, ikisinin arasında bir yer olduğu
sonucuna varmıştı. Nasıl çalıştığı (20. yüzyıla kadar nöromüsküler yapının
işlevi ve rolü tam anlamıyla anlaşılamadığı için) net şekilde bilinmeyen,
antidotu olmayan bu gizemli madde insanlarda denenmişti, kımıldayamasalar bile
tüm o acıyı hissettikleri biliniyordu. 1900 yılında fizyolog Jacob Pal,
köpekler üzerinde gut hastalığını araştırırken, kürar verilmiş köpeğe
fizostigmin[i]
enjekte etti ve barsaklarda ritmik kasılmadaki artışla birlikte köpeğin
kendiliğinden nefes aldığını farketti; sonraki deneylerde tersine etki
kanıtlandı ve kürarın antidotu da bulunmuştu artık. Kürar, 1900’lerin başlarına
kadar revaçtaydı, deneylerde kas gevşetici olarak fizyologlar tarafından sıkça
kullanıldı. 1942 yılında Montreal Homeopati Hastanesi’nde operasyon esnasında
(hasta genel anestezi altındayken) kas gevşetici olarak ilk defa insanda da
kullanıldı. Ve tabii ki, günmüzde, hayvan deneylerinde anestetik olarak tek
başına kullanılmıyor. Kürarın kısa hikayesi işte böyle…
Malum
gönderiyi binlerce kişi beğendi. Beğenenlerin çoğunun, kürarın ne olduğunu ve
bahsettiği uygulamanın ne anlama geldiğini bilmediğini düşünüyorum zira komik
olmak bir yana, bir canlıya yapılabilecek en korkunç işkence. Çünkü hayvan her
şeyi hissediyor… ama kaçamıyor. Acıdan kaçınma davranışı tüm canlılardaki
reflekstir biliyorsunuz; en basit örnek, eliniz yandığında beyinden elini yakan
şeyden uzaklaştır emri gider. Ama sinir ve kaslarla ilgili doğal refleks
hareketleri, kürar altındayken görülmez. Kaçmak bir yana, hareket dahi
edemiyor. Ne bayılabiliyor ne de ölebiliyor. Engelleyemiyor da. Yapılanlara
katlanmak zorunda. Bir dakika da sürse, bir saat te… Bu durumu eğlenceli
bulmayı, normal bir ruh halinin olağan davranışı olarak görmek imkânsız. Dünya,
eğitimde canlı hayvan ve dokularını kullanmak yerine çağımıza uygun hayvansız
alternatiflere geçiyorken, çağdışı ve etikdışı uygulamalardan bahsetmek bile
tuhaf. Sevgili doktor, gönderinizi kaldırmanız yeterli değil, sizden bir özür
bekliyoruz…
KAYNAKLAR:
D. Milner, From the Rainforests of South America to the
Operating Room : A History of Curare, 2009
C.
Waterton, Wanderings in South America,
1825
Prof.Dr.K.Akpir,
Her Yönüyle Anestezi, 2010
[i](İng. physostigmine) Parasempatik sistemin etkilerini taklit eden alkaloit
Bundan altı yıl önce, İstanbul’da başlayıp, ülke genelinde bir isyana dönüşen Gezi Direnişi, Türkiye tarihinde Kürtler, milliyetçiler, feministler, homofobikler, LGBTİ+’ler, plaza çalışanları, anarşistler gibi farklı kesimlerin aynı zeminde direnmesini mümkün kılan ilk eylemdi. İş makinelerinin parka girdiği bilgisinin sosyal medya üzerinden yayılmasıyla başlayan Gezi Parkı nöbetleri, aktivistlerin çadırlarının ateşe verilmesi, müzik aletlerinin yakılmasıyla başka bir boyut kazandı. Çevik kuvvet ekiplerinin, saat 05.00 sıralarında TOMA eşliğinde parka yaptığı şafak baskını ülke genelinde büyük tepki topladı. Müdahaleye kayıtsız kalmayan halk pencereye, balkona çıkarak tencere ve tavalarla ses çıkarmaya başladı.
https://www.youtube.com/watch?v=gBJsTui68bc
Gezi Parkı Şarkısı – Sık Bakalım
İstanbul’un Kurtuluş, Şişhane gibi, Taksim’e yakın semtlerinde filizlenen ses çıkartma eylemi, bir süre sonra Bayburt dışındaki 80 ile yayıldı. Taksim’e gidemeyen ancak yaşananlara destek vermek isteyenlerin oluşturduğu bu devasa “perküsyon topluluğu” doğal olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisini çekti. Fas ziyareti öncesi, hava alanında basın toplantısı düzenleyen Erdoğan, kendisine yöneltilen bir soruya “Tencere tava bunların hepsi aynı hava” yanıtını verince Kardeş Türküler’e ilham oldu. Grup bu açıklama üzerine “Tencere Tava Havası” adlı bir şarkı besteledi.
15 Gün kesintisiz devam eden protestolarda müzik hiç eksik olmadı. O süreçte stüdyoya girip kayıt yapan da vardı, sağanak yağmura aldırmadan Taksim Anıtı önünde piyano çalan da… Kısa zamanda direnişle ilgili 200’e yakın şarkı bestelendi. Hüsnü Arkan’ın “Eğilin”, Nazan Öncel’in “Güya”, Duman’ın “Eyvallah”, Boğaziçi Caz Korosu’nun “Çapulcu Musun Vay Vay”, Hakan Vreskala’nın “Dağılın Lan” şarkısı gibi pek çok şarkı yoğun gaz dumanına, tazyikli suya aldırmadan hep bir ağızdan söylendi.
Direnişe yurt içinden ve dışından pek çok sanatçı destek verdi. 68 Kuşağının etkileyici isimlerinden Joan Baez, direnişçilere Türkçe seslenerek, “Bu yürekli ve barışçıl mücadeleyi sürdürenler, dünya sesinizi duydu” dedi. Müziğin yaşayan efsanesi, Gezi’de mücadele verenler için “Imagine” adlı parçayı seslendirdi.
Eylem pratiği olmayan insanları sokakla tanıştıran, yaklaşık dört milyon kişiye dayanışmanın güzelliğini tattıran, kadınların, LGBTİ’lerin ve seks işçilerinin sokakta tacize, şiddete, gaspa uğramadan özgürce dolaşmalarına, kamusal alanlarda eşit biçimde var olmalarına olanak sağlayan Gezi Direnişi, önemli kazanımlar sağlasa da devrimle sonuçlanmadı. Peki sizce el ele tutuşarak ya da aylarca hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek devrim yapılabilir mi? Kulağa çok ütopik gelse de, uzun yıllar işgal altında kalan Estonya halkı söyledikleri bağımsızlık şarkılarıyla bunu başarmış. Nasıl mı?
Tarihi de kent dokusu kadar ilgi çekici
Silindir şeklindeki kuleleri, Arnavut kaldırımlı taş yolları, surlarla çevrili eski kent merkezi, rengârenk binalarıyla masalsı bir güzelliğe sahip olan Estonya’nın tarihi de kent dokusu kadar ilgi çekici.
200 Yıl Rusya’nın baskısı altında yaşayan Estonya, Çarlık Rusyası’nın devrilmesinin ardından 24 Şubat 1918’de ilk kez özgürlüğünü ilan eder. Ancak, 1940 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, 1941 yılında da Almanlar tarafından tekrar işgal edilir. SSCB’nin zayıfladığı 80’li yılların sonunda bu Baltık ülkesinde, bağımsızlık ateşi yeniden yanmaya başlar. 1987 Yılında Tallinn’de yapılan bir müzik festivalinde halkın söylemeye başladığı vatansever şarkılarla birlikte başlayan isyan devrimle son bulur. Bu yüzden 24 Şubat “Milli Bağımsızlık Günü”, 20 Ağustos da “Estonya’da Bağımsızlığın Yeniden Tesisi Günü” olarak kutlanır.
Estonya
200 Yıllık esaret
1700’lü yıllarda kalabalık bir orduya, güçlü bir donanmaya ve demir madenlerine sahip olan İsveç, Otuz Yıl Savaşı sırasında Avrupa’nın içlerine dek girer, Alman birliklerini Fransa sınırına kadar süpürür ve büyük bir hızla topraklarını genişletir. İsveç’in bu şaşırtıcı gücü, müttefiki Fransa’yı bile ürkütür. İsveç tehdidini bertaraf etmek için harekete geçen, Rusya’nın ileri görüşlü çarı Deli Petro, 1700-1721 yılları arasında İsveç’e saldırır. Büyük Kuzey Savaşı adı verilen bu savaşta Danimarka, Norveç, Prusya ve Hanover Rusya’nın yanında, Osmanlı Devleti ise İsveç’in yanında yer alır. Ancak Rusya’nın ilk saldırısı felaketle sonuçlanır. 1709’da Petro, İsveç kralını Poltova Muharebesi’nde yener ve kral Osmanlı toprakları yakınındaki Bender Kalesi’ne sığınır. Vezîriâzam Baltacı Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Petro’nun ordusunu 19 Temmuz 1711’de Prut Nehri kıyısında kuşatır. Prut Savaşı Rusların yenilgisi, İsveç ordusunun da büyük kayıplar vermesiyle son bulur.
1721 Yılında Nystad Antlaşması’nı imzalayan İsveç, Estonya dahil birçok Baltık toprağını Rusya’ya bırakmak zorunda kalır. Bu anlaşma sonrasında Rusya dünyanın en büyük devletlerinden biri haline gelir. Estonya halkının uzun yıllar sürecek olan esareti de böylece başlamış olur.
Estonya
Şarkılarla başlayan isyan
1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi sonrası Rus Kızıl Ordusu Estonya’dan geri çekilir ancak Alman birlikleri bu güzel deniz ülkesine doğru ilerlemeye başlar. 23 Şubat 1918’de bağımsızlığını ilan eden Estonya, kısa bir süre sonra Almanya tarafından işgal edilir. Bundan birkaç ay sonra Almanların ülkeyi boşaltmasını fırsat bilen Bolşevik birlikleri Estonya’ya doğru ilerlemeye başlar. Böylece, 14 yıl sürecek olan Bağımsızlık Savaşı başlar. 2 Şubat 1920’de imzalanan Tartu Barış Anlaşması’ndan itibaren Estonya bağımsızlığını yaklaşık yirmi yıl elinde tutar. Ta ki İkinci Dünya Savaşı’na kadar. Ülkeyi ele geçiren Alman orduları burada 22 toplama kampı kurar, Estonyalı Yahudileri, Çingeneleri ve Sovyet savaş mahkûmlarını toplu kıyımdan geçirir. Savaş sırasında 90 bin civarında Estonyalı hayatını kaybeder. Estonya 1944 yılında yeniden Sovyetler Birliği’ne dâhil olur.
Devrim ateşi şarkılarla tutuşur
1987 Yılında Estonya, Letonya ve Litvanya’da bağımsızlık talep eden bir halk hareketi başlar. 26-28 Ağustos 1988’de, Estonya Barış Komitesi tarafından, daha sonra Glasnost Rock adını alacak olan, “Rock of Summer” etkinliği düzenlenir. Üç günde, 190 bin kişinin katıldığı etkinlikte sanatçılar ve katılımcılar Sovyet döneminin yasakladığı ulusal şarkıları seslendirir. Bundan iki ay sonra da festival alanını dolduran 300 bin kişi, ulusal uyanışta büyük katkıları olan gazeteci Johann Voldemar Jannsen’in sözlerini yazdığı, “Mu Isamaa” şarkısını hep bir ağızdan söylemeye başlar.
Tallinn’den yükselen sesin bütün dünyaya yayılması uzun sürmez. Direnişe yönelik haberler yayıldıkça başka ülke halklarından da destek gelmeye başlar. Herhangi bir silah kullanmadan, aylarca bağımsızlık şarkıları söyleyerek barışçıl bir ayaklanma gerçekleştiren Estonya halkı, 1988’de mücadeleyi kazanır. Şarkı Devrimi (The Singing Revolution) ile bağımsızlığını tekrar ilan eden Estonya, 20 Ağustos’u “Estonya Ulusal Bayramı” olarak kabul eder. 1987-1991 yılları arasında Estonya, Letonya ve Litvanya’da gerçekleşen Şarkı Devrimi sırasında söylenen “Mu isamaa, mu õnn ja rõõm” (Vatanım, Mutluluğum ve Sevincim) isimli halk şarkısı ise ülkenin ulusal marşı olarak kabul edilir.
676 Kilometrelik Baltık (Özgürlük) Zinciri
676 Kilometrelik insan zinciri
23 Ağustos 1989’da ise Estonya, Letonya ve Litvanya’nın ortak kaderine dünyanın dikkatini çekmek amacıyla, “Baltık Zinciri” ya da “Baltık Yolu” adıyla anılan barışçıl bir siyasi gösteri daha düzenlenir. Estonya’nın başkenti Tallinn’de, Letonya’nın başkenti Riga ve Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta toplanan yaklaşık iki milyon gösterici el ele tutuşarak, 676 kilometre uzunluğunda bir insan zinciri oluşturur. Baltık halkı bağımsızlıklarını geri alma arzularını bu barışçıl eylem sayesinde bütün dünyaya duyurur. Moskova hükümeti anlaşmak için çeşitli yollar denese de başarılı olamaz. Şubat 1990’da üç ülkede ilk özgür seçimler yapılır. Hepsinde de Sovyetler Birliği karşıtları açık ara kazanırlar. Baltık Yolu eyleminden 7 ay sonra Litvanya bağımsızlığını açıklar ve 11 Mart 1990 tarihinde Sovyetlerden ayrılarak bağımsızlığını ilan eden ilk Baltık ülkesi olur. Yaklaşık bir sene sonra da Estonya ve Letonya bağımsızlığa kavuşur.
Bu insan zincirinin ilk başladığı yer olan Lossi Plats Yolu, UNESCO tarafından dünya mirası ilan edilir. Bağımsızlık Yolu Toompea tepesinden başlayıp, girişinde “Özgürlük, her zaman özgürlük değildir” yazan Occupations Müzesi’nde son bulur.
Estonya Şarkı Devrimi
Festivaller ülkesi Estonya
1988 Yılında 300 bin kişinin tek ses olduğu alanda şimdi devasa bir konser sahası bulunuyor. Michael Jackson’dan Madonna’ya; Metallica’dan Elton John’a kadar dünyaca ünlü birçok sanatçının müzikseverlerle buluştuğu konser sahasında, 35 bin kişilik bir sahne bulunuyor.
133 Bin kayıtlı halk şarkısıyla dünyanın en büyük halk şarkısı koleksiyonuna sahip olan Estonya, 1981 yılından bu yana Folk Müzik Festivali, Uluslararası Rock Müzik Festivali, Estonya Şarkı ve Dans Kutlamaları, Tallinn Uluslararası Jazzkaar Festivali, Saaremaa Opera Günleri, Leigo Lake Music Festival, Punk Şarkı Festivali, Brigitta Müzik ve Tiyatro Festivali gibi pek çok festivale ev sahipliği yapıyor.
Estonya Festival Sahnesi
Estonya Şarkı Festivali
Gökyüzü, toprak ve özgürlük
Estonya’yı sadece mimarisi, tarihi ya da festivalleri ilginç kılmıyor. Dünyanın en az nüfusa sahip ülkelerinden biri olan ve yüzde 50’si ormanlardan oluşan Estonya’nın bayrağındaki mavi gökyüzünü, siyah topraklarını, beyaz çalışkanlığı ve özgürlüğü sembolize ediyor.
Araştırmalara göre, Estonya ve Küba dünyanın en yüksek okuma yazma oranına sahip iki ülkesi. Skype, Hotmail, Kazaa gibi oluşumların anavatanı olan Estonya’da çocuklara birinci sınıftan itibaren bilgisayar programcılığı dersleri veriliyor. Ülkenin anayasasında “İnternet ücretsiz karşılanması gereken bir vatandaşlık hakkıdır” ibaresi yer alıyor. 40.81 mbit/s ortalama hızla dünyanın en yüksek internet hızına sahip olan ülkede, 12 yıldır seçmenler oylarını online olarak veriyor. Vatandaşlık yükümlülüklerinden sağlığa, eğitimden finansal konulara kadar tüm resmi ve özel sektör işlemlerinin online olarak yürütüldüğü Estonya’da, 2000 yılından bu yana hükümet ve parlamentoda kağıt kullanılmıyor.
Estonya eşcinsellerin yasal yollarla evlenebildiği nadir ülkelerden birisi. Aynı zamanda dini inancı en zayıf ülkeler arasında gösteriliyor. Zira ülkede herhangi bir dine inanan kişi sayısı toplam nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Ülke genelinde taciz, tecavüz, ensest ilişki, dolandırıcılık gibi suçların oranı ise yok denilecek kadar az.
Greenpeace Araştırma Laboratuvarları’nın, farklı üniversitelerden bilim insanları ile birlikte gerçekleştirdiği çalışmada Britanya kıyılarında bulunan 50 ölmüş deniz canlısı incelendi.
Araştırma kapsamında incelenen yunus, balina ve fokların hepsinin bağırsağında 5 milimetreden küçük mikroplastikler bulundu. Bu plastiklerin giysi, balık ağı, diş fırçası, yiyecek ambalajı ve plastik şişe kaynaklı olabileceği düşünülüyor.
Bilim insanları plastiklerin hayvanlar üzerindeki etkisi için daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğunu söylüyor ve hükümetler ile büyük şirketleri plastik kirliliğine karşı harekete geçmeye çağırıyor.
Greenpeace İngiltere Okyanus ve Plastik Kampanyası Sorumlusu Louise Edge şöyle konuştu:
“İncelenen her deniz canlısında mikroplastik bulunması kaygı verici. Bu durum denizlerimizdeki plastik kirliliğinin boyutunu da gözler önüne seriyor. Aynı zamanda hükümetler ile büyük şirketlerin, denizlerimize ve deniz canlılarına zarar veren plastik atıkları azaltmak için harekete geçmeleri gerektiğini gösteriyor.”
Her sene yaklaşık 12 milyon ton plastik denizlere karışıyor. Bu, dakikada bir kamyon dolusu plastiğin denizlere karılması anlamına geliyor.
Guardian gazetesi özel muhabiri ve beslenme konusunda çığır açıcı iki kitabın yazarı Felicity Lawrence, 28 Ocak tarihli gazetede konuya bir kez daha –tabir caizse– damardan giriyor:
“Beslenme Tarzımız Bizi Öldürüyor – Gezegeni de…”
Bu başlığı taşıyan makalesinde yazar son bilimsel araştırma verilerine ve kanıtlarına dayanarak, küresel gıda sisteminin ekoloji ve sağlık açısından tam bir felakete yol açtığını belirttikten sonra –yine tabir caizse – tabuta bir çivi daha çakıyor:
“Bireysel eylemler de durumu kurtarmak için yeterli olmayacak.”
Lawrence, dünyanın en itibarlı tıp ve bilim dergilerinden Lancet’in bu yılın hemen başında 16 Ocak ve 27 Ocak sayılarında yiyeceklerimiz-içeceklerimiz, beslenme tarzımız, hayvansal besin endüstrisi, ve iklim krizi konuları arasındaki derin bağlantıları aynı derecede büyük bir derinlikle ele alan iki kıyamet uyarısını peşpeşe yayınladığını anlatıyor.
Dünyanın dört bir yanından saygın bilim insanlarının oluşturduğu komisyon raporlarından birincisinde mevcut gıda sisteminin hem insan sağlığını, hem de bizzat medeniyetin kendisini büyük risk altına soktuğu belgeleniyor. İkinci raporda ise obezite, beslenme yetersizliği ve iklim değişikliği dünyayı saran üç büyük pandemik (salgın) olarak ele alınıyor.
Özetle, kanıtlar şu yönde: Beslenme tarzımız iklim değişikliğinin ve biyolojik çeşitliliğin yıkıma uğramasının en büyük sebebi. Küresel beslenme sistemi toplam sera gazı salımlarının yüzde 30’unu, besi hayvanları da bunun yarısını (yüzde 14.5) oluşturuyor. Hayvancılık ve tarım endüstrisine (et, süt, peynir, yumurta vb.) dayalı çağdaş Batı tarzı beslenme dünyaya yayılıyor ve muazzam sayıda insanı şişmanlatıyor, hasta ediyor.
Beslenmeye bağlı hastalıklara yani önlenebilir kanserlere, kalp – damar hastalıklarına, inmelere, obeziteye ve diyabete bağlı olarak yılda yaklaşık 11 milyon insan ölüyor. 800 milyon gibi muazzam sayıda insan kronik beslenme yetersizliğinden mustarip. 2 milyar insan mikrobesin ve vitamin yetersizliği çekerken aynı anda 2 milyar insan da fazla kilolu ya da obez.
Beslenme tarzımızın bizim ve gezegenin yararına olmaktan –hatta iyice çığrından– çıkmış olmasının temel sebebi, Lancet Komisyonu’nun altını çizdiği gibi, dev şirketlerin güçlü çıkar yatırımları, yönü toptan saptırılmış ekonomik saikler ve sübvansiyonlar. Yanlış besin maddelerine, yani entansif hayvancılık endüstrisine ucuz hammadde (yem) olarak kullanılan mısır soya vb. yetiştirilmesi ve yoğun şekilde işlenmiş gıda ürünleri için yılda 500 milyar (yarım trilyon) dolar bu şirketlere sübvansiyon olarak dağıtılıyor!
Bunun yaklaşık 10 katı, yani 5tn $ (yazıyla Beş Trilyon Dolar) da endüstriyel tarımın har vurup harman savurduğu fosil yakıtların (mazot, dizel, kömür) sübvansiyonuna gidiyor!
Dev yiyecek – içecek şirketleri de yüzmilyonlarca doları:
a) sağlıksız yiyecek-içeceklerin reklamını yapmak ve
b) yiyecek-içecek tüketim tarzını değiştirmemizi önlemek üzere lobicilik
faaliyeti yürütmek için harcıyor.
Lancet Komisyonlarına göre sorun öylesine muazzam ve o kadar âcil ki, ancak hükümetlerarası bir sözleşme ile çözülebilir. (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli ya da Dünya Sağlık Örgütü’nün Tütün Ürünleri Denetimi Çerçeve Sözleşmesi gibi.)
İşin ilginç yanı, yazar Felicity Lawrence’ın makalenin sonunda bize hatırlattığı –ya da tabir caizse resmen kafamıza çaktığı– gibi, çağdaş Batı beslenmesi denen şey, bayağı yeni bir icat: Büyük ve küçükbaş hayvanların topraktan koparılması ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1950’lerin ortalarında başlamış çünkü: Eski köye yeni icat!
Peki bu ‘devrim’ nasıl mümkün olabilmiş? Çok basit üçlü bir cevabı var aslında:
3) Antibiyotikte seri üretim: ‘Sığırkentler’de tıklım tıkış yaşayan ve kendi pisliklerinde boğulan hayvanların kitle halinde ölmelerini engelleyebilmek için.
HDP, İzmir’de CHP’nin adayı Tunç Soyer’i destekleyeceklerini açıkladı. HDP, İstanbul’un yanı sıra İzmir’de de büyükşehir belediyesi için aday çıkarmayacaklarını duyurmuştu.
HDP İzmir İl Eş Başkanı Kadir Baydur, Soyer’i destekleme konusunda kararlarının net olduğunu dile getirdi.
“Bizim çizdiğimiz profile en uygun adayın Tunç Soyer olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla” diyen Baydur, Soyer’in farklı kesimlerle ortaklaşıp buna uygun yerel politika belirlemesi gerektiğini kaydetti.
HDP’li yönetici, desteğin afişle ‘çok açık’ olmayacağını belirterek ilçe ilçe, mahalle mahalle gezerek CHP’li adayı destekleyeceklerini dile getirdi.
Baydur, CHP’yle kurumsal bir ittifakları olmadığını anımsatarak tabanda ittifak yaptıklarını aktardı. HDP’li il başkanı, ilçelere dair net karar vermediklerini de söyledi.
Ürünlerin alıcı bulması ve kabul görmesi için nasıl bir ambalaj içinde sunulduğu önemlidir. Ambalaj, bir ürüne atfedilen ya da atfedilmek istenen değerlerin altını çizdiği için ürünle birlikte satılır. Çocuk haklarının suistimali anlamına gelse de her şeyin mübah sayıldığı kapitalist sistemde saflık, temizlik, neşe ve geleceğin timsali olan çocuk imajına tanıtımlarda sıklıkla başvurulur. Bu şekilde ürünün sağına, soluna çocuğun yerleştirilmesiyle kamuoyunun ikna edilmesi girişimleri dolayısıyla “değer atfı” manipülatiftir…
Bugün Japonya’nın Fukuşima eyaletine giderseniz, şehir merkezinde uğradığınız bir kafenin menüsünde Fukuşimalı çocukların Fukuşima’da yetiştirilen pirinçle hazırladığı pirinç köftesine, Fukuşima’da yetiştirilen sebzelerden yapılan kızartma seçeneğine rastlayabilirsiniz. Çünkü geçen hafta Fukuşima’nın imajının düzeltilmesi için bazı kafe ve restaurantlarda yiyeceklerin Fukuşima’lı çocukların eliyle hazırlandığı haberi basında yer aldı. Buna göre 8 yıl önce Fukuşima Nükleer Felaketi başladığında, en küçüğü 3 yaşında olup bugün 11-16 yaş aralığındaki çocuklar okuldan sonra mutfağa koşuyor. Müşteriler ise uygulamadan oldukça memnun, nükleer felaketle yayılan radyasyonun yüzlerce yıl toprakta kaldığını, o sebzelerin bu topraktan çıktığını pek umursamıyor. Projenin ilk 6 ayında bahçede sebze yetiştirmeyi öğrenen çocuklar ise projenin parçası olmaktan heyecanlı ve gururlu hatta başka çocukların da projeye katılması için gönüllü eğitim vermek isteyecek kadar hevesli.
Diğer taraftan geçen hafta 11 yaşında bir kız çocuğunun Fukuşima Nükleer Felaketi’nin başlamasıyla iki ay içinde 100 Milisievert (10 Röntgen) alarak ciddi düzeyde radyasyon mağduru olmuş olduğu öğrenildi. Oysa Fukuşima Nükleer Santrali’nin işletmecisi Tokyo Elektrik ve Japon Hükümeti, kamuoyuna “Çocukların 100 Milisievert ve üzeri dozda radyasyon aldığına dair bir bulgu yoktur” şeklinde defalarca beyanatlarda bulunmuştu. Zira Çernobil Nükleer Felaketi’nin üzerinden 20 yıl geçmişken 2006 yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yapılan bir araştırma, radyoaktif olarak kirli bölgelerde 18 yaşından küçük 5000 çocukta tiroit kanseri tanısında bulunmuş, Birleşmiş Milletler’in (UN) 2006 yılında açıkladığı bir rapor ise 100 Milisievert doz radyasyon almış olan 15 çocuğun tiroit kanseri nedeniyle yaşamını yitirdiğini açıklamış ve bu durum Fukuşima için benzerlik kurmaya neden oluyordu. Nitekim bugün Japonya’da milyonda bir çocukta görülen tiroit kanseri ise 368 bin çocuktan 200 çocuğa teşhis ve tanı şüphesinin konmasıyla, 12 yıl sonra Çernobil’in akıbetine yaklaşılacağına işaret etmektedir.
Nükleer felaket halinde çocukları sahaya süren nükleer endüstri santral kurulmadan önce de kamuoyunu etkilemek için çocukları kullanır. Türkiye’nin ilk nükleer santrali olmaya aday Akkuyu Nükleer Santrali’ni inşa eden Rosatom’un Rusya, Mısır, Zambiya, Hindistan ve Türkiye’den toplam kırk sekiz çocuğu 10. Uluslararası Akıllı Tatiller Projesi adı altında Rusya’da düzenlenen Güneş Kampı’nda toplayıp tatil yaptırması, öğrencilerin nükleer santral sahasına götürülmesi, çocuklu nükleer santral reklamları gibi bu kapsamdadır. Kampta Rusça kelimeler öğrenen, müze gezen, matruşka bebek yapan öğrenciler en çok matruşka bebek yapmaktan hoşlanmış, Rosatom’a güzel tatil için teşekkür etmişler.
Oysa yıllar geçecek, biraz büyüyünce Rosatom ve nükleer santrallerle ilgili gerçekler bu çocukların karşısına matruşka bebekler gibi çıkacak… En alttaki matruşka onlara nükleer endüstrinin gerçek kurbanının kendileri olduğunu fısıldayacak… Anne karnındaki bebeklik sürecinden 18 yaşına gelene kadar gelişme çağındaki çocuklar, büyümede önemli rolü olan hormonları salgılayan tiroit bezinde radyasyonun birikmesine bağlı olarak tiroit kanserine yakalanma sıklıkları arttığı için nükleer endüstrinin ilk gözden çıkardığı toplumsal gruptur.
Tunceli Valiliği aldığı kararla, koruma altında bulunan Bezuvar ve Şamua dağ keçileri ile vaşak, su samuru, boz ayı, ur kekliği, kurt gibi türlerin avlanmasını yasakladı. Valilik kararında bu türleri avlayanlar hakkında idari işlem yapılacağı belirtildi.
Tunceli’de geçen hafta 14 kişilik İspanyol avcı grubu bölgeye gelmiş, nesli tehlikede olan hayvanları öldürdükleri sosyal medyaya yansımıştı. Yaban domuzlarını ve dağ keçilerini avlayan söz konusu grup hakkında avcılığın ulusal ve uluslararası sözleşmelerindeki hükümlerini ihlal ettikleri gerekçesiyle suç duyurusunda bulunulmuştu.
Avlanmanın kentte yasaklanması ile ilgili bilgi veren Vali ve Belediye Başkan Vekili Tuncay Sonel, “Bugün (30 Ocak 2019 Çarşamba) itibariyle Tunceli genelinde valiliğimizin kararıyla başta yaban keçisi, ur keklik yine koruma altında olan vaşak, kurt, boz ayı gibi hayvanlarımızın avlanması kesinlikle yasaklanmıştır” dedi.
Bu yıl ülke genelinde olduğu gibi Tunceli’de de kışın çetin geçtiğine değinen Vali Sonel, “Bazı ilçelerimizde 3-4 metreyi bulan kar yağışı oldu. Yoğun kar yağışı nedeniyle de beslenmeyen yaban hayvanlarımız için hem jandarmamız hem doğa korumada çalışan arkadaşlarımız tarafından fırsat buldukça onların beslenmesi sağlanmıştı. Dağlara buğday, mısır, ekmek bırakılmıştı. Tunceli endemik bitki türü ve yaban hayatı bakımından ülkemizin en önemli yerlerinden birisidir. Biz de valiliğimiz ve Tunceli halkı olarak yaban hayatımıza sahip çıkıyoruz” ifadelerini kullandı.